20 Kasım 2022

Çocuk Hakları günü

 

Uluslararası Çocuk Günü fikri, 1925 yılında Cenevre’de yapılan Çocukların Refahı için Dünya Konferansı'ndan sonra doğmuştur. 54 ülke katılımıyla gerçekleşen Konferans’ta Çocukların Korunmasına Dair Cenevre Bildirgesi kabul edilmiştir. Dünya Çocuk Günü adıyla çocuklar arasında ortak duygular oluşmasını, ulusların barış içinde yaşama özlemlerinin pekişmesini amaçlar.

Bildirge esas olarak yoksulluk, çocuk işçiliği, eğitim gibi dünya çocuklarının refahını ilgilendiren konulara odaklaşmaktadır. Konferanstan sonra pek çok ülke, çocukların sorunlarına ilişkin olarak kamuoyunun dikkatini çekmek, çocuklara mutluluk getirmek ve çocuk konusunda teşvik etmek üzere bir günü Çocuk günü olarak belirlemiştir. 1 Haziran tarihi, 21 ülkede olmak üzere, en yaygın Çocuk Günü’dür. Türkiye’de her yıl 23 Nisan'da kutlanmaktadır. 20 Kasım tarihinde ise Çocuk Hakları günü olarak kutlanmaktadır.[1]

Ayrılış - Wolfgang Borchert

 

 
Bir son öpüştü rıhtımda
kaldı ardımda.

Akıntıdan yana, denizlere yolun
gidiyorsun

bir kırmızı, bir yeşil ışıktır
uzaklaşır.

Sanat Edebiyat Şiir anlayışı


 

The Best of Schubert

 

The Best of Schubert - YouTube

 

Zygmunt Bauman neyi savunur?

 

 
Zygmunt Bauman, 1980'li yıllardan itibaren, Modernizm ile Totaliterizm arasındaki bağlantılar üzerine hem kuramsal hem de sosyolojik incelemeleriyle öne çıktı. Özellikle Almanya'daki nasyonal sosyalizm üzerinden Holokost hakkındaki çözümlemeleri bu bağlamda önemli bir etki yaptı.
 
 

Deniz Kitabı - İlhan Berk

 

Doğabilim

Bitkileri öğreniyorum.Otları, çiçekleri
Bir taflanı alıyorum.Taflan bu diyorum.

Başlıyorum incelemeye tutup iki ucundan.
Bir pelin yaprağını koparıyorum sonra.

Özsuyu çıkıyor elime.Bir dalı kanırtıyorum
Yininden.Uzun, incecik bir söğüt dalını

Damarlarını sayıyorum , bir suya bırakıyorum
Dünyanın en güzel yeşili o zaman anlıyorum.

Böyle bütün gün dolaşıp duruyorum
Sonra birden kağıda kaleme sarılıyorum.


Sait Faik anısına 1992 yılında basılan posta pulu

 



İyiye - Paul Eluard



Gün vadiye bastırmış toptan
Bir sepetten taşan meyveler gibi
 
Ateşe ateş güne gün
İnsan ışık bilir burda kendini
Yerin üstünde gökse
Apaçık görmek isteğidir olup biteni

Damlasından geçemeyiz ümidin
Hayal kurmadan kış geçirmeye yokuz

 
Güneşsiz gün yok bizim için
Bahara inanmışız yakın demektir

Bir göz atımı yakın
Kör değiliz.
 
Aşk kıyısı Hak kıyısı bize
Ve elimizin emeği

Irmağımız tutmuş yolunu
Kalp de o boğaz da o dil de o ses de o
Mana yüklü durmaz gider
Arzusu yüklü büyük geleceğin
Saadete hasret beden içinde.

Çeviri: Orhan Veli Kanık

 

Edebiyat ve Sanat Yazıları - Marcel Proust

“Kerli ferli adamlar bir inşaatın ya da önemli bir yıkımın gelişmelerini izlemek için durup bakar. Oysa şair, kerli ferli adamın dikkatine layık olmayan her şeyin karşısında durup bakar; öyle ki sevdalı mı, casus mu diye merak ederiz; uzun süredir şu ağaca bakar gibidir, aslında neye bakmakta olduğunu merak ederiz.”  
 
*

Modern romanın öncülerinden Marcel Proust bu kez eleştiri, deneme, inceleme, açıklama, mektup biçiminde kaleme aldığı “Edebiyat ve Sanat Yazıları”yla karşımıza çıkıyor. “Edebiyat Yazıları”nda Flaubert, Baudelaire, Chateaubriand, Goethe, Dostoyevski, Tolstoy, sem­bolist şairler, şiir ya da esrarengiz yasalar, vb. yorumlanırken; “Sanat Yazıları”nda Chardin, Rembrandt, Watteau, Moreau, Monet gibi ressamlar; Saint-Saëns, Reynaldo Hahn gibi müzisyenler; ve John Ruskin gibi bir sanat tarihçisi değerlendiriliyor.

 

“Genç ekolden misiniz?” Edebiyatla uğraşan yirmi yaşındaki her öğrenci, edebiyatla uğraşmayan elli yaşındaki her beyefendiden bu soruyu işitir. “Ben itiraf edeyim ki edebiyattan hiç anlamıyorum, tahsil görmüş olmak lazım... Zaten yetenekler aldı yürüdü, günümüzde neredeyse herkes yetenekli.”

Çağdaş edebiyatın inkâr etmek suretiyle bizzat altını çizdiği kimi estetik gerçeklerini ayıklamaya çalışırken yaşım tutmadığı halde elli yaşındaki beyefendi rolünü oynamaya kalkıştığım suçlamasına kendimi maruz bırakacağım; ne var ki ben bu beyefendinin dilini kullanmayacağım. Aslında ben bütün muammalar gibi şiire de hiçbir zaman tahsilsiz, hatta seçimsiz, derinlemesine nüfuz edilemediği kanısındayım. Asla pek yaygın olmayan yeteneğe gelince, görünüşe bakılırsa yetenek hiç bugünkü kadar nadir olmamıştı. Elbette yetenek Latince mısralar oluşturmayı öğreten retorik gibi “serbest nazım” yazmayı öğreten, “prenses”leri, “melankoli”si, “dayanmış dirsek”leri ve “tebessüm”leri herkese ait olan bir entelektüel retoriğin içinde yer alıyorsa günümüzde herkesin yetenekli olduğu söylenebilir. Ama bunlar dalgaların sahile bıraktığı, önceki nesil çekilirken tamamını alıp götürmediği takdirde önüne gelenin beğenirse sahiplenebileceği, ses veren, boş deniz kabukları, çürümüş tahta parçaları, paslı demirlerdir. Peki ama, çoğu eski ve güzel bir filonun enkazı –Chateaubriand ya da Hugo’nun tanınmaz imgeleri– olan çürümüş tahtalar ne işe yarar?...

Ancak bu noktada, işaret etmek istediğim ve bana kalırsa –eğer ki yetenek gerçekten mizaç özgünlüğünü, yani özgün bir mizacı sanatın genel kurallarına, dilin kalıcı dehasına indirgeme gücünü aşan bir şeyse– nice özgün genci yetenekten yoksun bırakan estetik hatadan söz etmek gerekir. Söz konusu güç birçoklarında yoktur elbette, ama bu gücü edinebilecek kadar donanımlı olan kimileri de sistematik biçimde ona sırt çevirir gibi görünmekte. Bunun sonucunda eserlerinde ortaya çıkan çifte anlaşılmazlık, bir yanda fikir ve imgelerin anlaşılmazlığı, diğer yanda dilbilgisel anlaşılmazlık edebiyatta savunulabilir mi? Bu soruyu cevaplamaya çalışacağım.

Genç şairler (şiir ya da mensur şiir yazarları) sorumdan kaçabilmek için baştan şu argümanı ileri sürebilirler:
“Bizim anlaşılmazlığımız Hugo’da eleştirilen, Racine’de eleştirilen anlaşılmazlıktır. Dilde yeni olan her şey anlaşılmazdır. Peki düşünceler, duygular artık aynı değilse dilin de yeni olması gerekmez mi? Dilin ölmemesi için düşünceyle birlikte değişmesi, yeni ihtiyaçlara cevap verebilmesi gerekir, tıpkı suyun üzerinde yol alması gerekecek kuşların pençelerinin perdelenmesi gibi. Daha önce kuşların sadece yürüdüğünü ya da uçtuğunu görenler için büyük skandal; ne var ki evrim tamamlandıktan sonra bir zamanlar şok yaratmış olmasına güleriz. Bir gün gelecek, bizim sizde yarattığımız şaşkınlık insanları şaşırtacak; tıpkı süresini tamamlarken klasisizmin yeni doğan romantizme yağdırdığı hakaretlerin bugün bizi şaşırttığı gibi.”

Genç şairler bize bunları söyleyecektir. Ama biz bu ustalıklı sözlerinden ötürü kendilerini tebrik ettikten sonra, şöyle karşılık veririz: Kuşkusuz özentici ekollere anıştırma yapmak istemediğinizden “anlaşılmazlık” kelimesiyle oynayarak kendi anlaşılmazlığınızın asaletini eskilere dayandırdınız. Oysa anlaşılmazlık aksine edebiyat tarihinde oldukça yenidir. Anlaşılmazlık şaşkınlıktan, Racine’in ilk trajedileriyle Victor Hugo’nun ilk odlarının yol açmış olabileceği rahatsızlıktan farklı bir şeydir. Çocuklar gibi dünyanın benim arzularıma göre değişeceğini zannetmemi engelleyen zorunluluk duygusu, evrenin ve düşüncenin tabi olduğu yasaların sabit olduğu bilinci, sanat kuralları ansızın değiştiğinde şaheserlerin de asırlar boyunca hiç olmadıkları şekilde neredeyse tamamen anlaşılmaz olacağına inanmamı da engelliyor.

Genç şairler buna cevaben şunları söyleyebilir: “Üstadın fikirlerini müritlerine açıklamak zorunda olmasına şaşırıyorsunuz. Oysa derin olduğu kadar anlaşılmaz da olan bir Kant’a, bir Spinoza’ya, bir Hegel’e ancak büyük zorluklarla nüfuz edilebilen felsefe tarihi boyunca hep böyle olmamış mıdır? Bizim şiirlerimizin niteliği konusunda yanılmış olmalısınız: Şiirlerimiz birer fantezi değil, birer sistemdir.”

Edebiyatçılar kadar felsefecilerin de gözünde paha biçilmez olacağını düşünerek romanını felsefeyle dolduran roman yazarının düştüğü hata ne kadar tehlikeliyse, genç şairlere atfettiğim, kendilerininse hem pratiğe geçirip hem kuramsallaştırdıkları hata da o kadar tehlikelidir.

Tıpkı söz konusu roman yazarı gibi genç şairlerimiz de şunu unutmaktadır: Edebiyatçılar ve şairler meselelerin gerçekliğine bir metafizikçi kadar derinlemesine nüfuz edebilirler, evet; ancak bunu farklı bir yoldan yaparlar; mantık yürütmek, onları insanların yüreğine ulaştırabilecek yegâne şey olan duyguyu güçlendireceğine felce uğratır. Macbeth’in kendine has bir felsefe olması, felsefi bir yöntem sayesinde değil, adeta içgüdüsel olan bir güç sayesindedir. Bu tür bir eserin temeli, tıpkı sureti olduğu hayatın temeli gibi, onu giderek daha fazla açıklığa kavuşturan zihin için bile anlaşılmazdır kuşkusuz.

Ne var ki bu bambaşka bir anlaşılmazlıktır; derinleştirmeye bol bol imkân tanır; dil ve üslup anlaşılmazlığıyla ulaşılmasının imkânsız kılınması da bayağılıktır.

Şair mantık melekelerimize hitap etmediğinden, bir derinliği olan her filozofun sahip olduğu hakka, başlangıçta anlaşılmaz görünme hakkına sahip değildir. Şair mantığımıza mı hitap ediyor? O zaman da yazdıkları ne kendine has kuralları olan tanımlı bir dili gerektiren metafizik sayılabilir, ne de şiir.

Dilin düşünceden ayrılamayacağı söylendiğine göre, bundan yararlanarak şuna dikkat çekmek isterim: Terimlerin aşağı yukarı bilimsel bir değere sahip olduğu felsefe özel bir dil kullanmak zorundadır, şiir ise bunu yapamaz. Şair için kelimeler salt birer işaret değildir. Kuşkusuz en başta sembolistlerin de teslim edeceği gibi, her kelime şekil ya da ahenginde, kökeninin cazibesinden ya da geçmişinin asaletinden birtakım izler taşır ve bu izler imgelemimiz ve duyarlığımız üzerinde en az mutlak anlam kadar büyük bir çağrışım gücüne sahiptir. İşte anadilimizle duyarlığımız arasındaki bu köklü ve esrarengiz yakınlıklar sayesinde anadilimiz yabancı diller gibi uzlaşımsal bir dil değil, şairin benzersiz bir tatlılıkla uyandırabileceği, içimizde gizli bir müziktir adeta. Şair bir kelimeyi eski anlamıyla ele alarak onu gençleştirir, bağlantısız iki imge arasında unutulmuş harmonileri canlandırır, doğduğumuz toprakların rayihalarını her an hazla solumamızı sağlar. Bizim için Fransız dilinin doğuştan büyüsü budur – günümüzde bu Anatole France’ın dili anlamına geliyor, çünkü o, bundan yararlanmayı isteyen ya da bilen pek az kişiden biri. Şair bizim bilmediğimiz bir dilde konuşursa, anlaşılmaz olmasalar da fazlasıyla yeni oldukları için bizim nezdimizde dilsiz sıfatlarla tercümesi imkânsız belirteçlerin birbirini izlediği tercümeye benzer cümleler kurarsa, karşı konulmaz bir güçten, içimizdeki onlarca Uyuyan Güzel’i uyandırma gücünden vazgeçmiş olur. Lügatçelerinizin yardımıyla şiirinizi belki bir teorem ya da bir bulmaca gibi anlayabilir, çözebilirim. Ne var ki şiir biraz daha gizem gerektirir; tamamen içgüdüsel ve kendiliğinden olan şiirsel izlenimin bu şekilde oluşması mümkün değildir.

 

Mahzuni Şerif Seçme Parçalar Full

 

Mahzuni Şerif Seçme Parçalar Full - YouTube

 

Rodin ve aşk hayatı

Camille Claudel, Rodin’in yaşamında kadınların hep çok önemli bir yeri olmuştur. Rose Beuret ile tanıştığında Rodin 24 yaşındaydı. 1864'te atölyesini yeni tutmuştu. Rose 20 yaşındaydı ve Rodin’e modellik, hizmetkarlık ve eşlik etti. İki yıl sonra oğulları oldu. Rose onu hep sevdi, Rodin hep dehasının ve dehasına hizmet edenin peşinden koştu. Tam 53 yıl sonra 1917'de evlendiler. 15 gün sonra Rose, 6 ay sonra Rodin öldü. Bugün ikisi de yan yana Meudon’daki atölye evin, müzenin muhteşem bahçesinde birlikte yatmaktadırlar. Üstlerinde yemyeşil çimenler ve Düşünen Adam heykeli ile... 

 Rodin’i 1883'te tanıdı. 19 yaşındaydı, çok yetenekliydi, aydındı, bilgiliydi, güzeldi ve “Usta”ya hayrandı. Rodin’in sevgilisi ve asistanı oldu. Yıllarca onun için çalıştı. 1888’e dek birlikte yaşadılar. Fırtınalarla dolu yıllar, Rodin’in en verimli , Camile Claudel’in Rodin'den kaynaklanan, sonu akıl hastenesine varan en acılı yılları oldu.

Ressam Helene Wahl-Porges, 1890’larda sanatçıya, tüm yolculuklarda eşlik etti.

İngiliz generalin kızı Eve Fairfax'la Rodin’in yaşadığı aşktan (1902-1903) geriye bugün Londra’daki Tate Galeri’de enfes bir bronz heykel kaldı.

İngiliz ressam Gwen John, Rodin’le aşkını 1906-1907 yıllarında, tam 2000 mektuba döktü. Alman yazar Helene von Nostitz- Hindenburg’la Rodin 1901-1914 yılları arasında tutkulu biçimde mektuplaştılar, birlikte İtalya yolculuklarına çıktılar.

1917 yılında Rodin, Rose Beuret ile evlendi. Meudon’da paraları yetmediğinden dolayı, yetersiz ısıtılan evlerinde yaşadı. 14 Şubat’ta Rose zatüree’den öldü. Rodin ise 24 Kasım’da öldü. İkisi de Düşünen Adam adlı heykelin altına gömüldü.

Rodin'in çok fazla kadınla beraber olduğu, gününün neredeyse tamamını kadınlara, uyuşturucuya ve sanata ayırdığı söylenir.