Bir Sonbahar Eğlencesi
Tren vaktine on beş dakika kalmıştı. Artık iyiden iyiye
sabırsızlanmağa başlıyordum. Parmaklığın dışından bahçıvana
seslendim :
— Oğlum, nerede kaldı bu bey?... Git bak bakalım... Ne bitmez
giyinmek bu?.. Tren kaçacak...
Ben, sözümü bitirmeden Reşit, köşkün önündeki ağaçlığın içinden
çıktı. Fakat çapkın, hâlâ
giyinmemişti. Birdenbire kızdım :
— Bu, ne hal bu?... Deli mi oldun? Yoksa benimle alay mı
ediyorsun? Tren gitti...
Reşit, hiç telâş etmeden :
— Uğurlar olsun, dedi. Ben gitmiyorum.
Hiddetle :
— Allah cezanı versin... Bumuydu bana oynayacağın
oyun?... Bende kabahat ki...
Söylene söylene yola düzülmüştüm. Reşit, arkamdan koşarak
kolumu yakaladı.
— Yok Cemil, sen de kalıyorsun...
— Ayol, adamcağıza söz verdik, telgraf çektik.
— Ne ehemmiyeti var canım... Verip de tutmadığı sözlerden
mahsup etsin.
— Güzel mantık:.. Sen kaldın diye ben neye kalıyorum?
— Misafirlerim var...
— Bana ne? Hem meram etsen satamaz mısın?..
— Satılacak cinsinden değil...
— Ne gibi?
— Kadm, azizim, fazla olarak bir tanesi de nişanlım... Dün akşam
geç vakit baskına uğradık... Süheyla Hanım, Melek Hanım, Leylâ -
Rana kardeşler, nişanlım.
onun üç arkadaşı hep birden sökün ettiler... Köşkte bir sonbahar
eğlencesi yapmak istemişler.
Talihlerine hava da öyle güzel ki...
Tekrar gitmeğe davrandım :
— Mübarek olsun...
— Nazlanma, ısrar etmeyiverirsem kendin pişman olursun... Haydi
Cemil... Sen çok iyi bir adamsın...
Kolumdan yakalayarak bahçenin içlerine doğru sürüklemeğe
başladı:
— Amcam, deniz kıyısında grup halinde fotoğraflarım alıyor...
Cıva gibi mahlûklar... Adamcağız, yanm-saattir uğraşıyor, bir türlü
sekizini bir araya toplayamıyor. Fotoğraf işi bitinceye kadar kendimizi
göstermeyelim... Bir kere daha karışırlarsa fena... Şuradaki çamların
içinden kendimizi göstermeden seyredelim.
Deniz kıyısında kayaların üstünde hoş bir grup teşekkül etmişti.
Reşit, kolumu çekerek :
— Hele şu manzaraya bak, dedi, zevzeği sattığımıza sade bu
değer... Ayrı ayrı cinsten sekiz güzeli sen böyle bir arada zor
seyredersin... Süheylâ'ya bak, olur kadın değil, hâlâ kıpırdanıyor, poz
beğenmiyor. Adamcağızı çıldırtacak...
Tam bu dakikada amcamın acı acı feryat ettiğini işittik :
— Süheylâ Hanım, olur kadın değilsiniz... Çıldırtacaksınız beni...
Hafif bir kahkahayı zaptedemedik. Reşit devam etti:
— Mübarek kadın hep sinir... En önde oturan şu küçük sarı kıza
bak. Ne uslu uslu oturuyor... Resim gibi zavallı...
— Saçları beyaz mı onun?
— Hayır... Fakat o kadar sarı ki, böyle güneş de vurunca beyaz
gibi görünüyor... Şöyle uzaktan bakarsak
mânâsız bir şey değil mi? Fakat yakından görmelisin azizim...
Nasıl söyleyeyim?... Bir ihtişam, bir şehrâyîn...
— Bu hanım kim?
— Nişanlımın komşularından... Mahcup, lâkırdı ederken tir tir
titreyen, renkten renge giren bir kızcağız. Galiba evde dehşetli bir
sıkıya tâbimiş... Sağda yan yana ayakta duran lacivertliler de
nişanlımın öteki arkadaşları... Birisi hani şu bizim...
Amcamın yeni bir feryadı Reşit'in sözünü kesti:
— Süheylâ... Alıyorum... Maymun gibi çık da aklın başına gelsin...
Bir... İki... Üç... Bitti...
Süheylâ, müthiş bir feryat kopararak yerinden fırladı. Grup
birdenbire karıştı. Genç kadın, kahkahalar, haykırışlar arasında
çırpınıp : «Kırarım, denize atarım makineyi!» diye feryat ediyordu.
Ötekiler Süheylâ'yı zaptetmeğe çalışıyorlardı.
Bizim meydana çıkmamız gürültüyü yatıştırır gibi oldu.
Reşit, beni tanımadığım üç misafirine takdim etti :
— Cemil Necdet... Hani şu güzel romanlarını okuduğunuz
romancı... Nezihe Hanım, Bedia Hanım, Nec-münnisa Hanım... Niçin
öyle kendinizi saklıyorsunuz Necmünnisa Hanım?...
Arkadaşlarını kendine siper etmeğe çalışan sarı saçlı
küçük kız, mahcup bir gülümseme ile başını önüne eğdi.
Reşit'in nişanlısı onun yanağına hafif bir fiske vurdu:
— Necmünnisa, paşa baban seni insan içine çıkarmaya çıkarmaya
büsbütün vahşî etmiş... Bak, birkaç
hafta sonra gelin oluyorsun... Misafirlerin gelecek, beyinin
arkadaşları, dostları olacak... Necmünnisa, benim komşum Cemil Bey...
Pederi hani şu bir zaman Adana...
Necmünnisa, birdenbire elini arkadaşının ağzına kapadı, vahşî bir
telâşla :
— Yeter... Söyleme Allahaşkına, diye yalvardı. Bu telâş, o
kadar tuhaf, o kadar mânâsızdi ki, hep birden gülmeğe başladık. Reşit'in nişanlısı onun ellerini
elinde zaptederek devam etti:
— Baban saklanacak bir şahsiyet değil Necmünni-sa... Bilâkis
iftihar edilecek bir zat... Esbak Adana Valilerinden Sadullah Süreyya
Paşa yok mu? İşte o...
Hafifçe irkildim. Sakin bir sesle :
— Tanıyamadım efendim, dedim.
Necmünnisa başını kaldırdı, açık san gözlerinde melûl bir hayretle bana
baktı.
Gün, hakikaten pek hoş geçiyordu. Misafirler, on yaşında çocuklar
gibi azgınlıklarını artırdıkça artırıyorlardı. Koşuşuyorlar, boğuşuyorlar,
birbirlerine dökülmüş çam kozalaklarını atarak muharebe ediyorlardı.
Bahçenin sonbahar elinden kurtulmuş son çiçeklerini yağma ettiler,
ağaçlarda tektük kalan son meyvalan indirdiler. Ilık hava, âdeta hafif bir
sarhoşluk veriyordu. Öğle yemeğinde misafirler sofrayı, sandalyeleri
bahçeye taşıdılar. Yemekte hanımlar bana tuhaf tuhaf sualler
soruyorlardı.
Birisi romanlarımdaki vakaları kendimden mi uydurduğumu, yoksa
sahiden olmuş şeyler mi yazdığımı
öğrenmek istedi.
Reşit kızdı: «Bırakın Allahaşkmıza... îşte hepimizden iyi yalan
uydurabilen bir adam. O kadar...
Edebiyat, filân boş şeyler bunlar... Bakın, Necmünnisa Hanım...
Hiç öyle şeylere karışıyor mu? .«Dam dö Siyon» da «Sör» ler ona âlâ
«La Fontaine» masalları ezberletmişler... Ne nefîs şeylerdi onlar...
Yeter de artar bile değil mi Necmünnisa Hanım?»
Necmünnisa, kendisinden bahsedilirken o kadar kızarıyor,
sıkılıyordu ki, insana âdeta ıstırap veriyordu.
Yemek sonuna doğru Süheylâ Hanım, hoş bir şey teklif
etti. Akşam üstü hep böyle bir arada gazino bahçesine gidilecek,
gece mehtapta dönülecekti. Günün eğlencesine bir türlü kanıp doymak
bilmeyen misafirler çocuk gibi el çırptılar, hatta Necmünnisa bile
alâkadar oldu. îlk defa söze karışarak :
— Yazık... Ben, dört treniyle döneceğim. Dadım şimdi beni almağa
gelir, dedi. Misafirler, hep birden itiraz ettiler. Necmünnisa'yı zorla
alakoyacaklardı. Ama paşa babası darılacakmış! Darılıversin. İki gün
sonra nikâhı olacak bir kıza minimini çocuk muamelesi olur mu?
O akşam, gazino bahçesinde bizden başka kimse yoktu. Kumlu
yollarda koşuştuk, ağaçların arasında köşe-kapmacalar, saklambaçlar
oynadık. Bir aralık amcamın gözlerini bağlayarak körebe oynamağa
kalktılar, adamcağızı üç defa boylu boyunca çakılların üstüne
yuvarladılar.
Nihayet, güneş battı. Akşam gölgeleriyle beraber bize de bir
durgunluk çöktü. Misafirler artık birer ikişer ayrılıyorlar, ağaç aralarına,
dışardaki ıssız yollara dağılıyorlar di.
Bahçenin bir köşesinden hafif bir su sesi geliyordu. Sık bir taflan
kümesinin karanlığı içinde bostana doğru ilerledim. Etrafı demir
parmaklıkla çevrilmiş bir havuza kırık bir arslan ağzından su akıyordu.
Kollarımı parmaklığa dayayarak bu hafif çağıltıyı dinlemeğe
başladım. Bilmem ne kadar zaman geçmişti. Arkamdan bir ayak sesi
işittim, döndüm, baktım : Necmünnisa...
— Bir «Pınar Perisi» daha mı yazacaksınız Cemil Bey... Eskisi
kadar güzel olacak mı?
Necmünnisa'mn bu hiç beklemediğim, ummadığım sözleri çok
hoşuma gitti. Neşe ile cevap verdim :
— Muhakkak daha güzel olacak Necmünnisa Hanım... Çünkü bu
gece «Pınar Perisi»ni gördüm...
— İmkânı yok...
— Nasıl imkânı yok... Ya siz?
Bu söz, Necmünnisa'yı bir su perisi gibi ürküttü. Fakat, mutlaka
benimle konuşmağa karar vermiş
görünüyordu. Yüzüme bakmağa cesaret edemeyerek yavaş
bir sesle :
— Beni size hiç roman okumaz, dediler, değil mi Cemil Bey?...
Halbuki ben sizin bütün kitaplarınızı
okudum... İster misiniz size «Pmar Perisi»nden bir parça
okuyayım... Ben «La Fontaine»
hikâyelerinden başka şeyler de biliyorum...
Ellerini parmaklığa dayadı, ağır ağır Pınar Perisi'nden bir parça
okumağa başladı. Bu çocuk sadelüiğine belli etmeden gülümseyerek
onu dinliyordum. «Pınar Perisi» hemen hemen çocukken yazdığım bir
şeydi. O vakitki rüyalarım çoktan sönmüştü. Fakat Necmünnisa,
akşam gölgeleriyle dolu elâ gözleri ağaç altlarının karanlığına dalmış,
sesinde havuza akan bir su gibi belli belirsiz bir melal ile okumağa
devam ederken içimde tuhaf bir his uyandı. Kendimi zaptedemedim :
— Necmünnisa Hanım... Sizin Pmar Perisini bildiğinizi ben
bilmiyorum rnu sanıyordunuz?
Birdenbire ürktü. Kaçacak gibi oldu. Ellerinden tutarak devam
ettim :
— Ben de sizi tanıyorum... Sabahleyin mahsus öyle söyledim.
Çünkü siz, kendinizi tanıtmaktan çekindiniz. Rahmetli kardeşimle sizi
daima konuşurduk. Öleceği gün bile... Fakat bunu size söylemek doğru
olmayacak...
Ellerini tatlı bir teslimiyetle ellerimin içine bırakarak beni dinleyen
Necmünnisa, daha ziyade başını
eğdi, çok yavaş bir sesle :
— Ziyanı yok Cemil Bey... Söyleyiniz,
dedi.
Necmünnisa, kardeşim Seza'nm sınıf arkadaşı idi... Seza, daima
ondan bahseder, güzelliğini vefasını
söyleye söyleye bitiremezdi. Bir gün ciddi bir eda ile Necmünnisa'yı bana alacağını söylemiş, beni kahkahalarla gül-dürmüştü.
Meğer bu fikir sade onun buluşu değilmiş. Bir gün mektepten sonra
ayrılmamak çaresini ararlarken bunu da düşünmüşler. Zavallı çocuklar
bu işte bir kere de benim rızamı
sormağa lüzum görmemişler. Bazen Seza ile şaka ederdim. Hatta
bir gün «yüzünü görmeden sevdiğim nişanlıma» diye galiba bir
kartpostal, yahut resim göndermiştim. Necmünnisa, artık beni
sevmiyordu.
Seza beni inandırmak için yeminler eder : «Vallahi ağabey, çok
seviyor... Hep seni düşünüyor...
Resmini de görmüş, seviyor işte...» diye çırpınıyordu. İşte bu
küçük mektep kızları için sevda bu kadar sade, bu kadar kolay bir
şeydi.
Vaziyetimi gülünç ve kaba buldum. Bu garip ruhlu genç kıza
olmayacak şeylerden bahsetmek; yaşını
başını almış bir adama yaraşmayacaktı.
Hemen hemen bir baba tavrıyle :
— Hayır, Necmünnisa Hanım...
Söylemek münasip değil, dedim.
— Ben söyleyeyim mi Cemil Bey?...
«Pmar Perisini okuyayım mı?» diye sorar gibi sade ve çocukça bir
eda ile söylediği bu sözler beni şaşırttı. O, yine Pınar Perisi'ni okur gibi
gözlerini artık büsbütün kararan ağaç altlarına dikerek söyledi:
— Necmünnisa'yı muhakkak iste ağabey... O, seni istiyor, o, seni
bekliyor, o, senden başkasına varmayacak, dedi değil mi? İki sene
bekledim sizi Cemil Bey... Fakat siz vefasızlık ettiniz... Beni aramadınız,
sormadınız... Nihayet ümidimi kestim... Paşa babam, beni başkasına
veriyor ama, ben yine sizi seviyorum Cemil Bey. Ben yine sizi
seviyorum. Bunları ayıp da olsa söyleyeceğim...
Sizi artık bir daha nerede göreceğim Cemil Bey... Öyle değil mi? Bu
gece mahsus ben size bunları
söylemek için kaldım... Siz de beni seviyor musunuz Cemil Bey?...
Şimdi küçük elleriyle benim ellerimi tutuyor, parlak gözlerinde
sabırsız bir ıstırap ile gözlerime bakıyordu.
Gördüğüme, işittiğime inanamıyordum. Bir çocuk hülyasını
aramızda geçmiş eski bir macera sanan, düşündüğünü olduğu gibi
söyleyen bu genç kızın sadeliği bana çok tesir ediyordu.
Bunu söylemeğe cesaret edemeyeceğim : Bir gün gelecek bugün
sevda sandığınız bu şeyi çoktan unutmuş olacaksınız, bana söylediğiniz
şeyleri düşünürken gülecek, yahut kendi kendinize kızacaksınız. îşte
ben, o vakit bile bu akşamı hayatımın en kıymetli bir hâtırası, dünyada
rastgeldiğim en temiz bir şey gibi hatırlayacağım... Seni seviyor
muyum, Necmünnisa? Bunu bilmiyorum... Fakat seni hiç
unutmayacağım...
Necmünnisa'nm yavaş yavaş göğsüme bıraktığı başını okşadım.
Derin derin içini çekti:
— Beni gezdirir misin mehtapta Cemil Bey... Ne olur bir kere ben
de sevdiğimle gezmiş olayım!...
Kol kola caddeye çıktık. Mehtaplı yollarda dolaştık. Ağaçların
karanlığında durduk. Nihayet uzaktan bizi arayanların sesini işittik. Bir
çitin kenarından uzanarak Necmünnisa'ya son kalmış buruşuk bir
zakkumu kopardım.
Dönerken başını göğsüme koyuyor : «Bitti, bitti!» diye ağlıyordu.
Aradan birçok seneler geçti. Necmünnisa, belki bu çocukluğu
hatırladıkça gülüyor, yahut, ihtimal, hatırlamıyor bile... Fakat ben, ona verdiğim sözde hâlâ sebat ediyorum.
Her sene sonbaharda hiç olmazsa bir kere yosunlu bir taş yığınından
ibaret kalan havuzun kenarına gidiyorum, onun küçük vücudunun bütün
yükünü omuzlarıma vererek dolaştığı yollarda kendi kendime
dolaşıyorum.