Modern romanın öncülerinden Marcel Proust bu kez eleştiri, deneme,
inceleme, açıklama, mektup biçiminde kaleme aldığı “Edebiyat ve Sanat
Yazıları”yla karşımıza çıkıyor. “Edebiyat Yazıları”nda Flaubert,
Baudelaire, Chateaubriand, Goethe, Dostoyevski, Tolstoy, sembolist
şairler, şiir ya da esrarengiz yasalar, vb. yorumlanırken; “Sanat
Yazıları”nda Chardin, Rembrandt, Watteau, Moreau, Monet gibi ressamlar;
Saint-Saëns, Reynaldo Hahn gibi müzisyenler; ve John Ruskin gibi bir
sanat tarihçisi değerlendiriliyor.
“Genç ekolden misiniz?” Edebiyatla uğraşan yirmi yaşındaki her
öğrenci, edebiyatla uğraşmayan elli yaşındaki her beyefendiden bu soruyu
işitir. “Ben itiraf edeyim ki edebiyattan hiç anlamıyorum, tahsil
görmüş olmak lazım... Zaten yetenekler aldı yürüdü, günümüzde neredeyse
herkes yetenekli.”
Çağdaş edebiyatın inkâr etmek suretiyle bizzat altını çizdiği kimi
estetik gerçeklerini ayıklamaya çalışırken yaşım tutmadığı halde elli
yaşındaki beyefendi rolünü oynamaya kalkıştığım suçlamasına kendimi
maruz bırakacağım; ne var ki ben bu beyefendinin dilini kullanmayacağım.
Aslında ben bütün muammalar gibi şiire de hiçbir zaman tahsilsiz, hatta
seçimsiz, derinlemesine nüfuz edilemediği kanısındayım. Asla pek yaygın
olmayan yeteneğe gelince, görünüşe bakılırsa yetenek hiç bugünkü kadar
nadir olmamıştı. Elbette yetenek Latince mısralar oluşturmayı öğreten
retorik gibi “serbest nazım” yazmayı öğreten, “prenses”leri,
“melankoli”si, “dayanmış dirsek”leri ve “tebessüm”leri herkese ait olan
bir entelektüel retoriğin içinde yer alıyorsa günümüzde herkesin
yetenekli olduğu söylenebilir. Ama bunlar dalgaların sahile bıraktığı,
önceki nesil çekilirken tamamını alıp götürmediği takdirde önüne gelenin
beğenirse sahiplenebileceği, ses veren, boş deniz kabukları, çürümüş
tahta parçaları, paslı demirlerdir. Peki ama, çoğu eski ve güzel bir
filonun enkazı –Chateaubriand ya da Hugo’nun tanınmaz imgeleri– olan
çürümüş tahtalar ne işe yarar?...
Ancak bu noktada, işaret etmek istediğim ve bana kalırsa –eğer ki
yetenek gerçekten mizaç özgünlüğünü, yani özgün bir mizacı sanatın genel
kurallarına, dilin kalıcı dehasına indirgeme gücünü aşan bir şeyse–
nice özgün genci yetenekten yoksun bırakan estetik hatadan söz etmek
gerekir. Söz konusu güç birçoklarında yoktur elbette, ama bu gücü
edinebilecek kadar donanımlı olan kimileri de sistematik biçimde ona
sırt çevirir gibi görünmekte. Bunun sonucunda eserlerinde ortaya çıkan
çifte anlaşılmazlık, bir yanda fikir ve imgelerin anlaşılmazlığı, diğer
yanda dilbilgisel anlaşılmazlık edebiyatta savunulabilir mi? Bu soruyu
cevaplamaya çalışacağım.
Genç şairler (şiir ya da mensur şiir yazarları) sorumdan kaçabilmek için baştan şu argümanı ileri sürebilirler:
“Bizim anlaşılmazlığımız Hugo’da eleştirilen, Racine’de eleştirilen
anlaşılmazlıktır. Dilde yeni olan her şey anlaşılmazdır. Peki
düşünceler, duygular artık aynı değilse dilin de yeni olması gerekmez
mi? Dilin ölmemesi için düşünceyle birlikte değişmesi, yeni ihtiyaçlara
cevap verebilmesi gerekir, tıpkı suyun üzerinde yol alması gerekecek
kuşların pençelerinin perdelenmesi gibi. Daha önce kuşların sadece
yürüdüğünü ya da uçtuğunu görenler için büyük skandal; ne var ki evrim
tamamlandıktan sonra bir zamanlar şok yaratmış olmasına güleriz. Bir gün
gelecek, bizim sizde yarattığımız şaşkınlık insanları şaşırtacak; tıpkı
süresini tamamlarken klasisizmin yeni doğan romantizme yağdırdığı
hakaretlerin bugün bizi şaşırttığı gibi.”
Genç şairler bize bunları söyleyecektir. Ama biz bu ustalıklı
sözlerinden ötürü kendilerini tebrik ettikten sonra, şöyle karşılık
veririz: Kuşkusuz özentici ekollere anıştırma yapmak istemediğinizden
“anlaşılmazlık” kelimesiyle oynayarak kendi anlaşılmazlığınızın
asaletini eskilere dayandırdınız. Oysa anlaşılmazlık aksine edebiyat
tarihinde oldukça yenidir. Anlaşılmazlık şaşkınlıktan, Racine’in ilk
trajedileriyle Victor Hugo’nun ilk odlarının yol açmış olabileceği
rahatsızlıktan farklı bir şeydir. Çocuklar gibi dünyanın benim
arzularıma göre değişeceğini zannetmemi engelleyen zorunluluk duygusu,
evrenin ve düşüncenin tabi olduğu yasaların sabit olduğu bilinci, sanat
kuralları ansızın değiştiğinde şaheserlerin de asırlar boyunca hiç
olmadıkları şekilde neredeyse tamamen anlaşılmaz olacağına inanmamı da
engelliyor.
Genç şairler buna cevaben şunları söyleyebilir: “Üstadın fikirlerini
müritlerine açıklamak zorunda olmasına şaşırıyorsunuz. Oysa derin olduğu
kadar anlaşılmaz da olan bir Kant’a, bir Spinoza’ya, bir Hegel’e ancak
büyük zorluklarla nüfuz edilebilen felsefe tarihi boyunca hep böyle
olmamış mıdır? Bizim şiirlerimizin niteliği konusunda yanılmış
olmalısınız: Şiirlerimiz birer fantezi değil, birer sistemdir.”
Edebiyatçılar kadar felsefecilerin de gözünde paha biçilmez olacağını
düşünerek romanını felsefeyle dolduran roman yazarının düştüğü hata ne
kadar tehlikeliyse, genç şairlere atfettiğim, kendilerininse hem pratiğe
geçirip hem kuramsallaştırdıkları hata da o kadar tehlikelidir.
Tıpkı söz konusu roman yazarı gibi genç şairlerimiz de şunu
unutmaktadır: Edebiyatçılar ve şairler meselelerin gerçekliğine bir
metafizikçi kadar derinlemesine nüfuz edebilirler, evet; ancak bunu
farklı bir yoldan yaparlar; mantık yürütmek, onları insanların yüreğine
ulaştırabilecek yegâne şey olan duyguyu güçlendireceğine felce uğratır.
Macbeth’in kendine has bir felsefe olması, felsefi bir yöntem sayesinde
değil, adeta içgüdüsel olan bir güç sayesindedir. Bu tür bir eserin
temeli, tıpkı sureti olduğu hayatın temeli gibi, onu giderek daha fazla
açıklığa kavuşturan zihin için bile anlaşılmazdır kuşkusuz.
Ne var ki bu bambaşka bir anlaşılmazlıktır; derinleştirmeye bol bol
imkân tanır; dil ve üslup anlaşılmazlığıyla ulaşılmasının imkânsız
kılınması da bayağılıktır.
Şair mantık melekelerimize hitap etmediğinden, bir derinliği olan her
filozofun sahip olduğu hakka, başlangıçta anlaşılmaz görünme hakkına
sahip değildir. Şair mantığımıza mı hitap ediyor? O zaman da yazdıkları
ne kendine has kuralları olan tanımlı bir dili gerektiren metafizik
sayılabilir, ne de şiir.
Dilin düşünceden ayrılamayacağı söylendiğine göre, bundan
yararlanarak şuna dikkat çekmek isterim: Terimlerin aşağı yukarı
bilimsel bir değere sahip olduğu felsefe özel bir dil kullanmak
zorundadır, şiir ise bunu yapamaz. Şair için kelimeler salt birer işaret
değildir. Kuşkusuz en başta sembolistlerin de teslim edeceği gibi, her
kelime şekil ya da ahenginde, kökeninin cazibesinden ya da geçmişinin
asaletinden birtakım izler taşır ve bu izler imgelemimiz ve duyarlığımız
üzerinde en az mutlak anlam kadar büyük bir çağrışım gücüne sahiptir.
İşte anadilimizle duyarlığımız arasındaki bu köklü ve esrarengiz
yakınlıklar sayesinde anadilimiz yabancı diller gibi uzlaşımsal bir dil
değil, şairin benzersiz bir tatlılıkla uyandırabileceği, içimizde gizli
bir müziktir adeta. Şair bir kelimeyi eski anlamıyla ele alarak onu
gençleştirir, bağlantısız iki imge arasında unutulmuş harmonileri
canlandırır, doğduğumuz toprakların rayihalarını her an hazla solumamızı
sağlar. Bizim için Fransız dilinin doğuştan büyüsü budur – günümüzde bu
Anatole France’ın dili anlamına geliyor, çünkü o, bundan yararlanmayı
isteyen ya da bilen pek az kişiden biri. Şair bizim bilmediğimiz bir
dilde konuşursa, anlaşılmaz olmasalar da fazlasıyla yeni oldukları için
bizim nezdimizde dilsiz sıfatlarla tercümesi imkânsız belirteçlerin
birbirini izlediği tercümeye benzer cümleler kurarsa, karşı konulmaz bir
güçten, içimizdeki onlarca Uyuyan Güzel’i uyandırma gücünden vazgeçmiş
olur. Lügatçelerinizin yardımıyla şiirinizi belki bir teorem ya da bir
bulmaca gibi anlayabilir, çözebilirim. Ne var ki şiir biraz daha gizem
gerektirir; tamamen içgüdüsel ve kendiliğinden olan şiirsel izlenimin bu
şekilde oluşması mümkün değildir.