07 Aralık 2020

Üşüyen Yıldız - Ceyhun Atuf Kansu


Eğitilmemiş insanlar, suları dizginlenmemiş nehirler, emeğinin karşılığını alamadan, bilinçsizce alınteri döken işçiler, sorumsuz aydınlar ve hantal bürokrasi, yaşamı zorlaştıran, mutluluk kapılarını kapatan birer olumsuz etken olarak şairin karşısına çıkmaktadır. Buradaki insanları bir öğretmen gibi aydınlatmayı birinci hedef sayan şair, bu tür olumsuzluklar karşısında yalnız başına mücadele vermekten hiç usanmamıştır. O gökyüzündeki bir yıldız gibi ışık saçarken diğer yıldızlara da sitemde bulunmaktan geri durmaz. Bu memleketimizdeki aydın sorumluluğunun bir eleştirisidir:


Öteki yıldızlar hep kendi safasında,
Kendi aşkında, kendi derdinde, kendi sevdasında,
Ben hep yalnız kaldım, ben çoban yıldızı .
Tek başına taşıdım bu kalbi, ah bu sızı .

  Üşüyen Yıldız 



Abdüllatif Laabi


Sofrayı kurdum, misafirlerim geç kaldılar. Daveti mi unuttular, yolda adresi mi kaybettiler acaba?

Başlarına bir kötülük mü geldi? 

Saatlerdir bekliyorum, ‘kulağım kapıya dayalı’. 

Davetliler kaç kişi olacak, bilmiyorum; kışlık mı, yazlık mı giyecekler; kapıda hangi dilde selam verecekler? 

Sofram hazır. Gerektiği ve gerekmediği kadar bekleyeceğim artık. 

Ve bunun bir sanrı olduğunu anlarsam, inat edeceğim. 

Nadir dostluklar, çocuk kitapları gibi kolay okunan açık yüzler, yumuşacık aksanı olan diller ve kuskus tanelerine kadar her şeyi paylaşan ağızlar yaratacağım hayalimde. 

Sofram hazır. 

Aşkla, bütün kültürümü döktüm üstüne. 

Müzik, beklerken sıkıntımı hafifletiyor, yahnimi yumuşatıyor, zeytinlerimi parlatıyor, baharatımın kokusunu salıveriyor. 

Nihayet, kapıda sesler duyuyorum. 

Kalkıp, açmak için kapıya yöneliyorum. 

Ama kapı havaya uçuyor birden. 

Misafirlerim bunlar olabilir mi? 

Yüzü olmayan adamlar giriyor içeriye, ellerinde silah. 

Bana dönüp bakmıyorlar bile. 

Masaya ateş ediyorlar, parça parça edene kadar ve tek kelime etmeden çıkıp gidiyorlar. 

Müzik susuyor. Olsun, yapacak tek şey var, ortalığı toplayıp, masayı yeniden donatmak.

 * * *

 Hürriyet 

Dedim ya, çok sevdim ve Abdellatif Laabi’nin yine çok sevdiğim bir kısa öyküsü geldi aklıma. Konusu farklı ama ortam benzer... Tercüme etmeye çalışacağım:

“Şunları bir araya toplayayım, bir güzel muhabbet edelim" diye düşündüm. Mutfak işinden de anlarım. Donattım sofrayı. Bayağı uğraştım. Hepsinin, ayrı ayrı ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim. Bayağı da para gitti. Birinin yediğini öbürü yemez. Ötekinin içtiğini beriki içmez. Dört kişilik sofra kurdum. Mumları da yaktım. Bak hepsi, Erick Satie severdi. Hatırladım. Müziği de ayarladım. Geldiler. 20 yaşımda ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben ve bugünkü ben dördümüz. 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum. 40 yaşımın karşısına da, ben geçtim. 20 yaşım, 35 yaşımı tutucu buldu. 40 yaşım, ikisinin de salak olduğunu söyledi. Yatıştırayım dedim. “Sen karışma moruk” dediler. Büyük hır çıktı. Komşular alttan üstten duvarlara vurdular. 20 yaşım 40 yaşıma bardak attı. Evin de içine ettiler. Bende kabahat. Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine.”

Ali Poyrazoğlu 

 

Sönmüş Yıldızlar - Reşat Nuri Güntekin


Bir Sonbahar Eğlencesi

Tren vaktine on beş dakika kalmıştı. Artık iyiden iyiye sabırsızlanmağa başlıyordum. Parmaklığın dışından bahçıvana seslendim :

 — Oğlum, nerede kaldı bu bey?... Git bak bakalım... Ne bitmez giyinmek bu?.. Tren kaçacak... Ben, sözümü bitirmeden Reşit, köşkün önündeki ağaçlığın içinden çıktı. Fakat çapkın, hâlâ giyinmemişti. Birdenbire kızdım :

 — Bu, ne hal bu?... Deli mi oldun? Yoksa benimle alay mı ediyorsun? Tren gitti... Reşit, hiç telâş etmeden : 

— Uğurlar olsun, dedi. Ben gitmiyorum. Hiddetle : 

— Allah cezanı versin... Bumuydu bana oynayacağın oyun?... Bende kabahat ki... Söylene söylene yola düzülmüştüm. Reşit, arkamdan koşarak kolumu yakaladı.

 — Yok Cemil, sen de kalıyorsun... 

— Ayol, adamcağıza söz verdik, telgraf çektik. 

— Ne ehemmiyeti var canım... Verip de tutmadığı sözlerden mahsup etsin.

 — Güzel mantık:.. Sen kaldın diye ben neye kalıyorum?

 — Misafirlerim var... 

— Bana ne? Hem meram etsen satamaz mısın?.. 

— Satılacak cinsinden değil... 

— Ne gibi? 

— Kadm, azizim, fazla olarak bir tanesi de nişanlım... Dün akşam geç vakit baskına uğradık... Süheyla Hanım, Melek Hanım, Leylâ - Rana kardeşler, nişanlım. onun üç arkadaşı hep birden sökün ettiler... Köşkte bir sonbahar eğlencesi yapmak istemişler. Talihlerine hava da öyle güzel ki... Tekrar gitmeğe davrandım : 

— Mübarek olsun... 

— Nazlanma, ısrar etmeyiverirsem kendin pişman olursun... Haydi Cemil... Sen çok iyi bir adamsın... Kolumdan yakalayarak bahçenin içlerine doğru sürüklemeğe başladı: 

— Amcam, deniz kıyısında grup halinde fotoğraflarım alıyor... Cıva gibi mahlûklar... Adamcağız, yanm-saattir uğraşıyor, bir türlü sekizini bir araya toplayamıyor. Fotoğraf işi bitinceye kadar kendimizi göstermeyelim... Bir kere daha karışırlarsa fena... Şuradaki çamların içinden kendimizi göstermeden seyredelim. Deniz kıyısında kayaların üstünde hoş bir grup teşekkül etmişti. Reşit, kolumu çekerek : 

— Hele şu manzaraya bak, dedi, zevzeği sattığımıza sade bu değer... Ayrı ayrı cinsten sekiz güzeli sen böyle bir arada zor seyredersin... Süheylâ'ya bak, olur kadın değil, hâlâ kıpırdanıyor, poz beğenmiyor. Adamcağızı çıldırtacak... Tam bu dakikada amcamın acı acı feryat ettiğini işittik : 

— Süheylâ Hanım, olur kadın değilsiniz... Çıldırtacaksınız beni... Hafif bir kahkahayı zaptedemedik. Reşit devam etti: 

— Mübarek kadın hep sinir... En önde oturan şu küçük sarı kıza bak. Ne uslu uslu oturuyor... Resim gibi zavallı... 

— Saçları beyaz mı onun? 

— Hayır... Fakat o kadar sarı ki, böyle güneş de vurunca beyaz gibi görünüyor... Şöyle uzaktan bakarsak mânâsız bir şey değil mi? Fakat yakından görmelisin azizim... Nasıl söyleyeyim?... Bir ihtişam, bir şehrâyîn... 

— Bu hanım kim? 

— Nişanlımın komşularından... Mahcup, lâkırdı ederken tir tir titreyen, renkten renge giren bir kızcağız. Galiba evde dehşetli bir sıkıya tâbimiş... Sağda yan yana ayakta duran lacivertliler de nişanlımın öteki arkadaşları... Birisi hani şu bizim... Amcamın yeni bir feryadı Reşit'in sözünü kesti: 

— Süheylâ... Alıyorum... Maymun gibi çık da aklın başına gelsin... Bir... İki... Üç... Bitti... Süheylâ, müthiş bir feryat kopararak yerinden fırladı. Grup birdenbire karıştı. Genç kadın, kahkahalar, haykırışlar arasında çırpınıp : «Kırarım, denize atarım makineyi!» diye feryat ediyordu. Ötekiler Süheylâ'yı zaptetmeğe çalışıyorlardı. Bizim meydana çıkmamız gürültüyü yatıştırır gibi oldu. Reşit, beni tanımadığım üç misafirine takdim etti : 

— Cemil Necdet... Hani şu güzel romanlarını okuduğunuz romancı... Nezihe Hanım, Bedia Hanım, Nec-münnisa Hanım... Niçin öyle kendinizi saklıyorsunuz Necmünnisa Hanım?... Arkadaşlarını kendine siper etmeğe çalışan sarı saçlı küçük kız, mahcup bir gülümseme ile başını önüne eğdi. Reşit'in nişanlısı onun yanağına hafif bir fiske vurdu: 

— Necmünnisa, paşa baban seni insan içine çıkarmaya çıkarmaya büsbütün vahşî etmiş... Bak, birkaç hafta sonra gelin oluyorsun... Misafirlerin gelecek, beyinin arkadaşları, dostları olacak... Necmünnisa, benim komşum Cemil Bey... Pederi hani şu bir zaman Adana... Necmünnisa, birdenbire elini arkadaşının ağzına kapadı, vahşî bir telâşla : 

— Yeter... Söyleme Allahaşkına, diye yalvardı. Bu telâş, o kadar tuhaf, o kadar mânâsızdi ki, hep birden gülmeğe başladık. Reşit'in nişanlısı onun ellerini elinde zaptederek devam etti: 

— Baban saklanacak bir şahsiyet değil Necmünni-sa... Bilâkis iftihar edilecek bir zat... Esbak Adana Valilerinden Sadullah Süreyya Paşa yok mu? İşte o... Hafifçe irkildim. Sakin bir sesle :

 — Tanıyamadım efendim, dedim. Necmünnisa başını kaldırdı, açık san gözlerinde melûl bir hayretle bana baktı. Gün, hakikaten pek hoş geçiyordu. Misafirler, on yaşında çocuklar gibi azgınlıklarını artırdıkça artırıyorlardı. Koşuşuyorlar, boğuşuyorlar, birbirlerine dökülmüş çam kozalaklarını atarak muharebe ediyorlardı. Bahçenin sonbahar elinden kurtulmuş son çiçeklerini yağma ettiler, ağaçlarda tektük kalan son meyvalan indirdiler. Ilık hava, âdeta hafif bir sarhoşluk veriyordu. Öğle yemeğinde misafirler sofrayı, sandalyeleri bahçeye taşıdılar. Yemekte hanımlar bana tuhaf tuhaf sualler soruyorlardı. Birisi romanlarımdaki vakaları kendimden mi uydurduğumu, yoksa sahiden olmuş şeyler mi yazdığımı öğrenmek istedi. Reşit kızdı: «Bırakın Allahaşkmıza... îşte hepimizden iyi yalan uydurabilen bir adam. O kadar... Edebiyat, filân boş şeyler bunlar... Bakın, Necmünnisa Hanım... Hiç öyle şeylere karışıyor mu? .«Dam dö Siyon» da «Sör» ler ona âlâ «La Fontaine» masalları ezberletmişler... Ne nefîs şeylerdi onlar... Yeter de artar bile değil mi Necmünnisa Hanım?» Necmünnisa, kendisinden bahsedilirken o kadar kızarıyor, sıkılıyordu ki, insana âdeta ıstırap veriyordu. Yemek sonuna doğru Süheylâ Hanım, hoş bir şey teklif etti. Akşam üstü hep böyle bir arada gazino bahçesine gidilecek, gece mehtapta dönülecekti. Günün eğlencesine bir türlü kanıp doymak bilmeyen misafirler çocuk gibi el çırptılar, hatta Necmünnisa bile alâkadar oldu. îlk defa söze karışarak :

 — Yazık... Ben, dört treniyle döneceğim. Dadım şimdi beni almağa gelir, dedi. Misafirler, hep birden itiraz ettiler. Necmünnisa'yı zorla alakoyacaklardı. Ama paşa babası darılacakmış! Darılıversin. İki gün sonra nikâhı olacak bir kıza minimini çocuk muamelesi olur mu? O akşam, gazino bahçesinde bizden başka kimse yoktu. Kumlu yollarda koşuştuk, ağaçların arasında köşe-kapmacalar, saklambaçlar oynadık. Bir aralık amcamın gözlerini bağlayarak körebe oynamağa kalktılar, adamcağızı üç defa boylu boyunca çakılların üstüne yuvarladılar. Nihayet, güneş battı. Akşam gölgeleriyle beraber bize de bir durgunluk çöktü. Misafirler artık birer ikişer ayrılıyorlar, ağaç aralarına, dışardaki ıssız yollara dağılıyorlar di. Bahçenin bir köşesinden hafif bir su sesi geliyordu. Sık bir taflan kümesinin karanlığı içinde bostana doğru ilerledim. Etrafı demir parmaklıkla çevrilmiş bir havuza kırık bir arslan ağzından su akıyordu. Kollarımı parmaklığa dayayarak bu hafif çağıltıyı dinlemeğe başladım. Bilmem ne kadar zaman geçmişti. Arkamdan bir ayak sesi işittim, döndüm, baktım : Necmünnisa... 

— Bir «Pınar Perisi» daha mı yazacaksınız Cemil Bey... Eskisi kadar güzel olacak mı? Necmünnisa'mn bu hiç beklemediğim, ummadığım sözleri çok hoşuma gitti. Neşe ile cevap verdim : 

— Muhakkak daha güzel olacak Necmünnisa Hanım... Çünkü bu gece «Pınar Perisi»ni gördüm... 

— İmkânı yok... 

— Nasıl imkânı yok... Ya siz? Bu söz, Necmünnisa'yı bir su perisi gibi ürküttü. Fakat, mutlaka benimle konuşmağa karar vermiş görünüyordu. Yüzüme bakmağa cesaret edemeyerek yavaş bir sesle : 

— Beni size hiç roman okumaz, dediler, değil mi Cemil Bey?... Halbuki ben sizin bütün kitaplarınızı okudum... İster misiniz size «Pmar Perisi»nden bir parça okuyayım... Ben «La Fontaine» hikâyelerinden başka şeyler de biliyorum... Ellerini parmaklığa dayadı, ağır ağır Pınar Perisi'nden bir parça okumağa başladı. Bu çocuk sadelüiğine belli etmeden gülümseyerek onu dinliyordum. «Pınar Perisi» hemen hemen çocukken yazdığım bir şeydi. O vakitki rüyalarım çoktan sönmüştü. Fakat Necmünnisa, akşam gölgeleriyle dolu elâ gözleri ağaç altlarının karanlığına dalmış, sesinde havuza akan bir su gibi belli belirsiz bir melal ile okumağa devam ederken içimde tuhaf bir his uyandı. Kendimi zaptedemedim : 

— Necmünnisa Hanım... Sizin Pmar Perisini bildiğinizi ben bilmiyorum rnu sanıyordunuz? Birdenbire ürktü. Kaçacak gibi oldu. Ellerinden tutarak devam ettim : 

— Ben de sizi tanıyorum... Sabahleyin mahsus öyle söyledim. Çünkü siz, kendinizi tanıtmaktan çekindiniz. Rahmetli kardeşimle sizi daima konuşurduk. Öleceği gün bile... Fakat bunu size söylemek doğru olmayacak... Ellerini tatlı bir teslimiyetle ellerimin içine bırakarak beni dinleyen Necmünnisa, daha ziyade başını eğdi, çok yavaş bir sesle : 

— Ziyanı yok Cemil Bey... Söyleyiniz, dedi. Necmünnisa, kardeşim Seza'nm sınıf arkadaşı idi... Seza, daima ondan bahseder, güzelliğini vefasını söyleye söyleye bitiremezdi. Bir gün ciddi bir eda ile Necmünnisa'yı bana alacağını söylemiş, beni kahkahalarla gül-dürmüştü. Meğer bu fikir sade onun buluşu değilmiş. Bir gün mektepten sonra ayrılmamak çaresini ararlarken bunu da düşünmüşler. Zavallı çocuklar bu işte bir kere de benim rızamı sormağa lüzum görmemişler. Bazen Seza ile şaka ederdim. Hatta bir gün «yüzünü görmeden sevdiğim nişanlıma» diye galiba bir kartpostal, yahut resim göndermiştim. Necmünnisa, artık beni sevmiyordu. Seza beni inandırmak için yeminler eder : «Vallahi ağabey, çok seviyor... Hep seni düşünüyor... Resmini de görmüş, seviyor işte...» diye çırpınıyordu. İşte bu küçük mektep kızları için sevda bu kadar sade, bu kadar kolay bir şeydi. Vaziyetimi gülünç ve kaba buldum. Bu garip ruhlu genç kıza olmayacak şeylerden bahsetmek; yaşını başını almış bir adama yaraşmayacaktı. Hemen hemen bir baba tavrıyle : 

— Hayır, Necmünnisa Hanım... Söylemek münasip değil, dedim. 

— Ben söyleyeyim mi Cemil Bey?... «Pmar Perisini okuyayım mı?» diye sorar gibi sade ve çocukça bir eda ile söylediği bu sözler beni şaşırttı. O, yine Pınar Perisi'ni okur gibi gözlerini artık büsbütün kararan ağaç altlarına dikerek söyledi: 

— Necmünnisa'yı muhakkak iste ağabey... O, seni istiyor, o, seni bekliyor, o, senden başkasına varmayacak, dedi değil mi? İki sene bekledim sizi Cemil Bey... Fakat siz vefasızlık ettiniz... Beni aramadınız, sormadınız... Nihayet ümidimi kestim... Paşa babam, beni başkasına veriyor ama, ben yine sizi seviyorum Cemil Bey. Ben yine sizi seviyorum. Bunları ayıp da olsa söyleyeceğim... Sizi artık bir daha nerede göreceğim Cemil Bey... Öyle değil mi? Bu gece mahsus ben size bunları söylemek için kaldım... Siz de beni seviyor musunuz Cemil Bey?... Şimdi küçük elleriyle benim ellerimi tutuyor, parlak gözlerinde sabırsız bir ıstırap ile gözlerime bakıyordu. Gördüğüme, işittiğime inanamıyordum. Bir çocuk hülyasını aramızda geçmiş eski bir macera sanan, düşündüğünü olduğu gibi söyleyen bu genç kızın sadeliği bana çok tesir ediyordu. Bunu söylemeğe cesaret edemeyeceğim : Bir gün gelecek bugün sevda sandığınız bu şeyi çoktan unutmuş olacaksınız, bana söylediğiniz şeyleri düşünürken gülecek, yahut kendi kendinize kızacaksınız. îşte ben, o vakit bile bu akşamı hayatımın en kıymetli bir hâtırası, dünyada rastgeldiğim en temiz bir şey gibi hatırlayacağım... Seni seviyor muyum, Necmünnisa? Bunu bilmiyorum... Fakat seni hiç unutmayacağım... Necmünnisa'nm yavaş yavaş göğsüme bıraktığı başını okşadım. Derin derin içini çekti: 

— Beni gezdirir misin mehtapta Cemil Bey... Ne olur bir kere ben de sevdiğimle gezmiş olayım!... Kol kola caddeye çıktık. Mehtaplı yollarda dolaştık. Ağaçların karanlığında durduk. Nihayet uzaktan bizi arayanların sesini işittik. Bir çitin kenarından uzanarak Necmünnisa'ya son kalmış buruşuk bir zakkumu kopardım. Dönerken başını göğsüme koyuyor : «Bitti, bitti!» diye ağlıyordu. Aradan birçok seneler geçti. Necmünnisa, belki bu çocukluğu hatırladıkça gülüyor, yahut, ihtimal, hatırlamıyor bile... Fakat ben, ona verdiğim sözde hâlâ sebat ediyorum. Her sene sonbaharda hiç olmazsa bir kere yosunlu bir taş yığınından ibaret kalan havuzun kenarına gidiyorum, onun küçük vücudunun bütün yükünü omuzlarıma vererek dolaştığı yollarda kendi kendime dolaşıyorum. 

 

Cicero - Yükümlülükler Üzerine



Cicero Yaşamını Roma devletinin ve geleneğin sürekliliğine adamış olan Cicero’nun ölümünden önce yazdığı son teknik eseridir. Temel bir felsefi problemi, yararlı olan ile ahlaken doğru olanın çatışmasını, probleme bireyin ve devletin yükümlülüklerini de dâhil ederek derinlemesine inceler. Oğluna hitaben, mektup olarak kaleme aldığı eserde, tüm Roma vatandaşlarına yükümlülüğün ne olduğunu ve niçin önem taşıdığını tecrübelerine dayanarak aktarır. 

Cicero, eserinin özünü oluşturan yaşam ve yükümlülükler arasındaki temel bağlantıyı şöyle açıklar; Zira sosyal ya da özel, işle ya da evle ilgili, kendi başına ya da başka birisiyle birlikte hareket ettiğin yaşamın hiçbir kısmı yükümlülükten yoksun olamaz; yaşamda ahlâken doğru olan her şey yükümlülüğün yerine getirilmesinden, yanlış olan her şey ise yine yükümlülüğün es geçilmesinden kaynaklanır.