Jean-Paul Sartre (1905 – 1980), insani gerçekliğin içerdiği problemlere, döneminin politik ve ahlaki sorgulamalarına duyarlı bir entelektüel olarak yaşamış, düşüncesi ve yaşamı arasındaki bağı her an yeniden oluşturmaya çalışmış bir filozoftur.
Babası Jean-Baptiste Sartre deniz subayıdır. 1904’te annesiyle evlendikten bir yıl sonra Jean-Paul doğar. Ancak Jean-Paul Sartre babasını hiç tanıyamayacaktır, çünkü o 15 aylıkken hummadan ölür. Sartre, 12 yaşına kadar bu evde dedesinin gözetiminde ve eğitiminde büyüyecektir.
1928’de École Normale Supérieure’de mezuniyet için sınava girer. Sartre sınavda sonuncu olur. Bir sonraki sınavı beklerken Simone de Beauvoir’la karşılaşır ve birlikte hazırlanırlar. Sartre sınavı birincilikle, Simone de Beauvoir ise ikincilikle geçer. Beauvoir, Sartre’ın ömrünün sonuna dek ayrılmayacağı bir hayat arkadaşıdır. İkisi de bir burjuva kurumu olan evliliğe inanmaz ve hayatlarını birer burjuva gibi yaşamamaya ant içer. Bilindiği gibi hiçbir zaman ikisi de tek eşli kalmayacaktır. Birbirleriyle zaman zaman sevgililerini paylaşsalar da sağlık sorunları ortaya çıkıncaya dek aynı evi paylaşmazlar. Bir yandan da asla birbirlerinden ilişkilerini saklamazlar. Tam tersine, açık ilişki, ilişkilerinin sihirli sözcüğü olur.
Fransa ordusunda 18 aylık askerlik görevinden sonra, öğretmenlik yapmaya başlar. Kendi pedagojik anlayışında, tüm alışkanlıklara meydan okuyarak ders vermiştir. 1933’te varoluşçuluk felsefesinin temelini atacağı Ego’nun Aşkınlığı’nı kaleme alacaktır. Varoluşçuluk, insanın özgürlüğünü temel alan, kişinin her durumda özgür olduğunu söyleyen bir felsefedir. Çünkü insanın durağan bir özü, ona atfedilmiş özellikleri yoktur. O, kendi eylemlerini kendisi belirler ve onların sorumluluğunu almak zorundadır.
“Ben dünyada bir nesne olabilir, fakat diğer nesnelerin tersine o sadece meylederek algılanmış olabilir, kendi egomu gözlemleyemem. Ben, o zaman, birleştirici bir güç değildir, daha çok olası bir ben’in kişiselliği ve birliğini yaratan bilinçtir.” (Ego’nun Aşkınlığı)
1938’de yayımlanan Sartre’ın en çok okunan ve günlük şeklinde yazdığı romanı Bulantı’da anti-kahramanı Antoine Requentin’in varoluşuyla ve özgürlüğüyle yüzleşme sancılarını dile getirir. İnsan her şeyden önce, kendisini manasız bir varlık ve beyhude bir hayat karşısında bulmaktadır. Zira, bu varlık yaratılmamıştır, hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz, fazla ve saçmadır. Bu durum ile karşı karşıya gelme, insanda bir irkilme ve tiksinme hali vücuda getirir. Sartre, buna bulantı adını vermektedir. Sartre’a göre, insan yaşıyorsa, onun üzerinde varoluş yükü vardır. Kişi, varlığın ağırlığı altında ezilmekte ve bu ezilişte, bulantıyı beraberinde getirmektedir. Bulantı, bireyin varoluşunun farkına varması ile başlar ve sona ermez. Çünkü insan hayatı boyunca sorumluluktan kurtulamayacağına göre, bulantıdan da kurtulamaz. Birey, kendini yaratma çabasına girerek eylemlerde bulunarak bulantıdan kaçmaya çalışacaktır. Ancak, bireyin bu kendini yaratma çabası arttıkça bulantı da artacaktır. Birey, bu kısır döngüden kurtulamayacaktır.
“Autodidacte’yi biraz pişmanlık duyarak seyrediyorum. Bir başka insana, insanlar için duyduğu sevgiyi açıklayabileceği bu yemeği hayal ederek sevinmişti. Konuşmak fırsatını o kadar az buluyor ki! Oysa ben bu zevkini berbat ettim. Aslında o da benim kadar, herkes kadar yalnız, ama yalnızlığının farkında değil. Tüm insanlar gibi, onun da gözü kapalı, o da tüm insanlar gibi bunu kabullenmek istemiyor. Birdenbire salona şöyle bir göz atıyorum ve içimi korkunç bir bulantı kaplıyor. Çıkmak, herhangi bir yere gitmek istiyorum, ama benim bir yerim yok, ben bir fazlalığım. Yaman bir bulantı, hemen yerimden kalkıyorum, elimdeki bıçağı tabağın üzerine atıyorum, tabak tınlamaya başlıyor. İnsanlar yemeklerini bırakmış bana bakıyorlar, yine de belleklerine kazınsın diye, çıkmadan önce geriye dönüp yüzümü gösteriyorum onlara. Hoşçakalın…” (Bulantı)
1939 yılında yayımladığı Duvar 5 kısa hikayeyi içerir. Kitapla aynı adı taşıyan öyküde Pablo, İspanya’nın özgürlüğü için Franco’nun falanjistlerine karşı mücadele veren bir devrimcidir. Yakalanır, idama mahkum edilir. Pablo bu dava için canını vermeye hazırdır, ama ölümün soğuk yüzü kendini gösterdiğinde en önemli dava bile önemini kaybetmektedir.
“Ağlıyordu. Kendi kendine acıdığını görüyordum açıkça. Ölümü düşünmüyordu. Bir saniye, yalnızca bir saniyecik ben de kendime ağlamayı düşündüm, kendime acıyarak ağlamayı. Ama tam tersi oldu, ufaklığa şöyle bir göz attım, sarsılan zayıf omuzlarını gördüm ve kendimi insanlık dışı buldum. Ben ne başkalarına acıyabilirdim, ne kendime. Kendi kendime dürüstçe ölmek istiyorum, dedim. Tom kalkmıştı, yuvarlak deliğin tam altına gitti ve gün ışığını gözlemeye koyuldu. Benimse aklım bir şeye gelip takılmıştı, dürüstçe ölmek istiyordum ve bundan başka bir şey düşünmüyordum. Ama her şeyin üstünde, doktorun bize saati söylediğinden bu yana, zamanın kayıp gittiğini, damla damla aktığını hissediyordum. Tom’un sesini duyduğumda hava hala karanlıktı.” (Duvar)
İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Fransa ordusuna meteorolog olarak alınır. 1940 yılında Fransa işgal edildiğinde Nazi askerlerine esir düşer. Sartre’nin esareti dokuz ay sonra sona erer, 1941 yılında özgürlüğüne kavuşur. Sartre’nin 1943 tarihinde yayınlanan ve felsefi düşüncesinin ilk dönemine damgasını vuran Varlık ve Hiçlik adlı yapıtında varoluş olgusundan başka olgu yoktur. Sartre, Varlık ve Hiçlik’te mutlak bir özgürlük anlayışını savunmaktadır. Bir insanın ya tümüyle özgür olduğunu ya da hiç olmadığını söyler. İlk bakışta paradoksal görünen, ama kendi kavramlarıyla düşündüğümüzde son derece anlamlı olan ünlü deyişiyle insan özgürlüğe mahkumdur. Çünkü özgürlük insanın bir özelliği değil, onun ta kendisidir.
“Kendi-için varolmak, kendi-içindeyi hiçleştirmektir. Bu şartlar altında, özgürlük bu hiçleştirmeden başka bir şey olamaz. Bunun vasıtasıyla kendi-için özünden olduğu gibi varlığından da kurtulur. Kendi-içinin olduğu şey olmak olduğunu söylemek, olduğu şey olmayarak olduğunu söylemek, onda varoluşun özü, özün varoluşu öncelediğini ve koşullandırdığını söylemek ve Hegel’e göre “Öz daha önce olmuş olandır” demek, tek ve aynı şeyi söylemektir. Aslında, eylemimi canlandıran güdülerin bilincinde olduğum olgusuyla, bu güdüler çoktan bilincim için aşkınsal nesnelerdir, dışarıdadırlar, faydasızca onlara yapışmaya çalışacak mıyım, varoluşumla ondan kurtuluyorum. Her zaman özümün ötesinde, eylemimin nedenlerinin ve dürtülerinin ötesinde varolmaya mahkumum, özgür olmaya mahkumum. Bu, özgürlüğüme kendisinden başka sınırlar bulunamayacağını veya özgür olmaktan vazgeçmekte özgür olmadığımız anlamına gelir.” (Varlık ve Hiçlik)
Fidel Castro, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir
Sartre’nin ikinci dönem felsefesinde önemli bir yere sahip olan 1960’ta yayımladığı Diyalektik Aklın Eleştirisi adlı eserinde Varoluşçuluk ve Marxizm sentezi yapmayı hedeflemektedir. İnsanlık tarihinin tek geçerli yorumunun Marksizm ya da Diyalektik Materyalizm olduğunu söyler. Hiç olmazsa zamanımız için Marksizm aşılamazdır der. Sartre’ın Marksizm’i temelde onaylaması, Marksizm’in içinde yer alan, bazı eksiklikleri keşfetmesini de kapsar. Diyalektik Aklın Eleştirisi’yle bizi ahlak ve politika arasındaki bağı düşünmeye sevkeden bir yol açar. Bu dönemde, söyleşilerden birinde Sartre “Sömürü ve baskının hakim olduğu bir dünyada ahlaktan söz edebilmek için öncelikle adil bir dünyanın tesisi üzerine düşünmek ve eyleme geçmek gerekmektedir.” der.
“Kişiler, kendilerini, gereksinimlerinde ve bu nedenle de doğadan bağımsız kılma gücünde olamadıkları bir toplumda, teknikleriyle araçlarına göre tanımlanan bir toplumda ortaya koymaktadırlar; gereksinimlerle ezilmiş ve bir üretim tarzıyla baskı altına alınmış bir toplumsallığı oluşturan bireyler arasında karşıtlıklara yol açarlar. Eşyaların, metaların ve paranın vb. arasındaki soyut ilişkiler, insanların birbirleriyle olan dolaysız ilişkilerini örterler ve koşullandırırlar.” (Diyalektik Aklın Eleştirisi)
1964’te Sözcükler adlı biyografisini yayımlar. Sözcükler’de çocukluğuna dair bütün yaşantısını ve düşüncelerini aktarır. Sartre çocukluğunun bütün gelgitlerini edebi bir dille yansıtır.
“Köylü çocuk yaşantısının zengin hatıraları ve tatlı saçmalıkları denen şeyler yoktu bende. Toprağı hiçbir zaman kazmamış ya da kuş yuvası aramamıştım, ot toplamamıştım ve kuşlara taş atmamıştım. Ama kitaplar, kuşlarım ve yuvalarım, evcil hayvanlarım, ahırım ve kırlarım olmuştu. Kitaplık bir aynada yansıyan dünyaydı, onun genişliğine, çeşitliliğine, önceden kestirilemezliğine sahipti.”
“Tanrı’ya ihtiyacım vardı ve onu verdiler bana ve ben onu aradığımı kavrayamadan aldım; yüreğimde kök salamadığı için, bir süre bitkisel hayat yaşadı içimde ve sonra öldü. Bugün bana O’ndan söz edildiğinde, güzel bir eski sevgiliye rastlayan ihtiyar bir delikanlı gibi pişmanlıktan uzak bir neşeyle, “Elli yıl önce, o yanlış anlama, o hata, bizi ayıran o rastlantı olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi.” derim.”
1964’te Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür, ancak ödülü reddeder. Gerekçesini ise şöyle açıklar: “Ben eserimi yaratırken yeterince ödül aldım. Bir Nobel Ödülü buna bir şey katmaz, tam aksine beni aşağıya çeker. Nobel Ödülü, tanınma peşinde olan amatörler için güzeldir. Ben yaşlıyım ve yeterince keyif yaşadım. Yaptığım her şeyi severek yaptım. En büyük ödül zaten buydu. Başka da bir ödül istemiyorum. Çünkü almış olduğum ödülden daha güzel bir şey olamaz.”
Sartre özgürlük adına şiddeti desteklemekten kaçınmamış olsa da, siyasal alanda aldığı cesur tavırlar arasında şunlar sayılabilir: Cezayir’deki Fransız sömürgeciliğine karşı ve Cezayir’in bağımsızlığından yana olması, 1964’te kendisine verilen Nobel Edebiyat Ödülü’nü reddetmesi, Vietnam Savaşı karşıtlığı ve hatta Bertrand Russell ve başka entelektüellerle birlikte Amerika’nın Vietnam’da işlediği suçları yargılayan bir mahkeme kurmuş olması, Fransa’da 1968 olaylarında öğrencilerden yana çıkması…
5 Nisan 1980’de ölen Sartre’nin ardından bir 6 yıl daha yaşar Simone de Beauvoir. Bugün, Beauvoir ve Sartre yan yana gömülüler.