26 Şubat 2022

Cumhuriyet ve eğitim sevdalısı bir Eğitim Bakanı!

Atatürk'ün ölümünden sonra, 1938-1946 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Ali Yücel, Cumhuriyet Döneminin, çok yönlü kişiliğe sahip seçkin bir eğitim, kültür ve siyaset adamı olarak kabul edilir.

Hasan-Âli, çocukluğunun ilk yıllarında, ailesiyle Merkez Efendi Mahallesi'ndeki Yenikapı Mevlevihanesi ziyaretlerine katılır. Burada izlediği mistik makam ve fasıllar, dönüş törenleri, O'nun müzik yeteneğinin belirginleşmesinî sağlar. Çevrede "müzik Üstadı" olarak tanınan Mehmet Celaleddin Dede Efendi'nin yönettiği "müzik mektebi"nde eğitim görür.

Hasan-Âli, 1901'de daha dört yaşındayken Laleli'deki Yolgeçen Mektebi'ne kaydedilir. Yazı yazma isteği oldukça fazladır. Bu nedenle, bir zorunluluk olmamasına rağmen, kendi kendine yazı yazmayı öğrenir. Edindiği bilgileri evdeki hizmetçilere ve evlatlıklara anlatmaktan zevk alır. Öğrenme ve anlatma zevki artık iyice belirginleşmiştir.

Üniversite döneminin sonuna geldiğinde Hasan Âli, “Ruh ve Beden” üzerine yaptığı 30 sayfalık bir çalışmayla 1921’de Dârülmuallimin-i Âliye’deki öğrenimini üstün bir başarıyla bitirdi. 1923-27 yılları arası edebiyat öğretmenliği yaptı. Öğretmenlik yaptığı dönemde “Felsefe Elifbası”, “Sûri ve Tatbikî Mantık” ve iki arkadaşı ile yazdığı “Türk Edebiyatı Nümuneleri” adlı kitaplarını yayınladı.

Hasan Âli Yücel’in Köy Enstitülerinin kuruluşunda ve gelişmesinde büyük emeği geçmiştir. Meclis içinde ve dışında Köy Enstitülerine yönelik olumsuzlukları, tüm sorumluluğu üstüne alarak savunmuştur. 1942 yılında TBMM’de Köy Enstitülü öğretmenlere şu sözlerle kefil olmuştur: “…Köye göndereceğimiz bu Köy Enstitüsü mezunu öğretmen, şimdi elimizde mevcut 9 bin talebenin bize verdiği intiba ile söylüyorum, istisnasız çalışkandır. Tatile bile gitmek istemez, kendisine verilecek işi bekler ve o işi yapar; ahlaklıdır, yalan söylemez, hırsızlık etmez, civarında bulunan kız arkadaşlarının şeref ve haysiyetini kendi kardeşi olarak muhafaza etmek şuurunda, liyakatında ve iktidarındadır…Birinci nokta köydeki öğretmen, Cumhuriyetin ve inkılabın yayıcısı , bekçisi ve öğreticisidir”

1927 yılı başında Hasan Âli Milli Eğitim Bakanlığı genel müfettişi oldu. Bu dönemde yoğun bir biçimde, yazı ve dil konularıyla uğraştı. 1928 yılında, Tevfik Fikret’in “Tarihi Kadim-Doksan Beşe Doğru” adlı şiir kitabını Latin harfleriyle yayınladı. Kitaplar, Harf Devrimi’nden sonra Türkiye’de Latin harfleriyle basılan ilk kitaplardandır. 1930’da Paris’e gönderilen Hasan Âli burada “Maarif teşkilatı ile mekteplerini ve buna müteferri muamele, kanun ve nizamnameleri…”ni incelemekle görevlendirildi.

1930’da Mustafa Kemal’in Türkiye çapındaki denetleme gezisinde Mustafa Kemal’e danışmanlık yaptı. 1932’de kurulan Türk Dili Tetkik Cemiyeti, Eylül ayında ilk Dil Kurultayını yaptı. Kurultaydan sonra yapılan ilk Merkez Heyeti toplantısında, Etimoloji Kolu başkanlığına Hasan Âli getirildi. Aynı yıl Hasan Âli “Mevlâna’nın Rubaileri”, “Goethe, Bir Dehânın Romanı” ve “Türk Edebiyatına Toplu bir Bakış” adlı yapıtlarını yayınladı.

1 Mart 1935 tarihinde CHP İzmir Milletvekili olarak Meclis’e girdi.

Hasan-Âli YÜCEL, 17 Aralık 1897'de İstanbul'da doğmuştur. Babası Ali Rıza Bey, annesi Neyire Hanımdır. Soyu, baba tarafından Giresun-Görele'nin Daylı Köyü'nden Ömer Efendi'ye , anne tarafından (IILSelim zamanında yaşamış) Kaptan İsmail Tosun Ağa'ya kadar uzanır. O'nun gelişiminde de -doğal olarak- içine doğduğu toplumsal çevrenin etkisi vardır: Anne ve baba ekonomik açıdan iyi koşullara sahiptir. Evlenmelerinden üç yıl sonra Hasan-Âli dünyaya gelir. Hem tek çocuk olarak, hem de hayli geniş bir aile ortamında büyür. Ne var ki, bir süre sonra baba Ali Rıza Bey; iş ortamının sorunları nedeniyle sık sık görevinden istifa eder; aile, değerli eşyaların satılmasmı gerektirecek kadar sıkıntılı günler yaşar.

Dokuz yaşında Mekteb-i Osmanî’ye gönderildi. Mekteb-i Osmani’yi başarıyla bitirdi ve Hasan-Âli Vefa İdâdisine yazıldı. Vefa İdadisi’nin son sınıfındayken, Birinci Dünya Savaşı başladı. Bunun üzerine askere çağrıldı. Savaştan sonra, 1918’de Hukuk Fakültesi’ne kaydoldu. Yaşadığı tatsız olaylar sonucunda buradan ayrılarak Edebiyat Fakültesi’nin Felsefe Şubesi’ne geçti ve Darülmuallimin-i Âliye’nin (Yüksek Öğretmen Okulu) öğrenci kadrosuna katıldı. Sabahları okula devam edip, akşamları gazetede çalıştı.

1935-37 yıllarında yayımladığı yazılarda kültür ve eğitim konularındaki sorunları ele aldı. 28 Aralık 1938’de 41 yaşındayken, Celâl Bayar’ın kurduğu kabinede Maarif Vekilliği’ne atandı. Böylece, Kemalist ilkeler doğrultusunda ve İsmet İnönü’nün de desteğiyle hümanist reformlarına başladı. 17 Temmuz 1939’da , ülke çapında bilim adamlarının, eğitimcilerin, yazar ve sanatçıların, Türk eğitim sisteminin ilkelerini ortak bir çalışmayla belirlemek üzere bir araya geldiği Birinci Maarif Şûrası toplandı

Yücel açış konuşmasında, eğitim sisteminde en önemli meselenin görevlilerle birimler arasında uyumlu çalışma olduğunu belirtir. İlköğretim, ortaöğretim, yükseköğretim ve meslek öğretiminde yeni düzenlemeleri içeren taslak, danışma kuruluna sunuldu. Programın en önemli meselelerinden biri, kırsal kesimde halk eğitimidir.

Goethe üzerine Türk dilinde yapılan çalışmasıyla, Goethe madalyasıyla ödüllendirildi. 1932 yılının sonunda, Ankara’daki Gazi Terbiye (Eğitim) Enstitüsü’ne müdür olarak atandı. 1933 yılının sonunda, Maarif Vekaleti Orta Tedrisat Umum Müdürlüğü’ne atandı. Bu dönemde, liselerde reform yapmayı planladı. 1938’e değin üzerinde çalıştığı “Türkiye’de Orta Öğretim” adlı yapıtı de bunun bir göstergesidir. Bu araştırma reformların bir ön çalışması olarak kabul edilir.

31 Ekim 1939’da reformların sonucu sayılabilecek olan Birinci Devlet Resim Heykel Sergisi’ni açtı. Sergi her yıl Ankara’da kuruldu. Sanat alanında yapılan önemli atılımlardan sonra, Ankara’da 28 Şubat 1940 tarihinde Tercüme Heyeti ilk toplantısını yaptı. Toplantılar çok verimli sonuçlar doğurdu. Böylece kuruluşundan kısa bir süre sonra dünya edebiyatı klasiklerinin çevirisine başlandı.

17 Nisan 1940'da Köy enstitülerinin kurulmasıyla Hasanoğlan Köy Enstitüsü bünyesinde kurulacak Yüksek Köy Enstitüsü'nün oluşturulmasına öncülük etti.

Fakat 1947’den sonra Köy Enstitüleri amacından uzaklaştırılmaya başlandığı için 1950’den sonra Köy Enstitüleri tamamen kapatıldı.

Hasan Âli 20 Mayıs 1940’ta Devlet Konservatuarları’nın kuruluş yasasını çıkardı. 1941-1942 yıllarında Yücel, dilin Türkçeleştirilmesi, ortak bir bilim dili oluşturulması çabalarını yoğunlaştırdı. Bunlardan Coğrafya Kongresi’nde coğrafi bölgelerimizin sınırları belirlendi.Yüksekokulların gelişmesi, İstanbul Üniversitesi’nin yeniden düzenlenmesi ve Ankara’da yeni yükseköğretim kurumlarının açılmasıyla sürdürüldü.

Yücel’in bakanlık yaptığı dönemde, Ankara Fen Fakültesi (1943), İstanbul Teknik Üniversitesi (1944) ve Ankara Tıp Fakültesi (1945) kuruldu. Dört yıl süren bir hazırlıktan sonra 13 Haziran 1946’da 4936 sayılı Üniversiteler Kanunu çıkarıldı.

Türkiye’de üniversitenin gelişiminde ikinci büyük aşama olan bu yasanın getirdiği bilim ve teknik alanındaki en önemli yenilikler şunlardır:

Öğrencilerini, bilim anlayışı kuvvetli, sağlam düşünceli aydınlar ve yüksek öğrenime dayanan mesleklerle türlü bilim ve uzmanlık kolları için iyi hazırlanmış bilgi ve deney sahibi elemanlar, Türk devriminin ülkülerine bağlı ve milli karakter sahibi vatandaşlar olarak yetiştirmek

Memleketi ilgilendirenler başta gelmek üzere bütün bilim ve teknik meseleleri çözmek için bilimleri genişletip derinleştirecek inceleme ve araştırmalar yapmak, bu çalışmalarda ilgili millî bilim ve araştırma kurumları ile, yabancı veya uluslararası benzer kurumlarla işbirliği yapmak.

Araştırma ve incelemelerin sonuçlarını gösteren, bilim ve tekniğin ilerlemesini sağlayan her türlü yayım yapmak; yardımcılara, doktora adaylarına ve öğrencilere yaptırmak.

Türk toplumunun genel seviyesini yükseltici bilim verilerini sözle ve yazı ile halka yaymak.

1942 yılında ona karşı bir suikast yapıldı. Bunlar Yücel’i durduramadı;

Yabancı kitap sergileri, mesleki teknik okullarının açılması, yeni Dil Kurultayları, Devlet Resim Heykel Sergileri, İkinci Maarif Şurası, üniversite ve binalarının açılışları, Türk Tarih Kongreleri, UNESCO sözleşmesinin onaylanması ve aydınlanma yolunun inşası için gerekli daha nice taşlar bir bir yerlerine oturtuldu.

Yücel, 5 Ağustos 1946’da bakanlıktan, 1950’de de CHP’den istifa etti. Bundan sonraki on yıllık dönemde de yazılarını Cumhuriyet gazetesinde yazdı.

12 Kasım 1960’da Paris’te yapılan UNESCO 11. Genel Toplantısı’na delege olarak katıldı. Bir yıl sonra yüksek ateşli bir hastalığa yakalandı ve 26 Şubat 1961’de vefat etti.

Hasan Âli Yücel zamanında eğitimin hemen her alanında hiç görülmemiş bir canlılık yaşandı. Fakat yine de köy ve kent arasındaki dengeyi eşitlemek üzere 1936’da Saffet Arıkan’ın bakanlığı döneminde Köy Eğitmeni projesi uygulanmaya başlandı. 17 Nisan 1940’ta Köy Enstitüleri Yasası çıkarılarak, köy okullarında görev alacak olan öğretmenleri yetiştirmek üzere kent ve kasabalardan uzak, geniş arazisi bulunan uygun yerlerde Köy Enstitüleri kurulmaya başlandı.

İşte, Cumhuriyet ve eğitim sevdalısı, Hasan Ali Yücel'in hayat hikayesi:

Hasan Âli Yücel laiktir. Laiklik anlayışını şöyle açıklar: “Cumhuriyet devleti esasen din ile devleti ayırmış; dini sırf bireylerin vicdanına, duygularına bırakmış olduğu için Cumhuriyet, çocukların terbiyesinde bilginin ahlak ve ahlakın bilgi kadar dini kaynaklardan ayrılmış olarak verilmesini temin etmiştir. Bu itibarla Cumhuriyet okullarında devlet eliyle din öğretimi yapılamaz. Telkin ettiğimiz ahlak, dini kıymetlerle müeyyidelendirilemez”

"Köy Enstitüleri sisteminin eğitimimize en büyük katkısı, o güne kadar yalnızca eğitim kitaplarında görülen, fakat geleneksel eğitimin etkisiyle, okula ve sınıflara giremeyen eğitim ilke ve yöntemlerini, doğanın içinde hayata geçirmek olmuştur. Bunların somut birer örneğini vermiştir. Buralarda binlerce öğretmen adayı, bunları bizzat yaşayarak öğrenmişler ve gittikleri okullara da bunları taşımışlardır."

Üç dönem milli eğitim bakanlığı yapmış Yücel, birçok üniversitenin kurulumunda ve eğitim kitaplarının düzenlenmesinde büyük rol oynamıştır.

Mesele Hasan Ali'ye selam göndermek değil, Hasan Ali'nin Ulusal-laik eğitim ve kültürümüze getirdiği aydınlıkların günümüz eğitim sisteminde de uygulanması...

İşte Cumhuriyetin Aydınlanma Devrimcisi Hasan Ali Yücel'in hayat hikayesi:

İlkokul öğretmeni yetiştirmek üzere açılmış ve tamamen Türkiye'ye özgü bir eğitim projesi olan Köy Enstitüleri projesini, Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel bizzat yönetti.

Hasan Âli, ailesi İstanbul Laleli’de oturduğu için dört yaşında burada okula başlar. Bu okul, Arapça eğitim veren bir din okuludur. O günleri kendisi şöyle değerlendiriyor: “Bir taraftan öğretim usulünün ilkelliği, diğer taraftan ne yaptığımızı, ne okuduğumuzu hiçbir surette bilmeyişimiz, küçük yaşta zekâmızı ezmek, bilincimizi karartmak için yeterli sebeplerdi”(Alev Çoşkun, Hasan Âli Yücel Aydınlanma Devrimcisi, Cumhuriyet yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2010, s: 17).

Okullar tarıma elverişli arazisi olan köylerin yakınlarında kuruldu. Amaçlarından biri de köylülerin alternatif tarım tekniklerini öğretmekti. Arıcılık bilinmeyen köylerde arıcılık, bağcılık bilinmeyen köyde bağcılık öğretiliyordu. Enstitüye atanan öğretmen gittiği köyde okul binasını köylülerin yardımıyla yapabilecek kadar inşaat bilgisi de öğreniyordu. Köy enstitüsünü bitiren bir öğretmen sadece bir ilkokul öğretmeni olmuyor aynı zamanda ziraatçilik, sağlıkçılık, duvarcılık, demircilik, terzilik, balıkçılık, arıcılık, bağcılık ve marangozluk konularını da uygulamalı olarak öğreniyordu.

Enstitülerin hepsinin kendisine ait tarım arazileri, atölyeleri vardı. Bu sayede öğretmenler kendi okullarını gittiği köyde köylülerin işbirliği ile inşa ediyor ve devletin okul yapmasına gerek kalmıyordu.Hasanoğlan Köy Enstitüsü, diğer köy enstitülerini kuran köy enstitüsü öğrencileri tarafından inşa edilmişti. Köy enstitülerinden mezun olan öğretmenlere yetiştirildikleri branşa ve gönderilecekleri köye göre 150 parçaya varan alet ve edevat veriliyordu. Öğretmenler bu alet ve edevat ile köylülerin de yardımıyla köy okulunu inşa ediyor ve köylülere hem modern tarım tekniklerini hem de okuma yazmayı ve hatta müzik aletleri çalmayı öğretiyordu

Millî Eğitim Bakanı Nabi Avcı, MEB Şûra Salonu’nda düzenlenen “Hasan Âli Yücel’in Fikri Dünyası ve O’nu Besleyen Kanalları” konulu konferansa katılmış Can Yücel ve Hasan Âli Yücel’e bir selam gönderelim demişti.

Soruya Mustafa Kemal’in yanıtı şöyledir: “…Bu soruyu soran arkadaşımızın fikrine ben de iştirak ediyorum. Hakikaten efendiler, bizim bugünkü medreselerimiz vaktiyle medreseler yapıldığı zamandaki halinden çok uzaklaşmıştır. Milletimizin, memleketimizin yüksek eğitim kurumlarıyla bir olması gerekir. Bütün memleket evlatları, kadın ve erkek, orada eğitim görmelidir”. (Alev Çoşkun, aynı, s:29-30) Bu açıklama 3 Mart 1924 tarihinde gerçekleştirilecek en büyük eğitim devriminin-Öğretim Birliği-habercisidir.

Atatürk'ün ölümünden sonra, 1938-1946 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Âli YÜCEL, Cumhuriyet Döneminin, çok yönlü kişiliğe sahip seçkin bir eğitim, kültür ve siyaset adamı olarak kabul edilir. Bu kabulün gerisinde, kuşkusuz kısa sayılabilecek hayatına sığdırdığı programları ve ürettiği eserleri yatar. O, bu nedenle, anılmayı çok çok haketmiş Cumhuriyet büyükleri arasında yer alır.

Bir yurt gezisinde Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, bir gün etrafındakilere şu soruyu yöneltir: “Türk milleti, ne zaman kendini kurtulmuş sayabilir?” Hasan Âli, bu soruyu şöyle yanıtlar: “Paşam, Türk milleti ne zaman kurtarıcı arama ihtiyacını duymayacak hale gelirse, o zaman kurtulmuş olur”

 

BOGAZLAR REJIMINE ILISKIN OLARAK, MONTREUX'DE 20 TEMMUZ 1936’ DA IMZALANAN SÖZLEŞME

 
 
TIK
 
 
TIK   montrö 
 


Şair Hasan Hüseyin ile öğretmen Azime’nin bitmemiş aşk hikáyesi

 

Bugün size, şair Hasan Hüseyin ile öğretmen Azime’nin tertemiz aşk hikáyesini anlatayım.

 Büyük Türk şairi Názım Hikmet’in ölümüyle yolları kesişen iki insanın aşk hikáyesini... O yıllarda bir edebiyat öğretmeninin solcu bir şaire áşık olması, öyle sıradan bir şey değildi. İnsanın aşkının arkasında dimdik durması ise, pek çok kişiyi öfkeye boğmaya yetiyordu. Mücadelelerle geçen bir hayatın ortasında Hasan Hüseyin’in şiiri gibi tertemiz bir aşk...

TARİH 3 Haziran 1963.Yer Uşak. Akşam saatleri... 30 yaşındaki Azime Karabulut, Uşak Lisesi’nde edebiyat öğretmeniydi. Evliydi. Eşi Hulusi, ilköğretim müfettişiydi; bir aydır evinden uzaktı; Eşme’deki okulları denetliyordu.

İki çocukları vardı; oğulları dört yaşındaki Ufuk ve kızları iki yaşındaki Barış.

Çocukların karnını doyurup uyuttuktan sonra bahçeye çıktı Azime.

Türlü türlü kuşlarla bezeli yörük kilimine bağdaş kurup oturdu. İçi sıkkındı. Neden olduğunu bilmiyordu. Kalktı, kuyudan su çekip çiçeklerini suladı. Saatler gece yarısını gösteriyordu. Hálá uykusu yoktu. Evin salonundaki radyoyu açtı, sürekli kanalları değiştirdi.

Birden...

Kanallardan birinde bir haber:

Büyük Türk şairi Názım Hikmet öldü.

Donup kaldı. Kendine gelince bahçeye zor attı kendini. Çocukluğundan beri şiirlerini her yerde arayıp okuduğu büyük şair ölmüştü işte.

Sessizce ağlamaya başladı. Öksüz kaldığını hissetti. O anda aklına, son dönemlerde sık sık okuduğu, korkusuzluğunu Názım Hikmet’e benzettiği bir şairin adı geldi: Hasan Hüseyin.

’BU ŞAİRİ TANIMALIYIM’

Hasan Hüseyin
adını ilk, 1959 yılında Dost Dergisi’nin şubat sayısında yer alan "Ağustos Şiiri"nde görmüştü.

Azime o gece, ayın ve yıldızların altında Hasan Hüseyin ve Názım’ın şiirlerini okudu.

Şafak sökmeye başlayınca korktu; ya Názım Hikmet gibi Hasan Hüseyin’i de yok ederlerse, ya sustururlarsa?

Kızı Barış’ın sesiyle kendine geldi. Sabah olmuştu. Çocuklarıyla kahvaltı yaptı.

O gün okulda ders yılı sonu sınavları vardı.

Okula gitti. Acısını konuşacak kimsesi yoktu.

Eve dönerken kararını verdi; Ankara’ya gidecekti; Hasan Hüseyin’i görecekti. Hiç tanımadığı, yüzünü görmediği, kim olduğunu bilmediği bir şairin elini tutacak, ona yalnız olmadığını söyleyecekti.

Bir de merakı vardı; kanını tutuşturan sıcaklığı yaratan bu şiirlerin arkasındaki adam kimdi? Hemen o akşam gidecekti, gitmeliydi, yarın geç olabilirdi.

Barış’ı omzuna aldı, Ufuk’un elinden tutup tren istasyonunun yolunu tuttu. Kanatlanmış gibiydi. 5 Haziran sabahı Ankara’daydı.

Ankara kocaman bir kent. Hasan Hüseyin’i nasıl bulacak? Solcu şairi kim bilir; olsa olsa Türkiye İşçi Partililer.

Polise sordu: "TİP Genel Merkezi neredeydi?" Polis tarif etti.

Parti binasından içeri girerken heyecanlıydı, saçlarının dibi, burnunu ucu terliyordu.

Barış kucağında, Ufuk yanındaydı. Partililer bu manzara karşısında şaşırdı. Şairin nerede olduğunu bilemediklerini söylediler.

Tam çıkacakken, adını sonradan öğreneceği şairin yakın arkadaşı Kemal Çiftler ile karşılaşması hayatının yönünü değiştirecekti.

Hasan Hüseyin iki hafta önce Ankara’dan gitmişti. Ne zaman geleceği belli değildi. Azime, tren istasyonunun yolunu tuttu, Uşak’a döndü.

MEKTUPLAR... MEKTUPLAR

Temmuz ayının sonu; 27 Temmuz.

Hasan Hüseyin’den mektup vardı.

"Azime Karabulut merhaba!"

Mektup beş sayfaydı.

"Sana ve senin gibi duyup düşünenlere binlerce selam. Sizlere layık olamamak korkusuyla titrediğimi duyuyorum. Ah, ne iyisiniz, ne yiğitsiniz sizler..."

Azime
şaşkındı. Hem mektuba hem de coşkun bir sel gibi akan mektuptaki dizelere. Heyecandan ağladı. Hemen oturup yanıt yazdı. Bir de oğlu ve kızıyla çekilmiş fotoğrafı koydu zarfa. Yanıtı gecikmedi.

Üstelik o da bir fotoğraf göndermişti.

Azime, Hasan Hüseyin’i o fotoğrafta gördü ilk; gür beyaz saçları, basık izlenimi veren burnu...

Heyecandan titriyordu. Yanıtını beklemeden ardı ardına mektuplar yazdı. Hasan Hüseyin de ilgisiz değildi.

Şairin ikinci mektubu "Sevgili Azime" diye başlıyordu.

Üçüncü mektubunun tarihi 7 Ağustos 1963 idi. Şair mektubunu saat 03.00’te kaleme almıştı.

Ve mektup, "Benim Azimem!" diye başlıyordu.

"Seni sevdim, seviyorum. Seni anlayarak seviyorum. Bunu bugün söylüyorum sanma. Ben sevmem böylesi laflar etmeyi. Hele, hiç sevmem mektup yazmayı. Seni seviyorum diyorum, anlıyorsun değil mi? Bu benim için zor bir itiraf...

Sen biraz yarınımsın benim. Biraz değil yarınımsın Azime. Sana Azimem diyorum anlasana! Seni anlayarak seviyorum Azime. Düşün ki yüzünü görmedim daha. Kimseden de sormadım seni. Seni kendi sözlerinle tanıyorum, bir de yolladığın resimden...

Geç mi kaldık? Yoo... Bu da bizim gerçeğimiz."

’SESİNİ DUYMALIYIM’

Şairin son mektubundan sonra Azime bir yol ayrımına geldi. Kaçışı yoktu, koşa koşa polis karakoluna gitti. Telefon sadece karakolda vardı.

Sesini duymak istiyordu sevdiği adamın.

Akis Dergisi’ni aradı; Hasan Hüseyin dergide redaktör olarak çalışıyordu.

20 dakika bekledi telefonun bağlanmasını. Sonunda bağlandı. Kendini su içinde hissetti. Korkuyordu: "Ya sesim çıkmazsa?"

Toparlandı hemen:

Sonunda konuşuyor muyuz, senin sesin mi bu? Evet, benim, ben Hasan Hüseyin Korkmazgil.

Bu kadar sıcak mıydı sesin?

Ufak bir kahkaha sesi. O sıcak gülüş aklını başından aldı Azime’nin.

Ama yine de kontrolü kaybetmek istemiyordu; şiirini, yazdıklarını yıllarca izlemek başka, giderek sevmek de başkaydı, ama...

Evliydi, iki küçük çocuğu vardı ve 30 yaşındaydı.

Şair, "Atla gel, çocuklarını yanına al gel, yeni bir hayat kuralım" diye ısrar ediyordu.

Fısıltıyla "Düşüneceğim" diye telefonu kapattı Azime. Ter içindeydi. Bitkindi. Eve dönerken, gömlek cebindeki şairin fotoğrafını çıkarıp baktı. Ağladı.

Hasan Hüseyin’i sevmekle, şimdiye dek sahip olduğu sevgileri yitirecek miydi? Birkaç gün Azime ne mektup yazdı ne telefon etti.

Şair Hasan Hüseyin ise mektup yazmayı sürdürdü. "Gel" diyordu hep. "Gel birlikte düşünelim."

Azime çocuklarını düşünüyordu. Kocasını düşünüyordu. Anlayabilecek miydiler bu aşkı. Kocası, onuruna yedirip de "Haydi git" diyebilecek miydi? Ya babalar, anneler, akrabalar... Göze almak kolay mıydı, çekip gitmeyi?

Günler boyu kendini kırlara attı. Deliler gibi dolaştı akarsu kıyılarında, pınar başlarında. Ürpererek uyandığı rüyalar gördü. Artık dayanamıyordu. Kararını önce ailesine açmaya karar verdi.

Kardeşleri ilkokul öğretmenleri Necati, Ömer, Mustafa ne olursa olsun yanında olduklarını söylediler. Babası pek sesini çıkarmadı. Annesi, "İnsanın başına kar da yağar, boran da savrulur" dedi. Yüreklendi.

Hemen koşup telgraf çekti sevdiğine: "Geliyoruz!"

İLK KARŞILAŞMA

17 Ağustos 1963.

Ankara Tren İstasyonu.

Azime’nin kalbi duracak gibi. Annelerinin içindeki yangından habersiz çocuklar sevinçliydi, yine Ankara’ya geldikleri için.

Tren istasyona girdi.

Azime’nin yüreği kıpır kıpır; şiir ile başlayıp mektupla devam eden bir sevdanın peşinden koşup Ankara’ya geldiğine inanamıyordu. Üstelik daha yüzünü bile görmemişti sevdiceğinin...

İşte gördü onu Azime; gri kabarık saçları, genç enerjik yüzlü, ince bedenli bir adam telaşla tren vagonlarına bakıyor.

Emindi, "Kesin bu o" dedi içinden.

El sallarken, utanarak seyretti aşkını; ince dal gibi boylu boslu bir adamdı şair.

Azime telaşlıydı, bu kez iki elini de sallamaya başladı. Hah o da gördü işte. Göz göze geldiler.

Tren istasyonunun lokantasına oturdular.

Çocuklar kendi aralarında oynuyordu.

Sessizliği Azime bozdu:

"Yalnız mısın?"

Hasan Hüseyin
güldü: "Ara sıra Hollandalı bir kızla..."

Azime’nin yüzü duştu. Şair ekledi: "Hiç canım... Çilli bir kız işte!"

Gün boyu Ankara’yı gezerek sohbet ettiler.

Azime çocuklarla Ulus’taki Buhara Otel’e yerleşti. Sohbetleri sabaha kadar otel lobisinde de sürdü. Ertesi gün yine buluştular. Birbirlerini tanımaya çalışıyorlardı.

Azime henüz eşinden ayrılmadığı için, o ilk ziyarette Hasan Hüseyin’in elini bile tutmadı.

EVLENİYORLAR

Birkaç gün sonra Uşak’a döndü. Okuldaki görevini sürdürdü. Bu arada zor bir süreç sonunda eşinden boşandı.

Sadece evinde değil, Uşak’ta da sorunlar çıktı. Edebiyat öğretmeninin bir solcu şaire áşık olması, halk arasında yer yer öfkeli çıkışlara neden oldu. O, aşkının arkasında dimdik durdu.

Uşak’ta sorunlarla boğuşurken, 10 Haziran 1964 günü hayatını değiştirecek teklifi aldı. Hasan Hüseyin evlilik teklif etti. Aynı gece çocuklarla yine Ankara’nın yolunu tuttu.

11 Haziran’da Altındağ Evlendirme Memurluğu’nda evlendiler. Törende sadece beş arkadaşları vardı. Azime çocuklarını alıp Ankara’ya yerleşti. Bir yıl sonra oğulları Temmuz doğdu.

Ve Azime, eşi Hasan Hüseyin ve çocukları Ufuk, Barış ve Temmuz ile kirletilmemiş mutlu bir hayat yaşadı.

Azime Korkmazgil’in aşkı bugün hálá ilk günkü heyecanla sürüyor.

376 gün yoĞun bakImda kaldI

4 Mart 1927 tarihinde Sivas-Gürün’de doğdu.

Annesi Gülşan.

Babası, 1898 doğumlu Nalbantoğlu Şükrü, Birinci Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesi’ndeydi ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’na katıldı. İstiklal madalyası vardı. Kurultay İlkokulu’nda hademelik yapıyordu.

Şairin yedi kardeşi vardı.

Tek okuyan sadece o oldu. İlkokulu babasının hademelik yaptığı okulda okudu. Ortaokula gidemedi; Ziraat Bankası şubesinde getir götür işlerinde çalışmaya başladı. 20 Kasım 1979’da öldürülen Dr. Necdet Bulut’un babası bankanın müdürüydü. Hasan Hüseyin’le yakından ilgilendi. Parasız yatılı okul sınavlarına girmesine sebep oldu.

Sınavın yapıldığı Sivas’a gitmek için, komşularından ödünç alınan ayakkabıyla 60 km yolu yürüyerek gitti.

Kazandı, Niğde Ortaokulu ve sonra Adana Erkek Lisesi’nde okudu.

Okulda dünya edebiyat klasikleriyle tanıştı. Şiir yazmaya başladı.

Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirip Türkçe öğretmeni oldu.

K.Maraş-Gökşin’e öğretmen olarak atandı.

Názım Hikmet şiirlerini okuduğu için ihbar edildi; 1951’deki TKP davasına dahil edildi. Üç yıla mahkûm oldu. Bütün kamu hakları elinden alındı. Elbistan ve Nevşehir cezaevlerinde yattı.

Cezaevinden çıktıktan sonra ekmek parası kazanmak için İstanbul’a gitti. Bu kez askere alındı; üniversite mezunu olmasına rağmen er olarak 27 ay askerlik yaptı.

Askerlik dönüşü baba ocağına döndü. Kahvelerde karakalem portre ressamlığı yaparak, tabela boyayarak ve okuryazar olmayan ailelerin askerlik mektuplarını yazarak geçimini sağladı.

Şiirden hiç kopmadı. İlk şiiri 1959’da Dost Dergisi’nde çıktı. Ayrıca yazdığı iki oyun radyoda piyes oldu.

27 Mayıs 1960 askeri hareketinden sonra, "Türkiye artık değişti" diyerek Ankara’ya yerleşti. Akis Dergisi’nde düzeltmen/redaktör olarak çalıştı. Basın-İş Sendikası’nın genel sekreterliğini yaptı.

Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı YÖN ve TİP’in yayın organı Sosyal Adalet Dergisi’nde makaleler yazdı.

İlk kitabı "Kavel" 1963 yılında çıktı. Yeditepe Şiir Ödülü’nü kazandı.

Sadece şiir değil, mizah öyküleri de yazıyordu.

1966 yılında "Kızılırmak" kitabından dolayı yargılandı. Beraat etti.

1968’de Forum Dergisi’ni satın aldı. Ancak dergi uzun ömürlü olamadı.

1969 seçimlerinde Çorum’dan TİP milletvekili adayı oldu. Kazanamadı. Partide "güler yüzlü sosyalizmin" öncüsü Mehmet Ali Aybar’a yakındı.

1973 yılında çıkardığı "Acıyı Bal Eyledik" şiir kitabıyla daha da ünlendi.

Şiirleri Názım Hikmet’in yazdıklarıyla karşılaştırıldı. Názım’a hiç söz söylemedi ama Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı sevmediğini açıkça söylüyordu. Ahmet Muhip Dranas’ın şiirlerini beğeniyordu.

1983 yılında evinde çalışırken beyin kanaması geçirdi. 6 ay hastanede, 6 ay evde yoğun bakımda kaldı.

Yakın arkadaşı beyin cerrahı Dr. Yahya Kanpolat, ilgisini arkadaşından hiç eksik etmedi.

Azime Korkmazgil bir gün bile kocasının başından ayrılmadı.

Ancak kurtarılamadı.

26 Şubat 1984’te hayata gözlerini yumdu.

Mezarı, Ankara Karşıyaka Mezarlığı’ndadır.

             Soner Yalçın

 

21 Şubat 2022

Spinoza - Siyaset İncelemesi


Bu incelemede, mutlak yönetim düzeninin varolduğu bir toplum, ya da en iyilerin iktidarda bulunduğu bir toplum, tiranlığa sürüklenmemek için, ve barışla yurttaş özgürlüğünün bozulmadan kalması için nasıl örgütlenmelidir sorunu ele alınmıştır. 

Birinci Bölüm 

I. Filozoflar, içimizde çarpışan duygulan, insanların yanlışlarından ötürü düştüğü kötülükler sayarlar, bu yüzden de, duyguları hafife almak, aşağı görmek, kınamak, ya da daha ahlaklı gözükmek gerektiğinde, yadsımak alışkanlığındadırlar. Böyle yaptılar mı, sanki Tanrı gibi davranmış olurlar ve bilgeliğin doruğuna çıkarlar; bu durumda, dünyanın hiçbir yerinde var olmayan apayrı bir insana övgüler düzmektedirler ve gerçekten var olan insanı da sözleriyle bozarlar. Gerçekte, insanları oldukları gibi görmezler de olmasını istedikleri gibi görürler: bu yüzden çoğu, ahlak yerine yergi yazar, ve çoğunun, siyaset alanında uygulamaya konulabilecek hiçbir görüşü yoktur, siyaset onlar için bir hayalden başka bir şey değildir, ve siyaset ütopya ülkesiyle, altın çağla, yani hiçbir kurumun gerekli olmadığı bir dönemle ilgili bir şeydir. Demek ki, uygulanabilir olan tüm bilimler arasında/kuramın uygulamadan en çok uzaklaştığı bilim siyasettir, ve devleti yönetmek konusunda, kuramcılardan, yani filozoflardan daha uyarsız kişiler kolay kolay düşünülemez.

II. Buna karşılık siyasetçiler, insanları en iyi biçimde yönetmekle değil, daha çok onları oyuna getirmekle uğraşan kişiler olarak bilinirler, ve genellikle, bilge kişiler olarak değil de usta kişiler olarak görülürler. Gerçekte, deneyin onlara öğrettiğine bakılırsa, insan durdukça kötülükler de duracaktır; demek ki siyasetçiler, insandaki kötülüğün gereğini yapmakla yükümlüdürler, ve bunu, etkinliği uzun bir deneyle saptanmış, ve aklın yönettiği insanların değil de, korkunun yönettiği insanların kullanma alışkanlığında olduğu gereçlerle gerçekleştirirler; bu konuda, dine, özellikle de dinbilimcilere ters düşen bir biçimde davranırlar: gerçekte, dinbilimcilere göre yüce yönetici, kamu işlerini, bireyin de uymak zorunda olduğu ahlaki kurallara uygun olarak yapmalıydı. Bununla birlikte siyasetçiler, yazdıkları siyasi yazılarda, filozofların yazılarındakilerden daha doğru görüşler ortaya koyarlar: gerçekte siyasetçiler, daha büyük deneylere sahip oldukları için, uygulanamaz olan hiçbir şey söylemezler.

III. Deney dünyasının, aklın tasarlayabildiği ve insanların barış içinde yaşadıkları tüm site biçimlerinin varlığını gösterdiğine, ve aynı zamanda, çoğunluğu yönetmek, yani çoğunluğu belli sınırlarda tutmak için gerekli olan gereçleri ortaya koyduğuna içtenlikle inanıyorum. Öyle ki, düşünceden giderek, şimdiye kadar denenmemiş, gene de, deneye ya da uygulamaya sokulabilecek bir yönetim saptanabileceğine inanmıyorum. Gerçekte insanlar öyle yaratılmışlardır ki, ortak bir yasa olmadan yaşayamazlar. Oysa, ortak kurallar ve kamu işleri, kurumlar kurmuş ve bunları incelemiş olan, ileri kavrayışlı, usta ve kurnaz düşünce adamlarının inceleme konusudur. Bir toplumda uygulanabilen ve herhangi bir örneğine rastlanmamış bir yönetim biçimi, kamu işleriyle ilgilenen ve kendi güvencelerini kollayan insanların gözüne çarpmamış bir yönetim biçimi düşünmek olacak iş değildir.

IV. Siyasetle ilgilenirken ortaya yeni ya da bilinmedik bir şey koymak istemedim, ama yalnızca, kesin ve yadsınamaz nedenlerden giderek, uygulamayla en iyi uyuşan şeyi saptamak istedim. Başka bir deyişle, uygulamayla en iyi uyuşan şeyi insan doğasının incelenmesinden çıkarmak istedim, ve bu incelemeye, matematik araştırmalarında sürdürülen düşünce özgürlüğünü katmak için, insan davranışlarını aşağılamamaya, bu davranışlara üzülmemeye, onları yadsımamaya, ama onlar üzerine gerçek bir bilgi edinmeye büyük özen gösterdim: ayrıca, aşk, kin, öfke, arzu, üstünlük, acıma gibi insani duyguları ve ruhun öbür devinimlerini, kötülükler olarak değil, insan doğasının özellikleri olarak, insana bağlanan varoluş biçimleri olarak ele aldım; sıcak ve soğuğun, fırtına, şimşek ve tüm gökyüzü olaylarının havanın doğasına bağlanmaları gibi. Biz bu hava bozukluklarını ne kadar istemesek de, bunlar, belirli nedenlere dayanan zorunlu şeylerdir; biz bu nedenlerden giderek doğayı tanımaya çalışırız, şeylerin sağladığı bilgi nasıl bize haz veriyorsa, ruh da bu şeylerin doğru bilgisine ulaştığında haz duymaktadır.

V. Kesin olan ve benim de Ethica’da belirttiğim bir şey var: insanlar, zorunlu olarak duygulara boyun eğerler, öyle yaratılmışlardır ki, mutsuzlara acırlar, mutlulara özenirler; acımadan çok öç almaya yatkındırlar; ayrıca herkes, başkalarının kendi yaradılışına uygun olarak yaşamasını, kendisinin benimsediği şeyi benimsemesini, ve kendisinin yadsıdığı şeyi yadsımasını ister. Herkesin birinci adam olmak istemesi, insanlar arasında çatışmaların çıkması ve insanların birbirini ezmeye çalışması ve birini yenen adamın yenişine değil de yendiği adamdan yararlanmaya önem verişi buradan gelir. Ve kuşkusuz herkes, dinin öğrettiklerine uyarak, komşusunu kendisi gibi sevmek, yani başkasının hakkını kendisininmiş gibi korumak zorunda olduğuna inanmıştır; ama, bu inancın duygular üzerinde çok az etkisi bulunduğunu gösterdik. İnsan ölümün eşiğine geldiği zaman, yani hastalık tutkuları yendiği ve insan kalakaldığı zaman, ya da kişiler tapınaklarda çıkarlarını savunamaz oldukları zaman, bu inanç doğruya üstün gelir; ama bu inanç, en çok gerekli olduğu yerlerde, mahkemelerde ya da sarayda etkisiz kalır. Ayrıca, aklın duyguları kaplayabileceğini ve yönetebileceğini gösterdik, ama aklın öğrettiği yolun çok güç olduğunu da gördük; buna göre, çoğunluğu ya da kamu işleriyle uğraşan insanları, aklın kurallarına göre davranmaya yöneltmenin olasılığına inananlar, şairlerin altın çağını düşlemektedirler, yani hayale kapılmaktadırlar.

VI. Esenliği birkaç kişinin dürüstlüğüne bağlı kalan ve işlerinin iyi yönetilmesi yönetenlerin adaletli davranmasını gerektiren bir devlet kalıcı değildir. Devletin varlığını sürdürebilmesi için şeyleri öyle düzenlemek gerekir ki, devleti yönetenler, akla uygun davransalar da bir duygunun etkisinde kalsalar da, adaletsiz bir biçimde ya da kamu çıkarma aykırı bir biçimde davranamamalılar. Ve insanların işleri iyi yönetmek için ne gibi bir iç etkiye sahip oldukları konusu, devletin güvenliği açısından pek önemli değildir, yeter ki sonunda onlar iyi yönetsinler: ruhun özgürlüğü, yani yüreklilik, özel bir erdemdir ve devlet için zorunlu erdem güvenliktir.

VII. Barbar olsun kültürlü olsun, sonunda tüm insanlar, her yerde töreler koymuş ve toplum durumu kazanmış olduklarına göre, halk iktidarlarının nedenlerini ve doğal temellerini aklın öğrettiklerinden değil, insanların ortak doğasından, yani gerekliliklerinden çıkarmak gerekir.

 

19 Şubat 2022

Engin Geçtan - Rastgele Ben

Rastgele Ben, yakın bir dosta anlatır gibi kaleme alınmış bir anlatı. Engin Geçtan hikâyesine ellili yılların ortalarında genç bir hekim olarak gittiği Amerika'dan başlıyor. Yabancı bir memlekette edindiği ilk mesleki deneyimleri aktarırken, bir yandan da bir zamanların Amerikası'nın renkli bir tasvirini yapıyor: seyahatler, farklı ülkelerden meslektaşlar, etnik gruplar, inanç sistemleri, yaşam biçimleri, dönemin sanat ve kültür hayatı... Sonra Türkiye'ye dönüş, ilk klinik deneyimler, muayenehane tecrübesi, akademik hayatın cilveleriyle tanışma, bir psikiyatristin oluşumu sürecindeki sonu olmayan arayışlar...

Dünden bugüne toplumun dinamikleri ve ona eşlik eden psikolojik süreçler konusunda "izlenimler"le ilerleyen, serbest çağrışımlarla yol alan kitap, yakıcı etkilerini hissettiğimiz güncel konulara da değiniyor: giderek yaygınlaşan depresyon, demokrasi konusundaki algı farklılıkları, kapitalist sistemin bireyden talepleri...

Çocuk merakını, meraklı kedi yanını hiç yitirmeyen Geçtan'dan, yaşam sevinci taşıyan bir yolculuk.

 

 Bir Zamanlar Amerika’da

 "O sıralar bazı sınıf arkadaşlarımın da Amerika'ya gitmek için yollar araştırdıklarını fark ediyorum. Oradaki ciddi doktor açığını keşfetmişler. Mezuniyet albümünde karikatürleri benimle birlikte Çok Gezenler Kulübü başlığıyla aynı sayfaya konulan kızlı erkekli küçük bir grup. Farklı tarihlerle hepimiz tam kadro son gezmemizi Amerika’ya yaptık, en sevdiğim iki arkadaşım ve eşleri orada kaldılar, onları çok özlüyorum. Arkadaşlarımdan Amerika’daki hastanelere intern olarak gideceğimizi öğreniyorum, hepimiz o kelimeyi ilk defa duyuyoruz. İnternin ne olduğuyla ilgili pek fikrim yok, önemi de yok, yola çıkma hazırlığı yapmam gerek.

Beklenmedik bir anda evren önüne bir mecra çıkarıveriyor, orada akmaya başlıyorsun, nereye gidilecekse oraya. Gidilen yerin bir adı var, ama sonrası bilinmez. Eğer bu durum aylar önceden kendi irademle tasarlanmış olsaydı, gideceğim yerde beni nelerin beklediği hakkında fikir sahibi olsaydım, bu bir proje uygulaması olurdu. Ben ise sadece yola çıkmak üzere olduğumu biliyordum."

 

André Gide - Kalpazanlar

Kalpazanlar (Les Faux-monnayeurs), André Gide 'nin yazdığı eser ilk kez 1925 yılında La Nouvelle Revue Française dergisinde yayımlanmıştır. Kalpazanlar Gide'nin kendi deyişiyle "ilk romanı" dır. Bu kitabındaki konu; kişi tam anlamıyla mutluluğa kavuşmak, yaşamın tadını çıkarmak istiyorsa geleneklere değil, kendi yüreğinin sesine uyması gerektiğidir. Andre Gide der ki; "Dünya şayet kurtulabilirse, ancak yerleşik kurallara, kökleşmiş basmakalıp düşüncelere boyun eğmeyenler sayesinde kurtulacaktır".

Romanın konusu genel olarak, Bernard ve Olivier adındaki iki lise öğrencisi ile Edouard isimli bir yazarın çevresinde dönmektedir. Lise bitirme sınavına hazırlanan Bernard tesadüf eseri annesine hitaben yazılmış olan aşk mektuplarını bulur ve kendisinin aslına bir yasak aşkın meyvesi olduğunu öğrenir. Kendisini yetiştiren adamın gerçek babası olmadığını ve asla gerçek bir evlat gibi sevilmediğini düşünerek büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Hâlbuki üvey babası Albéric Profitendieu, Bernard'ı diğer çocuklarından hiçbir zaman ayırt etmemekle birlikte daha fazla sevmiştir. Son derece ağır ve haksız bir mektup kaleme aldıktan sonra evden kaçarak sınıf arkadaşı Olivier in yanına yerleşir. 

 

Umberto Eco - Yanlış Okumalar

 

OĞLUMA MEKTUPLAR

Sevgili Stefano,

Noel yaklaşıyor, çok geçmeden kent merkezindeki büyük mağazalar - oğulları için alıyormuş gibi yaparak- çok sevdikleri elektrikli trenleri, kukla tiyatrosunu, yayı ve oklarıyla birlikte hedef tahtasını ve aile pin-pon setlerini kendileri için satın alacakları ve bu anı sevinçle beklemiş, her yılki ikiyüzlü cömertlik senaryolarını oynayan babalarla dolup taşacak.Ama ben yine de onları gözlemekle yetineceğim, çünkü bu yıl benim sıram henüz gelmedi, sen çok küçüksün daha, Montesori onaylı bebek oyuncakları da büyük bir zevk vermiyor bana, belki de, imalatçı etiketi bütünüyle yutulamayacağına değin garanti verse de bunları ağzıma sokmaktan hoşlanmadığım için.Hayır, beklemem gerekiyor, iki yıl, üç ya da dört yıl.O zaman benim sıram da gelecek; anne egemenliğindeki eğitim aşaması geçecek, tüylü oyuncak ayı yönetimi son bulacak ve kapanacak ve babalık yetkesinin tatlı ve dokunulmaz şiddetiyle senin yurttaş bilincini kalıba dökmeye başlayabileceğim an gelmiş olacak.O zaman Stefano…

O zaman armağanların silahlar olacak.Çifte namlulu tüfekler.Kesintisiz ateş eden silahlar.Hafif makineli tüfekler. Toplar.Bazukalar.Süvari kılıçları.Bütün savaş giysileriyle kurşun askerler ordusu.Açılıp kapanan köprüleriyle şatolar.Kuşatılacak kaleler.Kazamatlar, barut depoları, destroyerler, (…) Kısacası silahlar.Çok sayıda silah.Bunlar, oğlum, bütün Noellerinin anımsanacak şeyleri olacak.

Bayım, şaşkınım-diyecek bazıları-siz, bir nükleer silahsızlanma komitesi üyesi ve barış hareketi destekleyicisi, başkentteki yürüyüşlere katılmış ve arasıra bir Aldermaston mistiği beslemiş olan siz.

Kendimle çelişiyor muyum?Eh, kendimle çelişiyorum (Walt Whitman’ın diyeceği gibi)

Bir sabah, bir dostumun oğluna bir armağan almaya söz verdiğim bir sabah, Frankfurt’taki büyük bir mağazaya girdim ve güzel bir revolver istedim.Herkes şaşkın şaşkın baktı yüzüme:Biz savaş oyuncakları bulundurmuyoruz bayım.Kanınızı dondurmaya yeter bir yanıt.Rezil olmuştum, çıktım oradan ve kaldırımdan geçmekte olan iki Bundeswehr adamıyla burun buruna geldim.Gerçeğe geri dönmüştüm.Hiç kimsenin benimle alay etmesine izin veremezdim.Bundan böyle yalnızca kişisel deneyime güvenecektim, pedagogların canı cehennemeydi.

Benim çocukluğum hep değilse bile çoğunlukla kavgacı geçmişti.Çalılıkların arasında son dakikada doğaçlamadan çaldığım kamışçıklar kullanırdım; park etmiş arabaların gerisine çömelir, otomatik tüfeğimi ateşlerdim; süngü takıp saldırırdım.Çok kanlı savaşlar beni çekiyordu.Evdeyse oyuncak askerlerim vardı.Sinir bozucu stratejilere, haftalarca süren operasyonlara, uzun tüylü oyuncak ayımla kız kardeşimin oyuncak bebeklerinin kalıntılarını seferber ettiğim uzun kampanyalara katılırdı ordular.Paralı askerlerden çeteler kurar, az sayıda fakat sadık taraftarlarıma beni ‘Piazza Cenova terörü’ (şimdi Piazza Mateotti) diye çağırttırırdım.Daha güçlü bir başka birlikle karıştırmak için bir grup Kara Aslan’ı dağıtır, daha sonra da bunlara felaket bir hükümet bildirisi yayınlardım.Monferatto bölgesine yerleşince zorla sokak çetesine alındım ve kıçıma yüz tekme ve tavuk kümesinde üç saat hapislikten oluşan bir erginlenme törenine sokuldum.Nizza Deresi çetesine karşı savaştık, korkunç pis, dehşet saçan bir çeteydi bu.İlk keresinde çok korktum ve kaçtım; ikincisinde dudağımın üzerine bir taş yedim, şimdi hala dilimle hissedebildiğim ufak bir düğüm var orada.(Sonra gerçek savaş başladı.Partizanlar Sten makineli tüfeklerini iki saniyeliğine tutmamıza izin veriyorlardı ve biz alınlarının ortasında bir delikle yerde ölü yatan arkadaşlarımızı görüyorduk.Fakat o zamana kadar erginleşiyorduk, onsekiz yaşındaki gençleri aşk yaparken yakalamak için Belbo nehrinin kıyıları boyunca dolaşıyorduk, bunun dışında, delikanlılığın gizemli bunalımlarının pençesinde, tenin bütün hazlarından vazgeçmiştik.)

Bu savaş oyunları sarhoşluğu, tüfeğe elini sürmeksizin, kışladaki uzun saatlerini ortaçağ felsefesini ciddi ciddi incelemeye adayarak on sekiz aylık askerlik hizmeti yapmayı başarabilen bir adam ortaya çıkardı.Bir çok günahı olan, ama silahları sevmek ve savaşçı değerlerin kutsallığına ve etkinliğine inanmak gibi çirkin bir suçu hiç bir zaman işlememiş olan bir insan.Bir orduyu, ancak askerleri Vajont felaketinden sonra barışçı ve soylu sivil bir amaç uğruna bataklıktan zorla ilerlerken gördüğünde takdir eden bir adam.Savaşlara kesinlikle inanmayan, savaşların haksız ve lanetli olduğuna, insanın bir çatışmaya sürüklendiğinde istemeye istemeye, çabuk biteceğini umarak ve bir onur sorunu olduğunu ve bundan kaçamayacağı için herşeyi tehlikeye atarak dövüştüğüne inanan bir adam.Ve sanıyorum ki, benim savaştan derin, sistemli, aydınca ve belgelere dayanan nefretimi, çocukluk günlerimdeki sağlıklı, masum, platonik olarak oynadığım kanlı oyunlara borçluyum, tıpkı bir kovboy filminden (şiddetli bir kavgadan sonra, hani meyhanenin balkonu çöker, masalar ve büyük ayna kırılır, birisi piyano çalana ateş eder ve dökme cam pencere paramparça aşağıya iner ya, o türden) sinemadan daha temiz, daha sevecen, rahatlamış yanınızdan sizi itip kakarak geçenlere gülümsemeye, yuvasından düşmüş bir serçeyi kurtarmaya hazır çıkışınız gibi; tragedyanın gözlerimizin önünde kan kırmızı bir bayrak sallamasını ve içimizi kutsal Epsom tuzlarıya temizlemesini isterken Aristoteles’in iyice farkında olduğu gibi.

O zaman Eichmann’ın çocukluğu gelir aklıma.Meccano (Çocuklar için çelik konstrüksiyon seti markası) parçalarını inceler ve kitapçıktaki talimatı görev aşkıyla bir bir uygularken yüzündeki o ölüm muhasebecisi ifadesiyle yüzüstü yere uzanmış; kimya setinin kutusunu da açmak istiyor sabırsızca; Küçük Marangoz’un minicik aletlerini, eli genişliğindeki planyayı, yirmi santimlik bir testereyi bir kontrplak parçası üzerine sererken sadistçe bir haz duyuyor.Minyatür vinçler kuran çocuklara bakın!Bu küçük matematikçiler soğuk ve çarpıtılmış zihinlerinde, olgunluk yıllarını güdüleyecek iğrenç karmaşaları baskı altında tutuyorlar. Oyuncak trenin düğmelerini çalıştıran her bir küçük canavarda ölüm kamplarının gelecekteki bir müdürü yatıyor!O sinik oyuncak sanayinin onlar için imal ettiği, gerçekten açılan bagajı, aşağı yukarı indirilebilen pencere camlarıyla aslının kusursuz örnekleri o kibrit kutusu büyüklüğündeki arabalara düşkünlerse, dikkat edin- korkunç!Elektronik bir ordunun her türlü duygudan yoksun, bir atom savaşının kırmızı düğmesine soğukkanlılıkla basacak olan gelecekteki komutanları için korkunç bir eğlence!

Onları şimdiden tanıyabilirsiniz.Büyük arsa spekülatörleri, karakışta kiracısını evi boşaltmaya zorlayan gecekondu ağalarıdır bunlar; o rezil monopol oyununda, mülk alıp satma düşüncesine alışırken, hisse senedi portföyleriyle acımasızca uğraşırken kişiliklerini ortaya çıkarmaktadırlar.Analarının sütünden kazanma tadını almış ve bingo kartlarıyla ticareti öğrenmiş, bugünün Grandet babalarıdır onlar.Lego bloklarında eğitilmiş ölüm bürokratları ve terazileriyle başlamış bürokrasi zombileridir bunlar.

Peki yarın?Sanayileşmiş Noellerin, konuşan, şarkı söyleyen ve yürüyen Amerikan bebekleri, tükenmez pili sayesinde zıplayan,dans eden Japon robotları, düzenekleri her zaman bir giz olarak kalacak radyoyla kontrol edilebilen otomobiller ürettiği bir çocukluktan ne çıkacak ortaya?

Stefano, oğlum benim, sana tüfekler vereceğim.Çünkü tüfek bir oyun değildir.Bir oyun esinidir o.Onunla bir durum, bir dizi ilişki, bir olaylar diyalektiği bulmak zorunda kalacaksın.Bomm diye bağırmak zorunda kalacaksın ve oyunun ancak senin ona verdiğin bir değer taşıdığını, bundan başka bir değeri olmadığını keşfedeceksin.Düşmanları yok ettiğini hayal ederken, can sıkıcı uygarlığın, seni boyuna, şirket psikologlarının verdiği Rorschach testlerine giren bir sinir hastasına döndürmedikçe asla söndüremeyeceği bir atasal dürtüyü doyuruyor olacaksın.Fakat düşmanları öldürmenin bir oyun uydaşımı, bakşa bir sürü oyun gibi bir oyun olduğunu anlayacak ve böylece bunun bir dış gerçeklik olduğunu öğrenecek ve oynarken oyun sınırlarının farkına varacaksın.Öfkenin üstesinden geleceksin, o zaman ne ölümü, ne de yok etmeyi düşünen başka bildirileri almaya hazır olacaksın.Gerçekten de ölümün ve yok etmenin sana hep düşlem öğeleri olarak gelmesi önemlidir, tıpkı hepimizin mutlaka, ama eninde sonunda Alsaslılar için akıl bir dışı bir kin beslemeksizin nefret ettiği Kırmızı Başlıklı Kız öyküsündeki kurt gibi.

Ama öykünün tamamı bu olmayabilir ve ben senin için tamamlamayacağım bu öyküyü.İlk temel içgüdülerin temizlenmesi oyunu içinde, pars construens'ı, değerler bağlantısını daha sonraya, katarsis sonrasına erteleyerek, sırf sinirsel bir boşalım için Colt'unu ateşlemene izin vermeyeceğim.Sen hâlâ koltuğun arkasına gizlenip ateş ederken sana fikirler vermeye çalışacağım.

Önce, Kızılderililere değil, Kızılderililerin yaşadıkları bölgeleri yok eden silah tüccarlarına ve içki satıcılarına ateş etmeyi öğreteceğim.Güneyli köle sahiplerine, Lincoln’e destek olsun diye ateş etmeyi öğreteceğim.Kongolu yamyamlara değil fildişi avcılarına ateş etmeyi öğreteceğim; zayıf bir anımda Dr.Livingstone’u diyelim büyük bir kazan içinde haşlamayı da öğretebilirim.Lawrence’a karşı Arapları oynayacağız; eski Romalıları oynuyorsak, biz Piemontelileri gibi Kelt olan ve yakında kuşkuyla bakmayı öğreneceğin Julius Caesar’dan çok daha temiz olan Galyalılardan yana olacağız; çünkü ölümünden sonra yurttaşların gezinebileceği bahçeleri bahşiş gibi bırakarak, demokratik bir topluluğu özgürlüğünden etmek yanlıştır.O iğrenç General Custer’a karşı Oturan Boğa’nın yanında olacağız.Ve doğallıkla Boxer’ların yanında.İstendiğinde bir Cezayirliyi
sopadan geçirmeyi reddedemeyecek kadar görevinin kölesi Juve ile değil de Fantomas’la birlikte.Ama şaka yapıyorum şimdi:Tabii, Fantomas’ın kötü bir herif olduğunu öğreteceğim sana, ama namussuz Barones Orczy’nin suç ortaklığını yapıp, Scarlet Pimpernel’in bir kahraman olduğunu söylemeyeceğim.İyi insan Danton ve saf Robespierre’in başını belaya sokan pis bir Vendée’liydi ve eğer Fransız İhtilalini oynarsak, Bastille’in alınışına katılacağız.

Bunlar olağanüstü oyunlar olacak.Düşün!Birlikte oynayacağız bunları.Ha, pasta yememize izin vermek istiyordun değil mi?Tamam, M.Santerre, davullar çalsın!Dünyanın bütün örgü örücüleri, birleşin ve örgü şişlerinize ellerinden gelen kötülüğü yaptırın! Bugün Marie Antoinette’in başının uçuruluşu oyununu oynayacağız!

Sapkın çocuk terbiyesi mi diyorsunuz buna?Ve siz doğumundan beri faşist düşmanı bay, çocuğunuzla partizanlar oyununu oynadınız mı hiç?Yatağın arkasına gizlenip de Langhe vadilerindeymiş gibi yaparak , “Dikkatli ol, sağdan Kara Faşist Tugayı geliyor!” diye bağırdınız mı?Bir toparlanmadır bu, ateş ediyorlar, Nazilerin ateşine karşılık verin!Hayır siz oğlunuza inşaat blokları verdiniz ve onu Amerikan yerlilerinin kökünü kurutan dövüşleri göklere çıkaran filmlere gönderdiniz hizmetçiyle.

İşte böyle , sevgili Stefano, sana tüfekler vereceğim.Ve gerçeğin hiçbir zaman tamamen bir yanda olmadığı, son derece karmaşık savaşlar oynamayı öğreteceğim sana.Gençlik yıllarında bir hayli enerji açığa çıkaracaksın, fikirlerin biraz karışık olabilir, ama yavaş yavaş bazı kanılar geliştireceksin.O zaman, büyüdüğünde, bütün bunların bir peri masalı olduğuna inanacaksın:Kırmızı Başlıklı Kız, Sinderella, tüfekler, toplar, düello, büyücü kadın ve yedi cüceler, ordulara karşı ordular.Ama olur da, büyüdüğünde, çocukça düşlerinin o canavar tipleri hala sürüyor olursa, büyücüler, cüceler, devler, ordular, bombalar, zorunlu askerlik hizmeti, belki de peri masallarına karşı eleştirel bir tavır kazandığın için, yaşamayı ve gerçekliği eleştirmeyi öğreneceksin. 

 

16 Şubat 2022

Savaşçı – Doğan Cüceloğlu

Doğan Cüceloğlu, psikoloji alanında Türkiye’nin en saygın bilim insanları arasında gösteriliyor. Savaşçı adlı eseriyle yazar, insanın yaşamdaki zorluklara karşı kendini oluşturma mücadelesini ele alıyor. Cüceloğlu, kitabın başında oluşturduğu “savaşçı” tanımında, güçlü bir insan olmanın gerekliliklerini sanatsal bir üslupla listeliyor. Devamında ise bu yolculuğu diyalog şeklinde ele alarak etraflıca açıklıyor. 

Kitabın iki ana kahramanını, yazarın kendisi Doğan Bey ve Arif Bey adlı bir sınıf öğretmeni oluşturuyor. Arif Bey, kendi benliğini bulma konusunda oldukça umutsuz ve kaybolmuş hissine kapılmış bir adam olarak tasvir ediliyor. Ve kitap boyunca Doğan Bey ile konuşarak aklındaki sorulara cevap arıyor. 

11 ana bölümden oluşan kitabın birinci bölümünde, “kendini arayış” anlatılıyor. İkinci bölümde ele alınan “uyanış ve farkına varma” evresiyle birlikte derin bir yolculuk başlıyor. Ve sonrasında, insanın yaşam savaşında kendisiyle barışık olması için aşılması gereken evrelerden bahsediliyor.

 

Anlamlı ve Coşkulu Bir Yaşam İçin Savaşçı kitabında böyle bir savaştan söz ediyoruz. Söz ediyorum değil, söz ediyoz; çünkü kitabı Arif Bey'le beraber oluşturduk.
Arif Bey kimdir?
Arif Bey, bu kitapta benimle konuşan bir sınıf öğretmeni. O beni bulmadı, aslında ben onu buldum. Uzun zamandır öğretmenlere ulaşmak, onlarla bir diyalog başlatmak gereksinmesi duyuyordum. Arif Bey'i böyle bir arayışın sonucunda buldum.
Arif Bey'in yüreğinde sıkıntı var. Çabalıyor. Anlamak istiyor, yapmak istiyor. Destek bulamıyor. Ve yalnız!... (Doğan Cüceloğlu) 


13 Şubat 2022

Ahmet Cemal - Okumak Ama Neden?

 

Aslında biraz felsefe yapmaya benzer ‘amaç dışında’ okumak; günümüzde birinin ‘alanıyla’ ,‘uğraşıyla’ vb. Doğrudan ya da dolaylı ilintisi bulunmayan kitaplara yelken açmasına genellikle ‘amaç dışında’ okumak deniyor.

Evet, okumanın böylesi , gerçekten de biraz felsefe yapmaya benzer. Çünkü olup bitenleri felsefe sorularıyla sorgulamak gibi, böyle okumak da günlük yaşamın hiçbir somut sorununu çözmez. Böyle çok okumakla para kazanılabildiği pek görülmemiştir. Örneğin-aksine ise epey sıkça rastlanır.

O halde neden okumak? Neden birileri hep daha çok okuyalım diye parçalanmakta, üstelik kendine yaptıkları yetmiyormuş gibi, bir de başkalarını okumaya alıştırmak için çabalamakta? Neden şiirin, romanın, öykünün, denemenin, incelemenin….dünyalarının bu dünyalılara verebilecekleri?

Okumak ile okumamak arasındaki ayrım yaşamakla yaşamamak arasındaki ayrım gibidir. Öyle de, böyle de yaşanır elbet. Ama kimileri vardır ki, bilerek ve bilincine vararak yaşamayı yeğler- bu demek değildir ki böylesi, yaşamda ‘mutluluğun’ kapılarını açar. Fakat bir yanılsamadan kurtardığı kesindir. Dünyayı bilinç yoluyla algılamayı öğrenmek, mutluluk denen şeyin de bir varış noktası değil, ancak bir süreç olabileceğini öğrenmek demektir. İnsana yaşadığı sürece, ‘her noktada ben de vardım’ dedirtecek bir süreç.

Kitaplar, ancak böyle diyebildiklerinde kendilerini yaşamış sayanların dünyasıdır ve böylesi, tek tek uğraşların , konuların sınırlarını çok geride bırakan bir yaşamdır…

Yapı Kredi Yayınları üçaylık edibiyat dergisi Kitap-lık ekinden alıntıdır...

Nilgün Marmara

Kan Atlası

Emel’e

“Ben babamın yuvarladığı

çığın altında kaldım.”

Çolak mırıltılarla dövmelenen çocuk

her gün her gece eğer adasında,

Gözü ağzı elinden alınmış, yosunlar

sarmış bedenini çığlıklarken bunu

su içinde…

Karada, hançer suratlı abinin rüzgarında

uçar adımları.

Geçmiş ilmeğinde saklıdır arzusu

İçinden karanlık, tekrar ve ilenç

sızdıran hayret taşında.

Soruyor hatırasında, “sırtımda ve

sırtında gezinen bu ürperti kim,

bir damla süt yerine bu ağu kim?”

ay gözüyle bakmayan kavruk akıllara

-boy atmış da salgıları,

cücelmiş sezgileri-

bir yanılgı rehavetinde debelenenlere…

Ey, yüzleri

bir babakuş gölgesine

çakılmış olanlar,

Üzgün adım, ileri marş!

Aralık, 86

 

Düşü Ne Biliyorum

Kimdi o kedi, zamanın

eşyayı örseleyen korkusunda

eğerek kuşları yemlerine,

bana ve suçlarıma dolanan?

Gök kaçınca üzerimizden ve

yıldız dengi çözüldüğünde

neydi yaklaşan

yanan yatağından aslanlar geçirmiş

ve gömütünün kapağı hep açık olana?

Yedi tül ardında yazgı uşağı,

görüldüğünde tek boyutlu düzlüktür o

ve bağlanmıştır körler

örümcek salyası kablolarla birbirine

sevişirken,

iskeletin sevincini aklın yangınına

döndüren, fil kuyruğu gerdanlıklarla.

Yine de, zaman kedisi

pençesi ensemde, üzünç kemiğimden

çekerken beni kendi göğüne,

bir kahkaha bölüyor dokusunu

düşler marketinin,

uyanıyorum küstah sözcüklerle:

Ey, iki adımlık yerküre

senin bütün arka bahçelerini

gördüm ben!

 

Sevmekten - Furuğ Ferruhzad

 
Bu gece gözlerinin göğünden
şiirime yıldız yağıyor
kağıtların beyaz sessizliğinde
kıvılcım ekiyor pençelerim

sıtmalı, divane şiirim
arzuların yarığından mahcup
yeniden yakıyor vücudunu onun
ateşlerin ebedi susuzluğu

evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü

karanlıktan sakınmak niye
gece elmas damlalarıyla doludur
geceden geriye kalansa
sarhoş eden leylak kokusudur

ah, bırak kaybolayım sende
benden iz sürerek bulamasın artık kimse izimi
yakıcı ruhun ve nemli ahın
şarkımın gövdesinde essin dursun

ah bırak bu açık pencereden
rüyaların ipekleri üzerinde uyuyarak
ışıltılı bir kanatla uçayım
dünyanın hisarlarından geçeyim

hayattan ne istiyorum biliyorsun
ben sen olayım, sen, tepeden tırnağa sen
bin defa gelmek mümkün olsa dünyaya
her defasında sen, her defasında sen

bir denizdir bende saklı olan
ne zaman güç bulacağım saklamaya kendimi
keşke sana bu korkulu tufanı
anlatacak gücüm olsaydı

öyle doluyum ki seninle
çöllerde koşmak
dağa taşa vurmak başımı
gövdemi dalgalara atmak istiyorum

öyle doluyum ki seninle
kendimden döküleceğim toz gibi
bastığın yere baş koyacağım usulca
uçarı gölgene asılıp kalacağım

evet, sevmenin başlangıcıdır bu
gerçi belirsizdir yolun sonu
ama ben artık düşünmüyorum sonu
sevmektir güzel olan çünkü.


10 Şubat 2022

Yasa Yaparak Hukuk Devleti Olunur Mu?

 

Hukukun tarihsel gerçekliğine baktığımızda Roma döneminden bu yana norm koyarak toplumsal düzenin sağlanacağı tahmin edilmiştir. Ağırlıklı olarak bu yöntemin başarılı olduğu kanaatinde olsak da faşist dikta rejimlerde bu yöntem tam tersine hukuk devleti adı altında birçok suçu örtmek için kullanılmıştır.

Şöyle bir 1500-1600 yıl öncesine küçük bir yolculuk yaptığımızı varsayalım. Dönemin Doğu Roma İmparatoru Justinianus Roma hukukunun temel altyapısını sağlamlaştırmak ve gelecek nesillere derli toplu bir hukuk birikimi bırakmak amacıyla Corpus Iuris Civilis adında bir kitap hazırlatmıştır. İmparator bu kitap ile hukukun belli bir çerçeveye yerleşmesini ve yazılı hukukun, dolayısıyla kanunlaştırma hareketlerinin başlamasına öncülük etmiştir. Böylece yazılı normlarla birlikte hukuki güvence ve öngörülebilirlik sağlanacak, bununla beraber toplumsal yaşama hukukun etkisi bir hayli hızlı bir şekilde adapte edilecekti. Nitekim bu ekseriyetle başarılı da olmuştur.

Ancak toplumun genişlemesi, farklı inanç ve gelenekler nedeniyle ayrışması, gelişen haberleşme ve teknoloji çağı artık tek başına yasa yapmanın yeterli olmadığını gözler önüne sermiştir. Zaman zaman dünyada artan faşist yönetimler hukukun bu olumlu yönlerini suçlarına perde çekmek amacıyla hukuku bir amaç değil araç olarak kullandılar. Yasa yaparak fiillerini meşrulaştırdılar. Bunun en güzel örneği ise Adolf Hitler Almanyası’nda yaşanmıştı. Hitler 1934 yılında bir ceza kanunu yürürlüğe koydu. Alman ceza kanununda ‘’ihanet suçu’’ ismiyle yeni bir ceza türü ortaya çıkardılar. İhanet suçu kapsamında ise Nazi karşıtları suçlanarak cezalandırıldılar.

Bir diğer örnek ise daha da çarpıcı olarak karşımıza çıkıyor. 17 Nisan 1925 İtalya seçimlerine bir göz atalım. Mussolini’nin önderlik ettiği faşist parti 4.5 milyon oy alarak iktidara geldi. Bu oyların büyük çoğunluğu tartışmalara neden olmuştu. Çünkü ölülere ve ülkeyi terk edenlere oylar kullandırıldığı konuşuluyordu. Ancak her şeye rağmen ‘‘Demokrasi’’ ile yönetilen İtalya’nın başında artık faşist bir yönetim vardı. Mussolini iktidarının her ne kadar konuşulması gereken birçok yanı bulunsa da bizi ilgilendiren esas noktası çıkardıkları bir yasaya ilişkin. Faşist irade ülkeyi yönetmeden önce ilk iş olarak seçim sisteminin yapısında değişikliğe giderek kendini garanti altına almayı amaçladı. Nitekim seçim sisteminde köklü bir değişikliğe gittiler ve çıkardıkları yeni bir yasayla oyların yalnızca yüzde 25’ini alarak mecliste bulunan 535 sandalyenin 356’sına sahip olabileceklerdi. Ancak Mussolini’ye bu da yetmedi. 1926 yılına gelindiğinde ise başka bir yasa çıkararak artık İtalyanlara oy hakkı tanımıyor, seçimi tümden rafa kaldırıyordu.

Yukarıda az önce bahsettiğimiz İmparator Justinianus, hukukun yazılı olmasıyla hukuki güvenceyi sağlamayı amaçlarken Adolf Hitler yazılı hukuku suçlarını meşrulaştırmak amacıyla kullandı. Mussolini ise iktidarını sonsuza kadar sürdürmek için yasalar çıkardı. Her şeye rağmen bu faşist dönemlerin sonu insanlık tarihine unutulmayacak şekilde geçti. Bu örneklerle birlikte artık sorumuza bir cevap bulduk gibi gözüküyor olabilir. Ancak şu unutulmamalıdır ki hukuk devleti olmak yasa yapıp yapmaya bağlanamaz. Hukuk devleti olabilmek için en başta vicdan ve adalet duygusuna sahip bir toplum gerekir. İyi bir vicdana ve adalet duygusuna sahip bir millet iyi bir hukuk devletini de inşa eder. Nihayet, Aristo şöyle söylemiştir: Kanun düzendir, iyi kanun iyi düzendir. Devleti oluşturan topluluk yasaların kendisidir, iyi toplum iyi hukuk devletidir.

Kaynakça

1-Tahiroğlu, Bülent, Erdoğmuş, Belgin, Roma Hukuku, Der Yayınları, 2005

2-Toker, Metin, Bir Diktatörün Yolu, 1963

3-Aristo, Poetika, Can Yayınları, 2017

4-Meydan, Sinan, HAFIZA, İnkılap Kitabevi, 2019

Ender Dönmez

 

Bertolt Brecht - Bir Oğul Doğarken


Akıllı olsun derler analar babalar

Oğulları olduğunda.

Ben ise aklımla

İçine ettim tüm yaşantımın.

Şimdi yalnızca

Bilgisiz ve düşüncesiz biri

Olmasını diliyorum oğlumun.

O zaman rahat bir yaşam sürer işte

Bakan olarak kabinede.
 
 

Kötü Camcı - Charles Baudelaire

Kimi insanlar vardır, hep seyirci kalırlar, hiç bir eylemi gerçekleştiremezler, ama bazı bazı, bilinmedik, anlaşılmadık bir itki altında, kendilerine kendi kendilerinin bile yakıştıramayacakları bir çabuklukla, eyleme geçerler.

Kapıcısından üzücü bir haber almaktan korkup da içeriye girmeyi göze alamadan bir saat boyunca kapı önünde korkak korkak dolaşan biri gibi, bir yıldır atılması gereken bir adımı atmaya ancak altı aydan sonra karar verip de birdenbire, yayından fırlamış bir okmuşcasına karşı konulmaz bir güçle eyleme atıldıklarını duyanlar gibi. Her şeyi bildiklerini ileri süren ahlakçılar ve hekimler, bu tembel, bu haz düşkünü ruhlara böyle çılgınca bir gücün böyle birdenbire nereden geldiğini, en basit, en gerekli şeyleri bile yapamazken, en saçma, hatta çoğu zaman en tehlikeli işleri yapmak için, belirli bir dakikada böyle fazladan bir gözüpekliği nerden bulduklarını açıklayamazlar.

Dostlarımdan biri, geçmiş düşçülerin en zararsızı, bir gün bir ormanı ateşlemişti. Söylediğine bakılırsa, ormanın söylendiği kadar kolay tutuşup tutuşmadığını görmek istiyordu. Deney on kez ardarda başarısızlığa uğradı, ama onbirincisinde fazlasıyla başarılı oldu.

Bir başkası, görmek için, öğrenmek için, alın yazısını denemek için, gücünü kendi kendine göstermek için, sıkıntının hazlarını tatmak için, bir zar atmış olmak için, yok yere, iş olsun diye, işsizlikten, bir barut fıçısının yanında sigara yakacaktır.

Sıkıntı ile düşten fışkıran bir güçtür bu; içlerinde rahatça böyle bir güç doğan kimseler de, dediğim gibi, yaratıkların en gevşekleri, en çok düş içinde yaşayanlardır.

Bir başkası, insanların bakışları karşısında bile gözlerini yere dikecek derecede, bir kahveye girmek için ya da denetmenlerini Minos’un, Eaque’ın, Rhadamanthe’ın tantanalı görünüşüne bürünmüş gibi gördüğü tiyatro bürosunun önünden geçmek için bütün zavallı istemini toplaması gerekecek derecede çekingen bir başkası, yanından geçen bir ihtiyarın boynuna atılacaktır birdenbire, şaşırmış kalabalık önünde coşkunlukla öpecektir onu.

Neden? Çünkü... çünkü bu yüz ona dayanılmaz derecede sevimli geliyordu da ondan mı? Belki de; ama nedenini kendisinin de bilmediğini düşünmek daha doğru olur.

Alaycı ifritlerin içimize sızıp da bize, biz farkında bile olmadan, en saçma isteklerini bile yerine getirttiklerine inanmamıza yol açan bu bunalımların, bu atılışların bir çok kez kurbanı oldum ben.

Bir sabah somurtkan, kederliydim, boş durmaktan bitkin düşmüştüm, bana öyle geliyordu ki, büyük bir şey, parlak bir iş yapmaya doğru itilmiş bir durumda kalkmıştım; sonra pencereyi açtım, ne yazık!

(Dikkat buyurun, rica ederim, kimi kişilerde bir çalışmanın ya da bir düzenin değil de rasgele bir esintinin sonucu olan aldatmaca eğilimin, hekimlere göre isterik, hekimlerden biraz daha iyi düşünenlere göre şeytansı olan, bizi dirençsiz olarak bir sürü tehlikeli ve uygunsuz eylemlere doğru iten yaratılışta çok payı vardır.)

Sokakta gördüğüm ilk insan bir camcı oldu, tiz ve uyumsuz bağırtısı, Paris’in ağır, kirli havası içinden bana kadar yükseldi. Bu zavallı adama duyduğum, beklenmedik olduğu kadar da zorbaca kinin nerden geldiğini söylememe olanak yok.

“Hey! hey!” dedim, yukarı çıkmasını söyledim bağırarak. Bu arada, oda altıncı katta, merdiven de pek dar olduğundan, adamın yukarı çıkarken epey güçlük çekeceğini, kırılmaları işten bile olmayan mallarının oraya buraya takılacağını düşünüyor, bundan da epeyce keyif duyuyordum

En sonunda göründü: Merakla gözden geçirdim bütün camları; sonra da: “Nasıl olur! Renkli camlarınız yok mu?” dedim ona. “Pembe, kırmızı, mavi camlar? Sihirli camlar, cennet camları? Ne kadar düşüncesizsiniz! Yoksul semtlerde dolaşmaya kalkıyorsunuz, ama yaşamı güzel gösterecek camlarınız bile yok!” Sonra da hızla merdivene doğru ittim onu, homurdanarak sendeledi.

Balkona çıktım, küçük bir çiçek saksısı aldım elime, adam kapının önüne çıkınca, savaş aracımı diklemesine camlarının arka ucuna doğru bıraktım; çarpma sonunda kendisi de devrilince, bütün o zavallı, gezgin serveti sırtının altında kırıldı, yıldırım çarpmış bir kristal sarayın şangırtılı gürültüsü duyuldu.

Ben çılgınlığımla sarhoş olmuş, kızgın kızgın bağırıyordum ona: “Güzel yaşam! Güzel yaşam!”

Bu sinirli şakalar tehlikesiz değildir, çoğu kez fazlasıyla pahalıya da mal olabilir. Ama bir saniyede erginin sonsuzluğuna kavuşmuşlar için, cehennem sonsuzluğunun sözü mü olur?

 Paris Sıkıntısı

 

06 Şubat 2022

Haiukulardan Seçmeler / Çeşitli


GYODAİ
Tan soğuğunda,
Dorukta durmuş bekler
Tek başına çam

Hava kararır
Ve Başlar kar,
Lapa lapa yağmaya

ŞİKİ
Unutturdu bak
Kavun çalmayı bile
Soğuyan hava

Kar manzarası
Kalıvermiş baharda
Başı dumanlı

BONÇO
Rüzgarsız günde
Kendisi isteyerek
Düşüyor yaprak

SOSEKİ
Konma kelebek!
Çiçek değil, gölgesi
Fırçamdan çıkan

Güz rüzgarında
Yok benim için
Ne bir tanrı ne Buda

SAMPU
Gel, yorgan ol ört,
Aşk için parlayan ay,
Kalbimi ısıt

Vardır her otun çiçeği,
Bilmesek de
İsimlerini

KYORAİ
Soğuk yüzünden
Bakamam yarım aya
Başım göğsümde

YAYÜ
Ah saf korkuluk,
Tahta gövden altından
Çalıyor kuşlar

Hapşırdığımda
Gözden yitirdim birden,
Tarlakuşunu

ONİTSURA
Suskun bir çiçek
Kulağının ardında
Seni izlerim

Bu sonbaharda
Yok dizimde çocuğum
Aya bakarken

İSSA
Tombul kurbağa
Umudunu yitirme
İssa burada

Bir adam ile
Paylaşıyor odayı,
Bir büyük sinek

Anayurdumda
Sivrisinekler bile
Beni sokuyor

Şebnemin ömrü
Bu kadarcıktır işte,
Daha ne gerek

Bir kurbağacık;
Sakin ve huzur dolu
Bakar dağlara

Sakin ol cırcır,
Deprem yok yatağımda
Kıpırdıyorum

Arkadaşıdır
Ateşböceklerinin,
Handa fareler

Güz rüzgarları
Dağın gölgesini de
Savuruverdi

ÇORA
Bakınca bulut,
Bakmadığım zamansa,
Parıldayan ay

OTSUCİ
Soğuk gecede
Coşkuyla konuşurdum,
Sesim yabancı

GOÇİKU
Uzun gecede
Suyun sesiyle gelir
Düşündüklerim

RAİZAN
Japon bülbülü
Raşomon'dan duyarım
Baygın sesini

RANSETSU
Karpuzlar bile
Kendi kendilerini
İdare eder

Tırtılın biri
Kemiriyor çeltiği
Ses çıkartmadan

Neler neler getiriyor
insanın aklına -
şu çiçek açan kiraz!
BAŞO

Ah, şu yaz günleri!
Adsız, önemsiz bir dağ
bürünmüş sabahın sisine
BAŞO

Burada, dağ geçidinde
nasılsa deliyor yüreği
otlarda menekşeler
BAŞO

Bütün gün
şakıdı durdu tarlakuşu-
günler ne kadar kısa!
BAŞO

Uyan! Uyan! Benim gelen,
bana arkadaşlık edesin diye,
uyuyan kelebek!
BAŞO

Gel, gidip
yağan karı seyredelim
üzerinde yuvarlandığımız
BAŞO

Yağışını
birlikte seyrettiğimiz kar
bu yıl gene yağdı mı?
BAŞO

İlk soğuk sağanaklar
sanki maymun bile
hasır bir palto derdinde
BAŞO

Kyo'dayım ya,
gene de Kyo'yu özlüyorum-
ey, zaman kuşu!
BAŞO

Güz rüzgarları esiyor
gene de ne kadar yeşil
kestane kozalakları
BAŞO

Kala kala
kuruyan otlar kalmış
askerin düşlerinden
BAŞO

Yıl sonu-
hala başında hasır şapka
hala ayağında çarık
BAŞO

Haziran yağmuru-
gülhatmiler
güneşe çeviriyorlar yüzlerini
BAŞO

At sırtında uyukluyorum,
aya doğru yükseliyor
yanan çay yapraklarının dumanı
BAŞO

Yolun sonu-
ben hala yaşıyorum
şu güz akşamı
BAŞO

Kış günü-
atımın üstünde
donmuş bir gölge
BAŞO

Güz-
kuşlarla bulutlar bile
yaşlı görünüyorlar
BAŞO

Denize sürüklüyor
kızıl kızgın güneşi
Mogami nehri
BAŞO

"Karanlık indiğine göre,
şahinin gözleri de görmeyecek!"
Böyle şakıyor bıldırcın
BAŞO

Güzün sonuna doğru,
kim bilir ne yapıyordur
şu anda komşum?
BAŞO

Her yer öyle sessiz ki,
kayaları deliyor
ağustosböceğinin sesi
BAŞO

Dağ yolunda çiçek açan
eriğin kokusuyla birden
güneş doğuyor!
BAŞO

Arada bir bulutlanıyor gök,
böylece dinlenme fırsatı buluyor
aya bakmaktan yorulanlar
BAŞO

Bu yol:
kimseler yok görünürde,
iniyor güz karanlığı
BAŞO

Güz, gün kavuştu;
"Lambayı yakayım mı?" diye
sormaya geliyor biri
ETSUJİN

Bu yılın da sonu geldi:
gizledim bizimkilerden
saçıma ak düştüğünü
ETSUJİN

Yağmurdan eğilen
olgun arpa başakları
nasıl da daraltıyorlar yolu!
JOSO

Uyuyan bir kelebek!
Kim bilir ne yapıyordur
geceleri?
KİKAKU

Her şeyden önce
korkulukları deviriyor
güz fırtınaları
KYOROKU

Ateş küllenmiş, gece ilerliyor-
birden
kapım çalınıyor
KYOROKU

Birden bir ürperme-
odamda ölmüş karımın
ayağıma takılan tarağı
BUSON

Öyle bir ay var ki gökte,
hırsız da durmuş
türkü söylüyor
BUSON

Yağmurda bir geyik,
üç kez bağırıyor-
sonra hiç duyulmuyor
BUSON

Öfkeyle geri döndüm:
sonra baktım, bahçede
söğüt ağacı
RYOTO

Mum ışığına bakıyorum,
evet, rüzgar çıkmış,
bu gece kar yağacak
RYOTO

Giden bana
ve kalan sana
iki ayrı güz
TAİGİ

Uçan bir ateşböceği!
"Bak! Bak şurada!" diyecekken
yanımda kimseyi göremiyorum
TAİGİ

Tapınağın çanında
uyuyakalmış
bir kelebek
TAİGİ

Birden yağmur boşanıyor-
binmişim çırılçıplak
çıplak atımın üstüne
İSSA

"Kiraz çiçek mi açmış?"
Buralarda
otlar da çiçek açıyor
İSSA

Bülbülün türküsü
yağmurda sırılsıklam
bu sabah
İSSA

Böcekler, ağlamayın!
aşıklar da, yıldızlar da
ayrılmak zorunda birbirlerinden
İSSA

N'olur uçup gitme bülbül,
türkün güzel olmasa da
benimsin
İSSA

Unutma,
cehennemde yürüyoruz
çiçeklere bakarak
İSSA

Çekirge,
ben gidince,
göz kulak ol mezarıma
İSSA

Ne güzel
gökteki yıldızlara bakmak
kağıt pencerenin deliğinden
İSSA

Erik
çiçek açtığında
cehennem donar
İSSA

Ödünç alıp evimi
böceklerden
uyudum
İSSA

Bırakıp gittiğim
eski evimde
kirazlar çiçek açmış
İSSA

On bir atlı birden
geriye bakmadan gidiyorlar
savrulan karların içinden
ŞİKİ

Kimseler bilmiyor
kimin yazdığını
bu eşsiz bahar türküsünü
ŞİKİ

Pembeler arasında
uçup duran beyaz kelebek
kim bilir kimin ruhu!
ŞİKİ

Gece - seni beklerken
gene yağmura dönüyor
şu soğuk rüzgar
ŞİKİ

Çeşitli
Çeşitli 

 

02 Şubat 2022

Bertrand Russell - Saadet Yolu

 ÖNSÖZ Bu kitap ne bilginler için yazılmıştır, ne de pratik bir problemi sadece söz konusu edilecek bir şey sayanlar için. Önünüzdeki sahifelerde ne derin bir felsefe, ne de geniş bilgiler vardır. Maksadım, sağduyu ürünü olduklarını sandığım bazı görüşleri bir araya getirmektir. Okura sunulan reçeteler üzerindeki bütün iddiam da, bunların kendi tecrübe ve gözlemlerimle doğrulanmış oldukları; bir de kendim bunlara uygun hareket ettiğim zamanlar mutluluğumu artırdıklarıdır. Bu bakımdandır ki, mutluluğun tadını çıkarmak yerine mutsuzluk acısı çeken, kadın, erkek, birçok kimselerin kendi durumlarının teşhisi ile kurtulma çarelerini bu kitapta bulabilecekleri umudunu beslemekteyim. Şuna da inanmaktayım ki, bu kitabı yazmama sebep olan iyi niyet gibi doğru yönde harcanacak bir çabayla çok kimseler mutluluğa kavuşabilir. B. R. 

"Hayvanlara uzun uzun bakıyorum da Ben de hayvanlaşıp onlar gibi yaşayabilirim diyorum, hepsi kendi aleminde, öyle huzur içinde..Hallerinden sızlanmazlar, kan-ter dökmemekteler, Karanlıkta gözleri açık uzanmıyorlar ve ağlamıyorlar günahlarına,Tanrıya olan borçlarını konuşup midemi bulandırmıyorlar, Hepsi hoşnut, hiçbirinin mal, manat hırsıyla gözü dönmüş değildir, Hiçbiri ne öbürünün, ne de binlerce yıl önce yaşamış kendi türünden birinin önünde diz çökmüyor. Hiçbiri ne dünyanın en mutsuzu, ne de  en saygı değeridir." Walt Whitman

NEDEN MUTSUZ OLURLAR? Hayvanlar sıhhatli oldukları ve yeterince yiyecek buldukları sürece mutludurlar. Düşününce insanların da mutlu olması gerek, ama modern hayatta böyle olmadığı; daha doğrusu büyük bir çoğunluğun mutlu olmadığı görülüyor. Siz kendiniz de mutlu değilseniz, bir tek sizin bu halde olmadığınızı bilirsiniz. Eğer mutluysanız, tanıdıklarınızdan kaçının mutlu olduğunu kendi kendinize sorun bakalım. Dostlarınızı gözden geçirirken, yüz çizgilerini okumaya çalışın; günlük hayatınızda karşılaştığınız kimselerin ruh haletlerini sezmek için tetikte olun. Blake ( 1) bir şiirinde şöyle diyor: 

Her gördüğüm çehrede bir ifade, 

Zaaf alameti, hüzün belirtisidir. 

BERTRAND RUSSELL SAADET YOLU