29 Mart 2015

Tezer Özlü 'Cümleler'


Bir şeyin değişeceği beni ürkütüyor, bir şeyin değişmeyeceği de.
Hiç kimseyle birlikte yaşlanmak istemiyorum. Kendimle bile.
Sağlıklı kalmak için koşamam. Soluk alayım yeter.
Olaylar ve düşünceler, kafamın içinde sürekli acılar olarak birikti.
Özlemin içindeyim şimdi. Ama özlemeye genede devam ; ediyorum.
Çocukluğumuz üzerine kâbus gibi çöken eski kuşaklar, bi­linçli yıllarımızı da elimizden almayı başaramayacak. Biz mutlu isek, mutlu olmayı istediğimiz ve bunun için çaba harcadığımız için mutluyuz.
Yaşadığım anların, onları yaşarken anıya dönüştüğünü al­gılar, onları yaşarken anılaştırırdım. Sonra bunu en güzel biçim­ de Savinio'da okudum: "Yaşanan an da anı olacak."
Şunu öğrenmelisin: Sen hiçbir işe yaramaz değilsin. Seni senden çalan toplumdur.
Kültür bir şeye cesaret edebilme sorunudur. Okumaya cesa­ret edebilme, bir görüşe inanmaya cesaret edebilme, görüşlerini açıklayabilme cesaretidir.
Güç ve korku her zaman yanyanadır.
Ben, belli bir ülkesi olmayan insanlardanım.
İnsanın ana dilini yitirmesi, öz kişiliğinin yıkılması demek­tir.
Son bireye kadar savaşmak, kendini feda etmek, yanlış bir kahramanlıktır.
Özlem duygusu bende giderek ölüyor. Ancak çok sık gör­düğümü ya da ölenleri özlüyorum.
Kültür, insanlık uğraşısının üst yapısı değil, temelidir.
Gene bırakıyoruz gece bizi baştan çıkarsın. Çatılar gerisinde­ ki gölgelerin ardında açık renk bir gölge gibi duruyordu gece.
Aşk acısı çekmedim hiç, çünkü dünyanın verdiği acı her za­man güçlüydü.
Dünyanın acısı olmasaydı taze yeşil yapraklar üzerindeki güneş ışınlarının anlamı olmazdı.
Uzandığımda her şey üzerime yığıldı. Tavana kadar uzanan çini soba, duvar kâğıtları, kentler. Yorgunum.
Gece, gündüzün devamı değildir.
Asalet ve rütbe ile ilgili kavramları hiçbir dilde öğrenmeyi başaramadım.
İnsanın kendi dünyası dışında yaşayacağı bir dünya yok­tur.
İnsanın başkalarına söyledikleri kendi duymak istedikleri­dir. Yazdıkları, okumak istedikleridir. Sevmesi, sevilmeyi iste­diği biçimdedir.

İşte "beğendiğim" insanlar:
— lodosta başı ağrımayanlar, 
— insan dramının bilincinde olmayanlar, 
— her sanat yapıtını aynı biçim ve aynı ölçü ile algılayanlar, 
— uçakta iştahla yemek yiyenler, 
— karı veya kocasına hayranlık duyanlar,
— kendilerine hakim olmaları gerektiğini sananlar, 
— görgüden söz edenler, 
— herhangi bir gemide, herhangi bir yabancının ayakkabılarını modaya uygun bulup bu konuda konuşanlar, 
— biriyle yatıp, ona iyilik ettiklerini sananlar, 
— sabahlan genel konular üzerine konuşabilenler, . 
— özel yaşamlarını gizli tutmaları gerektiğini sanıp, bu ko­nuda hiç söz etmeyenler, 
— yemekler ve mutfak üzerine konuşurken, sanki bir askeri darbeden söz eder gibi heyecanlananlar, 
— âşık olunca, ömür boyu sürecek eşlerini bulduklarını sa­nanlar. 
 
Yaşamın kendisinin yazı yazmaktan çok daha gerçek, çok daha derin olduğunu da biliyorum. Sözcüklerle yaşamın derinliğini vermeye hiç olanak yok. Çünkü sözcüklerde rüzgârlar ne kadar esebilir? Sözcüklerden nasıl bir güneş doğabilir? Sözcükler açık bir pencere önüne bü­yük yağmur taneleri olarak yağıp, bir insanı derin uykusundan uyandırıp mutlu kılabilir mi? Sözcüklerde yağmur ıslaklığı var mı? Sözcükler insanın yanında yatan diğer bir insanın yürek çarpışlarını duyurabilir mi? 
"Kalanlar"

Jean Paul Sartre “Sömürü ve baskının hakim olduğu bir dünyada ahlaktan söz edebilmek için öncelikle adil bir dünyanın tesisi üzerine düşünmek ve eyleme geçmek gerekmektedir.”

Jean-Paul Sartre (1905 – 1980), insani gerçekliğin içerdiği problemlere, döneminin politik ve ahlaki sorgulamalarına duyarlı bir entelektüel olarak yaşamış, düşüncesi ve yaşamı arasındaki bağı her an yeniden oluşturmaya çalışmış bir filozoftur.

Babası Jean-Baptiste Sartre deniz subayıdır. 1904’te annesiyle evlendikten bir yıl sonra Jean-Paul doğar. Ancak Jean-Paul Sartre babasını hiç tanıyamayacaktır, çünkü o 15 aylıkken hummadan ölür. Sartre, 12 yaşına kadar bu evde dedesinin gözetiminde ve eğitiminde büyüyecektir.

1928’de École Normale Supérieure’de mezuniyet için sınava girer. Sartre sınavda sonuncu olur. Bir sonraki sınavı beklerken Simone de Beauvoir’la karşılaşır ve birlikte hazırlanırlar. Sartre sınavı birincilikle, Simone de Beauvoir ise ikincilikle geçer. Beauvoir, Sartre’ın ömrünün sonuna dek ayrılmayacağı bir hayat arkadaşıdır. İkisi de bir burjuva kurumu olan evliliğe inanmaz ve hayatlarını birer burjuva gibi yaşamamaya ant içer. Bilindiği gibi hiçbir zaman ikisi de tek eşli kalmayacaktır. Birbirleriyle zaman zaman sevgililerini paylaşsalar da sağlık sorunları ortaya çıkıncaya dek aynı evi paylaşmazlar. Bir yandan da asla birbirlerinden ilişkilerini saklamazlar. Tam tersine, açık ilişki, ilişkilerinin sihirli sözcüğü olur.

Fransa ordusunda 18 aylık askerlik görevinden sonra, öğretmenlik yapmaya başlar. Kendi pedagojik anlayışında, tüm alışkanlıklara meydan okuyarak ders vermiştir. 1933’te varoluşçuluk felsefesinin temelini atacağı Ego’nun Aşkınlığı’nı kaleme alacaktır. Varoluşçuluk, insanın özgürlüğünü temel alan, kişinin her durumda özgür olduğunu söyleyen bir felsefedir. Çünkü insanın durağan bir özü, ona atfedilmiş özellikleri yoktur. O, kendi eylemlerini kendisi belirler ve onların sorumluluğunu almak zorundadır.

jean-paul sartre

“Ben dünyada bir nesne olabilir, fakat diğer nesnelerin tersine o sadece meylederek algılanmış olabilir, kendi egomu gözlemleyemem. Ben, o zaman, birleştirici bir güç değildir, daha çok olası bir ben’in kişiselliği ve birliğini yaratan bilinçtir.” (Ego’nun Aşkınlığı)

1938’de yayımlanan Sartre’ın en çok okunan ve günlük şeklinde yazdığı romanı Bulantı’da anti-kahramanı Antoine Requentin’in varoluşuyla ve özgürlüğüyle yüzleşme sancılarını dile getirir. İnsan her şeyden önce, kendisini manasız bir varlık ve beyhude bir hayat karşısında bulmaktadır. Zira, bu varlık yaratılmamıştır, hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz, fazla ve saçmadır. Bu durum ile karşı karşıya gelme, insanda bir irkilme ve tiksinme hali vücuda getirir. Sartre, buna bulantı adını vermektedir. Sartre’a göre, insan yaşıyorsa, onun üzerinde varoluş yükü vardır. Kişi, varlığın ağırlığı altında ezilmekte ve bu ezilişte, bulantıyı beraberinde getirmektedir. Bulantı, bireyin varoluşunun farkına varması ile başlar ve sona ermez. Çünkü insan hayatı boyunca sorumluluktan kurtulamayacağına göre, bulantıdan da kurtulamaz. Birey, kendini yaratma çabasına girerek eylemlerde bulunarak bulantıdan kaçmaya çalışacaktır. Ancak, bireyin bu kendini yaratma çabası arttıkça bulantı da artacaktır. Birey, bu kısır döngüden kurtulamayacaktır.

“Autodidacte’yi biraz pişmanlık duyarak seyrediyorum. Bir başka insana, insanlar için duyduğu sevgiyi açıklayabileceği bu yemeği hayal ederek sevinmişti. Konuşmak fırsatını o kadar az buluyor ki! Oysa ben bu zevkini berbat ettim. Aslında o da benim kadar, herkes kadar yalnız, ama yalnızlığının farkında değil. Tüm insanlar gibi, onun da gözü kapalı, o da tüm insanlar gibi bunu kabullenmek istemiyor. Birdenbire salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir bulantı kaplıyor. Çıkmak, herhangi bir yere gitmek istiyorum, ama benim bir yerim yok, ben bir fazlalığım. Yaman bir bulantı, hemen yerimden kalkıyorum, elimdeki bıçağı tabağın üzerine atıyorum, tabak tınlamaya başlıyor. İnsanlar yemeklerini bırakmış bana bakıyorlar, yine de belleklerine kazınsın diye, çıkmadan önce geriye dönüp yüzümü gösteriyorum onlara. Hoşçakalın…” (Bulantı)

jean-paul sartre

1939 yılında yayımladığı Duvar 5 kısa hikayeyi içerir. Kitapla aynı adı taşıyan öyküde Pablo, İspanya’nın özgürlüğü için Franco’nun falanjistlerine karşı mücadele veren bir devrimcidir. Yakalanır, idama mahkum edilir. Pablo bu dava için canını vermeye hazırdır, ama ölümün soğuk yüzü kendini gösterdiğinde en önemli dava bile önemini kaybetmektedir.

“Ağlıyordu. Kendi kendine acıdığını görüyordum açıkça. Ölümü düşünmüyordu. Bir saniye, yalnızca bir saniyecik ben de kendime ağlamayı düşündüm, kendime acıyarak ağlamayı. Ama tam tersi oldu, ufaklığa şöyle bir göz attım, sarsılan zayıf omuzlarını gördüm ve kendimi insanlık dışı buldum. Ben ne başkalarına acıyabilirdim, ne kendime. Kendi kendime dürüstçe ölmek istiyorum, dedim. Tom kalkmıştı, yuvarlak deliğin tam altına gitti ve gün ışığını gözlemeye koyuldu. Benimse aklım bir şeye gelip takılmıştı, dürüstçe ölmek istiyordum ve bundan başka bir şey düşünmüyordum. Ama her şeyin üstünde, doktorun bize saati söylediğinden bu yana, zamanın kayıp gittiğini, damla damla aktığını hissediyordum. Tom’un sesini duyduğumda hava hala karanlıktı.” (Duvar)

jean-paul sartre

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Fransa ordusuna meteorolog olarak alınır. 1940 yılında Fransa işgal edildiğinde Nazi askerlerine esir düşer. Sartre’nin esareti dokuz ay sonra sona erer, 1941 yılında özgürlüğüne kavuşur. Sartre’nin 1943 tarihinde yayınlanan ve felsefi düşüncesinin ilk dönemine damgasını vuran Varlık ve Hiçlik adlı yapıtında varoluş olgusundan başka olgu yoktur. Sartre, Varlık ve Hiçlik’te mutlak bir özgürlük anlayışını savunmaktadır. Bir insanın ya tümüyle özgür olduğunu ya da hiç olmadığını söyler. İlk bakışta paradoksal görünen, ama kendi kavramlarıyla düşündüğümüzde son derece anlamlı olan ünlü deyişiyle insan özgürlüğe mahkumdur. Çünkü özgürlük insanın bir özelliği değil, onun ta kendisidir.

“Kendi-için varolmak, kendi-içindeyi hiçleştirmektir. Bu şartlar altında, özgürlük bu hiçleştirmeden başka bir şey olamaz. Bunun vasıtasıyla kendi-için özünden olduğu gibi varlığından da kurtulur. Kendi-içinin olduğu şey olmak olduğunu söylemek, olduğu şey olmayarak olduğunu söylemek, onda varoluşun özü, özün varoluşu öncelediğini ve koşullandırdığını söylemek ve Hegel’e göre “Öz daha önce olmuş olandır” demek, tek ve aynı şeyi söylemektir. Aslında, eylemimi canlandıran güdülerin bilincinde olduğum olgusuyla, bu güdüler çoktan bilincim için aşkınsal nesnelerdir, dışarıdadırlar, faydasızca onlara yapışmaya çalışacak mıyım, varoluşumla ondan kurtuluyorum. Her zaman özümün ötesinde, eylemimin nedenlerinin ve dürtülerinin ötesinde varolmaya mahkumum, özgür olmaya mahkumum. Bu, özgürlüğüme kendisinden başka sınırlar bulunamayacağını veya özgür olmaktan vazgeçmekte özgür olmadığımız anlamına gelir.” (Varlık ve Hiçlik)

jean-paul sartre

Fidel Castro, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir

Sartre’nin ikinci dönem felsefesinde önemli bir yere sahip olan 1960’ta yayımladığı Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı eserinde Varoluşçuluk ve Marxizm sentezi yapmayı hedeflemektedir. İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumunun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. Hiç olmazsa zamanımız için Marksizm aşılamazdır der. Sartre’ın Marksizm’i temelde onaylaması, Marksizm’in içinde yer alan, bazı eksiklikleri keşfetmesini de kapsar. Diyalektik Aklın Eleştirisi’yle bizi ahlak ve politika arasındaki bağı düşünmeye sevkeden bir yol açar. Bu dönemde, söyleşilerden birinde Sartre “Sömürü ve baskının hakim olduğu bir dünyada ahlaktan söz edebilmek için öncelikle adil bir dünyanın tesisi üzerine düşünmek ve eyleme geçmek gerekmektedir.” der.

“Kişiler, kendilerini, gereksinimlerinde ve bu nedenle de doğadan bağımsız kılma gücünde olamadıkları bir toplumda, teknikleriyle araçlarına göre tanımlanan bir toplumda ortaya koymaktadırlar; gereksinimlerle ezilmiş ve bir üretim tarzıyla baskı altına alınmış bir toplumsallığı oluşturan bireyler arasında karşıtlıklara yol açarlar. Eşyaların, metaların ve paranın vb. arasındaki soyut ilişkiler, insanların birbirleriyle olan dolaysız ilişkilerini örterler ve koşullandırırlar.” (Diyalektik Aklın Eleştirisi)

1964’te Sözcükler adlı biyografisini yayımlar. Sözcükler’de çocukluğuna dair bütün yaşantısını ve düşüncelerini aktarır. Sartre çocukluğunun bütün gelgitlerini edebi bir dille yansıtır.

“Köylü çocuk yaşantısının zengin hatıraları ve tatlı saçmalıkları denen şeyler yoktu bende. Toprağı hiçbir zaman kazmamış ya da kuş yuvası aramamıştım, ot toplamamıştım ve kuşlara taş atmamıştım. Ama kitaplar, kuşlarım ve yuvalarım, evcil hayvanlarım, ahırım ve kırlarım olmuştu. Kitaplık bir aynada yansıyan dünyaydı, onun genişliğine, çeşitliliğine, önceden kestirilemezliğine sahipti.”

“Tanrı’ya ihtiyacım vardı ve onu verdiler bana ve ben onu aradığımı kavrayamadan aldım; yüreğimde kök salamadığı için, bir süre bitkisel hayat yaşadı içimde ve sonra öldü. Bugün bana O’ndan söz edildiğinde, güzel bir eski sevgiliye rastlayan ihtiyar bir delikanlı gibi pişmanlıktan uzak bir neşeyle, “Elli yıl önce, o yanlış anlama, o hata, bizi ayıran o rastlantı olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi.” derim.”

1964’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür, ancak ödülü reddeder. Gerekçesini ise şöyle açıklar: “Ben eserimi yaratırken yeterince ödül aldım. Bir Nobel Ödülü buna bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker. Nobel Ödülü, tanınma peşinde olan amatörler için güzeldir. Ben yaşlıyım ve yeterince keyif yaşadım. Yaptığım her şeyi severek yaptım. En büyük ödül zaten buydu. Başka da bir ödül istemiyorum. Çünkü almış olduğum ödülden daha güzel bir şey olamaz.”

Sartre özgürlük adına şiddeti desteklemekten kaçınmamış olsa da, siyasal alanda aldığı cesur tavırlar arasında şunlar sayılabilir: Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğine karşı ve Cezayir’in bağımsızlığından yana olması, 1964’te kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmesi, Vietnam Savaşı karşıtlığı ve hatta Bertrand Russell ve başka entelektüellerle birlikte Amerika’nın Vietnam’da işlediği suçları yargılayan bir mahkeme kurmuş olması, Fransa’da 1968 olaylarında öğrencilerden yana çıkması…

5 Nisan 1980’de ölen Sartre’nin ardından bir 6 yıl daha yaşar Simone de Beauvoir. Bugün, Beauvoir ve Sartre yan yana gömülüler.

Hermann Hesse "İnsan ne kadar öğrense yine de öğrenmediği çok şey kalıyor."

Özlem, dünyaya alabildiğine içtenlikle kucak açış ve yine dünyadan alabildiğine çılgınca bir ayrılış, insanın kendi karanlık ruhuna yakıp kavurucu bir tutkuyla kulak verişi, teslimiyetteki esriklik ve harikuladeliğe karşı derin bir ilgi.
 
 
Yalnızlık bağımsızlıktır. 
 
    Boyun eğmiyorum ve eğmeyeceğim!

    İnanç da sevgi de aklın yolunu izlemez.

    Kişiliğiniz, içine kapatıldığınız bir hapisanedir.   

    Din, vatan, aile, devlet gözümde değerini yitirdi.

    Bir erkeğin asıl mesleği kendine giden yolu bulmaktır.  

    Bir kez kaçar uçurtman, sonra gökyüzüne küser insan.  

    İnsan ne kadar öğrense yine de öğrenmediği çok şey kalıyor.

    Neyi ciddiye alacağınızı öğrenin ve geri kalanına gülümseyin.

    Mümkün olanı elde etmek için imkansızı denemek zorundasınız.

    Delilik, daha yüksek bir anlamda, bütün bilgeliğin başlangıcıdır.   

    İnsan düşüncelerinde ve yaptıklarında ciddiyse, o gerçek bir azizdir.

    Kuş, doğmak için, dünyası olan kendi yumurtasını kırmak zorundadır.

    Yumurta dünyadır. Doğmak isteyen, bir dünyayı yok etmek zorundadır.

    Bir deliyle başederken, yapılacak en mantıklı şey normal rolü yapmak.  

    Cesaretli ve karakterli insanlar her zaman diğer insanlara tuhaf geliyor.

    Yumuşak sertten güçlüdür, su kayadan güçlü, sevgi zorbalıktan güçlüdür. 
 
    Bize yol gösterecek kimsemiz yok, tek kılavuzumuz yüreğimizdeki özlemdir.

    İnsan bir şeyi yeterince güçlü biçimde isterse, istediği şey gerçekleşiyordu.  

    Hiç kimse kendi içinde yaşamadıkça başkalarının içindeki kıpırtıyı anlayamaz.

    Yazmak iyidir, ama düşünmek daha iyi; akıllılık iyidir, ama sabretmek daha iyi.

    Bizzat sorumluluk yüklemek ve düşünmek istemeyenlerin lidere ihtiyaçları vardır.

    Henüz insan aşamasına ulaşmış değiliz, yalnızca insanlığa giden yolun üzerindeyiz.

    Hiç kimse kendisi aynı şeyi yaşamadığı sürece başkasının ne yaşadığını anlayamaz.  

    Bencilik bittiğinde gençlik sona erer; olgunluk biri başkaları için yaşadığında başlar. 
  
    Her insanın yaşamı, onu kendine götüren bir yoldur, bir yol denemesi, bir yol taslağıdır.   

    Bazılarımız dayanmanın bizi güçlü kıldığını zanneder. Ama bazen bizi güçlü yapan bırakmaktır.

    Rahatlığın sona erip sıkıntının başladığı yerde, yaşamın bize vermeyi amaçladığı eğitim başlar.

    Kendileri düşünemeyen veya sorumluluk alamayanlar, yaygara koparan bir lidere ihtiyaç duyarlar.

    Zevk alacağın bir şeyi yapmak için önce başkalarının iznini gereksiniyorsan, gerçekten aptalın birisin derim.  
    Güç insanını güç yıkar, para insanını para; köle ruhlu insanı başkalarına kulluk etme, zevk insanını zevk çökertir.

    Sağlıklı insan duygularını ve düşüncelerini açıkça ifade eden insan demektir. İfade eden diyorum, bastıran değil.  

    Kendi kafasıyla düşünemeyecek ve kendi kendisinin yargıcı olamayacak kadar rahatını sevenler, yasaklara olduğu gibi boyun eğerler.

    Ne zaman ki iki çağ, iki uygarlık ve iki din birbiriyle kesişirse, işte o zaman insan yaşamı gerçek bir acıya, gerçek bir cehenneme dönüşür.

    Düşünme denen şeyin çilesini çekmeyenler sabahleyin yataktan kalkmayı kıvançla karşılar, yiyip içecek olmasına sevinir, yeterli bulur bunları, durumun başka türlü olmasını istemez.
  
    Bir baba çocuğuna burnunu, gözlerini hatta aklını miras bırakabilir, ama ruhunu veremez; ruh her insanda yenidir.

    Birisi saadetiyle veya faziletiyle övünüyor, böbürleniyorsa, onda bunun ikisi de yok demektir.

    Bu kitapta, çocukluktan beri içimde taşıdığım Almanya'yı ve Almanlık ruhunu bir kez olsun dile getirmek ve onlara duyduğum sevgiyi itiraf etmek istedim - bugün, 'Alman' olan her şeyden nefret ediyorum çünkü.
    Hesse, 1993; YKY, Narziss ve Goldmund arka kapak yazısından

    Kabul ederek şanssızlık şansa dönüştürülebilir.

    ...Oysa şimdi bu eski ve yerde bir boşluk göze çarpıyordu; küçük dünyamda bir çatlak belirmişti ve karanlık, ölüm ve dehşet gözlerini dikmiş bu çatlaktan içeri bakıyordu. Bundan böyle ne bir dal ne bir meyve koparabilecektim ağaçtan, bundan böyle dallarından birinin özgün ve fantastik mimarisini resme geçirmeye çalışmayacak, sıcak yaz öğlelerinde merdivenden inip çıkarken onun yanına uğrayarak ince gölgesinde bir an soluklanamayacaktım. Yazık, ağaçlara bel bağlamaya gelmiyor artık, onlar da insanın elinden kayıp gidebiliyor, onlar da seni beni düşünmeden bu dünyadan göçebiliyor, insanı yüzüstü bırakıp o koyu karanlığa dalarak gözden kaybolabiliyor!

    Tanrı insanın içindedir.

    İster zayıf olsunlar, ister zararlı olsunlar, insanları seviniz ama onları yönlendirmeye kalkmayınız.

     Rahatlığın sona erip sıkıntının başladığı yerde, yaşamın bize vermeyi amaçladığı eğitim başlar. 

İndira Gandhi

Babam iki tür insan bulunduğunu söylerdi. İşi yapanlar ve yapılan işten kendine kredi çıkartanlar. O, benden birinci grupta yer almam için çalışmamı istedi. Zira bu grupta diğerinden daha az rekabet vardı. 



İçimdeki Tanrı "Kapıyı Açacak Olan Sensin"

Kapıyı çalıyorsun açan yok mu? Düşündün mü neden açılmadığını? Hazır mısın? O kapının sana açılmasını istiyor musun? Yoksa göreceğin gerçeklerden korkuyor musun? Bir düşün.

Kapıyı kim çalarsa, açacak olan da odur. Açılmasını bekleme. Özün bilir ne zaman açılacağını ve bilir kapının ardındakini. Seni korkutan beşeri hayatından ayrı bir yaşam. Bilmez misin bu hayatları sen kurguladın, senin kurgun. Sen sana ait olduğunu zannettiğinden ayrılmaktan korkuyorsun.

Kapıyı açarsan kontrolün sende olmayacağını beşer varlığınla düşünüyorsun, özünü unutuyorsun. Onun için önce kalbinin etrafındaki tortuları temizle, aklını kalbinle bir et. Sonra o kapıyı ardına kadar aç, asıl mutluluğu, unuttuğun mutluluğu yaşa.