09 Nisan 2019

İlhan Selçuk "Avukatlık Dediğin Ne Ki"

Avukatlık bol sirkeli, sarı zeytinyağlı, kırmızı domatesli, yeşil hıyarlı, gözyaşartan soğanlı, acı biberli meslektir; bütün meslekler gibi... Yücelerden yücedir, cücelerden cücedir; bütün meslekler gibi... Avukatın da iyisi, kötüsü, doğrusu, çarpığı bulunur; bütün mesleklerde olduğu gibi... Kendini paraya satan ve de çıkarların maşası olanlar, namusunu banknota dönüştürmekten kaçanlar hep bir arada bulunur avukatlık mesleğinde; bütün mesleklerdeki gibi...

Kimi avukat vardır; holding danışmanlığında sömürüden payını alıp keyfeder; yasaların boşluklarından yararlanıp üçkağıt açmak için tek ayak üzerinde kırk düzen kurar. Kimi avukat vardır, yoksulun biri kim vurduya gitmesin diye yemez içmez, adaletin koridorlarında volta atmaktan ayakkabılarını aşındırır ki yeri cennetliktir.

Ama öyle de olsa, böyle de olsa adaletin üçgeni, avukat olmadan oluşmaz.

Nedir o üçgendeki üç köşe?

Birinci köşe: Yargıç.

İkinci köşe: Savcı.

Üçüncü köşe: Avukat.

Yani?

Dava bir nokta değildir.

Bir düz çizgi değildir.

Bir üçgendir.

Bir nokta, bir noktadır. Bir düz çizgi iki nokta arasındaki en kısa yoldur. Ama bir üçgen için üç köşe gerekir; üç köse için de üç nokta...

Ya üçüncü nokta olmazsa?

Dava, cimin karnında bir nokta olur.

Çin'i Maçin'den Bohemya'ya, Patagonya'dan Begonya'ya değin bütün dünyada adaletin üç köşesi böylece oluşur. Ama iki köşeli üçgen icat etmek iddiasında birileri varsa, diyeceğimiz yoktur.

Böylece avukatın ne denli gerekli bir kişi olduğu ortaya çıkar. Gerçekte keşke davalar noktalı ya da düz çizgili olsaydı da işler uzamasaydı, adına avukat denen adam baş ağrıtmasaydı...

Ne yaparsınız?

Dünyanın adaleti böyle kurulmuş, Ruz-i mahşerde nasıl kurulur? Bilemem. Avukatlar cennete mi gidecekler, cehenneme mi? Sanırım şu geçici dünyada yaptıkları işlere göre her iki yana da serpilecekler.

Avukatın da her meslekte olduğu gibi ustası vardır, acemisi vardır.

Ben de vaktiyle biraz avukatlık yapmıştım. Sonra da otuz yıl boyunca yazar olarak sanık sandalyesine sürekli oturduğumdan, dava nedir, iddianame nedir, yargıç

nedir, savcı nedir öğrendim. İster sanık sandalyesinde gün görmüş olsun, ister avukatlık sırasında dirsek çürütmüş bulunsun; bir usta eline iddianame aldı mı nereye bakar?

Bence usta avukat, iddianamenin suçlama bölümüne değil önce kanıtlar (deliller) bölümüne göz atan kişidir: Eğer bir iddianamede kanıtlar bölümü fasafisoysa, sen istediğin kadar suçla, eninde sonunda davanın dönüp dolaşıp noktalanacağı yer kanıtlar bölümünün sayfalarıdır.

Üçgenin üçüncü köşesi bilir bunu...

Çürük kanıt, çürük anıta benzer; ne kadar büyük törenle açılırsa açılsın, çökmeye mahkumdur.

"Düşünüyorum Öyleyse Vurun"
 

Charles Baudelaire - Yalnızın Şarabı

Seven kadının o garip bakışı var ya,
Sere serpe yıkansın diye güzelliği
Dalgalı ayın titrek göle gönderdiği
Beyaz ışın gibi bize doğru kayar ya;

Bir kumarbazın sonuncu para kesesi;
Çapkıca bir öpücüğü sıska Adeline’in;
Tıpkı uzak sesi gibi insan derdinin,
Sinirlendirici, tatlı bir müzik sesi,

Bütün bunlar değmez, derin şişe, senin
Dindar ozanın susamış yüreği için
Bağrında tuttuğun etkili balsılara;

Umut, gençlik, yaşam boşaltısın içlere,
- Ve onur, hazine bütün dilencilere,
Ki bizi yengin ve eş kılar Tanrılara!


Picasso'nun Açıklamaları

1923 Yılındaki Açıklamaları

Aşağıdaki açıklama, Marius de Zayas'a İspanyolca olarak yapılmıştır. Picasso, İngilizceye çevrilip 1923 Mayıs'ında New Yorkt'da The Arts'ta, “Picasso Konuşuyor” başlığı altında yayımlanmadan önce de Zayas'ın yazdıklarını görüp onaylamıştır. Bu açıklama, burada, The Arts'ın genel yayın yönetmeni Forbes Watson'ın izniyle yeniden basılmıştır.

Modern resimle ilgili olarak araştırma sözcüğüne verilen önemi anlamakta güçlük çekiyorum. Benim kanıma göre resimde aramak hiçbir anlam taşımaz. Asıl olan bulmaktır. Gözlerini yere dikmiş, yaşamını kaderin yoluna çıkaracağı cüzdanı aramakla geçiren birini izlemek kimseye ilginç gelmez. Bulduğu her ne olursa olsun, başlangıçtaki niyeti o şeyi aramak olmasa da, bir şey bulan insan hayranlık değilse bile en azından merak uyandırır.

İşlemekle suçlandığım günahlar arasında, çalışmalarımda başlıca amaç olarak araştırma ruhunu benimsediğim iddiası kadar yanılgılı olanı yoktur. Resim yaparken amacım, aramakta olduğum şeyi değil, bulduğum şeyi göstermektir. Sanatta niyetler yeterli değildir; bizim İspanyolcada dediğimiz gibi: Sevginin nedenlerle değil, verilerle kanıtlanması gerekir. Önemli olan, insanın yaptığıdır, yapmaya niyet ettiği şey değil.

Hepimiz, sanatın gerçeğin kendisi olmadığını biliriz. Sanat, gerçeği, hiç değilse anlamamız için bize verilen, onu fark etmemizi sağlayan bir yalandır. Sanatçının, başkalarını kendi yalanlarının gerçekliğine ikna etmek için başvuracağı tarzı bilmesi gerekir. Sanatçı, yapıtlarında yalnızca yalanları aktarmada kullandığı yolu nasıl aradığını, nasıl yeniden aradığını gösterse, hiçbir zaman bir şey başaramaz.

Araştırma fikri, resmi yolundan saptırmış ve sanatçının kendisini zihinsel debelenmelerin içinde yitirmesine yol açmıştır. Modern Sanat'ın en büyük hatası belki de bu olmuştur. Araştırma ruhu, Modern Sanat'ta olumlu ve sonuç getirici öğelerin tümünü tam olarak anlayamayanları zehirlemiştir; onları görünmez olanı, bu nedenle de resmedilemez olanı resmetmeye kalkışmaya götürmüştür.

Modern resme karşıt olarak doğalcılıktan söz ediyorlar. Doğal bir sanat yapıtı gören olmuş mudur hiç, bunu bilmek isterim. Doğayla sanat, birbirinden farklı iki şey olduklarından, aynı olamazlar. Sanat aracılığıyla biz, doğanın ne olmadığına ilişkin kavrayışımızı ifade ederiz.

Velasquez, bize kendi çağındaki insanlara ilişkin fikrini bırakmıştır. Kuşkusuz, bu insanlar Velasquez'in resimlerine geçirdiği insanlardan farklıydılar, ama biz bir IV. Philip'i Velasquez'in resmettiğinden başka bir yolla kavrayamayız. Rubens de aynı kralın portresini yapmıştır; onun portresinde IV. Philip bambaşka biri gibi görünür. Bizler, Velasquez'in resmettiği portreye inanırız çünkü o bizi güçlülüğüyle ikna eder.

Yaptıkları doğadan açıkça farklı olan ilk primitif ressamlardan tutun da, David, Ingres, hatta Bouguereau gibi doğanın aynıyla resmedilmesi gerektiğine inanan ressamlara kadar sanat her zaman sanat olmuştur, doğa değil. Sonra, sanat açısından bakıldığında, somut ya da soyut biçim diye bir şey yoktur; yalnızca az ya da çok inandırıcı yalanlardan oluşan biçimler vardır. Bu yalanların, zihinsel benliklerimiz açısından gerekli olduğundan hiç kuşku duyulamaz çünkü biz, estetik yaşam görüşümüzü onlar aracılığıyla oluştururuz.

Kübizm başka bütün resim okullarından hiç de farklı değildir. Aynı ilkeler ve aynı öğeler bu okulların hepsinde ortak olarak bulunur. Kübizm'in uzun süre anlaşılmamış olması, bugün bile Kübizm de hiçbir şey göremeyen kişilerin bulunması hiçbir şey ifade etmez. Ben İngilizce okuyamam; İngilizce yazılmış bir kitap benim gözümde sayfaları boş bir kitaptır. Bu, İngiliz dilinin var olmadığı anlamına gelmez; hakkında hiçbir şey bilmediğim şeyi anlayamadığım için neden kendimden başkalarını suçlayayım?

Sonra, evrim sözcüğünü de sık sık duyuyorum. Benden tekrar tekrar resmimin nasıl evrimleştiğini açıklamam isteniyor. Bana göre sanatta geçmiş ya da gelecek diye bir şey yoktur. Bir sanat yapıtı sürekli olarak şimdide yaşayamıyorsa onu hiç dikkate almamak gerekir. Yunanlıların, Mısırlıların, başka zamanlarda yaşayan büyük ressamların sanatı, geçmişin sanatı değildir; bunlar belki de bugün, hiç olmadıkları ölçüde canlıdırlar. Sanat kendi kendine evrimleşmez; insanların fikirleri değişir; onlarla birlikte bu fikirlerin dışavurulma tarzı da değişir. İnsanların, bir sanatçının evrimleşmesinden söz ettiklerini duyduğum da bana öyle geliyor ki bu insanlar o sanatçıyı yüzü birbirine dönük iki aynanın ortasında ayakta duruyormuş gibi düşünüyor ve sanatçının imgesini sınırsız sayıda yeniden üretiyorlar; aynaların birinde artarda görülen imgeleri o sanatçının geçmişi, öbür aynadaki imgeleri de geleceği olarak görüyorlar; gerçek imgesini de o sanatçının şimdiki hali sayıyorlar. Bu insanlar, bunların hepsinin aynı imgenin farklı düzlemlerdeki yansımaları olduğunu anlayamıyorlar. Çeşitlerine evrimleşme demek doğru değildir. Bir sanatçı, dışavurum tarzında değişiklik yaparsa, bu olsa olsa onun düşünme tarzını değiştirdiği, değiştirmekle iyiye ya da kötüye doğru gidebileceği anlamına gelir.

Benim, sanatımda kullandığım çeşitli tarzlar, bir evrim olarak ya da bilinmeyen bir resim idealine giden adımlar olarak görülmemelidir. Şimdiye kadar yaptığım her şey, şimdi için ve hep şimdide kalacağı umuduyla yapılmıştır. Araştırma ruhunu hiçbir zaman dikkate almadım, ifade edilecek bir şey bulduğum zaman, bunu geçmişi ya da geleceği düşünmeden yaptım. Resimde kullandığım farklı tarzlarda birbirinden köktenci bir biçimde farklı öğeler kullandığımı sanmıyorum, ifade etmek istediğim konular bana birbirinden farklı ifade etme yollarını düşündürdüyse, bu yolları benimsemekte hiç tereddüt etmedim. Hiçbir zaman denemelere ya da deneylere girişmedim. Söyleyecek bir şeyim olduğunda, onu söylenmesi gerektiğine inandığım tarzda söyledim, farklı güdüler kaçınılmaz olarak farklı dışavurum yöntemleri gerektiriyor. Bu, evrimi de ilerlemeyi de akla getirmemeli; tersine, insanın ifade etmek istediği fikrin ve o fikri ifade etme araçlarının uyarlanmasını akla getirmeli.

Geçiş sanatı diye bir şey yoktur. Sanatın zamandizinsel tarihi içinde, öbürlerine göre daha olumlu, daha tamamlanmış dönemler vardır. Bu da demektir ki başka dönemlerle karşılaştırıldığında, içinde daha iyi sanatçıları barındıran dönemler olmuştur. Sanat tarihi, örneğin bir hemşirenin hastasının ateşindeki oynamaları işaretlediği tabloda olduğu gibi grafik olarak gösterilebilseydi, orada da benzer dağ silüetlerinin bulunduğu kanıtlanabilirdi; bu da, sanatta hep yükselen çizgide bir ilerleme olmadığını, iniş çıkışların her zaman ortaya çıkabileceğini kanıtlardı. Tek bir sanatçının yapıtlarında da aynı şey görülür. Çoğu kişi, Kübizm'in bir geçiş sanatı, gizli kalmış sonuçları ortaya çıkaracak bir deney olduğunu düşünmek ister. Böyle düşünenler Kübizm'i anlamamışlardır. Kübizm, ne bir tohum, ne de bir dölüttür; öncelikle biçimlerle uğraşan bir sanattır; bir biçim, gerçekleştirildikten sonra, orada kendi yaşamını yaşamaya başlar. Geometrik biçimlenişleri olan bir mineral madde geçici olmak üzere var edilmemiştir; neyse öyle kalacaktır ve hep kendi biçimine sahip olacaktır. Ama evrim ve dönüşüm yasasını sanata uygulayacak olursak, o zaman tüm sanatın geçici olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Tam tersine, sanat bu felsefi mutlaklaştırmaların içine girmez. Kübizm bir geçiş sanatıysa, ben eminim ki ondan çıkacak tek şey, başka bir Kübizm biçimi olacaktır.

Matematik, trigonometri, kimya, ruh çözümleme, müzik, daha ne isterseniz, bütün bunlar, daha kolay yorumlayabilmek için Kübizm ile ilişkilendirilmiştir. Bunların hepsi saçmalık değilse bile düpedüz boş edebiyattır; insanların gözlerini kuramlarla kör ederek kötü sonuçlara yol açmıştır.

Kübizm, kendini resmin sınırları ve sınırlılıkları içinde tutmuştur; hiçbir zaman resmin ötesine geçmeye kalkışmamıştır. Çizim, tasarım ve renk, Kübizm'de de bütün öbür okullarda anlaşıldığı ve uygulandığı ruhla ve tarzla anlaşılmış ve uygulanmıştır. Konularımız farklı olabilir çünkü biz daha önceleri göz ardı edilen nesneleri ve biçimleri soktuk resme. Gözlerimizi, çevremizdeki her şeyi görecek biçimde açık tuttuk; beyinlerimizi de.

Bizler, biçime ve renge, görebildiğimiz kadarıyla kendi bireyselliklerine özgü önemi veriyoruz; konularımızda, keşfetmenin sevincini, beklenmeyenin zevkini yakalıyoruz; ele aldığımız konular kendi başlarına birer ilgi kaynağı oluşturmalı. Ama isterse herkesin görebileceği bir şeyi yaptığımızı söylemenin ne gibi bir yararı olabilir.
1935 Yılındaki Açıklamaları

Christian Zervos, Picasso'nun bu gözlemlerini 1935'te Picasso'nun yazlık evinin bulunduğu Boisgeloup'ta onunla yaptığı bir görüşmeden hemen sonra yazıya geçirdi. Zervos, aldığı notları Picasso'ya göstermek istediğinde, Picasso ona şu yanıtı verdi: “Onları bana göstermene gerek yok. Moralimizin çok zayıf olduğu bu dönemde en önemli şey şevk yaratmaktır. Homeros'u aslında kaç kişi okumuştur? Gene de bütün dünya ondan söz ediyor. Böylece Homeros efsanesi yaratılmış oluyor. Bu anlamda bir efsane, değerli bir uyarı başlatır. En çok gereksinme duyduğumuz şey şevktir; hem bizlerin, hem de genç kuşağın.”

Bununla birlikte Zervos, Picasso'nun bu notların üstünden geçtiğini ve onayladığını belirtiyor. Bu notlar 1935'te “Cahiers d'Art'ta (Cilt 10 (Sayı 10) ss. 173- 178) Conversations avec Picasso başlığıyla yayınlanmıştır. Aşağıdaki (İngilizce) çeviri Myfanwy Evans tarafından yapılmıştır.

Generallerin ellerinde savaş silahlarından daha tehlikeli bir şey olmadığını anlatan fıkrayı aslında sanatçılara uyarlayabiliriz. Aynı mantıkla, yargıçların ellerinde adaletten, ressamın elinde de bir resim fırçasından daha tehlikeli bir şey yoktur. Bunun toplum açısından yarattığı tehlikeyi bir düşünün! Ama bugün ressamları ve şairleri toplum dışına itmeye yetecek gücümüz yok, çünkü onları aramızda tutmanın tehlike yarattığını kendimize itiraf etmekten çekiniyoruz.

Şeyleri, tutkularımın bana söylediği gibi kullanmak benim talihsizliğim -belki de en büyük zevkim- oldu. Sarışınlara tapan bir ressam için, meyve sepetiyle sarışınlar yan yana iyi durmadığı için onları resimlerine koyamaması ne kötü bir yazgıdır! Elmalardan nefret eden bir ressam için, masa örtüsüyle çok iyi gittikleri için resminde elmaları kullanmak zorunda kalmak ne korkunç bir durumdur! Ben sevdiğim her şeyi resme katarım. Şeylere gelince - onlar için durum çok kötü; buna katlanmaktan başka çareleri yok.

Eski günlerde resimler tamamlanmaya doğru aşama aşama ilerlerdi. Her gün yeni bir şey getirirdi. Bir resim eklerin toplamından oluşurdu. Benim durumumdaysa, bir resim yıkımların toplamından oluşur. Ben bir resmi yaparım - sonra yıkarım. Ama sonunda, hiçbir şey kaybolmaz. Bir yerden kaldırdığım kırmızı başka bir yerde ortaya çıkıverir.

Bir resmin aşamalarını değil ama başkalaşımlarını fotoğraflayarak saklamak çok ilginç olurdu. Belki o zaman, beynin bir rüyayı gerçekleştirirken izlediği yolu keşfedebilirdik. Ama çok garip olan bir şey var - bu da, bir resmin temelde değişmediğini, görünüşler ne olursa olsun ilk "görü"nün neredeyse hiç bozulmadan kaldığını gözden kaçırmamak. Bir resmin içine yerleştirildikten sonra ışığın ve karanlığın üzerinde sık sık düşünürüm; aralarına farklı bir etki yaratacak bir renk sokarak bunları parçalamaya var gücümle çalışırım. Yapıtın fotoğrafı çekildiğinde, ilk görümü düzeltmek için oraya koyduğum şeyin yok olup gittiğini, fotoğraftaki imgenin de, üzerinde ısrar ettiğim dönüşümden önceki ilk görüme denk düştüğünü fark ederim.

Bir resim önceden düşünülüp kararlaştırılamaz. Yapılırken, insanın düşüncesiyle birlikte değişir. Bittiği zaman da, o resme bakan kişinin içinde bulunduğu zihinsel duruma göre değişmeye devam eder. Resmin canlı varlık gibi bir yaşamı vardır: Günbegün yaşamımızın bize dayattığına benzer değişiklikler geçirir. Bu da çok doğal bir şeydir, çünkü resim ancak kendisine bakan insan aracılığıyla yaşar.

Bir resmi yapmakla uğraştığım gerçek zaman içinde beyazı düşünebilirim ve resme beyaz koyarım. Ama hiç durmadan beyazı düşünerek ve beyaz boya kullanarak çalışmaya devam edemem. Renkler de, yüz hatları gibi, coşkulardaki değişiklikleri izler. Bir resim için yaptığım ve üstüne bütün renklerin adlarını yazdığım bir eskizi yeniden gördüm. O renklerden ne kaldı? Başlangıçta düşündüğüm beyaz ve düşündüğüm yeşil orada, resimde, ama başlangıçta koymayı amaçladığım yerlerde değil; ayrıca aynı miktarlarda da değil. Elbette, farklı kesimleri, birbirleriyle çok iyi gidecek biçimde eşleyerek de resim yapabilirsiniz, ama o resimler hiç heyecan taşımaz.

Öyle bir aşamaya gelmek istiyorum ki kimse o resmin nasıl yapıldığını anlamasın. Bunu istemekten amacım ne? Yalnızca şu: Resimden, coşku dışında hiçbir şeyin yayılmasını istemiyorum.

Çalışmak insan için bir zorunluluktur.

At, araba sırıklarının arasına kendi isteğiyle girmez.

İnsan çalar saati icat etmiştir.

Ben bir resme başladığımda, içimde çalışan biri vardır. Sonuna doğru, bütün o süre boyunca -bir iş ortağım olmadan- yalnız başıma çalışıyormuşum izlenimine kapılırım.

Bir resme başladığınız zaman, çoğunlukla pek çok güzel keşifte bulunursunuz. Bunlara karşı tetikte olmanız gerekir. Yaptığın o şeyi yık ve birkaç kez yeniden yap. Güzel bir buluşu her yıkışında, sanatçı onu aslında bastırmış olmaz; dönüştürür, yoğunlaştırır, daha özlü kılar. Sonunda ortaya çıkan şey, bir kenara atılmış olan buluşların toplamıdır. Yoksa, insan kendi sanat yapıtlarının satış uzmanı konumuna gelir. Ben kendime bir şey satmıyorum ki!

Aslında insan çok az renkle çalışır. Ama her biri kendi yerini bulduğunda, bu renkler sayıca daha çokmuş gibi görünür.
Soyut sanat yalnızca resimdir. Peki, tiyatroya ne demeli?

Soyut sanat diye bir şey yoktur. Her zaman bir şeyden yola çıkmak gerekir. Daha sonra, bütün gerçekçilik izlerini ortadan kaldırabilirsiniz. O zaman da zaten artık hiçbir tehlike kalmaz, çünkü o nesnenin fikri silinmez bir iz bırakmıştır. Sanatçıyı kışkırtan, fikirlerini heyecanlandıran, coşkularını harekete geçiren şey o nesne olmuştur. Fikirler ve coşkular, sonunda sanatçının yapıtında birer tutsak olacaktır. Ne yaparlarsa yapsınlar, resimden kaçamazlar. Bunlar, resmin bütünleyici bir parçasını oluşturur - varlıkları artık fark edilmez olduğu zaman bile. İstesin istemesin, insan doğanın elinde bir araçtır. Doğa, kendi özelliğini ve görünüşünü insana zorla dayatır. Dinard resimlerinde ve Pourville resimlerinde hemen hemen aynı görüyü dışa vurdum. Bununla birlikte, Bretenya'da yapılan resimlerimin, Normandiya'da yapılanlardan ne kadar farklı olduğunu siz kendiniz de gördünüz; çünkü Dieppe yarlarının ışığına dikkat ettiniz. Ben bu ışığı kopya etmedim; o ışığa özel bir dikkat de göstermedim. Yalnızca o ışığın içine bütünüyle baktım. Gözlerim o ışığı gördü; bilinçaltım da gözlerimin gördüğünü kaydetti: Ellerim bu izlenimi saptadı. İnsan doğaya karşı çıkamaz. Doğa, en güçlü insandan bile daha güçlüdür. Doğayla iyi geçinmek bizim çıkarımızadır! Bizler kendimize belli özgürlükler tanıyabiliriz, ama ancak ayrıntılarda.

"Figüratif" sanat, "non-figüratif" sanat diye bir şey yoktur. Her şey bize bir "figür" kılığına bürünmüş olarak görünür. Metafizikte bile fikirler simgesel "figürler"le ifade edilir. O zaman, "figürasyon" olmadan resim yapmanın ne kadar gülünç bir şey olduğunu anlarsınız. Bir kişi, bir nesne, bir daire, bunların hepsi birer "figür"dür; hepsi bizde az çok yoğun tepkiler uyandırır. Bazıları duyumlarımıza daha yakın düşer ve duyusal yetilerimize dokunan coşkular uyandırır; bazıları da, daha dolaysız bir yolla zihnimize, anlağımıza seslenir. Bunların hepsine bir yer açmak gereklidir, çünkü ben ruhumun duyulara olduğu kadar coşkulara da gereksinimi olduğunu görüyorum.

Herhangi bir resmimin iki insanı temsil etmesi beni gerçekten ilgilendiriyor mu sanıyorsunuz? O iki insan bir zamanlar benim için var olsalar da, artık var değildirler. Onların “görü”sü, bana başlangıç niteliğinde bir coşku yaşatmıştır; sonra, yavaş yavaş, onların gerçek varlığı bulanıklaşmaya başlamıştır; o insanlar bir kurmacaya dönüşmüş, sonra da bütünüyle yok olup gitmiştir; daha doğrusu, her türden pek çok soruna dönüşmüştür. Artık iki insan değildir onlar, anlıyorsunuz ya? Biçimlere ve renklere dönüşmüşlerdir; bu arada, iki insan fikrini kendi içinde saklayan ve yaşamlarını bütün titreşimleriyle taşıyan biçimlere ve renklere dönüşmüşlerdir.

Ben resimleri, şeyleri ele aldığım gibi ele alırım; bir pencereyi, pencereden dışarıya bakıyormuşum gibi resmederim. Açık bir pencere resimde garip kaçıyorsa, perdeleri çeker pencereyi kapatırım; tıpkı kendi odamda yapacağım gibi. Resimde de, yaşamda olduğu gibi, doğrudan hareket etmeniz gerekir. Elbette resmin kendi töreleri vardır ve bunları dikkate almak çok önemlidir. Gerçekten de başka türlü davranamazsınız. Bu nedenle, bir gözünüzü gerçek yaşamdan hiç ayırmamanız gerekir.

Sanatçı, dört bir yandan gelen coşkuların toplandığı yerdir: gökyüzünden, yeryüzünden, bir kağıt parçasından, önünden geçmekte olan bir şekilden, bir örümcek ağından. İşte bu nedenle, şeyler arasında bir ayrım gözetmemiz gerekir. Bizim için iyi olanı, bulabildiğimiz yerde hemen seçip almamız gerekir - kendi yapıtlarımızdan almanın dışında. Ben kendi kendimi kopya etmekten dehşetle korkarım. Ama bana eski çizimlerimden bir portfolio gösterildiğinde, onlardan istediğim bir şeyi alma konusunda hiç duraksamam örneğin.

Kübizm'i icat ettiğimizde, Kübizm'i icat etmek gibi bir niyetimiz hiç mi hiç yoktu. Yalnızca içimizdeki şeyleri dışavurmak istiyorduk. Aramızdan hiç kimse kampanya için plan yapmadı; sonra dostlarımız, şairler, bizim çabalarımızı dikkatle izlediler, ama bize hiçbir zaman hiçbir şeyi dayatmadılar. Bugün genç ressamlar, izleyecekleri bir program belirliyorlar ve çalışkan öğrenciler gibi kendilerini bu görevleri yerine getirmeye adıyorlar.

Ressam, doluluk ve değerlendirme durumlarından geçer. Sanatın bütün gizi burada saklıdır; ben Fontainebleau Ormanı'nda bir yürüyüşe çıkarım. "Yeşil" sindirimi yaparım. Bu duyumdan, onu mutlaka bir resme geçirerek kurtulmam gerekir. Bu resmi yeşil yönetir. Bir ressam, kendini duyguların ve görülerin yükünden kurtarmak için resim yapar. İnsanlar, kendi çıplaklıklarını saklamak için resme tutunurlar. Alabildikleri zamanlarda alabileceklerini alırlar. Sonunda, ben onların hiçbir şey aldıklarına inanmıyorum. Olsa olsa, cahillikleri oranında bir ceket kesmiş oluyorlar kendilerine. Tanrıdan tutun da resimlere kadar her şeyi kendi imgelerine benzetiyorlar. İşte bu nedenle, resmin asıldığı çivi, resmin -her zaman belli bir önemi olan bir resmin, hiç değilse o resmi yapan adam kadar önemli olan resmin- felaketi oluyor. Resim, satın alınıp bir duvara asılır asılmaz bambaşka bir anlama bürünüyor ve böylece o resmin canına okunmuş oluyor.

Akademilerde güzellik üzerine eğitim vermek gösterişten başka bir şey değildir. Bizler kandırıldık; öylesine iyi kandırıldık ki gerçeğin gölgesini bile yakalayamayız artık. Parthenon'un, Venüsler'in, Nympheler'in, Narkisuslar'ın güzellikleri hep yalan üstüne yalandır. Sanat bir güzellik dizgesinin uygulanması değildir; içgüdünün ve beynin, her türlü dizgenin ötesinde kavrayabildikleridir. Bir kadına aşık olduğumuzda, hemen onun vücut ölçülerini almaya girişmeyiz. Onu arzularımızla severiz - her ne kadar her şeye, sevgiye bile bir dizge oturtulmaya çalışılsa da. Parthenon, aslında birinin gelip üstüne çatı çektiği bir çiftlik avlusudur; sütunlar ve heykeller de eklenmiştir, çünkü o zamanın Atina'sında çalışan bazı insanlar kendilerini ifade etmek istiyorlardı. Önemli olan sanatın yaptığı değil, ne olduğudur. Resmettiği elmalar on kez daha güzel olsa bile, Jacgues Emile Blanche gibi yaşayıp düşünseydi, Cezanne beni hiç mi hiç ilgilendirmezdi. İlgimizi kışkırtan şey, Cezanne'ın kaygısıdır -Cezanne'ın bize öğrettiği budur; Van Gogh'un çektiği acılar budur- insanın gerçek dramı budur. Gerisi sahteciliktir.

Herkes sanatı anlamak ister. Bir kuşun şakımalarını anlamaya neden çalışmıyoruz? İnsan neden geceyi, çiçekleri, çevresindeki her şeyi anlamaya çalışmadan seviyor? Ama resim söz konusu olduğunda, insanlar kendilerini anlamak zorunda hissediyorlar. İnsanlar, bir sanatçının her şeyden çok içinden gelen zorunluluk nedeniyle çalıştığını, kendisininse bu dünyanın çok önemsiz bir parçası olduğunu, sanatçıya, açıklamasalar da dünyada hoşlarına giden başka birçok şeye verdiklerinden daha fazla önem vermemeleri gerektiğini bir anlayabilseler!

Resimleri anlamaya çalışanlar yanlış bir şey yapıyorlar. Gertrude Stein geçen gün neşe içinde bana üç müzisyen adlı tablomun ne anlama geldiğini sonunda anladığını açıkladı. Bir ölü doğaymış!

Resmi seyreden birinden, benim bir tablomu benim yaşadığım gibi yaşamasını nasıl olur da beklersiniz? Bir resim bana millerce uzaktan gelir: Benim onu ne kadar uzaktan duyumsadığımı, gördüğümü, boyadığımı kim bilebilir? Nasıl olur da biri, benim olgunlaşması ve gün ışığına çıkması çok çok uzun süren rüyalarıma, içgüdülerime, arzularıma, düşüncelerime girebilir; hepsinden çok da bütün bunlardan -belki de kendi irademe karşı- benim ne yapmak istediğimi kavrayabilir?

Resim alanında yepyeni ufuklar açan birkaç ressam dışında, günümüzde genç ressamlar ne yöne gideceklerini bilmiyorlar.
Bize açık seçik tepki göstermek için yaptığınız araştırmaları ele alıp incelemek yerine, bu genç ressamlar kendilerini geçmişi yeniden geri getirmeye kaptırmışlar - aslında bütün dünya önümüzde açılmış dururken, her şey yalnızca yeniden yapılmayı değil, gerçekten yapılmayı beklerken amacını zaten yerine getirmiş olan her şeye umarsızlık içinde sıkı sıkı tutunmak neden? Aslında, "... tarzında" yapılmış, millerce millerce resim var, ama kendi tarzında çalışan bir genç bulmak çok ender rastlanan bir şey.

Bu genç adam, insanın kendini tekrar edemeyeceğine inanmak mı istiyor? Tekrar etmek, tinsel yasalara ters gitmek demektir; temelde, kaçıp hayallere sığınmaktır.

Ben kötümser biri değilim; sanattan nefret etmiyorum, çünkü bütün zamanımı sanata adamaksızın yaşayamazdım. Sanatla ilgili olarak yaptığım her şey bana müthiş yoğun bir zevk veriyor. Ama gene de, neden bütün dünyanın sanatla birlikte ele alınması gerektiğini, sanatın kanıtlarını talep etmesi gerektiğini ve bu konuda kendi aptallığını başıboş bırakması gerektiğini anlamıyorum.

Müzeler, yalnızca bir sürü ayak bağı oluşturur; sanatı kendileri için bir iş haline getirenler de çoğu zaman birer sahtekârdır. Devrimci ülkelerde, sanat konusunda zamanını doldurmuş ülkelere göre neden çok daha fazla sayıda önyargı bulunduğunu da anlamıyorum! Müzelerdeki resimlere bütün aptallıklarımızı, hatalarımızı, bütün tinsel yoksunluklarımızı bulaştırmış durumdayız. Onları sıradan, gülünç şeylere dönüştürdük. O tabloları resmeden insanlarda bulunabilecek içsel yaşamı sezmeye çalışmak yerine, kendimizi bir yalana bağladık. Mutlak bir diktatörlük olması gerek .. ressamların diktatörlüğü. .. tek bir ressamın diktatörlüğü. .. bize ihanet eden herkesi bastırmak, sahtekarları bastırmak, maniyerizmleri bastırmak, büyüleri bastırmak, tarihi bastırmak, daha bir yığın şeyi bastırmak için. Ama sağduyu bunu her zaman hallediyor. Her şeyden çok da, buna karşı bir devrim yapalım! Gerçek diktatör, sağduyunun diktatörlüğüne her zaman yenik düşecektir. .. düşmeyebilir de!

Kaynakça:
-Picasso, Sanatının Elli Yılı, Alfred H. Barr, Jr. Modern Sanat Müzesi, New York, Dağıtım: New York Graphic Society, Boston 1946. 
 

TIK...

Picasso'nun Açıklamaları



Gautama Buddha "Huzur içerden gelir; onu dışarda arama."

 
Bize düşüncelerimiz şekil verir; düşündüğümüz şey oluruz.

Olan her şey zihnin sonucudur, zihin üstüne temellenir, zihinden oluşur. Eğer bir insan arı bir zihinle konuşur ya da edimde bulunursa, onu asla terk etmeyen bir gölge gibi bunu mutluluk izler.

Sağlık en büyük armağan, bağlılık en iyi ilişki, kanaatkârlık en büyük servettir.

Üç şey uzun süre gizli kalamaz: güneş, ay ve gerçek.

Sen kendin, tüm evrendeki herkes kadar, kendi sevgi ve şefkatini hakediyorsun.

Ne düşünüyorsak, oyuz. Hepimiz düşüncelerimizden doğarız. Düşüncelerimizle dünyayı kurarız.

Bir mumdan binlerce mum yakılır da, mumun ömrü kısalmaz. Mutluluk asla paylaşmaktan azalmaz.

Barış getiren tek kelime; binlerce boş sözcükten daha iyidir.

Bizi kendimizden başka kimse kurtarmaz. Kurtaramaz. Yolumuzda kendimiz yürümeliyiz.

Didem Madak - Grapon Kâğıtları


128 Dikişli
İlk defa bu kadar sağlam yazıyorum.
Haç şeklinde 128 dikişle.
Galiba ahbap artık sana ulaşacağım.
Yeteneğim geri geldi,
göreceksin artık kutsal dizeler yazacağım.
Hiç yapmadığım şeyler yapıyorum ahbap
Maç seyrediyor ve devamlı topa bakıyorum
Telepati yapıyorum.
Hey ahbap ben arada bir fikir buluyorum.
Kuşlar için küçük şemsiyeler yapabiliriz
Böylece yağmurda ıslanmazlar

Ve içimdeki ağır sözler için de şemsiyeler
Böylece paraşütle iner gibi hafiflerler
Şiirin içine girerken
Bana bazı şarkılar lazım ahbap
hafif şarkılar, acı olmayan şarkılar
çok şarkıya ihtiyacım var
Tutam tutam saçlarımı savuracak şarkılar
Saçlarımla ne yapacağını bilemeyenler
Bir gün onları kaybederler
Böyle bir şey yani ahbap
Çok acıyor. Saçlar zaman zaman
Bana neşeli şarkılar
B harfine notalardan sütyen yapan şarkılar
Bir mutfak cadısıyım şu sıralar
Çeşitli şeyleri çeşitli şeylere karıştırmak
Ve seni düşünmek, mırıldanmak
Bazı büyülü yemekler yapmak
Bazı şifalı yemekler yapmak
Ve kalmak istemek ahbap...
Füsunun yeşil ela gözleri var
Ve pembe plastik fincanı ile kahve getirişi var
Ve bana anne deyişi var
Benim pembe fincandan pembe kahve içişim var
Bu kahveleri seviyorum ahbap
İçimi pembe bulutlar kaplıyor
Şekerli ve tatlı bir biçimde havalanıyorum.
Sonra ağrılar, sonra hastaneler ve sonra doktorlar...
Şeker donup yapışıp kalıyor bir kağıda
Acı bazen öyle yoğun, çok yoğun
Patlak gözlü bir kurbağa
tarifsiz çirkin ve kel.
Edibin kurbağası yakup benimki seyfettin
Neden bilmem işte
Nereden çıktı şimdi seyfettin
Acı dindi diyorum bazen yağmur dindi der gibi
Öyle kendiliğinden ya da tanrı istediğinden
Yüzüklerim yok takmıyorum
kolyelerim yok istemiyorum
Öyle çok şimşek çaktı gece
Ben sonu Z harfi olarak düşündüm
Son harf olarak
Ben Zeni düşündüm ahbap.
Doğdum, doğurdum
Bir insan nasıl büyüyor gördüm
Hayatta kalmak için
Ve hayatta kalmanın yanında
İnandım şiir bir gevezelikti
Şimdi 128 harfli bir şiir var karnımda
Satırlar artık bomboş
Karnımda hissiz bir şiir var
İçimde durmadan bölünen şiirler
Birlikte yok olacağımız şiirler
Birlikte unutulacağımız şiirler
Hiç borcu olmamış şiirler
Ve bu yüzden çok acıyan şiirler
Acı aniden diner yağmurun dindiği gibi
Bazen sadece tanrı öyle istediğinden
Sadece bir mağarada resim çizerim belki
Rüyaların büyük harfle başladığı bir ülkede
Üstümden kaldırılmış bir ölü var
Ahbap senin istediğin o mu?


Emil Michel Cioran - Ezeli Mağlup



Hangi geleneksel çehrede kendinizi bulursunuz?

En yakını yine Buda çehresi olurdu. O, hakiki meseleyi anladı.Ama işin ucuna onun tarzında varamayacak kadar fevri bir insanım. Bildiğimle hissettiğim arasında daima bir çatışma olacak.

Bütün kitaplarınızda, kötümser ve kara diye niteleyebileceğimiz tarafın yanında, açıklanamayan, ama rahatlatıcı, hatta canlandırıcı olan tuhaf bir neşe parıldıyor.

Ne ilginçtir ki bu dediğinizi bana birçok kişi söyledi. Çok fazla okurum yok, ama benim verdiğim şu veya bu bilgiye itimat eden birçok kişi zikredebilirim: "Cioran'ı okumamış olsaydım intihar etmiş olurdum," diyorlar. Dolayısıyla, tamamen haklı olduğunuzu sanıyorum. Bunun tutku'dan geldiğini sanıyorum: Karamsar değilim, şedit'im... Bu da yadsımamı canlı kılıyor. Aslında, demin yaradan söz ederken, bunu olumsuz bir biçimde değerlendirmiyordum: Birini yaralamakla felç etmek aynı şey değildir! Kitaplarım ne bunaltıcı ne de iç karartıcı! Onları hiddet ve tutkuyla yazıyorum. Eğer kitaplarım soğuduğumda yazılmış olsalardı, tehlikeli olurdu bu. Ama ben soğuyunca hiçbir şey yazamıyorum; durum ne olursa olsun, titreye titreye sakatlığının üzerine çıkan bir hasta gibiyim. Çürümenin Kitabı'nı henüz bir elyazmasıyken okuyan ilk kişi, şair Jules Supervielle oldu. Daha o zamanlar bile, bunalıma epey eğilimli olan yaşlı bir adamdı ve bana şöyle dedi: "Kitabınız beni inanılmaz derecede uyardı." Bu anlamda, faal bir birey ve şeyleri harekete geçiren bir münkir olan iblise benzediğim söylenebilir...

Şöyle yazmıştınız: "Bir kitap yaraları aranmalıdır, hatta tahriş etmelidir. Kitap bir tehlike olmalıdır." Sizin kitaplarınız hangi anlamda tehlikeli?

Peki, bakın: Bana birçok defa, kitaplarımda yazdıklarımın söylenecek şeyler olmadığını söylediler. Çürümenin Kitabı çıktığında, Le Monde gazetesinin eleştirmeni bana bir sitem mektubu gönderdi; "siz farkında değilsiniz ama bu kitap gençlerin eline de geçebilir!" diye. Saçmalık bu. Kitaplar ne işe
yarayacak? Öğrenmeye mi? Bunun hiçbir ilginçliği yok, çünkü bunun için okula gitmek kâfi. Yok; bir kitabın hakikaten bir yara olması gerektiğine, okurun hayatını herhangi bir şekilde değiştirmesi gerektiğine inanıyorum. Benim kitap yazarkenki fikrim, birinin gözünü açmaktır, onu sopalamaktır. Yazmış olduğum kitaplar rahatsızlıklarımdan (acılarım demeyeyim diye bu kelimeyi kullanıyorum) çıktığına göre, okura da aynı şeyi aktarmalıdır bir nevi. Yok, gazete okur gibi okunan kitapları sevmiyorum: Bir kitap, her şeyi altüst etmelidir, her şeyi sorgulama konusu etmelidir. Neden mi? Şundan ki, yazdıklarımın yararlı olup olmadığıyla pek uğraşmam, çünkü hakikaten hiçbir zaman okuru düşünmem: Kendim için; saplantılarımdan, gerilimlerimden kurtulmak için yazarım; bu kadar. Kısa bir süre önce Le Quotidien de Paris'de bir hanım benim hakkımda şöyle yazıyordu: "Cioran, herkesin içinden geçen şeyleri yazıyor." Okunsun diye, "bir kitap yapmak" için yazmıyorum. Hayır, bir yükten kurtulmak için yazıyorum. Ama daha sonra, kitaplarımın işlevi üzerine derinlemesine düşünürken, bir yara gibi olmaları gerektiğini söylüyorum kendime. Okuru okumadan evvelki halinde bırakan bir kitap, başarısız bir kitaptır.

Utopyanın adeta, topluma aşkın değil içkin olan bir iktidarın sorunu olduğu söylenebilir. İktidar nedir Cioran?

İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum. Onun varlığı karşısında mütevekkil ve kaderciyim, ama bir musibet olduğunu düşünüyorum. Bakın, iktidara ulaşmış kimseler tanıdım ve bu korkunç bir şey. Ünlü olmayı başaran bir yazar kadar korkunç bir şey. Üniformalı olmak gibi bir şey bu; üzerinizde bir üniforma varsa, artık aynı insan olamazsınız: İşte, iktidara ulaşmak da, daima aynı olan görünmez bir üniformayı giymektir. Kendime soruyorum: Normal olan, ya da normal gibi görünen bir insan, iktidarı neden kabul eder? Sabahtan akşama meşgul yaşamayı neden kabul eder? Muhtemelen hükmetmek bir zevk, bir zaaf olduğu içindir bu. Bunun içindir ki kendi isteğiyle iktidardan feragat eden hiçbir diktatör ya da mutlak şef örneği yoktur: Sulla vakası hatırladığım tek örnek. İktidar şeytanidir: Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir.

Acaba arkadaşlar sizin için önemli mi?

Evet, seve seve gördüğüm çok sayıda iyi arkadaşım var, zira insan kendi kusurlarını ancak arkadaşları sayesinde keşfedebilir. İçsel olarak iyileşmek için arkadaşlarını iyi gözlemlemek kâfidir. Muazzam derecede takdir ettiğim bütün arkadaşlarıma çok müteşekkirim, zira onlarla aynı kusurlara sahip olmamak için elimden geleni yaptım. Ama bunu başaramadım. Arkadaşlık ancak arkadaşınız gibi olmadığınızda anlamlıdır. Ondan farklı olmak gerekir. Yoksa arkadaşlık neye yarardı?

Arkadaşlarınız sizin için hep olumsuz modeller mi oldular?

Bütün varlıklar olumsuz modellerdir. Kimse aziz değildir. Ama arkadaşlık verimli olmak zorundadır, zira arkadaşlarımız içsel olarak tanıdığımız yegâne insani varlıklardır. Arkadaşlarımızın örnekleri bizim kendi eğitimimize yararlı olmalıdır.

Doğu felsefesiyle çok ilgilisiniz.
  Söyleşiler

Batı ile Doğu arasında yapılan bu temel ayrımı doğru buluyor musunuz?

Biliyor musunuz, Doğu'yu tanımıyorum. Biraz Budizm'i biliyorum. Aynı zamanda biraz da Hindu felsefesini. Hindu felsefesini şimdiye kadar varolmuş olan en derin felsefe gibi değerlendiriyorum. Doğal olarak bana, "Önce Hindu felsefesi vardı, sonra büyük sistemler olarak Yunan felsefesi ve Alman felsefesi geldi," denebilir. Ama Hindu felsefesinin şu kayda değer avantajı var: Hindistan'da filozof, felsefesini uygulamakla yükümlüdür. Uygulama amacıyla felsefe yapar: Çünkü kurtuluş aranmaktadır. Entelektüel bir alıştırma değildir bu. Daima bir tamamlayıcı vardır. Oysa Yunanistan veAlmanya'da yapılmış olan büyük sistemler, yaşanmış tecrübeyle bu ilişkinin olmadığı yapılardır. Bir sistem geliştirilir ve devam eder. Hiç kimse bir filozoftan aynı zamanda bir bilge de olmasını istemez. Kaldı ki Batı'da bilge yoktur. Çünkü biraz düşünürsek, bilge kimdir? Montaigne. Peki Montaigne'den sonra ikinci bir bilge sayın...Sonra, Goethe olabilir, istenirse, ama örnek iyi değildir. Montaigne tamam, o bir bilgedir. Ama Fransız ya da Alman ya da İngiliz edebiyatlarında bilge yoktur. Batı'ya özgü bir şey değildir bu.

İlkçağ'a özgü bir şeydi, ama İlkçağ'ın bitiş dönemine. Felsefenin dağılmaya başladığı âna özgüydü. Oysa Doğu'da, Taocu babaları entelektüel sahtekârlar ya da profesörler gibi tahayyül edemeyiz. Bu bir meslek değildi. Yaşamları ayrılmaz bir biçimde düşüncelerine bağlıydı. Bu çok önemli bir şeydir yine de. Ben şahsen, düşüncelerini yaşayanlara değil de, yaşama doğrudan karışmış olan kimselere saygı duyuyorum. Ama Batılı filozof, tasarlanmış olan biridir. Büyükler, Alman sistemleri düşünüldüğünde, bunların yaşamla hiç alakası yoktur. Batı felsefesi, daha sonra fantastik yapılar vermiş olan bir dizi varsayımdır; ama yaşamdan çıkmamıştır bu, ayrıca yaşama göre de hazırlanmamıştır. Hindistan'da, Çin'de, bütün felsefe geleneği bunu söyler. Size bir şey anlatayım, bir fikir vermesi için. Eliade, İngilizcedeki en büyük Hindu felsefesi tarihini yazmış olan felsefe öğretmeni Dasgupta'nın ona, "Batı'nın en büyük düşünürü Meister Eckhart'tır," dediğini anlatmıştı bana. Kısa süre önce bunu bir Alman filozofu önünde zikrediyordum ki adam güldü ve bunu kesinlikle aptalca buldu: Halbuki doğru. Meister Eckhart'ın Batı'da doğmuş olan en derin filozof olduğu söylenebilir. Bu hiç de bir abartma ya da saçmalama değildir. Ama Meister Eckhart türünde birdüşünürün yine deyegâne birvaka olduğuna inanıyorum. Hem somaMeisterEckhartmuazzam bir yazardı. Dasgupta'nın fikrinin doğru olduğuna inanıyorum. Meister Eckhart gerçekten Hindistan'da doğmuş olabilecek bir düşünürdü. Hakikaten dikkat çekici olan bir kitabı tavsiye edeyim size: 1927'de çıkan ve sanıyorum Ru-dolf Otto'nun yazdığı bir kitap bu. Otto kutsal üzerine bir kitap yazdı; ilginç olmayan basitleştirilmiş bir kitaptı bu. Ama başka şeylerin de yanında her halükârda Fransızcaya çevrilmiş olan bir kitap yazdı: Kitabın Almanca başlığı West-Östliche Mystik, Fransızca başlığı ise Mystique d'Orient et d'Occident ("Doğu'da ve Batı'da Mistisizm"). Payot yayınevi bastı bunu. Bu kitap neden ilginç? 

Paralellikleri gösterdiği için. Herhangi bir etkinin olabilmesi bile mümkün değil. Ama yaptığı alıntılarla muayyen bir paralellik olduğunu gösteriyor. Nasıl olup da iki mistisizmin birbirinden bağımsız olarak evrim geçirip aynı büyük metafizik meselelere temas ettiklerini gösteriyor. Bazen dilde bile benzerlikler oluyor. Bunu görmek çok etkileyici. Neden bilmiyorum bu kitap unutuldu. Mistisizm meselesini son derece güzel bir biçimde aydınlatan çok büyük bir kitap bu. Biliyor musunuz, aslında dini mistisizmden ayırmak lazım. Belki bütünüyle değil, ama mistisizm ayrı bir şey. Batılılar mistikler aracılığıyla Doğululara kavuşur. Burada da, mistik görüş tecrübesiz tasarlanamaz. Vecd yaşamayan bir mistik yoktur. Demek ki katetmiş olmak gerekir. İlginç olan şey, mistik tecrübenin birbirinden o kadar farklı olan iki uygarlık tarafından neredeyse aynı terimlerle dile getirilmiş olmasıdır. Çünkü aslında, eğer vecdi düşünürseniz, ister Doğu'da olsun ister Batı'da, bunun önemi yok, dili zorlayan yükseklikler vardır. Nerede olursanız olun, bazı deyişleri kullanmakla yükümlüsünüzdür. Dolayısıyla, yüksekliklerde bir aynılık vardır. Şöyle diyelim: Baş dönmesinin doruğunda. Böylelikle Hindu felsefesinin büyük uzmanlarından olan Rudolf Otto, bu iki büyük mistik düşünürün nasıl birleştiklerini gösterir -ve bu çok etkileyicidir. Çankara mistik olmaktan ziyade büyük düşünürdü, Meister Eckhart ise gerçekten büyük bir mistikti ve büyük bir filozoftu. İkisi de neredeyse aynı dile varırlar.

Hindufelsef esinin ve Budizm’in somut tarafıyla ilgilendiğinizi söylüyorsunuz. Budizm kurtuluş yoluna sadece bilgi aracılığıyla giriş imkânı vermez. Aynı zamanda meditasyon uygulamaları ve
alıştırmaları da var...


Gerçeği söylemek gerekirse alıştırmalar beni hiçbir zaman ilgilendirmedi. Ama Budizm beni uzun zaman boyunca ilgilendirdi: Budizm size iman sahibi olmadan bir dine girme imkanı verir. Budizm sadece bilgiyi salık veren bir dindir. Size sadece bileşikler olduğunuz, bu bileşiklerin çözüldüğü, gerçekliklerinin olmadığı öğretilir ve gerçek dışılığınız kanıtlanır. Sonra da, "Şimdi sonuçlarına katlanın," denir. Budizm'in yorumuna girmek istemiyorum, ama madem ki kendimden söz ediyorum, size Budizm'le ilişkilerimden bahsedeceğim. Çok uzun zaman boyunca kendimi bir Budist gibi görüyordum. Bunu söylüyordum ve bununla böbürlenerek gurur duyuyordum. Bunun bir sahtekârlık olduğunu fark ettiğim güne kadar. Şu an bile Budizm'in bütün olumsuz tespitleriyle hemfikirim: Gerçek değiliz, bütün bunlar yalan, her şey yanılsama... Ama Budizm'in salık verdiği yol benim için ulaşılmaz bir yol. Arzudan vazgeçilmesi, benliğin yokedilmesi, benliğin alt edilmesi. Eğer benliğinize bağlı kalırsanız, Budizm bir imkânsızlıktır. Dolayısıyla benliği alt etmek gerekir. Ama benimkini alt edemediğimi saptadım. Kendimle saplantı derecesinde meşgul olduğumu, hepimiz gibi... 

Bütün Budist olmayanlar gibi... Ve bir gün kendi kendime, "Bu sahtekarlık artık bitmeli, senin Budizm'in bir yalan," dedim. Gerçekten de yıllar boyunca bu benzeri görülmemiş kendini beğenmişlikle yaşadım, hatta kendimi Buda'yla mukayese ediyordum. Hayat tecrübemin Buda'nınkiyle çakıştığı da doğru. Buda'nın ölüm, yaşlılık ve ıstırap anlayışı, yaşamış olduğum ve hâlâ yaşadığım bir tecrübedir. Gündelik gerçekliğimdir bu. Ama Buda'nın salık verdiği çözümler benimkiler değil, çünkü ben arzudan yüz çeviremem. Ben hiçbir şey'den vazgeçemem. Bunun üzerine de, kendi kendime, "Bu sahtekârlığın son bulması lazım. Ben sadece ıstırap, yaşlılık ve ölüm söz konusu olduğunda bir Budist'im," dedim. Ama Buda, "Şimdi arzudan vazgeçmek, benliği alt etmek gerek," dediğinde, yapamıyorum. Yapamıyorum, çünkü edebiyat içinde yaşadım ve yazdığım her şey aslında kendi etrafımda dönüyor. İster kendi benliğim olsun, ister genel olarak benlik. Bu ise Budizm'de tam tersidir. Sonra unutmayalım ki Budizm'in asıl büyük fikri vazgeçiş'tir. Bense söylemeliyim ki, şöyle bir etrafıma baktığımda, vazgeçmeyi becerebilecek çok az kimse görüyorum. Kendim de, gerçeği söylemek gerekirse, bunu yapamadığımı saptamışımdır. Size bir olay anlatabilirim: Tanıdığım sosyetik bir hanım bana sürekli olarak Budist olduğunu söylüyordu. Çok zengindi. Ben otelde oturduğum için (yirmi beş yıl boyunca otelde oturdum), bir dairede yaşamak isterdim, diye düşündüm. Ve bu kadının Paris'te yaklaşık on tane evi vardı; dolayısıyla bu kadından bana bir dairesini vermesini istedim: "Madem ki sizin için benlik diye bir şey yok, bunun bir önemi olmaz..." (Gülüşmeler.) Sonunda bana, "Tamam, bakın, Quar-tier Latin'de büyük bir evim var, size göstereceğim," dedi. Bana en üst katı gezdirdi ve şöyle dedi: "İki odam var, biri koridorun başında, diğeri öbür uçta." Bunu bana bir daire olarak öneriyordu. Ona, "Ama otelde kırma tavanlı, bitişik iki odada yaşıyorum. 

Sizse bana uzun bir koridorun iki ucundaki odaları öneriyorsunuz. Üstelik otelde ödediğimden daha fazla para istiyorsunuz!" dedim. Söylemem gerekir ki bunu çok çok fena aldım ve ona saldırdım. Hindistan'a sardıran bütün herkese karşı bir makale yazdım. Eliade'a saldırdığımı söylediler. Katiyetle yanlıştı bu. Bu sosyetik kadına saldırmıştım. Sonunda kendime, "Bu hanım ne ise sen de öylesin, çünkü aslında zaferden söz ediyorsun, dünyadan üstün olduğunu söylüyorsun, büyük metafizikçi havalanna giriyorsun, ve aslında hayatta sen de bütün ötekilerin yaptığını yapıyorsun," dedim. Budist olabilecek manevi kumaşta olmadığımızın farkına vardım. Çünkü Budizm ancak yaşanırsa anlamlıdır. Mesela ben son derece çabuk öfkelenen biriyim. Öfkeye kapılıyorum, kendime hakim olamıyorum. Buda'nın gözünde en büyük günahlardan biridir öfke. Deniyorum, ama katiyetle öfkeme hâkim olamıyorum. Aynca, beni son derece etkileyen bir örnek vereceğim size. Nasıl anlatmalı? Budizm'de kine benzeyen her şey, öfkeye benzeyen her şey, aksiliğe benzeyen her şey, bütün bunlar, hatta hüzün bile, alt edilmesi gereken şeylerdir, sonra huzur gelir. Ben bunu yapamıyorum.

Size beni son derece etkileyen bir örnek vermek isterim: Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kısa ve özlü anlatmaya çalışacağım. Almanların Paris'e girişinden birkaç gün önce, bana paranın hiçbir değerinin kalmayacağı söylendi. Bin frangım vardı. Bu bin frangı kaybetmek aptallıktı. Sadece tek bir kostümüm vardı, bir tane daha alabilirdim. Bir tane kostüm satın almak için büyük bulvarlardaki mağazalardan birine gittim. Her şeyin darmaduman olduğu bir anda bir kostüm satın almanın yakışıksızlığının tamamen farkındaydım. Doğal olarak hiç kimsenin bulunmadığı bir mağazaya giriyorum. Tezgâhtar bana bir sürü kostüm gösteriyor. Birden, "Bir kostüm satın almak aptallık!" diyorumkendime. Tezgâhtar, "Hiçbiri hoşunuza git-metli mi?" diyor. Ben, "Hayır..." diyorum. Bana, "Aptal herif!" diyor. Birden kendi kendime, "Adam haklı, bir aptal gibi davrandım, bir kostüm almanın sırası değil, bütün bir ülke batmak üzere. Bu tip bana ders vermekte haklı," diyorum. İşte. Demek ki kırk yıl önce oldu bu. İki-üç yıl önce, gecenin ortasında sıçrayarak uyanıyorum. "Ah!" diyorum; bu tipi boğazlama isteğiyle "Ah!" diyorum. Bütünüyle unutmuştum bunu, aklımdan tamamen çıkmıştı, bütünüyle unutmuş olduğum bir hikâyeydi. Ve neredeyse kırk yıl sonra, bu tipi öldürme fikriyle sıçrayarak uyanıyorum! Bana aptal muamelesi yaparak ettiği hakaretin intikamını almak için. O zaman dedim ki kendime: "Eğer kötü bir fikir içimde kırk yıl boyunca gizliden gizliye varolabildiyse, içimde yer ettiyse, demek ki ilk günah denen şeyin damgasını yemişim, düşmüş bir yaratığım ben, manevi bir kaderim yok, bütün büyük mistikleri okudum, bunu söylemeliyim, ama aslında bende mistik kumaşı yok, çünkü bir mistiğin kırk yıl boyunca birine kızgın kalabileceğini hayal edemiyorum... " Benim için olağanüstü bir tevazu dersi oldu bu. Size verdiğim bu örnek biraz aptalca. Ama bu alanda yalana boyun eğmemek yine de çok önemli. Oysa elbette ki manevi şeylerde yalanın cazibesine çok kolay kapılırız. Kendimiz hakkında da daima yanılsamalar besleriz. Budizm'de yanılsama cehalettir. Dünyadaki bütün belalar da Buda'ya göre cehaletten gelir.