19 Haziran 2019

İnsanlık İçin Matematik - Blaise Pascal

Her seçim bir vazgeçiştir.
 
Düşünce gücümüz arttıkça, özgür insanların çoğaldığını görürüz. Basit insanlar, kişiler arasında bir ayrım görmezler.

Tanrı’yı tanımak ve onu sevmek arasında ne çok fark vardır.

Ölümü düşünmek ne kadar tehlikesiz de olsa, ölümü hiç düşünmeden ona katlanmak daha kolaydır.

Ölüme, yoksulluğa, bilgisizliğe çare bulamayan insanlar; mutlu olmak için bunları hiç düşünmemek gerektiğini anladılar.

Zaten insan dediğin doğada nedir ki? Sonsuzluğun karşısında hiçbir şey, hiçliğin karşısında her şey, hiçbir şey ve her şey arasında bir orta nokta ve ikisini de anlamaktan son derece uzak. Bir şeylerin başlangıcı ve sonu ondan delinmez bir sırla ele geçirilemez bir şekilde saklanmış. İçine sürüklendiği hiçliği de, içinde kaybolduğu sonsuzluğu da görebilmekten eşit derecede aciz.


İnsanlık İçin Matematik - Blaise Pascal Melisa Türkoğlu
 

Maksim Gorki " Makar Çudra"


Maksim Gorki’ den bir çingene öyküsü: Gidiyorsan dosdoğru kendi yolundan git  

 Kıyıya çarpan dalgaların şıpırtısından ve kıyı çalılarının hışırtısından doğan düşündürücü ezgiyi bozkıra yayarak, nemli soğuk bir rüzgâr esiyordu denizden. Kimi zaman hızlanarak, taşıyıp getirdiği buruşuk, sarı yaprakları ateşe fırlatıyor; çevremizi kuşatan güz gecesinin sisi titriyor ve ürkerek geriye çekilip, bir an için, solda sınırsız bozkırı, sağda sonsuz denizi, tam karşımda da elli adım ötemize konmuş olan obasının atlarını bekleyen yaşlı çingene Makar Çudra’nın görüntüsünü açığa çıkarıyordu

Yaşlı çingene, yakası açık gocuğunun çıplak bıraktığı kıllı göğsüne acımasızca çarpan soğuk rüzgâr dalgalarına aldırış etmeden; yüzü bana dönük, güzel, güçlü bir tavırla yarı uzanmış, kocaman çubuğunu düzenle çekiyor, ağzından ve burnundan koyu duman yığınları salıyor; başımın üzerinden bozkırın ölüm sessizliği içindeki karanlığında bir yerlere gözlerini dikmiş, ara vermeden ve rüzgârın keskin vuruşlarından korunmak için herhangi bir harekette bulunmadan, benimle sohbet ediyordu.

– Demek geziyorsun böyle? Çok güzel! Kendine şanlı bir kader seçmişsin şahinim! Zaten gerekli olan da budur. Gezip görecek, hayatın tadını çıkaracak, sonra da yatıp öleceksin… Gerisine kulak asma!
Onun bu görüşüne karşı ileri sürdüğüm düşünceleri kuşkuyla dinleyerek:

– Hayat ha? Başka insanlar ha? diye sürdürdü sözlerini. Hele hele! Sana ne bunlardan?

Senin kendi hayatın yok mu? Başka insanlar sensiz yaşıyorlar ve sensiz yaşayacaklar. Yoksa birbirlerine gerekli olduğunu mu sanıyorsun? Sen ne ekmeksin, ne de değnek, kimsenin sana ihtiyacı yoktur.

– Öğrenmek ve öğretmek ha? İnsanlara nasıl mutlu olacaklarını öğretebilir misin bakalım? Hayır şahinim, öğretemezsin. Saçını sakalını ağart da, öğretmek sözünü sonra al ağzına. Ne öğretebileceğini sanıyorsun? Herkes kendisine gerekli olan şeyi biliyor. Akıllı olanlar her şeyi elde eder, aptalların eline zırnık bile geçmez, herkes öğrenmesi gerekli olan şeyi kendi kendine öğrenir…
– Çok gülünç varlıklar şu senin insanların. İç içe girmişler, birbirlerini eziyorlar. Oysa,bak, dünya ne kadar geniş. (Eliyle bozkırı gösterdi.) Herkes çalışıyor. Niçin? Kimin yararına? Kimse bilmiyor. Çift süren bir insan gördüğüm zaman, gücünü ter damlaları halinde toprağa akıttığını, sonra da aynı toprağın içinde çürüyeceğini düşünürüm. Zavallı adam! Ondan hiçbir iz kalmayacak geriye. Dünyayı tarlasından ibaret sanarak, doğduğu gibi, boş bir kafayla ölüp gidecek.
– Peki, niçin doğdu bu adam? Toprağı kurcalamak ve kendisine bir mezar bile kazamadan ölmek için… Özgürlük denen şeyden haberi var mıdır? Bozkırın sonsuzluğu ona ne anlatır? Bu dalga dalga yayılan ezgi onun yüreğine de sevinç salar mı? Hayır! O bir köle olarak doğdu ve bütün hayatınca köle olarak yaşadı, mesele budur işte! Ne gelir elinden? Eğer biraz akıllanırsa, kendini asmaktan başka hiçbir şey…
– Beri bak, şu gözlerimin elli sekiz yıldır gördüklerini oturup kâğıda dökecek olsam, senin o torban gibi bin tanesi almaz. Haydi, gitmediğim bir ülke adı söyle bakayım. Hiç yorulma, söyleyemezsin. Gördüğüm nice ülkelerin adını bile işitmemişsindir sen. İşte, hayat diye ben böylesine derim. Durmadan gideceksin. Ne varsa bundadır. Bir yerde uzun süre kalma. Niye kalasın ki? Geceyle gündüz nasıl birbirlerini kovalayarak dünyanın çevresinde dolaşıyorlarsa; sen de hayattan soğumamak istiyorsan, düşüncelerini onun üzerinde toplamaktan kaçın. Hayat üzerine düşünmeye başladın mı, bil ki soğursun ondan… Her zaman böyle olur bu. Zamanında benim başıma da geldi. Hele hele! Benim başıma da geldi şahinim.
– Galiçina’da, hapishanedeydim. Can sıkıntısından, “Ben niçin yaşıyorum?” diye düşünmeye başladım. Hapishane çok sıkıcıdır şahinim, of, öyle sıkıcıdır ki! Aldı mı beni bir keder… Pencereden tarlalara bakarken yüreğimi bir keder alıp başladı mı sıkmaya kıskaçlarıyla… Niçin yaşadığını kim söyleyebilir? Hiç kimse söyleyemez şahinim! Kendine bu soruyu sormanın da gereği yoktur. Yaşamaya bak, gerisine kulak asma. Gez, dolaş, çevrende olup bitenleri gözle, hiçbir zaman kedere kapılmazsın. Ben o zaman az kalsın kuşağımla kendimi asıyordum… Ya!
– Adamın biriyle konuşuyordum. Sizin Ruslardan, sert bir adam. Ona kalırsa, gönlünün dilediği gibi değil de, Tanrı’nın buyurduğu gibi yaşamalıymış. Tanrı’ya yakarırsan, dilediğin her şeyi verirmiş sana. Oysa kendisi delik-deşik, yırtık-pırtık giysiler içindeydi. Dedim ki; “Sana yeni giysiler vermesi için Tanrı’ya yakarsana!” Kızdı, sövüp sayarak kovdu beni. Oysa, az önce insanları bağışlamak, sevmek gerektiğinden söz ediyordu. Eğer sözlerim ona dokunduysa, beni bağışlasaydı ya. Al işte sana öğretmen! Başkalarına az yemek gerektiğini öğretir, kendileri günde on öğün tıkınırlar.
Ateşe tükürdü, çubuğunu yeniden doldurarak sustu. Rüzgâr hazin ve kısık bir uğultuyla esiyordu. Karanlıkta atlar kişniyor, tatlı, tutkulu bir Ukrayna şarkısı akıp geliyordu obadan. Makar’ın dilber kızı Nonka söylüyordu bu şarkıyı. Onun göğüsten gelen gür kesini tanıyordum artık. “Merhaba” derken ya da şarkı söylerken, yani her zaman bir tuhaf, hoşnutsuz, tiz bir çınlayışı vardı bu sesin. Esmer, donuk yüzünde bir çariçenin gururu okunur; gölgeli, koyu kahverengi gözleri karşı konulamaz güzelliğinin bilinciyle, öteki insanlara karşı horgörüyle parlardı.
Makar, çubuğunu uzattı.
– Çek, dedi. Kız güzel söylüyor değil mi? Hele hele! İster miydin böyle bir dilber sevdalansın sana? İstemezdin ha? Aferin! Kızlara inanma, uzak dur onlardan. Aman aklından çıkarma bunu. Bir kızla öpüşmek, tütün içmekten daha hoştur elbette. Ama onu bir kere öptün mü, özgürlüğü yüreğinden sil artık. Seni öyle görünmez bağlarla kendine bağlar ki, bir daha koparamazsın. Bütün benliğini yitirirsin. Evet! Kendini kızlardan korumalısın! Öyle de yalancıdırlar ki! Seni dünyada her şeyden daha çok sevdiğini söyler ya, toplu iğne ucuyla şöyle bir dokun bakalım; dünyayı başına yıkar alimallah! Bilirim ben onları! He-hey! öyle bir bilirim ki! İster misin, gerçek bir olay anlatayım sana şahinim? Sen de aklından çıkarma onu. Aklından çıkarmadığın sürece de, kuş gibi özgür olursun.
Zobar adında genç bir Çingene delikanlısı yaşardı bir zamanlar, Loyko Zobar. Bütün Macaristan, Çek ülkeleri, Slavya, uzun sözün kısası, şu denizin çevresinde yaşayan kim varsa tanırdı onu; öyle yiğit bir delikanlıydı işte! O ülkelerde hangi köye gidersen git, Loyko’yu öldürmeye yeminli birkaç adama raslardın. Fakat o yine de yaşayıp giderdi. Eğer hoşuna giden bir at görmüşse, sen o atın bekçiliği için bir alay asker gönder istersen, fark etmez, Zobar mutlaka boy gösterirdi o atın üstünde! He-hey! Sanki kimseden korkusu mu vardı onun? Şeytan bütün takım taklavatıyla birlikte karşısına çıksa, diyelim ki bıçağını çekmeye fırsat bulamadı, herhalde küfürü basar, şeytanların suratlarının ortasına yapıştırırdı tekmeyi. Evet, tam tamına böyle olurdu işte!

Onu tanımayan ya da öykülerini işitmeyen Çingene obası yoktu. Aklı fikri atlardaydı Loyko Zobar’ın. Ama çok uzun sürmezdi hevesi. Biraz bindikten sonra hayvanı satar, parayı da sağa sola dağıtırdı. Kimseden gizlisi saklısı yoktu. Eğer sana gerekliyse, git yüreğini iste. Kendi elleriyle koparır, verirdi. Yeter ki, sen hoşnut ol! İşte böyle bir delikanlıydı o, şahinim!
Bizim oba o sıralarda, bundan on yıl kadar önce Bukovina taraflarında göçteydi. Bir gün, -bir ilkbahar gecesi-, ben, Koşuta’ya karşı savaşan asker Danilo, yaşlı Nur, Danilo’nun kızı Radda ve tüm oba halkı bir arada oturuyorduk.
Benim Nonka’yı biliyorsun değil mi? Çariçe gibi kızdır! Ama Radda’nın yanında o bir hiçtir, sözü bile edilmez! Radda’nın güzelliğini sözcüklerle anlatamazsın. Bu güzelliği belki bir keman dile getirebilirdi. Ama o kemanı çalmaya da adam gerek…
Çok yiğidin yüreğini kuruttu bu Radda, o-hoo, pek çok yiğidin. Moravya’da, saçları perçem perçem yaşlı bir derebeyi taş kesildi onu görünce. Atının üzerinde, sıtma tutmuş gibi titreye titreye baka kaldı. Çok yakışıklı bir adamdı. Şeytan, bayramlıklarını giyinse o kadar yakışıklı olabilirdi ancak. Kaftanı altın sırmalarla kaplıydı. Böğründeki kılıç; şimşek gibi parlıyor, atı eşiniyor, kılıcını baştan başa kaplayan değerli taşlar ışıl ışıl ışıldıyordu. Şapkasına da gök parçası gibi mavi bir kadife takılıydı… Böylesine görkemli bir derebeyiydi işte! Radda’ya baktı baktı da:
“- Hey, kız! dedi. Bir öpücük ver, bir kese altın al!”
Radda arkasını dönüverdi.
“- Eğer incittiysem, bağışla beni, hiç değilse tatlı bakışını esirgeme…”
Yaşlı derebeyi o saat yelkenleri suya indirmişti. Kuşağından bir kese altın çıkarıp Radda’nın ayaklarının dibine fırlattı. Kocaman bir altın kesesiydi bu, kardeş! Fakat kız, sanki kazara çarpıyormuş gibi, keseyi ayağının ucuyla çamura itivermesin mi! Haydi bakalım!..
Derebeyi:

“- Alacağın olsun kız!” diye ah etti, atını kamçıladı, bir toz bulutu içinde gözden yitti.

Ertesi gün yeniden çıkıp geldi. Obaya doğru gök gürültüsü bir sesle:
“- Kimdir o kızın babası?” diye gürledi.
Danilo çıktı.
“- Kızını bana sat, ne istersen vereyim!”
Danilo ona şöyle dedi:
“- Domuzlarından vicdanlarına kadar her şeylerini Leh beyleri satar sadece. Ben Koşuto’ya karşı savaşmış adamım, ticaretten anlamam!”
Yaşlı derebeyi öfkeden kıpkırmızı kesildi, tam kılıcına davranmak üzereydi ki, bizimkilerden biri atın kulağına bir köz parçası değdirince hayvan üzerindeki biniciyle birlikte tozu dumana katıp gitti. Biz de toparlanıp yola koyulduk. Birinci gün geçti, ikinci gün baktık, seninki gelip yetişti!
“- Hey!” diye bağırdı. “Tanrı’nın ve sizlerin karşısında, vicdanımın temiz olduğuna yemin ederim. Evlenmek istiyorum onunla. Her şeyimi sizinle paylaşmaya hazırım. Çok zengin bir adamım ben!”
Yalım yalım yanıyor, rüzgâra tutulmuş deve dikeni gibi, eyerin üzerinde sallanıyordu. Hepimiz bir kararsızlık içinde kaldık.

Danilo:
“- Haydi bakalım kız! Konuş!” dedi.
Radda bize bakarak:
“- Gönül rızasıyla karga yuvasına giren dişi kartal gördünüz mü siz? diye sordu.
Danilo gülmeye başladı. Biz de onunla birlikte güldük.
“- Aferin kız! İşittin mi bey? Olmadı bu iş! Sen kendine bir güvercin ara en iyisi, o daha
uysaldır.”
Yeniden yola koyulduk.
Derebeyi şapkasını başından alıp yere çaldı, atını öyle bir sürdü ki, yer yerinden oynadı sanırsın. İşte Radda böyle bir dilberdi şahinim!
Evet! Gecelerden bir gece oturmuş, bozkırdan dalga dalga yayılan ezgiyi dinliyorduk. Ne ezgidir o! Sanki kanımızı tutuşturuyor, bir yerlere çağırıyordu bizi. İçimizde öyle bir şey yapmak isteği uyanıyordu ki, artık yaşamanın da gereği kalmayacaktı ondan sonra. Ya da yaşarsan bütün dünyanın çarı olarak yaşayacaktın, şahinim!
Ansızın karanlıklar içinde bir at belirdi. Üzerinde keman çalan bir adamla bize doğru yaklaştı. Adam ateşin yanında atı durdurdu, çalmayı bıraktı, gülerek bizden yana baktı.

Danilo sevinçle:
“-He-hey!” diye bağırdı. “Zobar, sen misin? Ta kendisi, Loyko Zobar!”
Bıyıkları neredeyse omuzlarına değiyor, saçlarının kıvrımlarıyla karışıyordu. Gözleri yıldızlar gibi pırıl pırıldı. Ya gülüşü, hey Tanrım, bir güneşti sanki! Atıyla birlikte sanki tek bir demir parçasından dövülmüştü. Ateşin kızıllığı içinde kana batmış gibi duruyor, ak dişlerini göstererek gülümsüyordu. Eğer tek bir söz söylemesinden ya da şu dünyada benim de yaşadığımı fark etmesinden daha önce onu kendi özüm gibi sevmediysem gözüm kör olsun!
Dünyada böyle insanlar da vardır şahinim! Gözlerine bir kere bakar, ruhunu tutsak ederler. Sen de bundan utanç duymadığın gibi, gururlanırsın bile. Olursan, böyle bir adam ol işte. Böyle adamlar azdır dostum. Fakat iyi ki de azlar. Dünyada iyi şeyler çok olsaydı, nereden belli olurdu iyilikleri? Uzatmayalım! Öykümüze dönelim!

Radda şöyle dedi:
“- Çok güzel çalıyorsun Loyko! Bu kadar güzel sesli kemanı kim yaptı sana?”
Loyko gülerek:
“- Kendim yaptım,” diye karşılık verdi. “Hem de ağaçtan değil, çok sevdiğim bir kızın göğsünden yaptım onu. Tellerini de kızın yüreğinden kendi ellerimle söküp çıkardım.
Keman hâlâ biraz yalan söylüyor ama, yay kullanmakta ustayımdır ben!”
Kızların başını döndürüp onları kendimize bağlamak için sık sık başvurulan bir oyundur bu. Ama Loyko yanlış kapı çalmıştı bu kez.
Radda öte yana dönüp esneyerek:

“- Bir de Zobar’ın akıllı, becerikli bir adam olduğunu söylerlerdi” dedi. “Şu insanlar
amma da yalancı oluyor!”

Sonra oradan uzaklaştı.
Loyko, gözleri parlayarak:
“- Vay! Çok keskin dişlerin varmış güzelim!” diye bağırdı.
Atından indi, yanımıza gelerek:
“- Merhaba kardeşler!” dedi. “İşte ben de aranızdayım!”
Danilo:
“- Hoş geldin, safalar getirdin şahinim!” diye karşılık verdi.
Öpüştük, sohbet ettik, sonra yatmaya çekildik… Deliksiz bir uyku çektikten sonra, sabahleyin bir de baktık Zobar’ın kafası bir çaputla sarılı. Bu da nesi? Uyurken at tepmişmiş…
Breh, breh, breh! Tabii atın kim olduğunu anlayıp bıyık altından gülmeye başladık. Danilo da bizimle birlikte gülüyordu. Loyko, Radda’ya layık değil miydi sanki? Layıktı elbette! Fakat bir kız ne kadar güzel olursa olsun, ruhu sığ ve dardır. İstersen bir batman altın as boynuna, fark etmez, yine de yaranamazsın. Neyse, uzun sözün kısası, işte böyle oldu şahinim!

Oralarda yaşayıp gidiyorduk. İşlerimiz fena değildi o sıralar. Zobar da bizimle birlikteydi. Arkadaş diye ben öylesine derim işte! Yaşlı bir adam kadar bilgiliydi. Anlamadığı şey yoktu. Hem Rusça, hem de Macarca okuyup yazması vardı üstelik. Kimi zaman öyle bir sohbet açardı ki, ömrün boyunca uyanık kalıp dinlemek isterdin! Hele bir keman çalışı vardı, dünyada onun gibi keman çalan bir başkası daha çıkarsa, yıldırım çarpsın beni! Yayı tellerin üzerinden bir geçirdi mi yüreğin titrerdi. İkinci geçirişinde soluğun tutulur, kulak kesilirdin. Gülümseye gülümseye çalardı. Dinlerken, aynı zamanda hem ağlamak, hem gülmek isteğiyle dolardı için. Bakarsın, acı acı inleyen birisi senden yardım ister, sanki bir bıçakla yüreğini oyardı. Bakarsın bozkır, gökyüzüne acıklı masallar anlatırdı. Bakarsın genç bir kız, yiğit bir delikanlının ardı sıra gözyaşı dökerdi!.. Yiğit delikanlı, bozkıra sevgilisinin adını ünlerdi. Ve ansızın, hey anam! Bir de bakmışsın, dolu dizgin, capcanlı bir şarkı çınlamaya başlar, sanki gökteki güneş bile bu şarkının ezgileriyle oynamaya koyulurdu! Ya, işte böyle şahinim!

İnsan bütün varlığıyla o şarkıyı içine sindirir, bütün benliğiyle kölesi olurdu onun. Eğer o sırada Loyko “Davranın bıçaklara arkadaşlar! diye bağıracak olsa, hepimiz bıçaklarımızı çeker, gözümüzü kırpmadan yürürdük onun gösterdiği yere. İnsanlara istediği herşeyi yaptırabilirdi.

Hepimiz seviyorduk onu, candan seviyorduk. Sadece Radda hiç yüz vermiyordu delikanlıya. İş bu kadarla kalsa neyse ne, üstelik bir de alay ediyordu onunla. Zobar’a çok sataşıyordu kız, domuzuna sataşıyordu! Loyko dişlerini gıcırdatıyor, bıyıklarını çekiştiriyor, gözleri uçurumlardan daha kara, bakıp duruyordu. Kimi zaman öyle bir parıltı gelirdi ki onlara, korkardın. Geceleri bozkırın uzaklarına açılır, kemanı sabaha kadar ağlar, sanki sahibinin ölen özgürlüğü için gözyaşı dökerdi. Bizlerse yattığımız yerde bu ezgileri dinler, ne yapmamız gerektiğini düşünüp dururduk. Biliyorduk ki, birbirine doğru yuvarlanan iki kayanın arasında durulmaz, ezilirsin. Böylece günler geçip gidiyordu.
Bir gün hep birlikte oturmuş, işlerden konuşuyorduk. Canımız sıkıldı. Danilo, Loyko’ya:

“Zobar, bir şarkı söyle de içimiz açılsın!” dedi. Loyko az ötede sırtüstü yatıp gökyüzüne bakan Radda’ya gözlerini dikti, kemanın tellerine dokundu. Öyle ezgiler döküldü ki, keman gerçekten de bir kız yüreğinden yapılmıştı sanırsın. Loyko şu şarkıyı söylemeye başladı:

Hey-hey! Bir ateş yakar bağrımı,
Bozkır nasıl da geniştir!
Atım rüzgâr kadar hızlı,
Bileğim çelik gibidir.
Radda başını döndürdü, azıcık kalkarak şarkıcının gözlerine bakıp hafifçe gülümsedi.
Loyko şafak gibi alev alev tutuştu.

Hey-hop! Haydi arkadaşım, davran!
Sürelim atlarımızı dört nala!
Bozkırı kaplamış kara bir duman,
Ama bizi bir şafak bekliyor uzakta!

Hey-hey! Uçarak karşılayalım günü,
Dönüp yükselerek havaya!
Fakat atlarımızın yelesi
Zarar vermesin güzelim aya!
İşte, buydu söylediği şarkı! Kimse böyle şarkılar söyleyemez şimdi! Fakat Radda süzüle süzüle:
“- Sen bari o kadar yükseklere çıkarmasaydın Loyko, korkarım burnunun üstüne bir su birikintisine düşersin de, bıyıkların kirlenir!” demez mi!
Loyko azgın bir canavar gibi baktı kıza, fakat hiçbir şey söylemedi. Sabrederek şarkısına döndü yine:
Hey-hop! Ansızın bir gün doğacak Sarılıp uyuyacağız senle ben.
Hey-hey! Bir utanç alevi bedenlerimizden
Geçip ikimizi de yakıp kavuracak!
Danilo:
“- Şarkı diye ben buna derim işte!” dedi. “Ömrümde işitmemiştim böylesini. Eğer
yalanım varsa şeytanın tütün çubuğu olayım!”
Yaşlı Nur hem bıyıklarını oynatıyor, hem de omuzlarını titretiyordu. Loyko’nun yiğit
koçaklaması hepimizin kanını kaynatmıştı! Sadece Radda’ydı hoşnut olmayan.
Üzerimize bir kova buzlu su döker gibi:

“- Kartal çığlığına özenen sivrisineğin biri, bir gün tam böyle vızıldıyordu işte!” dedi.
Danilo kızına dönerek:
“- Sen kamçılanmak istiyorsun galiba Radda?” diye çıkıştı.
Zobar şapkasını yere çaldı, yüzü toprak gibi karararak şöyle dedi:
“- Dur Danilo! Kızgın katıra çelik gem gerek! Kızını bana karılığa ver!”
Danilo:
“- Amma da laf!” diye gülümsedi. “Alabilirsen al, senin olsun!”
Loyko:
“- Pekâlâ!” dedi ve Radda’ya şunları söyledi:
“- Bana bak kız, o kadar böbürlenme! Senin gibi çok kız gördüm ben, hey anam, çok kız gördüm! Fakat hiçbiri senin kadar sarsmadı yüreğimi. Eh, Radda, ruhumu tutsak ettin! Ne yapalım? Başa gelen çekilir! Üstüne binip kendinden kaçabileceğin bir at yok!… Tanrı’nın, kendi vicdanımın, babanın ve bütün burada bulunanların önünde, bana varmanı istiyorum. Fakat, sakın bana gem vurmaya kalkışma. Ben özgür bir adamım, gönlümün dilediği gibi yaşamak isterim!”
Sonra dişleri sıkılmış, gözleri çakmak çakmak, Radda’ya doğru yürüdü. Elini kıza uzattı.
Eh, bozkır atı Radda’ya da gem vuruldu diye düşünüyorduk ki, delikanlının, kolları havada sallanarak küt diye ensesi üstüne yere yuvarlandığını görmemiz bir oldu!..
Bu ne iştir? Loyko’nun yüreğine bir kurşun değmişti sanki. Radda onun ayaklarına bir kamçı dolamış, sonra da kendine doğru çekmişti. Loyko’nun düşmesinin nedeni buydu.
Kız yeniden uzanmış, kımıldamadan, sessizce gülümsüyordu. Loyko yere oturmuş, sanki çatlayacağından korkuyormuşçasına, başını ellerinin arasına almış, sıkıştırıyordu. Sonra sessizce kalktı, kimsenin yüzüne bakmadan bozkırın içerlerine doğru yürüyüp gitti. Nur bana: “Onun peşinden git!” diye fısıldadı. Ben de gecenin karanlığında, Loyko’nun peşi sıra sessizce bozkıra süzüldüm. Evet, işte böyle oldu şahinim!
Makar çubuğundaki külleri silkti, yeniden tütün doldurmaya başladı. Ben kaputuma daha sıkı sarındım, yere uzanıp onun güneşten ve rüzgârdan kararmış yaşlı yüzüne bakmaya koyuldum. Başını sert, keskin bir hareketle sallayarak kendi kendine bir şeyler mırıldandı. Ağarmış bıyıkları kımıldadı, rüzgâr saçlarını savurdu. Üzerine yıldırım düşmüş yaşlı bir meşeyi andırıyordu. Fakat yine de güçlü, sağlam ve mağrurdu. Deniz, eskisi gibi kıyıyla fısıldaşıyor, rüzgâr yine onun hışırtısını bozkıra yayıyordu. Nonka şarkı söylemiyordu artık. Fakat gökyüzünde toplanan bulutlar, güz gecesini daha da karartmışlardı.
Loyko başını öne eğmiş, kollarını kamçı gibi sarkıtmış, ağır adımlarla yürüyordu. Dere kıyısına varınca bir taşın üzerine oturdu, derin bir ah çekti. Merhametten yüreğim parça parça oldu. Ama yine de yanına varamadım. Acı karşısında sözün ne değeri var? Öyle değil mi? Ya! Bir saat, iki saat, üç saat geçti. O kımıldamadan, öylece oturuyordu.
Ben de az ötede uzanmıştım. Aydınlık bir geceydi. Ay, bozkırı gümüş ışıklarına boğuyor, uzaklar kolayca görülüyordu.

Ansızın Radda’nın obadan bize doğru hızlı hızlı geldiğini gördüm.
İçim sevinçle doldu. “Yaşasın!” diye düşündüm. “Aslan kızdır şu Radda!”
Delikanlıya doğru yaklaştı. Loyko hâlâ bir şeyin farkında değildi. Elini onun omuzuna koydu. Loyko titredi, ellerini gevşeterek başını kaldırdı ve sıçramasıyla bıçağına davranması bir oldu. Vay! Baktım, boğazlayacak kızı! Hemen obaya seslenip Loyko’nun üzerine atılmak üzereydim ki, Radda’nın sesini işittim:
“- Bırak onu! Kafanı parçalarım yoksa!”
Bir de baktım, Radda elinde bir tabanca tutuyor, namlusunu da Zobar’ın alnına doğrultmuş! Vay şeytanın kızı! Eh, şimdi güçleri eşit, bakalım bundan sonra ne olacak diye düşündüm.

Radda tabancayı kuşağına sokarak:
“- Dinle!” dedi. “Buraya seni öldürmeye değil, uzlaşmaya geldim, bırak o bıçağı!”
Delikanlı bıçağı yere attı, asık bir yüzle kızın gözlerine bakmaya başladı. Görülecek şeydi bu kardeş! İki insan karşı karşıya durmuş, canavarlar gibi birbirlerine bakıyorlar.İkisi de öylesine iyi, öylesine yiğit kişiler. Parlak ay, bir de ben, onlara bakıyoruz.

Radda:
“- Dinle beni Loyko,” dedi. “Seni seviyorum ben!”
Öteki elleriyle ayakları bağlıymışçasına, sadece omuzlarını oynattı.
“- Çok yiğit gördüm. Ama sen yiğitlikte de, güzellikte de hepsinden üstünsün.

Hangisine bir göz kırpsam bıyıklarını keser, istesem hepsi ayaklarıma kapanırdı. Fakat ne anlamı var bunun? Hiçbiri gerçekten yiğit değildi. Hepsi de sünepe gibi olacaktı karşımda. Dünyada yiğit çingeneler çok azaldı Loyko, çok azaldı! Şimdiye kadar kimseyi sevmedim, fakat seni seviyorum. Ama özgürlüğü de severim ben! Özgürlüğü senden daha çok seviyorum Loyko! Ben sensiz yaşayamam, sen de bensiz yaşayamazsın. İşte bu yüzden, bütün benliğinle benim olmanı istiyorum. İşitiyor musun?”
Delikanlı gülümsedi:
“- İşitiyorum! Sözlerin yüreğime sevinç veriyor! Devam et!”
“- Bir şey daha var Loyko. İstediğin kadar kaçamak yap, nasıl olsa yeneceğim seni, benim olacaksın. Öyleyse boş yere zaman yitirme. Öpüşlerim, okşayışlarım seni bekliyor… Seni öyle bir öpeceğim ki Loyko!.. Öpüşlerim vahşi hayatını unutturacak sana… Ve yiğit Çingenelerin öylesine hoşlandıkları canlı şarkıların bozkırda çınlamayacak artık… Bana, Radda’ya aşk şarkıları, tatlı şarkılar söyleyeceksin… Öyleyse zaman yitirme boş yere. Demem o ki, genç bir oğlanın yaşlı yoldaşına boyun eğmesi gibi, yarın bana boyun eğeceksin. Bütün obanın önünde ayaklarıma kapanıp sağ elimi öpmeni istiyorum. İşte o zaman senin karın olacağım.”
Bak sen iblisin kızının istediğine! İşitilmiş şey değildi bu! Yaşlılar, çok eskiden Karadağlılarda böyle bir âdetin bulunduğundan söz ederlerdi ya, Çingeneler arasında hiçbir zaman böyle bir şey olmamıştı! Haydi bakalım, bundan daha gülünç bir şey bulabilir misin şahinim? Bir yıl kafa patlatsan, bulamazsın!
Loyko sarsıldı; göğsünden yaralanmışçasına öyle bir haykırdı ki, bütün bozkır çınladı.
Radda titredi, fakat hemen toparlandı.

“- Haydi, yarına kadar hoşça kal, fakat yarın sana emrettiğim şeyi yapacaksın. Tamam
mı Loyko?”
Zobar:
“- Tamam!” diye inledi. “Yapacağım!” ve ellerini kıza uzattı.
Radda delikanlıya bakmadı bile. Zobar, rüzgârın biçtiği bir ağaç gibi sendeledi; yarı hıçkırarak, yarı gülerek yere kapaklandı.
Lânet olası Radda, delikanlıyı böylesine yiyip bitirmişti işte. Onu güçlükle kendine getirebildim.
Tüh! Hangi şeytan ister insanların acı çekmesini? İnsan yüreğinin acıdan yırtıla yırtıla inlediğini işitmekten kim hoşlanır? İşin yoksa, düşün artık!…
Obaya döndüm, olup bitenleri yaşlılara anlattım. Düşünüldü, işin nereye varacağını beklemeye karar verildi. Sonra ne oldu bak: Akşamüstü hepimiz ateşin çevresinde toplandığımızda Loyko da geldi. Bir gece içinde korkunç kötülemiş, zayıflamıştı. Çökük gözlerini yere indirdi, kimsenin yüzüne bakmadan şunları söyledi:
“- Bakın ne oldu arkadaşlar: Bu gece yüreğimi gözledim; eski, özgür hayatıma yer bulamadım onda… Orada sadece Radda yaşıyor, hepsi bu! İşte o, güzel Radda, bir çariçe gibi gülümsüyordu! Özgürlüğünü benden daha çok seviyormuş. Bense onu özgürlüğümden daha çok seviyorum. Ona varasıya kadar, bir şahinin ördeklerle oynaması gibi kızlarla oynayan yiğit Loyko Zobar’ın onun güzelliği karşısında nasıl boyun eğdiğini göresiniz diye emrettiği üzere hepinizin önünde Radda’nın ayaklarına kapanmaya karar verdim. Sonra benim karım olacak, beni öylesine sevip okşayacak ki, içimden sizlere şarkı söylemek gelmeyecek artık. Yok olan özgürlüğüme yanmayacağım! Öyle değil mi Radda?”
Delikanlı gözlerini kaldırarak kuşkuyla Radda’ya baktı. Kız hiçbir şey söylemeden başını sertçe salladı, eliyle ayaklarını gösterdi. Bizler, taş kesilmişçesine bakıyorduk. Hattâ, Loyko Zobar’ın -bu kız Radda bile olsa- bir kızın ayaklarına kapandığını görmemek için çekip bir yerlere gitmek istiyorduk. Yürekler acısı bir şeydi bu.

Radda:
“- Haydi!” diye bağırdı Zobar’a.
Delikanlı:
“- Dur bakalım, acele etme, istediğin olacak. Bıkacaksın hattâ…” diyerek güldü. Sanki gülmedi de, bir çelik çınladı sanırsın. Sonra bize dönerek:
“- İşte her şey tamam arkadaşlar!” dedi. “Ne kalıyor geriye? Radda’nın yüreği bana söylediği gibi sağlam mı gerçekten? Geriye bunu denemek kalıyor sadece. Kusura bakmayın kardeşler, ben de bunu deneyeceğim şimdi!”
Biz daha onun ne demek istediğini anlayamadan, Radda’nın yerde yattığını görmemiz bir oldu. Zobar’ın sapına kadar saplanmış eğri bıçağı göğsünde sallanıyordu. Donakaldık. Radda bıçağı çekip çıkardı, bir yana fırlattı, kara saçlarının bir tutamını göğsüne bastırdı ve gülümseyerek; gür, açık bir sesle:

“- Elveda Loyko! Böyle yapacağını biliyordum!…” dedi ve öldü…
Görüyor musun kızı şahinim? Yalanım varsa Allah belamı versin! Böylesine iblis bir kızdı!
Loyko bozkıra dönerek:
“- He-hey! Şimdi ayaklarına kapanabilirim işte gururlu kraliçe!” diye haykırdı. Yere atıldı ve dudaklarını ölü Radda’nın ayaklarına bastırarak öylece kaldı. Bizler şapkalarımızı çıkarmış, sessizce duruyorduk.
Böyle bir durumda ne yaparsın şahinim? Haydi bakalım! Nur, “Bağlayalım onu…” diyecek oldu, fakat hiçbirimizin Loyko Zobar’ı bağlamaya kalkmayacağını, içimizin böyle bir şey götürmeyeceğini o da biliyordu. Elini sallayarak bir kıyıya çekildi. Danilo, Radda’nın bir yana fırlattığı bıçağı yerden aldı, ağarmış bıyıklarını oynatarak uzun uzun baktı ona. Üzerinde Radda’nın kanı kurumamıştı daha. İnadına eğri, inadına sivri bir bıçaktı bu. Sonra Zobar’a yaklaştı, bıçağı onun sırtına, tam kalbinin hizasına sapladı. Eski asker Danilo, Radda’nın babasıydı ne de olsa!
Loyko, Danilo’ya dönerek; açık, anlaşılır bir sesle:
“- Bak hele!” dedi ve Radda’ya yetişmeye gitti.
Öylece bakakaldık. Radda elindeki bir tutam saçı göğsüne bastırmış, açık gözleri mavi gökyüzüne dikili, yatıyordu. Onun ayaklarının ucunda da yiğit Loyko Zobar uzanıyordu. Perçemleri dağılmış, yüzü görünmez olmuştu.
Derin bir düşünceye dalmıştık hepimiz. Yaşlı Danilo’nun bıyıkları titriyordu. Gür kaşlarını çatmış, gözlerini gökyüzüne dikmiş, bir şey söylemeden öylece duruyordu. Akbaba gibi apak bir adam olan Nur, yüzükoyun yere uzanmış, zayıf omuzları sarsıla sarsıla ağlıyordu.
Ağlanacak şeydi bu şahinim!
-… Gidiyorsan dosdoğru kendi yolundan git, bir yana sapayım deme. Hayat dediğin budur işte, gerisine kulak asma!…
Makar sustu. Çubuğunu tütün kesesine yerleştirerek gocuğunun önünü örttü. Damla damla bir yağmur serpiştirmeye, rüzgâr şiddetlenmeye başlamıştı. Deniz boğuk, kızgın bir sesle gürlüyordu. Atlar, birbiri arkasına, sönmekte olan ateşe yaklaşıyor; iri, akıllı gözleriyle bizi inceleyerek sessiz bir halka halinde çevremizde toplanıyorlardı.
Makar onlara okşayıcı bir sesle:
“- Hop, hop, hey!” diye ünledi. Sonra kuzgun renkli sevgili atının boynuna eliyle vurdu, bana dönerek “Uyuyalım artık” dedi ve gocuğunu başına çekip toprağa uzanarak sessizliğe gömüldü.
Ben uyuyamıyordum. Gözlerimi bozkırın karanlığına dikmiştim. Orada, havada, Radda’nın bir çariçe kadar güzel ve mağrur görüntüsü yüzüyordu. Elindeki bir tutam saçı göğsündeki yaraya bastırmıştı. Esmer, ince parmaklarının arasından damla damla akan kan, ateş kızıllığında yaldızcıklar gibi toprağa dökülüyordu.
Yiğit Loyko Zobar’ın görüntüsü de onun peşi sıra akıp gidiyordu. Gür, kara perçemleri yüzüne dökülmüştü. Onların altından da soğuk, iri gözyaşı damlaları birbiri arkasına yuvarlanıyordu…
Yağmur şiddetleniyor; deniz, eski asker Danilo’nun kızı Radda’yla yiğit Loyko Zobar’a, bu güzel ve mağrur Çingene çiftine karanlık, görkemli bir ağıt yakıyordu.
Onlar gecenin karanlığında, sessizce, yavaş yavaş koşuyorlar, yakışıklı Loyko mağrur Radda’ya bir türlü yetişemiyordu.
1892
Yol Arkadaşım  Öyküler

Körlük - José Saramago

Usta yazarın belki de en etkileyici yapıtı olan, sinemaya da uyarlanmış Körlük, toplumsal yaşamın nasıl bir vahşete dönüşebileceğini müthiş bir incelikle gözler önüne sererken, insana dair son umut kırıntısını da bir kadının tek başına örgütlediği dayanışma ve direniş örneğiyle sergileyen unutulmaz eserler arasında yerini almıştır.

Kitap, ilk olarak 1999'da Türkçeye çevrilmiştir. Konusu, körlüğün salgın bir hastalık gibi yayıldığı bir toplumda korku ve paniğin hâkim olması sonucu ahlaki değerlerin çökmesidir. Kitaptaki olaylar, adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir şehrinde geçmektedir.

 ***

Belki de her şey gerçek kimliğine körler dünyasında kavuşur, dedi doktor. Peki, ya insanlar, dedi koyu renk gözlüklü genç kız. Onlar da, çünkü artık onları gören göz kalmamıştır.

Jose Saramago

Dünyadaki herkesin aniden kör olduğunu ve kimsenin bizi göremeyeceğini bilsek nasıl davranırdık? Acaba bizleri kontrol edecek veya cezalandıracak bir otoritenin olmaması, içimizdeki ilkel dürtüleri harekete geçirir miydi? Açlık mı baskın gelirdi, yoksa etik değerlerimiz mi? Peki ama körlük sadece gözlerde mi gerçekleşir? Vicdanı körleşmiş insanlara ne diyeceğiz?

Nobel ödüllü Portekizli yazar Jose Saramago’nun 1995 yılında yayımlanan romanı Körlük, okurunu işte böylesi zorlu sorularla karşı karşıya bırakıyor. Körlük, yayımlandığı günden beri çağdaş dünya edebiyatının klasikleri arasına girmiş ve kimi eleştirmenlerce gelmiş geçmiş en iyi romanlardan biri olarak karşılanmıştır. Hatta Norveç Kitap Kulüpleri’nin Paul Auster, Carlos Fuentes, Milan Kundera, Amin Maalouf, Salman Rushdie ve Orhan Pamuk dahil, yaşayan 100 büyük yazara sorarak oluşturduğu ankette, “gelmiş geçmiş en iyi 100 edebi yapıttan biri” seçilmiştir. Bugüne kadar milyonlarca kitap yazıldığı düşünüldüğünde ve bu romanın böylesi bir listeye girmesinden hareketle, hem de en usta yazarların seçimiyle, ne denli önemli bir yapıtla karşı karşıya olduğumuzu anlayabilir; kitabı okuduğumuz süreç boyunca da bu seçimin doğruluğuna bizzat şahit olabiliriz.

“Körlük” Hakkında

“Bakabiliyorsan gör, görebiliyorsan gözle” alıntısıyla başlar Körlük adlı roman. Trafiğin oldukça yoğun olduğu bir caddede, yeşil ışığı beklemekte olan şoförlerden biri aniden kör olur. Körlük bir salgın gibi hızla yayılır. Önce bu ilk körün arabasını çalan hırsız, sonra hırsızın karısı, sonra gittiği göz doktoru ve hastanedeki diğer sakinler… Ama bu körlük, salgına yakalananların her şeyi diğer körler gibi karanlık değil, tam aksine bembeyaz görmesine sebep olur. Bu nedenle “beyaz felaket” olarak adlandırılır. Salgına yakalanmayan tek kişi vardır; doktorun karısı.. Hükümet hemen acil eylem planını devreye sokar ve körleri bir akıl hastanesine kapatarak karantinaya alır. Yani bu “tehlikeli” insanları toplumdan dışlayarak, onları yok sayarak problemi çözmeye çalışır. Körler çeşitli koğuşlara yerleştirilir ve günde üç öğün yemek bırakılır. Doktorun karısı da kör taklidi yaparak onunla birlikte bu akıl hastanesine girer. Yetkililer, akıl hastanesinin etrafını silahlı askerlerle çevirerek kaçmalarını engellemeye çalışır. Ancak körlük büyük bir hızla yayılmasını sürdürür ve kısa zamanda akıl hastanesindeki körlerin nüfusu artar. Dolayısıyla zaman geçtikçe yiyecek paylaşma konusunda sıkıntılar baş gösterir. Silaha sahip bir koğuş, diğer koğuşlardaki körleri ezmeye ve onların tüm varlıklarına el koymaya başlar. Sonrasında da onların kadınlarını isterler. Doktorun karısı bu tecavüzlere dayanamayarak onların liderini makasla öldürür. Sonrasında yazarın roman boyunca “vicdansızlar” şeklinde tarif ettiği bu silahlı koğuşu ateşe verirler. Akıl hastanesi tamamen yanar. Bu yangından sadece doktor ve karısının da içlerinde olduğu grup kurtulur. Akıl hastanesinden çıktıklarında, tüm ülkenin aslında kör olduğunu anlarlar. Sokaklarda “beyaz felaket” kol gezmektedir. Kör gruplar vahşice yiyecek peşinde, birbirleriyle ve diğer gruplarla ölümüne kavga halindedir. Tüm sokaklar kan ve insan pislikleriyle doludur. Pis koku ve kaos ülkeye egemen olmuştur. Doktorun karısının gözlerinin görmesi sayesinde grup, açlıktan ve kavgalardan nispeten uzak durur. Romanın sonunda grup bir kiliseye girer. Doktorun karısı, kilisedeki tüm resim ve heykellerin gözlerine beyaz bant çekildiğini fark eder. Eve döndüklerinde hepsi yavaş yavaş yeniden görmeye başlar. Her şeyi en başından beri görmekte olan doktorun karısı ellerini açıp gökyüzüne baktığında, tüm gökyüzünü bembeyaz görür. Roman böylece noktalanır.

Kahramanların hiçbirinin adını dahi bilmeyiz. Yazar her birini “doktor, doktorun karısı, hırsız, koyu renk gözlüklü genç kız” gibi çeşitli sıfatlarla geçiştirir. Üstelik kahramanların diyalogları da anlatıcının sesine yedirilerek metni okuyucu nezdinde adeta uzun bir monologa dönüştürür. Okur, kahramanlar arasındaki diyalogların ve anlatıcının sesinin iç içe olması sebebiyle romanı takip etmekte güçlük çeker ve dolayısıyla kendini bir labirentin içinde bulur. Ayrıca Saramago, roman boyunca nokta ve virgül dışında bir noktalama işareti kullanmaz. Bu da metnin bütüncüllüğüne katkıda bulunan bir başka yöntemdir.

İnsanoğlunun Erdeminin Sorgulanması

İngiliz yazar William Golding’in ünlü distopik şaheseri “Sineklerin Tanrısı” adlı romanında vurguladığı bir şey vardı; “İnsan, iktidarın ve yasaların onu denetlemediğine dair bir fikir edinirse, özünde yer alan yıkıcı yanını ortaya çıkarır.” Sineklerin Tanrısı’nda en masum yaşlarında olan çocuklar aracılığıyla insanoğlunun bu faşizan, yıkıcı ve yabanıl eğilimlerini büyük bir ustalıkla yansıtan Golding, Nobel edebiyat ödülüyle onurlandırılmıştı. Ondan yıllar sonra, insanoğlunun özündeki ilkel dürtülerin otorite boşluğuyla ortaya çıkabileceğini “körleşme” metaforuyla ele alan Saramago da romanın yayımlanışından sadece üç yıl sonra aynı ödüle değer görüldü. Golding’in Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi, Körlük romanında da insanları en aşağılık halleriyle görürüz: Aniden kör olan birinin bu zaafından faydalanmaya çalışan bir hırsız, oğlunun körlüğü kendine geçmesin diye ona mesafeli duran bir anne, vücutlarını biraz ekmek için diğer körlere sunan kadınlar, bir parça kuru ekmek için kadınlarının başka erkeklerce tecavüz edilmesine ses çıkarmayan erkekler, karısının tüm fedakarlığına rağmen onu bir başka kadınla aldatan bir koca, yiyecek için birbirlerini vahşice öldüren insanlar, toplumdan gerçekleri gizleyen ve hastaları tedavi yoluna gitmektense dört duvar arasına tıkarak ötekileştiren, yok sayan ve ölüme terk eden devlet yöneticileri… Bu bakımdan Körlük romanı, insanoğlunun etik değerlerinin çürümüşlüğüne karşı bir uyarı olarak da okunabilir.

Dinsel Göndermeleri

Jose Saramago’nun ateist oluşu, bunu hiç çekinmeden dile getirmesi, üstelik de bir marksist olması, ülkesinde baskılar görmesine sebep olmuş, işinden edilmiş, kitapları yasaklanmıştı. Ve Saramago, bu baskılar karşısında ülkesinden ayrılarak 2010 yılındaki ölümüne dek İspanya’ya bağlı bir adada yaşadı. Sözünü hiçbir zaman sakınmadı, yapıtlarında dine ve politik duruşuna mutlaka göndermelerde bulundu. Nitekim, “Körlük” romanının bir yerinde (sf 209), “(…)incitme ve aşağılanmaların dünya kurulduğundan buyana var olduğu kimse için bir giz değildi, insanı şaşırtacak bir yanı da yoktu, hatta dünyanın bu tür davranışlarla başladığına kuşku yok, dense yeriydi.” diyor kahramanlardan biri. Romanın sonunu da hatırlayacak olursak durum daha da netleşir. Körler grubunun gören lideri olan doktorun karısı kiliseye girdiğinde tüm dini resim, heykel ve sembollerin gözlerinin romandaki körlüğün simgesi olan beyazla kapatıldığını fark eder. Hemen ardından doktorun karısının eşlik ettiği grup dahil kentteki herkes aniden görmeye başlar. Romanın son sayfasında ise doktorun karısı gökyüzüne baktığında onu da bembeyaz renkte görür. Önce kör olduğunu sanır ama yere baktığında kör olmadığını fark eder. Peki kilisedeki tüm dini sembollerin gözlerinin beyaz bantla kapatılmış olmasından ve dahası, tanrının varlığını simgelediğine inanılan gökyüzünün bembeyaza bürünmesinden ne anlam çıkarabiliriz? Yoksa onlar da mı bu “beyaz felakete” yakalanmıştı? Romanın bu muğlak finalinden hareketle, sadece insanların değil dini kurumların ve tanrının da yazar tarafından körlükle suçlandığını pekala söyleyebiliriz. Saramago’ya göre, tanrı ve onun yeryüzündeki temsilcileri de bu kaosa göz yummuş ve körleşmişlerdir.

“Ne düşündüğümü merak ediyorsanız, bu kitapla anlatmak istediğim hepimizin körleşmeye başladığı değildi. Bence körleşmiyoruz. Hepimiz körüz. Körüz ama bakıyoruz. Bakabilen ama görmeyen kör insanlar.” diyordu Jose Saramago roman hakkında sorulan bir soruya. Nitekim romanın sonunda da bir kahramanın ağzından şu cümleler tokat gibi çarpar okuyucunun suratına, “Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük, gördüğü halde görmeyen körler” Dolayısıyla Saramago, burada körleşme metaforuyla insanoğlunun erdemini sorguluyor. Acaba görmek sadece biyolojik bir eylem midir? Gözlerimizin görmeyi reddettiği bazı durumlar olmuyor mu? Gözlerimizi çıplak gerçeklerden, etik değerlerden ve vicdani sorumluluk gerektiren anlardan kaçırmak, Saramago’nun deyişiyle, “ bakar-körlük” değil de nedir? Peki siz gerçekten de görebiliyor musunuz? Yoksa sadece bakıyor musunuz?

 Seçilmiş sözler

İnsanlar zaten kördür, sadece bunu bilmezler.

Hepimizin içinde adını koyamadığımız bir şey var, işte biz oyuz. 

 
 Aslında körlük, umudun tükendiği bir dünyada yaşamaktı.

Bence biz kör olmadık, biz zaten kördük. Gören körler mi, gördüğü halde görmeyen körler.

 Tam anlamıyla insan gibi yaşayamıyorsak, en azından tam anlamıyla hayvan gibi yaşamamak için elimizden geleni yapalım.

 Nasıl ki cüppe giymekle keşiş olunmuyorsa, eline asa almakla da kral olunmaz.

Sonunda, en büyük kötülüklerin bile, içinde o kötülüğe sabırla katlanmamıza yetecek kadar iyilik barındırdığı sonucuna kaçınılmaz olarak bir kez daha varacağız.

 Zaman geçtikçe, birlikte yaşarken ve genetik değişimler olurken, vicdanımızı giderek damarlarımızda dolaşan kanın rengine ve gözyaşlarımızın tuzuna buladık, bu da yetmiyormuş gibi, gözlerimizi içimizi gören bir aynaya dönüştürdük, sonuçta gözlerimiz, ağzımızla inkâr etmeye çalıştığımız şeyleri çoğu zaman hiç çekincesiz gözler önüne serer hale geldi.

İyiyim, deyip geçiştiririz ya öyle söylemişti, hatta ölecek durumda olsak bile iyiyim deriz, kabaca buna yiğitliğe bok sürdürmemek denir, olayları böyle mantıksızca tersine çevirmek yalnızca insan türüne özgüdür.

    Dikkatli bakılmadıkça fark edilmeyen kusurlar, sadece söz edildiğinde gerçekte olduklarından daha kötü görünürdü göze.

    Üzüntü ile sevinç şu ile yağ gibi değildir, birbirine karışabilir.

    Alevi en parlak olan mum yolu aydınlatan mumdur.

    Bazı sorunlar, üzerinde uzun uzun konuşunca kötüye gidebilir, yerinde söylenmiş birkaç sözse onları kolayca çözebilir.

    Hepimizin zayıf anları olur, ağlayabildiğimiz için çok şanslıyız, gözyaşları bizi çoğu kez huzura kavuşturur, ağlayamadığımız zaman ölecek gibi oluruz.

    Göz belki de insan bedenininde hala bir ruh barındıran tek kısımdır.

    Öyle işte, kolayca açıklanamayacak bazı davranışlar vardır hep, hatta bazen zor bir açıklama bile bulunamaz.

    Nasıl ki cüppe giymekle keşiş olunmuyorsa, eline asa almakla da kral olunmaz, bu asla unutulmaması gereken bir gerçektir.

    Her yaşam vaktinden önce sona erer.

    Yazgı bir yere varmadan önce çok dönüp dolaşır.

    Ağlama, dedi, başka ne diyebilirdi, dünya anlamını tümüyle yitirmişse gözyaşlarının bir anlamı kalır mıydı.

    Yanıt hep ona ihtiyaç duyulduğunda gelmez akla, çoğu kez de beklemek verilebilecek tek yanıttır.

    Ölecek olmamız fikri bize pahalıya patlıyor, dedi doktorun karısı, ölenler için daima bir özür arıyoruz, sanki sıra bize geldiğinde bizi bağışlamalarını önceden ister gibiyiz.

    Öldükten sonra çekilen acılara katlanmak daha da zordur.

    Asıl zor olan, insanlarla birlikte yaşamak değil onları anlamak, dedi doktor.

    İnsanların neler yapacağı ya da yapmayacağı önceden bilinmez, beklemek gerekir, zamana zaman tanımak gerekir, zaman hükmeder, zaman, kumar masasında karşımızda oturan oyuncudur ve oyunun bütün kartları onun elindedir, bizler ancak hayatımızı verirsek bir şey elde edebiliriz, kendi hayatımızı.

Herkes bilir ki, mükemmelliğe giden yol taşlıdır ve erdem de bu yolda her zaman engellerle karşılaşır.

Zayıflığımızı belli etmek istemediğimizde, iyiyim deyip geçiştiririz ya öyle söylemişti, hatta ölecek durumda olsak bile iyiyim, deriz, kabaca buna yiğitliğe bok sürdürmemek de denir, olayları böyle mantıksızca tersine çevirmek yalnızca insan türüne özgüdür.

Bencillik dediğimiz şeyden yoksun ilk kişi henüz anasından doğmamıştı.

Bir insanın neden öldüğünü sormak saçmadır, neden öldüğü zamanla unutulur, yalnızca bir tek sözcük kalır geriye, Öldü.

Zamana zaman tanırsanız her şeyi çözümler.

Doğal ihtiyaçlarımız iyice sıkıştırdığında, duyduğumuz acı ve çektiğimiz sıkıntı, bedenimizin kaldıramayacağı kadar yoğunlaştığında, içimizdeki hayvan dışarı çıkar.

Gelecek yoksa şimdiki zaman hiçbir işe yaramaz, sanki hiç yokmuş gibi olur.

Yaşadıkları dünyada kirli olanın daha da kirleneceğini biliyorlardı.

İnsan bazı şeyleri unutabilir, hayat bu, bazı şeyleri de hatırlar.

Yeteri kadar duyguya sahibiz ama onları ifade edecek kelimeleri kullanmıyoruz, sonuçta da duygularımızı yitiriyoruz.

Bedenimiz de örgütlü bir sistemdir, örgütlü kaldığı sürece hayatta kalıyor, ölüm ise örgütsüzlüğün sonucundan başka bir şey değil.

Bir gün bu dünyada artık yararlı hiçbir şey yapamaz hale geldiğimizi fark edersek, yaşamımıza basitçe son verecek kadar cesur olabilmeliyiz.

İsterseniz zihinlerinizde buluşursunuz, bellek denen şey bu işe yarar.


ARKA KAPAK
Adı bilinmeyen bir ülkenin adı bilinmeyen bir kentinde, arabasının direksiyonunda trafik ışığının yeşile dönmesini bekleyen bir adam ansızın kör olur. Ancak karanlıklara değil, bembeyaz bir boşluğa gömülür. Arkasından, körlük salgını bütün kente, hatta bütün ülkeye yayılır. Ne yönetim kalır ülkede, ne de düzen; bütün körler karantinaya alınır. Hayal bile edilemeyecek bir kaos, pislik, açlık ve zorbalık hüküm sürmektedir artık. Yaşam durmuştur, insanların tek çabası, ne pahasına olursa olsun hayatta kalmaktır. Roman, kentteki akıl hastanesinde karantinaya alınan, oradan kurtulunca da birbirinden ayrılmayan, biri çocuk yedi kişiye odaklanır. Aralarında, bütün kentte gözleri gören tek kişi olan ve gruptakilere rehberlik eden bir kadın da vardır. Bu yedi kişi, cehenneme dönen bu kentte, hayatta kalabilmek için inanılmaz bir mücadele verir. Saramago’nun müthiş bir gözlem gücüyle betimlediği bu kaotik dünya, insanın karanlık yüzünün simgesi.

Körlük, ürkütücü bir roman, beklenmedik bir felaketi yaşayan bir toplumun nasıl çöktüğünün, nasıl bencilleştiğinin ve değer yargılarını yitirdiğinin hikâyesi. Konusunun ürkütücülüğüne rağmen olağanüstü bir şiirsellikle anlatılmış bu unutulmaz roman, usta yazarın belki de en etkileyici yapıtı.