20 Kasım 2022

Edebiyat ve Sanat Yazıları - Marcel Proust

“Kerli ferli adamlar bir inşaatın ya da önemli bir yıkımın gelişmelerini izlemek için durup bakar. Oysa şair, kerli ferli adamın dikkatine layık olmayan her şeyin karşısında durup bakar; öyle ki sevdalı mı, casus mu diye merak ederiz; uzun süredir şu ağaca bakar gibidir, aslında neye bakmakta olduğunu merak ederiz.”  
 
*

Modern romanın öncülerinden Marcel Proust bu kez eleştiri, deneme, inceleme, açıklama, mektup biçiminde kaleme aldığı “Edebiyat ve Sanat Yazıları”yla karşımıza çıkıyor. “Edebiyat Yazıları”nda Flaubert, Baudelaire, Chateaubriand, Goethe, Dostoyevski, Tolstoy, sem­bolist şairler, şiir ya da esrarengiz yasalar, vb. yorumlanırken; “Sanat Yazıları”nda Chardin, Rembrandt, Watteau, Moreau, Monet gibi ressamlar; Saint-Saëns, Reynaldo Hahn gibi müzisyenler; ve John Ruskin gibi bir sanat tarihçisi değerlendiriliyor.

 

“Genç ekolden misiniz?” Edebiyatla uğraşan yirmi yaşındaki her öğrenci, edebiyatla uğraşmayan elli yaşındaki her beyefendiden bu soruyu işitir. “Ben itiraf edeyim ki edebiyattan hiç anlamıyorum, tahsil görmüş olmak lazım... Zaten yetenekler aldı yürüdü, günümüzde neredeyse herkes yetenekli.”

Çağdaş edebiyatın inkâr etmek suretiyle bizzat altını çizdiği kimi estetik gerçeklerini ayıklamaya çalışırken yaşım tutmadığı halde elli yaşındaki beyefendi rolünü oynamaya kalkıştığım suçlamasına kendimi maruz bırakacağım; ne var ki ben bu beyefendinin dilini kullanmayacağım. Aslında ben bütün muammalar gibi şiire de hiçbir zaman tahsilsiz, hatta seçimsiz, derinlemesine nüfuz edilemediği kanısındayım. Asla pek yaygın olmayan yeteneğe gelince, görünüşe bakılırsa yetenek hiç bugünkü kadar nadir olmamıştı. Elbette yetenek Latince mısralar oluşturmayı öğreten retorik gibi “serbest nazım” yazmayı öğreten, “prenses”leri, “melankoli”si, “dayanmış dirsek”leri ve “tebessüm”leri herkese ait olan bir entelektüel retoriğin içinde yer alıyorsa günümüzde herkesin yetenekli olduğu söylenebilir. Ama bunlar dalgaların sahile bıraktığı, önceki nesil çekilirken tamamını alıp götürmediği takdirde önüne gelenin beğenirse sahiplenebileceği, ses veren, boş deniz kabukları, çürümüş tahta parçaları, paslı demirlerdir. Peki ama, çoğu eski ve güzel bir filonun enkazı –Chateaubriand ya da Hugo’nun tanınmaz imgeleri– olan çürümüş tahtalar ne işe yarar?...

Ancak bu noktada, işaret etmek istediğim ve bana kalırsa –eğer ki yetenek gerçekten mizaç özgünlüğünü, yani özgün bir mizacı sanatın genel kurallarına, dilin kalıcı dehasına indirgeme gücünü aşan bir şeyse– nice özgün genci yetenekten yoksun bırakan estetik hatadan söz etmek gerekir. Söz konusu güç birçoklarında yoktur elbette, ama bu gücü edinebilecek kadar donanımlı olan kimileri de sistematik biçimde ona sırt çevirir gibi görünmekte. Bunun sonucunda eserlerinde ortaya çıkan çifte anlaşılmazlık, bir yanda fikir ve imgelerin anlaşılmazlığı, diğer yanda dilbilgisel anlaşılmazlık edebiyatta savunulabilir mi? Bu soruyu cevaplamaya çalışacağım.

Genç şairler (şiir ya da mensur şiir yazarları) sorumdan kaçabilmek için baştan şu argümanı ileri sürebilirler:
“Bizim anlaşılmazlığımız Hugo’da eleştirilen, Racine’de eleştirilen anlaşılmazlıktır. Dilde yeni olan her şey anlaşılmazdır. Peki düşünceler, duygular artık aynı değilse dilin de yeni olması gerekmez mi? Dilin ölmemesi için düşünceyle birlikte değişmesi, yeni ihtiyaçlara cevap verebilmesi gerekir, tıpkı suyun üzerinde yol alması gerekecek kuşların pençelerinin perdelenmesi gibi. Daha önce kuşların sadece yürüdüğünü ya da uçtuğunu görenler için büyük skandal; ne var ki evrim tamamlandıktan sonra bir zamanlar şok yaratmış olmasına güleriz. Bir gün gelecek, bizim sizde yarattığımız şaşkınlık insanları şaşırtacak; tıpkı süresini tamamlarken klasisizmin yeni doğan romantizme yağdırdığı hakaretlerin bugün bizi şaşırttığı gibi.”

Genç şairler bize bunları söyleyecektir. Ama biz bu ustalıklı sözlerinden ötürü kendilerini tebrik ettikten sonra, şöyle karşılık veririz: Kuşkusuz özentici ekollere anıştırma yapmak istemediğinizden “anlaşılmazlık” kelimesiyle oynayarak kendi anlaşılmazlığınızın asaletini eskilere dayandırdınız. Oysa anlaşılmazlık aksine edebiyat tarihinde oldukça yenidir. Anlaşılmazlık şaşkınlıktan, Racine’in ilk trajedileriyle Victor Hugo’nun ilk odlarının yol açmış olabileceği rahatsızlıktan farklı bir şeydir. Çocuklar gibi dünyanın benim arzularıma göre değişeceğini zannetmemi engelleyen zorunluluk duygusu, evrenin ve düşüncenin tabi olduğu yasaların sabit olduğu bilinci, sanat kuralları ansızın değiştiğinde şaheserlerin de asırlar boyunca hiç olmadıkları şekilde neredeyse tamamen anlaşılmaz olacağına inanmamı da engelliyor.

Genç şairler buna cevaben şunları söyleyebilir: “Üstadın fikirlerini müritlerine açıklamak zorunda olmasına şaşırıyorsunuz. Oysa derin olduğu kadar anlaşılmaz da olan bir Kant’a, bir Spinoza’ya, bir Hegel’e ancak büyük zorluklarla nüfuz edilebilen felsefe tarihi boyunca hep böyle olmamış mıdır? Bizim şiirlerimizin niteliği konusunda yanılmış olmalısınız: Şiirlerimiz birer fantezi değil, birer sistemdir.”

Edebiyatçılar kadar felsefecilerin de gözünde paha biçilmez olacağını düşünerek romanını felsefeyle dolduran roman yazarının düştüğü hata ne kadar tehlikeliyse, genç şairlere atfettiğim, kendilerininse hem pratiğe geçirip hem kuramsallaştırdıkları hata da o kadar tehlikelidir.

Tıpkı söz konusu roman yazarı gibi genç şairlerimiz de şunu unutmaktadır: Edebiyatçılar ve şairler meselelerin gerçekliğine bir metafizikçi kadar derinlemesine nüfuz edebilirler, evet; ancak bunu farklı bir yoldan yaparlar; mantık yürütmek, onları insanların yüreğine ulaştırabilecek yegâne şey olan duyguyu güçlendireceğine felce uğratır. Macbeth’in kendine has bir felsefe olması, felsefi bir yöntem sayesinde değil, adeta içgüdüsel olan bir güç sayesindedir. Bu tür bir eserin temeli, tıpkı sureti olduğu hayatın temeli gibi, onu giderek daha fazla açıklığa kavuşturan zihin için bile anlaşılmazdır kuşkusuz.

Ne var ki bu bambaşka bir anlaşılmazlıktır; derinleştirmeye bol bol imkân tanır; dil ve üslup anlaşılmazlığıyla ulaşılmasının imkânsız kılınması da bayağılıktır.

Şair mantık melekelerimize hitap etmediğinden, bir derinliği olan her filozofun sahip olduğu hakka, başlangıçta anlaşılmaz görünme hakkına sahip değildir. Şair mantığımıza mı hitap ediyor? O zaman da yazdıkları ne kendine has kuralları olan tanımlı bir dili gerektiren metafizik sayılabilir, ne de şiir.

Dilin düşünceden ayrılamayacağı söylendiğine göre, bundan yararlanarak şuna dikkat çekmek isterim: Terimlerin aşağı yukarı bilimsel bir değere sahip olduğu felsefe özel bir dil kullanmak zorundadır, şiir ise bunu yapamaz. Şair için kelimeler salt birer işaret değildir. Kuşkusuz en başta sembolistlerin de teslim edeceği gibi, her kelime şekil ya da ahenginde, kökeninin cazibesinden ya da geçmişinin asaletinden birtakım izler taşır ve bu izler imgelemimiz ve duyarlığımız üzerinde en az mutlak anlam kadar büyük bir çağrışım gücüne sahiptir. İşte anadilimizle duyarlığımız arasındaki bu köklü ve esrarengiz yakınlıklar sayesinde anadilimiz yabancı diller gibi uzlaşımsal bir dil değil, şairin benzersiz bir tatlılıkla uyandırabileceği, içimizde gizli bir müziktir adeta. Şair bir kelimeyi eski anlamıyla ele alarak onu gençleştirir, bağlantısız iki imge arasında unutulmuş harmonileri canlandırır, doğduğumuz toprakların rayihalarını her an hazla solumamızı sağlar. Bizim için Fransız dilinin doğuştan büyüsü budur – günümüzde bu Anatole France’ın dili anlamına geliyor, çünkü o, bundan yararlanmayı isteyen ya da bilen pek az kişiden biri. Şair bizim bilmediğimiz bir dilde konuşursa, anlaşılmaz olmasalar da fazlasıyla yeni oldukları için bizim nezdimizde dilsiz sıfatlarla tercümesi imkânsız belirteçlerin birbirini izlediği tercümeye benzer cümleler kurarsa, karşı konulmaz bir güçten, içimizdeki onlarca Uyuyan Güzel’i uyandırma gücünden vazgeçmiş olur. Lügatçelerinizin yardımıyla şiirinizi belki bir teorem ya da bir bulmaca gibi anlayabilir, çözebilirim. Ne var ki şiir biraz daha gizem gerektirir; tamamen içgüdüsel ve kendiliğinden olan şiirsel izlenimin bu şekilde oluşması mümkün değildir.