28 Aralık 2012

Sis - Haydar Ergülen

İki şehri var gecenin, biri gözümde tütüyor, birinin dumanı üstünde yağmur gibi çöken siste, bana bu uykusuz şehri niye bıraktın, göze alamadığım bir şehrin yerine bütün şehirlerdesin, gece değil istediğin hayli karanlık bakışlı bir şehrin gözleriyle çarpışmak hevesindesin!  Gözlerini anlıyorum henüz bağışlayabileceği gözleriyle çarpışmadı kimsenin; gözlerimizi uzaklıklar değil ki yalnız göze alamadığımız yakınlıklar da acıtır, ve gözleri ancak gözler bağışlayabilir, öyle acıyor ki gözlerim kim bağışlayacak, sis değil, uykusuzluk değil, iki uzak şehir gibi ayrılıktan kavuşmuyor gözlerim: Biri hepimizle gözgöze gibi hala uykusuz, biri sis içinde kirpiklerine kadar açık, bu sessizliği kim bıraktıysa, göremiyorum konuşkan gözlerinde tek sözcük bile, gözlerimiz birbirine değmiyor gecenin iki şehrinde

Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa şiir niye? 


Lao Tzu "Sözlerdeki incelik güven yaratır. Düşüncedeki incelik derinlik. Duygulardaki incelikse sevgi."



Bertolt Brecht - Sevinçler

Sabahlan pencereden ilk bakış 
Eski bir kitabı yeniden buluş 
Coşkun yüz 
Kar, değişmesi mevsimlerin 
Gazete 
Köpek 
Diyalektik 
Duş, yüzmek 
 Eski müzik 
Rahat ayakkabı 
Kavramak 
Yeni müzik 
Yazmak, toprağa birşeyler dikmek 
 Gezmek 
Şarkı söylemek
 Dostluk göstermek. 

 ★★★

"İnsanlara kırmızı bir kuyruklu yıldız göster, onları belirsiz bir kaygı ile korkut ve göreceksin ki, insanlar evlerinden koşarak çıkarken bacaklarını kıracaklardır. Fakat onlara mantıklı bir cümle söyleyip bunu yedi sebep ile kanıtlarsan, sana sadece güleceklerdir."



Protagoras “İnsan her şeyin ölçüdüsür; var olan şeylerin var olduklarının, var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsü.”


İnsan her şeyin ölçüsüdür. Var olan şeylerin var olduklarının ve var olmayan şeylerin var olmadıklarının ölçüsü.

Her şey, insana nasıl görünüyorsa öyledir.

Rüzgar, üşüyen için soğuktur, üşümeyen içinse soğuk değildir.

* * * 

PROTAGORAS (M.Ö. 490/480 – 420) Protagoras Kimdir? » Felsefe.Gen.TR

Bilgi ve Varlık Görüşü (II) 

Protagoras’tan geriye kalan ve onun şahsında Sofist Düşünmenin çekirdeğini ifadeye ilişkin ikinci bir soru da yanıtlanmalıdır. “İnsan tüm şeylerin ölçüsüdür, olanların olduklarının ve olmayanların olmadıklarının” 

Analiz Sorusu 2: Protagoras, “İnsan her şeyin ölçüsüdür (...)” dediğinde, ardından “(var- )olanlar” derken epistemolojik-konumlanışı bağlamında “şey” terimine nasıl bir anlam yüklemektedir ve buna bağlı olarak da Protagoras’ın örtük ontolojisinin mahiyeti nedir? 

Olası Yanıt: Bu önerme sadece duyum nesneleri ile ilgilidir. Buna bağlı olarak da duyuma konu/nesne olan / olabilen şeyleri kapsamaktadır. Bu durumda en primitif biçimden en karmaşık biçime kadar dünya / gerçeklik ile kurduğumuz ilişkinin diğer yanı her zaman için değişken ve göreli haldedir. 

Olası Yanıt (2): Bu önerme esas olarak aksiyolojinin konusu olan geniş anlamıyla değerlerle ilgilidir. Buna bağlı olarak da ahlaki, dini, siyasi ve estetik yüklemlemelerle varlığa gelen ya da bu yüklemlemeleri taşıyan şeyleri kapsamaktadır. Bu yanıt, çok fazla tartışma yapmaksızın doğrudan deneyim ile tespit edilebilen kültürel fark ve çoğulluk ile uyumludur. Mevcut dünya, ahlaki değerlerin, politik kurumların ve dahi sosyal örgütlenme biçimlerinin, estetik görüşlerin ve dini kanaatlerin, inanışların ve ritüellerin toplumdan topluma, insandan insana değiştiği bir farklılıklar bütünlüğü olarak bize verili görünmektedir. Protagoras’ın ilgili ifadeyi her iki yanıtı da içerecek biçimde kullandığı anlaşılmaktadır. Ancak, dini inanışın konusu olan Tanrının varlığı hakkında görelici (rölativist) olmaktan ziyade bilinemezci (agnostisist) olduğu da belirtilmelidir. Bu, onun ‘her şeyin ölçüsü ifadesinde bir gedik (istisna) olarak görülebileceği gibi, çıkışının epistemoloji yani bilgi problemi üzerinden olduğu hatırlandığında tutarlı bir konum alış olarak da görülebilir. 

Tam da bu noktada öne sürülebilecek bir itiraz mevcuttur: Matematik önermeleri ya da geometrik nesneler hakkındaki çıkarımların durumu / statüsü ne olacaktır? Üçgenin iç açılarının toplamının 180º olmasının ölçütü insan mıdır? 

Bu itiraza Protagoras’ın ya da Sofist Düşüncenin yanıtı şöyle olacaktır: Edimsel somut dünyada doğal ve verili hiçbir geometrik nesne yoktur. Bu nedenle de insan- dışı bir nesnel ölçüt söz konusu değildir. Matematik ve matematik nesneler insan icadından ya da soyutlamasından başka bir şey değildir. Ek olarak, eğer sofistler 19. Yüzyılda geometride ortaya çıkan gelişmeleri görüp, üç olanaklı geometri sisteminin açığa çıktığına şahit olsaydılar, şüphesiz ki yukarıdaki yanıtlarından daha güçlü bir şeyi de ‘gösterebilir’ hale geleceklerdi. Ayrıca araştırınız: Öklid-dışı geometriler (non-euclidean geometry).

Bu durumda, Protagoras’ın ‘şeyler’ derken ne kastettiğini daha iyi anlayabilmek için orijinal kullanımının anlamında derinleşmek gerekmektedir. Protagoras, ‘şeyler’ olarak Türkçeleştirilen sözcüğü Antik-Yunanca Khremata (chremata) olarak kullanmaktadır. Khremata, genelde varlık, varolanlar ya da nesneler değil, ancak bizimle (insanla) özel bir ilişkisi ve bizlerle bir ilgisi olan şeyler, kullandığımız ya da kendilerine ihtiyaç duyduğumuz şeyler, bizim işimiz olan şeyler, bizi etkileyen olay ve durumlar anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle, şeyin kendisi ya da ne olabileceği değil, o şeyle olan ilişki vurgulanmaktadır.

Khremata’nın ne, nasıl ve hangi ölçüde olduğu, onun kendisinden soyutlanamayacağı kullanım alanında belirlenir, kullanım alanı tarafından tanımlanır; kısacası o, tümüyle kullanım alanının dolayımındadır. İleri Okuma Önerileri: Ahmet ARSLAN, İLKÇAĞ FELSEFE TARİHİ, SOFİSTLERDEN PLATON’A (Cilt 2), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Ahmet CEVİZCİ, İlkçağ Felsefesi Tarihi, ASA Kitabevi. Lazslo VERSENYI, Sokratik Hümanizm, Sentez Yayıncılık. 

internetten

Emil Michel Cioran - Burukluk

"Herşeyi yıktıktan sonra kendini de yıkmayan bir kitap, bizi beyhude yere azdırmış olurdu."

Kimi zaman ciddi, kimi zaman gülünç bir düşünce derlemesi olan Burukluk, ilk paragrafından son paragrafına aynı saplantıyı sürdürür: Hem kaygı hem gülümseme dolu bir şüpheyi muhafaza etmek.

 

Batı

Modern gurur: Değer verdiğim bir insanın dostluğunu kaybettim, ondan daha yozlaşmış olduğumu ona tekrarlamaya yırtındığımdan...

*
Batı boş yere geçmişine lâyık bir can çekişme biçimi aranıyor.
*
Don Kişot, bir uygarlığın gençliğini temsil eder: Kendine olaylar icat ediyordu — bizse üzerimize gelen olayların elinden nasıl kurtulacağımızı bilemiyoruz.
*
Doğu, çiçekler ve feragat üzerine eğildi. Biz, ona karşı makinaları ve çabayı çıkarıyoruz, bir de o dörtnala melankoliyi — Batı' nın son sıçramasını.
*
Büyük ulusları biraz ilave gelecek dilenirken görmek ne hazin!
*
Bizim devrimiz vatansızların Romantizminin damgasını taşıyacak. Artık hiç kimsenin oturma hakkı olmayacağı bir evrenin sureti şimdiden biçimleniyor.

Bugünün her vatandaşının içinde müstakbel bir evsiz barksız yabancı yatmaktadır.

*
Bin yıllık savaşlar Batı'yı sağlamlaştırdı; yüz yıllık "psikoloji" ise can havline kaptırdı.
*
Mezhepler yoluyla kalabalık Mutlak'tan pay alır, bir halk da canlılığını dışavurur. Rusya'da Devrim'i ve Slav tufanını hazırlayan da mezhepler oldu.

Katolikliği esaslı bir katılık gösterdiğinden beri köhneleşme sarıyor; halbuki daha kariyeri bitmedi: Latinliğin yasını tutması da gerekiyor.

*
Derdimiz tarihin derdi, tarih tutulması olduğundan, Valéry'nin sözünden ileri gitmek, onun menzilini artırmak zorundayız: Uygarlığın ölümlü olduğunu şimdi biliyoruz; kanamalı ufuklara, beterin mucizelerine, ürküntünün altın çağına doğru dörtnala gittiğimizi...
*
16. yüzyıl, çatışmalarının yoğunluğuyla bize bütün diğer yüzyıllardan daha yakındır; ama zamanımızda bir Luther, bir Calvin görmüyorum. Bu devlerle —ve çağdaşlarıyla— mukayese edilirsek, bilgi belasına anıtsal bir kadere terfi etmiş pigmeleriz. — Endamımızda bir noksanlık varsa da onlardan bir puan fazla kaydederiz: Serüvenleri sırasında, onların, sevgili kullardan biri olma imkânları, korkaklıkları vardı. Hâlâ cazip kalan tek Hıristiyan fikir olan Alınyazısı, onlar için ikili yüzünü muhafaza ediyordu. Bizim içinse artık sevgili kul yok.
*
Almanlar ve İspanyollar kendilerini izah ederken bir kulak verin; kulağınızda hep aynı nakaratı çınlatacaklardır: trajik, trajik... Uğradıkları musibetleri veya duraklamalarını size anlatma tarzları, uç verme biçimleridir bu...

Balkanlar'a doğru dönün; yerli yersiz şunu işitirsiniz: kader, kader... Kökenlerine çok yakın olan halkların, etkisiz hüzünlerini kamufle etme yolu. Mağara adamlarının ketumiyeti...

*
Fransızlar'la görüşe görüşe insan nazik bir şekilde mutsuz olmayı öğrenir.
*
Saçma sapanlıklardan, havaîlikten ve yaklaşıklıktan hazzetmeyen, sözlü abartmalarını yaşayan halklar, hem diğerleri hem kendileri için bir felâkettir. Bir hiçin üzerinde durur, fuzuliye ciddiyet, önemsize trajiklik katarlar. Hele bir sadakat tutkusu ve berbat bir ihanet etme tiksintisiyle kendilerini doldursunlar, onlardan artık hiçbir şey umulamaz, yıkımları dışında... Meziyetlerini tashih etmek ve derinliklerine bir çare bulmak için onları Güney'in yoluna sokmak ve şaka virüsünü aşılamak gerekir.

Napolyon Almanya'yı Marsilyalılar'la işgal etmiş olsaydı, dünyanın çehresi bambaşka olurdu.

*
Ciddi halklar güneylileştirilebilirler mi? Avrupa'nın geleceği bu soruya bağlıdır. Eğer Almanlar, vaktiyle yaptıkları gibi çalışmaya koyulurlarsa, Avrupa mahvolur; Ruslar eski tembellik sevgisine yeniden dönmezlerse, aynen. Hem birilerinde hem ötekilerde tatlı gevşeklik, duyumsamazlık ve siesta düşkünlüğünü geliştirmek, kendini koyverme ve kaypaklığın zevkleriyle gözlerini almak gerekirdi.

... Maymun iştahlılığa Prusya veya Sibirya'da reva görülen cezalara boyun eğmezsek...

*
Yıkıcı olmayan ne evrim, ne de atılım vardır; en azından yoğunluk anlarında...

Herakleitos'un oluş'u zamanlara meydan okur; Bergson'unkiyse saf teşebbüsler ve felsefî hurdalarla birleşir.

*
Ortaçağ'ın sonlarına doğru, şehirden şehire dünyanın sonunu ilan etmek için koşuşturan o keşişler mutluymuşlar! Kehanetlerinin çıkması mı gecikiyormuş? Ne önemi var! Zincirlerinden boşanabiliyor, ürküntüleriyle ortalıkta at oynatabiliyor, onları kalabalıkların üzerine yıkabiliyorlarmış; — paniğin huylar arasına girerek faziletlerini yitirdiği bizimki gibi bir çağda yanıltıcı bir tedavi yolu.
*
İnsanları çekip çevirebilmek için, zaaflarını paylaşmak ve bunlara yenilerini ilave etmek gerekir. Papalara bakın: Kendilerini zinaya, enseste verip, katletmeye de devam ettikçe asırlarına hükmediyorlardı; ve Kilise'nin gücü herşeye kadirdi. Dinin buyruklarına uyduklarından beri düşe düşe bir hal oldular: İmtinaları gibi ılımlılıkları da onlara uğursuz gelmiş olacak; saygıdeğer hale geldiklerinden, artık kimse onlardan çekinmiyor. Bir kurumun ibret alınacak batışı.
*
Şeref önyargısı, gelişiminin başında olan uygarlıklara göre bir iştir. Zihin açıklığının gelişiyle ortadan yokolur; korkakların, herşeyi "anlamış" olup artık savunacak hiçbir şeyi kalmayanların saltanatıyla...
*
Üç asır boyunca İspanya, İşeyaramazlık'ın sırrını kıskançlıkla korudu; bugün bu sırrın tamamı Batı tarafından biliniyor; aşırmadı, kendi çabalarıyla, kendi içine bakarak keşfetti bunu.
*
Barbarlık yoluyla, Hitler bütün bir uygarlığı kurtarmaya çalıştı. Girişimi başarısız oldu; — ama yine de bu, Batı'nın son inisiyatifi' dir.

Şüphesiz bu uygarlık daha iyisine lâyıktı. Eğer başka kalitede bir canavar çıkaramadıysa kabahat kimin?

*
Rousseau Fransa için bir âfet oldu, Almanya'da Hegel'in olduğu gibi. Sistemlere olduğu gibi histeriye karşı da ilgisiz olan İngiltere, vasatlıkla uyuştu; "felsefe"si ihsas'ın değerini ortaya koydu; siyasetiyse iş'in... Kıta Avrupası'nın üzerine fazla düştüğü manasızlıklara cevabı deneycilik oldu; Parlamento ise, ütopyaya, kahramanlık patolojisine karşı meydan okuması...

Önemsiz şeyler makbul olmazsa hiçbir siyasî denge olamaz. Belaları kim kışkırtır? Yerinde duramama saplantısı olanlar, iktidarsızlar, hiç uyku uyuyamayanlar, tacı, kılıcı veya üniformayı kuşanmış olan başarısız sanatçılar ve onlardan da fazla: iyimserler, ötekilerin sırtından ümit edenler.

*
Talihsizliği suiistimal etmek zarif bir şey değildir; bazı halklar da bazı bireyler gibi bununla o kadar gönül eğlendirirler ki trajedinin şerefine gölge düşürürler.
*
Zihni açık olanlar, bezginliklerine resmî bir karakter vermek ve bunu diğerlerine dayatmak için bir Hayal Kırıklığı Birliği teşkil etmeli. Belki böylelikle tarihin baskısını yumuşatmayı, geleceği seçmeli kılmayı başarabilirler...
*
Sırayla nice halka taptım ve lânet okudum; — olmak istediğim İspanyol'u inkâr etmek ise hiç aklımdan geçmedi...
*

I. – Oturmamış içgüdüler, hasara uğramış inançlar, takıntı ve mızmızlanmalar. Romalar'ı ve Atinalar'ı kollayan genç Alaric'lerin(*) karşısında, her tarafta emekliye ayrılmış fatihler, kahramanlık rantiyeleri; her tarafta hantalların paradoksları. Eskiden salon nükteleri ülkeleri katediyor, sersemleri ya şaşkına çeviriyor ya da inceleştiriyordu. Süsüne düşkün ve hırçın Avrupa, ömrünün baharındaydı; — bugün, tiridi çıkmış olduğundan, artık kimseyi tahrik etmiyor. Bununla birlikte Barbarlar, onun dantellerinin mirasına konmayı bekliyor ve can çekişmesinin uzamasına öfkeleniyorlar.

II. – Fransa, İngiltere, Almanya; belki İtalya. Ya gerisi... Bir uygarlık hangi kazayla durur? Hollanda resim sanatı ya da İspanyol mistisizmi neden sadece bir an parlamışlardır? Dehalarından fazla yaşayan onca halk! Gözden düşüşleri de trajiktir; fakat Fransa'nın, Almanya'nın ve İngiltere'nin gözden düşmeleri, içlerinde tamiri imkânsız olan bir şeye, bir sürecin sona ermesine, bir görevin yerine getirilmiş olmasına bağlıdır; tabiidir, izah edilebilirdir, hak edilmiştir. Başka türlü olabilir miydi? Bu ülkeler rekabet, kardeşlik ve nefret ruhuyla, birlikte büyümüş ve birlikte yıkıma uğramışlardır; bununla birlikte, yerkürenin geri kalan kısmında taze dolandırıcı takımı enerji depoluyor, çoğalıyor ve bekliyordu.

Buyurgan içgüdüleri olan kabileler büyük bir güç oluşturmak için toplaşırlar; mütevekkil ve sallantıda oldukları an gelir, küçük bir rol için can atarlar. Artık istila edilemediği zaman, istilaya uğramaya razı olunur. Hannibal'in dramı, erken doğmuş olmaktır; birkaç yüzyıl sonra Roma'nın kapılarını açık bulurdu. İmparatorluk açıktaydı, günümüz Avrupası gibi.

III. – Batı'nın derdinin tadına hepimiz bakmışızdır. Sanat, aşk, din, savaş — bu konularda, artık bunlara inanamayacak kadar çok şey biliyoruz; hem sonra, öyle çok yüzyıl kendini bunlarla yıpratmıştır ki... Tastamam mükemmeliyetin devri geçmiştir; şiirlerin konusu mu? Canı çıkmıştır. — Sevmek mi? Ayaktakımı bile "duygu"yu boşlamıştır. Dindarlık mı? Katedrallere bir bakın: Artık sadece kifayetsizler diz çöker. Hâlâ vuruşmak isteyen kim kalmıştır? Kahramanın miadı doldu; bir tek, gayri şahsî kırımlar yürürlükte. İleri görüşlü kuklalarız, devasızlık önünde numaralar yapmaya ancak yararız.

Batı mı? Yarını olmayan bir mümkün.

IV. – Dümenlerimizi adalelere karşı savunamadığımızdan, yakında herhangi bir amaç için gitgide daha az yararlanılabilir olacağız; önüne gelen bizi kıskıvrak bağlayacak. Batı'yı seyreyleyin: bilgi, şerefsizlik ve uyuşuklukla dolup taşıyor. Haçlılar, şövalyeler, korsanlar meğer buna varmak içinmiş, bir görev yerine getirildiğinde kapılınan alıklığa...

Roma, lejyonlarını geri çektiğinde, Tarih'ten ve alacakaranlık derslerinden habersizdi. Bizim durumumuz hiç öyle değil. Tepemize ne karanlık bir Mesih inecek!

*
Dalgınlıkla veya acemilikle, kim insanlığı ilerleyişi içinde birazcık durdurursa onun velinimeti olur.
*
Katoliklik İspanya'yı, onu daha da bunaltabilmek için yaratmıştır. Kilise'ye hayran olmak için seyahat edilen bir ülkedir; ve de bir papaz öldürmenin ne kadar zevkli olabileceğini kestirmek için...
*
Batı ilerlemeler katediyor, utana sıkıla bunaklık bayrağını çekiyor — ve Roma'yı batarken görüp, eşsiz ve aktarılması mümkün olmayan bir üzüntünün sefasını sürdüklerini zannedenlere, şimdiden, daha az imreniyorum.
*
Hümanizmin hakikatlerinde, insana ve diğerlerine olan güvende, hâlâ ancak bir kurmaca diriliği, bir gölge bolluğu vardır. Batı, bu hakikatler idi; artık, o kurmacalar ve o gölgelerden başka bir şey değil. Kendisi de yoksun olduğundan, onları teyit etmek elinde değildir. Onları peşi sıra sürükler, sergiler, ama artık dayatamaz; tehditkâr olmaktan çıkmışlardır. Hümanizme yapışıp kalanlar da, canı çıkmış, duygusal dayanağı olmayan bir kelimeyi, hayaleti andıran bir sözü kullanmaktadırlar.
*
Netice itibarıyla, bu kıta belki de son kartını oynamamıştır. Ya dünyanın artakalan kısmının ahlâkını bozmaya, kendi pis kokularını oralara da yaymaya koyulursa? Ona göre, itibarını muhafaza etmenin ve çevresine ışık yaymanın bir biçimi olurdu bu.
*
Gelecekte insanlık, işe yeniden başlamak zorunda kalırsa, bunu atıklarıyla, her taraftaki mongollarla, kıtalardaki döküntülerle yapacaktır; karikatürü andıran öyle bir uygarlık belirecektir ki, hakikîsini yaratanlar güçsüz, utanç içinde ve bitkin bir şekilde bakakalacak, yıkımlarının ihtişamını unutmak için son yer olarak da budalalığa sığınacaklardır.

(*) Önce Atina, sonra da Roma'ya hükmeden istilacı Vizigot kralı. (ç.n.) 

 metiskitap