10 Haziran 2021

Oktay Rifat - Elleri var özgürlüğün

 “Elleri Var Özgürlüğün”, Oktay Rifat’ın –“Güzelleme”yi ayrı tutarsak– Garip ortak kitabından sonraki ilk kitabıdır. Oktay Rifat’ın tarihsel kişilerle destanlaşan kitabı yeni ve ayrı bir basımla okuruna ulaşıyor.

“Bakıyorum, ne yeteri kadar ağacım,
Ne çakılım, ne insanım yeteri kadar.
Türlü giysilerle çıplağım, üşüyorum.”

1966 yılında çıkan kitap ozanın şiir serüveninde yeni bir yönelişe işaret eder. “Garip” le çıktığı yolda “Perçemli Sokak” ile İkinci Yeni çizgisini belirleyen Rifat, “Elleri Var Özgürlüğün” ile üçüncü atılımını yaparak toplumcu şiirin izlekleriyle bütünleşir. Kendi söyleyişini iyice derinleştirmiştir artık. Tarihten güncelliğe uzanan anlam katmanlarıyla, imge örgüsüyle insanlık durumunu şiirleştirmiştir.

“Elleri Var Özgürlüğün”, bir özgürlük manifestosuyla açılır; Agamemnon adlı ilk bölüm antik Yunan destanlarıyla, tragedyalarla ilerler. Düşünceyle duygunun, imgeyle anlamın altın oranını bulduğu ikinci bölümdeyse sonraki kitaplarını müjdeleyen şiirler vardır.

Oktay Rifat’ın ustalık belgelerinden “Elleri Var Özgürlüğün”, ortaya koyduğu etik sorgulamalarla yepyeni anlamlara bürünüyor.

 

 Göğsümüzden vuruyorlardı bizi! Deliyorlar kaderi iki meme arasından, Sırtın ve göğsün anlamı birleşir, kanarken et içten içe. Sırtımızdan vuruyorlardı bizi, İki omuz ortasından. Boynumuzdan çıkar rüzgarla beslenen kargıları. Titrer bütün umutlar bir zaman dalında. Kalçamızdan vuruyorlardı bizi, Sidik torbasından. Çatışır tunçla kemik. Kemik çatlar sonunda insansı bir seslenişle. Ensemizden vuruyorlardı bizi. Dilimizin kökünü keser kargıları. Ağzımıza dolar dişlerimiz. Isırmak kanlı tuncu damakla. Çengellere ve iplere çekiyorlardı bizi. Yele veriyorlar saçlarımızı. Ellenmedik düşer koynumuzda tomur tomur. Taze mezarlara gömüyorlardı bizi, Ölmeden kazdığımız. Ağaçlara, duvarlara diziyorlar, Mıhlıyorlar bir vakte, tüfekle. Onlar kalabalıksa ve Diomedes varsa başlarında İşte bizden de Helenos ve Sarpedon, her türlü savaşta usta. Sen onlardan yanasın Agamemnon, Priamos ve Hektor bizden yana. Kalabalıksa onlar, puhu gözlü Athena arkaysa onlara elden ne gelir! Öldülerse suç kimin? Uzattılarsa boyunlarını usulca geceye, Yittilerse incecik yenileri türesin diye. Dursun diye güllü tabakta lokum, Su dilerse denize varsın, Dilerse ovada tükensin diye, Türkülerle dürülsün diye günün yelkeni, Türkülerle dağın ardında. Kesici, delici ve yakıcı silahlarını çevirmişler üstümüze, Türlü hançerle ürkek, kara somunlara sürüyorlardı bizi. Göçüyorduk şimdilik, sele gidiyorduk, öteye daha öteye. Bazlama ne'mize yetmez. En çabuk eksilme bu! Ufalmak azar azar ve yitmek temelli. Sizler kara tohum dersiniz bizler fink. Daha öteye diye bağırıyorlar, daha öteye! Çaresiz masallara doğru, Dinsel komutlara büzülsek de daha öteye! Ötelere! Eksilmek için! Koparıp atmak istiyorlarsa kime ne! Onların konakları şadırvanlı. Hapis damları hasta koğuşlarıyla iç içe. Maskeler takıyorlardu yüzümüze, Acılı ya da gülünç. Aynamız yok ki tanıyalım kendimizi. Yamalı poturlara kara çarşaflara itiyorlardı bizi. İstasyonlara meydanlara döküyorlar. Camlardan bakıyorduk kuşkuda, Sincap gibi en sürekli kuşkuda. Bastığımız toprağı siliyorlar altımızdan. Mil çekiyorlar gözümüze. Uzaklara ve öteye. Tellerin ardında her zaman ya taşta ya betonda. Güneşi de götürürler, ağacı da Soyarlar kolumuzdan iş gücünü iterler iterler öteye. Utançsız yaşamak için seyrelmeye ve eksilmeye doğru. Oysa biz kurduk zamanı. Zeus Tanrı bizi görür, Susar bizim için tahtında kaygısız. Şimşekten daha çevik, bereketli yağmurdan daha ince. Biz kurduk zamanı öyle ya! Ektik ve biçtik, Belirledik saatlerden geçen kumu samanla ve orakla. Gittikçe derinleşir o kabukta bu ilk çentik. Baltayı ve ateşi çıkardık deliksiz kayadan. Ceylan sekişli atları kardık en soylu çamurla. Sevgiyi üfledik doğaya. Yürüdük, yürüdük denizlere doğru. Biledik düşlerdeki tuzla, göksel bakırı engindeki Çağreyi katmak için yakamoza. Bu yüzden ayrı açar ağaçlarımız. Bademle eriğin günü ayrı. Bizim günümüz ayrı. Üremez bir dağdan yuvarlanır zamansız. Yüklenir de zincire koparmak için yiter öylece, Dağa taşa çalınır köpürür boşuna. Her yol yalnızlığa çıkar böğründe denizin. Canım deniz. Dumanlı kubbelere varılır. Savaş başlardı birden bire. Gün gibi doğardı ölmek inancı. Kargıların ucunda ışıltılı. Bütün kuşkulara erketelik ederken yiğitlik kılındı meydanda. Dağ mağaralara siner güpegündüz, Ova toplar eteklerine güneşlerini, Ağaç kusar, akar giderdi sancı isteksiz konuşmadan. Dalga her gün bir daha başlar hoyrat çalkantısında, Sıladaki sabahı ya da akşamı. Belli ki habersiz bizden mor bulutlarla çiftleşen O aylak yabancı atlar. Ölümsüz atlar. Aygırları gökyüzünün. Eksilmeler ve yitmelerle dolar, Boşalırdı kargılık. Yoklar çoğalır durmadan, Ölümü çalar boynuz ve kös. Ve sivri dilleri kurtların Durgun kara suları yalayan, Geğiren ölümü Cıvık sıvıya doyunca. Bir heybe atsak omzumuza, Yollara düşsek, Şişkin karınlı gemilerin küpeştesine uzansak çağ dışı. Koy versek gerilen yayı, Boşalsa aydınlık bıraksak kaldıracı, Düşse özlem. İsmaros şarabına katsak zamanı Dursak toprak çanakta. Dursak dursak biraz da mutlu şölende acılı ya da gülünç. Maskemizi kilimlerin nakışına indirsek gönderinden Kesici, delici ve yakıcı silahlarını çevirmişler üstümüze Kara somunlara sürüyorlardı bizi. Oysa yemişli büyür Manyok güzel ağaç, masallardan aşılı. Kırmızı ve yeşil şaşmadan izleyen dört mevsimi. Kimler yazar alnımıza bu yazıyı korkulu ve çapraz Boğuk ayrıntısında eciş bücüş Acılı ya da gülünç. Kaldırsak düşer mi? Belirir mi toprak yazı? Ana yazı? Güçlü Yanbos. Koparsak büyük gözlü bademleri budayan, Yamuk ve seyrek ellerimizle, Koparsak sökülür mü silahlı parkaların ördüğü doku? Silahla fışkırıyorduk, yenik Kanla döner bayramın acı kan değirmeni Bu kelle, bu kuyruk, bu dalak Böyle buyurmuşsa Tanrılar elden ne gelir Isınıyorduk dişledikçe. Bir sırtlan dilini çıkarıyor; İnsan diline dikey durgun, kara suları yalayan geğiren ölümü, Kızıl sıvıya doyunca. Tarla kuşu aylaklığında yeşilin. Kısır krallara körpe kızları gömdük dolaylı. Tanrılar büyük gözlü, boynuzlu tanrılar Altın dişli, korsanlarımız. Bunca yalnızlıkla barışmak içinse vay bize! Bereket görülmüyor yangın. Büyük küçüğe sinmiş şimdilik. Halat merdivenlerimiz sallanıyor boşlukta. Kirpikli merceklere bakıyoruz. Bulanıyor ve kapanıyor bir daha açılmadan. Başka sığırlar böğürüyor, kişniyor başka atlar İşiyorlardı sıcak toprağa İnsansı bir çömelişle. Yürüyorlar kendi bölgelerinde. Ağacı ve havayı koklayarak Direniyorlardı yaşamanın anlamsız sevincinde. Yüzümüze bakıyorlar arada bir toprağı ve deniz bölmeden Sorumsuz belki de ama yüce! Tıpkı tıpkısına her zaman. O şeyle bir tuttukları belli bizleri. Gerilerde bir dengeye tünemişler, Çalsak açmıyorlar kapılarını. Dışları gibi içleri de, Uzun tüylü ve ürkek bize benzer. Bu yüzden tanrı bildik onları Öldürdük ve yedik. Duymak için neleri neden bilinmez. Kan silahla fışkırırken fışkılı topraktan, Koleramızda ürerken öfke, Bir martı tüyü. Tek, döne döne düşerken tuzlu suya Büyüyerek büyümeden En çok ölümleriyle yakın sıkışmış gibi yalnızlığa İlk yazdan geçen yolda kişniyorlar, böğürüyorlar Ve susuyorlardu en korkuncu Çimenli günlere uzanıyorlar, arılı ve güneşli Bir mayıs kanlarında tam güçle Yeşilin değirmeninde daha yaprak Ve coşku birden bire. Savaş prangasında bilekleri Savaş kum, savaş deniz Savaşı kararırken ağıl körelmek için Kargıyı daldırsak toprağa yeşerir Zor tutmak tunca bağlı Nice yaprak kısık gözlerinde ovanın Mayısla kamaşmış Nice bulut bereketle Nice yağmur taşın üstünde şarıl şarıl Savaşın ve eksilmenin kaygan elinden boşandıkça Arılı ve güneşli otları dişleyerek Aşar gibi dişilerini Daha güçlü silahları ile Suyun boşluğundan geçer gibi dört nal Yangınla bağlanmış gibi umutsuz En yılgın dönemde başlıyorlardı Mayısa Ve düştüler mi tüm düşüyorlar en uzun boyunla Usulca bırakıyorlar başlarını Isırganlı yastığına gecenin Yenik yenmeden beter Sağ ve topal Ölmeden beter Budanmış ya da sökülmüş güçlü topraktan Oysa kargıyı daldırsak yeşerir Zor tutmak tunca bağlı Nice yaprak kısık gözlerinde ovanın Mayısla kamaşmış İda Dağı'na doğru nice sarı en sarı çağında Ve yeşilin perendesinde nice yeşil en yeşil gününde  

Elleri var özgürlüğün  

Köpürerek koşuyordu atlarımız durgun denize doğru 

Bu uçuş güvercindeki özgürlük sevinci mi ne 

Öpüşmek yasaktı bilir misiniz 

Düşünmek yasak 

İş gücünü savunmak yasak 

Ürünü ayırmışlar ağacından 

Tutturabildiğine satıyorlar pazarda 

Emeğin dalları kırılmış yerde 

Işık kör edicidir diyorlar 

Özgürlük patlayıcı 

Lambamızı bozan da, özgürlüğe kundak sokan da onlar. 

Uzandık mı patlasın istiyorlar 

Yaktık mı tutuşalım 

Mayın tarlaları var 

Karanlıkta duruyor ekmekle su 

Elleri var özgürlüğün 

Gözleri, ayakları Silmek için kanlı teri 

Bakmak için yarınlara 

Eşitliğe doğru giden. 

Ben kafes sen sarmaşık 

Dolan dolana bildiğin kadar 

Özgürlük sevgisi bu 

İnsan kapılmayagörsün bir kez 

Bir urba ki eskimez 

Bir düş ki gerçekten daha doğru 

Yiğit sürücüleri tarihsel akışın 

İşçiler, evren kovanının arıları 

Bir kara somunun çevresinde döndükçe 

Dünyamıza özgürlük getiren kardeşler 

O somunla doğrular uykusundan akıl 

Ağırır o somunla bitmeyen gecemiz 

O güneşle bağımsızlığa erer kişi 

Bu umut özgür olmanın kapısı 

Mutlu günlere insanca aralık 

Bu sevinç mutlu günlerin ışığı 

Vurur üstümüze usulca ürkek 

Gel yurdumun insanı görün artık 

Özgürlüğün kapısında dal gibi 

Ardında gökyüzü kardeşçe mavi.