Hangi geleneksel çehrede kendinizi bulursunuz?
En yakını yine Buda çehresi olurdu. O, hakiki meseleyi anladı.Ama işin ucuna onun tarzında varamayacak kadar fevri bir insanım. Bildiğimle hissettiğim arasında daima bir çatışma olacak.
Bütün kitaplarınızda, kötümser ve kara diye niteleyebileceğimiz tarafın yanında, açıklanamayan, ama rahatlatıcı, hatta canlandırıcı olan tuhaf bir neşe parıldıyor.
Ne ilginçtir ki bu dediğinizi bana birçok kişi söyledi. Çok fazla okurum yok, ama benim verdiğim şu veya bu bilgiye itimat eden birçok kişi zikredebilirim: "Cioran'ı okumamış olsaydım intihar etmiş olurdum," diyorlar. Dolayısıyla, tamamen haklı olduğunuzu sanıyorum. Bunun tutku'dan geldiğini sanıyorum: Karamsar değilim, şedit'im... Bu da yadsımamı canlı kılıyor. Aslında, demin yaradan söz ederken, bunu olumsuz bir biçimde değerlendirmiyordum: Birini yaralamakla felç etmek aynı şey değildir! Kitaplarım ne bunaltıcı ne de iç karartıcı! Onları hiddet ve tutkuyla yazıyorum. Eğer kitaplarım soğuduğumda yazılmış olsalardı, tehlikeli olurdu bu. Ama ben soğuyunca hiçbir şey yazamıyorum; durum ne olursa olsun, titreye titreye sakatlığının üzerine çıkan bir hasta gibiyim. Çürümenin Kitabı'nı henüz bir elyazmasıyken okuyan ilk kişi, şair Jules Supervielle oldu. Daha o zamanlar bile, bunalıma epey eğilimli olan yaşlı bir adamdı ve bana şöyle dedi: "Kitabınız beni inanılmaz derecede uyardı." Bu anlamda, faal bir birey ve şeyleri harekete geçiren bir münkir olan iblise benzediğim söylenebilir...
Şöyle yazmıştınız: "Bir kitap yaraları aranmalıdır, hatta tahriş etmelidir. Kitap bir tehlike olmalıdır." Sizin kitaplarınız hangi anlamda tehlikeli?
Peki, bakın: Bana birçok defa, kitaplarımda yazdıklarımın söylenecek şeyler olmadığını söylediler. Çürümenin Kitabı çıktığında, Le Monde gazetesinin eleştirmeni bana bir sitem mektubu gönderdi; "siz farkında değilsiniz ama bu kitap gençlerin eline de geçebilir!" diye. Saçmalık bu. Kitaplar ne işe
yarayacak? Öğrenmeye mi? Bunun hiçbir ilginçliği yok, çünkü bunun için okula gitmek kâfi. Yok; bir kitabın hakikaten bir yara olması gerektiğine, okurun hayatını herhangi bir şekilde değiştirmesi gerektiğine inanıyorum. Benim kitap yazarkenki fikrim, birinin gözünü açmaktır, onu sopalamaktır. Yazmış olduğum kitaplar rahatsızlıklarımdan (acılarım demeyeyim diye bu kelimeyi kullanıyorum) çıktığına göre, okura da aynı şeyi aktarmalıdır bir nevi. Yok, gazete okur gibi okunan kitapları sevmiyorum: Bir kitap, her şeyi altüst etmelidir, her şeyi sorgulama konusu etmelidir. Neden mi? Şundan ki, yazdıklarımın yararlı olup olmadığıyla pek uğraşmam, çünkü hakikaten hiçbir zaman okuru düşünmem: Kendim için; saplantılarımdan, gerilimlerimden kurtulmak için yazarım; bu kadar. Kısa bir süre önce Le Quotidien de Paris'de bir hanım benim hakkımda şöyle yazıyordu: "Cioran, herkesin içinden geçen şeyleri yazıyor." Okunsun diye, "bir kitap yapmak" için yazmıyorum. Hayır, bir yükten kurtulmak için yazıyorum. Ama daha sonra, kitaplarımın işlevi üzerine derinlemesine düşünürken, bir yara gibi olmaları gerektiğini söylüyorum kendime. Okuru okumadan evvelki halinde bırakan bir kitap, başarısız bir kitaptır.
Utopyanın adeta, topluma aşkın değil içkin olan bir iktidarın sorunu olduğu söylenebilir. İktidar nedir Cioran?
İktidarın kötü, çok kötü olduğuna inanıyorum. Onun varlığı karşısında mütevekkil ve kaderciyim, ama bir musibet olduğunu düşünüyorum. Bakın, iktidara ulaşmış kimseler tanıdım ve bu korkunç bir şey. Ünlü olmayı başaran bir yazar kadar korkunç bir şey. Üniformalı olmak gibi bir şey bu; üzerinizde bir üniforma varsa, artık aynı insan olamazsınız: İşte, iktidara ulaşmak da, daima aynı olan görünmez bir üniformayı giymektir. Kendime soruyorum: Normal olan, ya da normal gibi görünen bir insan, iktidarı neden kabul eder? Sabahtan akşama meşgul yaşamayı neden kabul eder? Muhtemelen hükmetmek bir zevk, bir zaaf olduğu içindir bu. Bunun içindir ki kendi isteğiyle iktidardan feragat eden hiçbir diktatör ya da mutlak şef örneği yoktur: Sulla vakası hatırladığım tek örnek. İktidar şeytanidir: Şeytan, iktidar hırsı olan bir melekti sadece. İktidarı arzulamak insanlığın uğradığı en büyük lanettir.
Acaba arkadaşlar sizin için önemli mi?
Evet, seve seve gördüğüm çok sayıda iyi arkadaşım var, zira insan kendi kusurlarını ancak arkadaşları sayesinde keşfedebilir. İçsel olarak iyileşmek için arkadaşlarını iyi gözlemlemek kâfidir. Muazzam derecede takdir ettiğim bütün arkadaşlarıma çok müteşekkirim, zira onlarla aynı kusurlara sahip olmamak için elimden geleni yaptım. Ama bunu başaramadım. Arkadaşlık ancak arkadaşınız gibi olmadığınızda anlamlıdır. Ondan farklı olmak gerekir. Yoksa arkadaşlık neye yarardı?
Arkadaşlarınız sizin için hep olumsuz modeller mi oldular?
Bütün varlıklar olumsuz modellerdir. Kimse aziz değildir. Ama arkadaşlık verimli olmak zorundadır, zira arkadaşlarımız içsel olarak tanıdığımız yegâne insani varlıklardır. Arkadaşlarımızın örnekleri bizim kendi eğitimimize yararlı olmalıdır.
Doğu felsefesiyle çok ilgilisiniz.
Söyleşiler
Batı ile Doğu arasında yapılan bu temel ayrımı doğru buluyor musunuz?
Biliyor musunuz, Doğu'yu tanımıyorum. Biraz Budizm'i biliyorum. Aynı zamanda biraz da Hindu felsefesini. Hindu felsefesini şimdiye kadar varolmuş olan en derin felsefe gibi değerlendiriyorum. Doğal olarak bana, "Önce Hindu felsefesi vardı, sonra büyük sistemler olarak Yunan felsefesi ve Alman felsefesi geldi," denebilir. Ama Hindu felsefesinin şu kayda değer avantajı var: Hindistan'da filozof, felsefesini uygulamakla yükümlüdür. Uygulama amacıyla felsefe yapar: Çünkü kurtuluş aranmaktadır. Entelektüel bir alıştırma değildir bu. Daima bir tamamlayıcı vardır. Oysa Yunanistan veAlmanya'da yapılmış olan büyük sistemler, yaşanmış tecrübeyle bu ilişkinin olmadığı yapılardır. Bir sistem geliştirilir ve devam eder. Hiç kimse bir filozoftan aynı zamanda bir bilge de olmasını istemez. Kaldı ki Batı'da bilge yoktur. Çünkü biraz düşünürsek, bilge kimdir? Montaigne. Peki Montaigne'den sonra ikinci bir bilge sayın...Sonra, Goethe olabilir, istenirse, ama örnek iyi değildir. Montaigne tamam, o bir bilgedir. Ama Fransız ya da Alman ya da İngiliz edebiyatlarında bilge yoktur. Batı'ya özgü bir şey değildir bu.
İlkçağ'a özgü bir şeydi, ama İlkçağ'ın bitiş dönemine. Felsefenin dağılmaya başladığı âna özgüydü. Oysa Doğu'da, Taocu babaları entelektüel sahtekârlar ya da profesörler gibi tahayyül edemeyiz. Bu bir meslek değildi. Yaşamları ayrılmaz bir biçimde düşüncelerine bağlıydı. Bu çok önemli bir şeydir yine de. Ben şahsen, düşüncelerini yaşayanlara değil de, yaşama doğrudan karışmış olan kimselere saygı duyuyorum. Ama Batılı filozof, tasarlanmış olan biridir. Büyükler, Alman sistemleri düşünüldüğünde, bunların yaşamla hiç alakası yoktur. Batı felsefesi, daha sonra fantastik yapılar vermiş olan bir dizi varsayımdır; ama yaşamdan çıkmamıştır bu, ayrıca yaşama göre de hazırlanmamıştır. Hindistan'da, Çin'de, bütün felsefe geleneği bunu söyler. Size bir şey anlatayım, bir fikir vermesi için. Eliade, İngilizcedeki en büyük Hindu felsefesi tarihini yazmış olan felsefe öğretmeni Dasgupta'nın ona, "Batı'nın en büyük düşünürü Meister Eckhart'tır," dediğini anlatmıştı bana. Kısa süre önce bunu bir Alman filozofu önünde zikrediyordum ki adam güldü ve bunu kesinlikle aptalca buldu: Halbuki doğru. Meister Eckhart'ın Batı'da doğmuş olan en derin filozof olduğu söylenebilir. Bu hiç de bir abartma ya da saçmalama değildir. Ama Meister Eckhart türünde birdüşünürün yine deyegâne birvaka olduğuna inanıyorum. Hem somaMeisterEckhartmuazzam bir yazardı. Dasgupta'nın fikrinin doğru olduğuna inanıyorum. Meister Eckhart gerçekten Hindistan'da doğmuş olabilecek bir düşünürdü. Hakikaten dikkat çekici olan bir kitabı tavsiye edeyim size: 1927'de çıkan ve sanıyorum Ru-dolf Otto'nun yazdığı bir kitap bu. Otto kutsal üzerine bir kitap yazdı; ilginç olmayan basitleştirilmiş bir kitaptı bu. Ama başka şeylerin de yanında her halükârda Fransızcaya çevrilmiş olan bir kitap yazdı: Kitabın Almanca başlığı West-Östliche Mystik, Fransızca başlığı ise Mystique d'Orient et d'Occident ("Doğu'da ve Batı'da Mistisizm"). Payot yayınevi bastı bunu. Bu kitap neden ilginç?
Biliyor musunuz, Doğu'yu tanımıyorum. Biraz Budizm'i biliyorum. Aynı zamanda biraz da Hindu felsefesini. Hindu felsefesini şimdiye kadar varolmuş olan en derin felsefe gibi değerlendiriyorum. Doğal olarak bana, "Önce Hindu felsefesi vardı, sonra büyük sistemler olarak Yunan felsefesi ve Alman felsefesi geldi," denebilir. Ama Hindu felsefesinin şu kayda değer avantajı var: Hindistan'da filozof, felsefesini uygulamakla yükümlüdür. Uygulama amacıyla felsefe yapar: Çünkü kurtuluş aranmaktadır. Entelektüel bir alıştırma değildir bu. Daima bir tamamlayıcı vardır. Oysa Yunanistan veAlmanya'da yapılmış olan büyük sistemler, yaşanmış tecrübeyle bu ilişkinin olmadığı yapılardır. Bir sistem geliştirilir ve devam eder. Hiç kimse bir filozoftan aynı zamanda bir bilge de olmasını istemez. Kaldı ki Batı'da bilge yoktur. Çünkü biraz düşünürsek, bilge kimdir? Montaigne. Peki Montaigne'den sonra ikinci bir bilge sayın...Sonra, Goethe olabilir, istenirse, ama örnek iyi değildir. Montaigne tamam, o bir bilgedir. Ama Fransız ya da Alman ya da İngiliz edebiyatlarında bilge yoktur. Batı'ya özgü bir şey değildir bu.
İlkçağ'a özgü bir şeydi, ama İlkçağ'ın bitiş dönemine. Felsefenin dağılmaya başladığı âna özgüydü. Oysa Doğu'da, Taocu babaları entelektüel sahtekârlar ya da profesörler gibi tahayyül edemeyiz. Bu bir meslek değildi. Yaşamları ayrılmaz bir biçimde düşüncelerine bağlıydı. Bu çok önemli bir şeydir yine de. Ben şahsen, düşüncelerini yaşayanlara değil de, yaşama doğrudan karışmış olan kimselere saygı duyuyorum. Ama Batılı filozof, tasarlanmış olan biridir. Büyükler, Alman sistemleri düşünüldüğünde, bunların yaşamla hiç alakası yoktur. Batı felsefesi, daha sonra fantastik yapılar vermiş olan bir dizi varsayımdır; ama yaşamdan çıkmamıştır bu, ayrıca yaşama göre de hazırlanmamıştır. Hindistan'da, Çin'de, bütün felsefe geleneği bunu söyler. Size bir şey anlatayım, bir fikir vermesi için. Eliade, İngilizcedeki en büyük Hindu felsefesi tarihini yazmış olan felsefe öğretmeni Dasgupta'nın ona, "Batı'nın en büyük düşünürü Meister Eckhart'tır," dediğini anlatmıştı bana. Kısa süre önce bunu bir Alman filozofu önünde zikrediyordum ki adam güldü ve bunu kesinlikle aptalca buldu: Halbuki doğru. Meister Eckhart'ın Batı'da doğmuş olan en derin filozof olduğu söylenebilir. Bu hiç de bir abartma ya da saçmalama değildir. Ama Meister Eckhart türünde birdüşünürün yine deyegâne birvaka olduğuna inanıyorum. Hem somaMeisterEckhartmuazzam bir yazardı. Dasgupta'nın fikrinin doğru olduğuna inanıyorum. Meister Eckhart gerçekten Hindistan'da doğmuş olabilecek bir düşünürdü. Hakikaten dikkat çekici olan bir kitabı tavsiye edeyim size: 1927'de çıkan ve sanıyorum Ru-dolf Otto'nun yazdığı bir kitap bu. Otto kutsal üzerine bir kitap yazdı; ilginç olmayan basitleştirilmiş bir kitaptı bu. Ama başka şeylerin de yanında her halükârda Fransızcaya çevrilmiş olan bir kitap yazdı: Kitabın Almanca başlığı West-Östliche Mystik, Fransızca başlığı ise Mystique d'Orient et d'Occident ("Doğu'da ve Batı'da Mistisizm"). Payot yayınevi bastı bunu. Bu kitap neden ilginç?
Paralellikleri gösterdiği için. Herhangi bir etkinin olabilmesi bile mümkün değil. Ama yaptığı alıntılarla muayyen bir paralellik olduğunu gösteriyor. Nasıl olup da iki mistisizmin birbirinden bağımsız olarak evrim geçirip aynı büyük metafizik meselelere temas ettiklerini gösteriyor. Bazen dilde bile benzerlikler oluyor. Bunu görmek çok etkileyici. Neden bilmiyorum bu kitap unutuldu. Mistisizm meselesini son derece güzel bir biçimde aydınlatan çok büyük bir kitap bu. Biliyor musunuz, aslında dini mistisizmden ayırmak lazım. Belki bütünüyle değil, ama mistisizm ayrı bir şey. Batılılar mistikler aracılığıyla Doğululara kavuşur. Burada da, mistik görüş tecrübesiz tasarlanamaz. Vecd yaşamayan bir mistik yoktur. Demek ki katetmiş olmak gerekir. İlginç olan şey, mistik tecrübenin birbirinden o kadar farklı olan iki uygarlık tarafından neredeyse aynı terimlerle dile getirilmiş olmasıdır. Çünkü aslında, eğer vecdi düşünürseniz, ister Doğu'da olsun ister Batı'da, bunun önemi yok, dili zorlayan yükseklikler vardır. Nerede olursanız olun, bazı deyişleri kullanmakla yükümlüsünüzdür. Dolayısıyla, yüksekliklerde bir aynılık vardır. Şöyle diyelim: Baş dönmesinin doruğunda. Böylelikle Hindu felsefesinin büyük uzmanlarından olan Rudolf Otto, bu iki büyük mistik düşünürün nasıl birleştiklerini gösterir -ve bu çok etkileyicidir. Çankara mistik olmaktan ziyade büyük düşünürdü, Meister Eckhart ise gerçekten büyük bir mistikti ve büyük bir filozoftu. İkisi de neredeyse aynı dile varırlar.
Hindufelsef esinin ve Budizm’in somut tarafıyla ilgilendiğinizi söylüyorsunuz. Budizm kurtuluş yoluna sadece bilgi aracılığıyla giriş imkânı vermez. Aynı zamanda meditasyon uygulamaları ve
alıştırmaları da var...
Gerçeği söylemek gerekirse alıştırmalar beni hiçbir zaman ilgilendirmedi. Ama Budizm beni uzun zaman boyunca ilgilendirdi: Budizm size iman sahibi olmadan bir dine girme imkanı verir. Budizm sadece bilgiyi salık veren bir dindir. Size sadece bileşikler olduğunuz, bu bileşiklerin çözüldüğü, gerçekliklerinin olmadığı öğretilir ve gerçek dışılığınız kanıtlanır. Sonra da, "Şimdi sonuçlarına katlanın," denir. Budizm'in yorumuna girmek istemiyorum, ama madem ki kendimden söz ediyorum, size Budizm'le ilişkilerimden bahsedeceğim. Çok uzun zaman boyunca kendimi bir Budist gibi görüyordum. Bunu söylüyordum ve bununla böbürlenerek gurur duyuyordum. Bunun bir sahtekârlık olduğunu fark ettiğim güne kadar. Şu an bile Budizm'in bütün olumsuz tespitleriyle hemfikirim: Gerçek değiliz, bütün bunlar yalan, her şey yanılsama... Ama Budizm'in salık verdiği yol benim için ulaşılmaz bir yol. Arzudan vazgeçilmesi, benliğin yokedilmesi, benliğin alt edilmesi. Eğer benliğinize bağlı kalırsanız, Budizm bir imkânsızlıktır. Dolayısıyla benliği alt etmek gerekir. Ama benimkini alt edemediğimi saptadım. Kendimle saplantı derecesinde meşgul olduğumu, hepimiz gibi...
Hindufelsef esinin ve Budizm’in somut tarafıyla ilgilendiğinizi söylüyorsunuz. Budizm kurtuluş yoluna sadece bilgi aracılığıyla giriş imkânı vermez. Aynı zamanda meditasyon uygulamaları ve
alıştırmaları da var...
Gerçeği söylemek gerekirse alıştırmalar beni hiçbir zaman ilgilendirmedi. Ama Budizm beni uzun zaman boyunca ilgilendirdi: Budizm size iman sahibi olmadan bir dine girme imkanı verir. Budizm sadece bilgiyi salık veren bir dindir. Size sadece bileşikler olduğunuz, bu bileşiklerin çözüldüğü, gerçekliklerinin olmadığı öğretilir ve gerçek dışılığınız kanıtlanır. Sonra da, "Şimdi sonuçlarına katlanın," denir. Budizm'in yorumuna girmek istemiyorum, ama madem ki kendimden söz ediyorum, size Budizm'le ilişkilerimden bahsedeceğim. Çok uzun zaman boyunca kendimi bir Budist gibi görüyordum. Bunu söylüyordum ve bununla böbürlenerek gurur duyuyordum. Bunun bir sahtekârlık olduğunu fark ettiğim güne kadar. Şu an bile Budizm'in bütün olumsuz tespitleriyle hemfikirim: Gerçek değiliz, bütün bunlar yalan, her şey yanılsama... Ama Budizm'in salık verdiği yol benim için ulaşılmaz bir yol. Arzudan vazgeçilmesi, benliğin yokedilmesi, benliğin alt edilmesi. Eğer benliğinize bağlı kalırsanız, Budizm bir imkânsızlıktır. Dolayısıyla benliği alt etmek gerekir. Ama benimkini alt edemediğimi saptadım. Kendimle saplantı derecesinde meşgul olduğumu, hepimiz gibi...
Bütün Budist olmayanlar gibi... Ve bir gün kendi kendime, "Bu sahtekarlık artık bitmeli, senin Budizm'in bir yalan," dedim. Gerçekten de yıllar boyunca bu benzeri görülmemiş kendini beğenmişlikle yaşadım, hatta kendimi Buda'yla mukayese ediyordum. Hayat tecrübemin Buda'nınkiyle çakıştığı da doğru. Buda'nın ölüm, yaşlılık ve ıstırap anlayışı, yaşamış olduğum ve hâlâ yaşadığım bir tecrübedir. Gündelik gerçekliğimdir bu. Ama Buda'nın salık verdiği çözümler benimkiler değil, çünkü ben arzudan yüz çeviremem. Ben hiçbir şey'den vazgeçemem. Bunun üzerine de, kendi kendime, "Bu sahtekârlığın son bulması lazım. Ben sadece ıstırap, yaşlılık ve ölüm söz konusu olduğunda bir Budist'im," dedim. Ama Buda, "Şimdi arzudan vazgeçmek, benliği alt etmek gerek," dediğinde, yapamıyorum. Yapamıyorum, çünkü edebiyat içinde yaşadım ve yazdığım her şey aslında kendi etrafımda dönüyor. İster kendi benliğim olsun, ister genel olarak benlik. Bu ise Budizm'de tam tersidir. Sonra unutmayalım ki Budizm'in asıl büyük fikri vazgeçiş'tir. Bense söylemeliyim ki, şöyle bir etrafıma baktığımda, vazgeçmeyi becerebilecek çok az kimse görüyorum. Kendim de, gerçeği söylemek gerekirse, bunu yapamadığımı saptamışımdır. Size bir olay anlatabilirim: Tanıdığım sosyetik bir hanım bana sürekli olarak Budist olduğunu söylüyordu. Çok zengindi. Ben otelde oturduğum için (yirmi beş yıl boyunca otelde oturdum), bir dairede yaşamak isterdim, diye düşündüm. Ve bu kadının Paris'te yaklaşık on tane evi vardı; dolayısıyla bu kadından bana bir dairesini vermesini istedim: "Madem ki sizin için benlik diye bir şey yok, bunun bir önemi olmaz..." (Gülüşmeler.) Sonunda bana, "Tamam, bakın, Quar-tier Latin'de büyük bir evim var, size göstereceğim," dedi. Bana en üst katı gezdirdi ve şöyle dedi: "İki odam var, biri koridorun başında, diğeri öbür uçta." Bunu bana bir daire olarak öneriyordu. Ona, "Ama otelde kırma tavanlı, bitişik iki odada yaşıyorum.
Sizse bana uzun bir koridorun iki ucundaki odaları öneriyorsunuz. Üstelik otelde ödediğimden daha fazla para istiyorsunuz!" dedim. Söylemem gerekir ki bunu çok çok fena aldım ve ona saldırdım. Hindistan'a sardıran bütün herkese karşı bir makale yazdım. Eliade'a saldırdığımı söylediler. Katiyetle yanlıştı bu. Bu sosyetik kadına saldırmıştım. Sonunda kendime, "Bu hanım ne ise sen de öylesin, çünkü aslında zaferden söz ediyorsun, dünyadan üstün olduğunu söylüyorsun, büyük metafizikçi havalanna giriyorsun, ve aslında hayatta sen de bütün ötekilerin yaptığını yapıyorsun," dedim. Budist olabilecek manevi kumaşta olmadığımızın farkına vardım. Çünkü Budizm ancak yaşanırsa anlamlıdır. Mesela ben son derece çabuk öfkelenen biriyim. Öfkeye kapılıyorum, kendime hakim olamıyorum. Buda'nın gözünde en büyük günahlardan biridir öfke. Deniyorum, ama katiyetle öfkeme hâkim olamıyorum. Aynca, beni son derece etkileyen bir örnek vereceğim size. Nasıl anlatmalı? Budizm'de kine benzeyen her şey, öfkeye benzeyen her şey, aksiliğe benzeyen her şey, bütün bunlar, hatta hüzün bile, alt edilmesi gereken şeylerdir, sonra huzur gelir. Ben bunu yapamıyorum.
Size beni son derece etkileyen bir örnek vermek isterim: Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kısa ve özlü anlatmaya çalışacağım. Almanların Paris'e girişinden birkaç gün önce, bana paranın hiçbir değerinin kalmayacağı söylendi. Bin frangım vardı. Bu bin frangı kaybetmek aptallıktı. Sadece tek bir kostümüm vardı, bir tane daha alabilirdim. Bir tane kostüm satın almak için büyük bulvarlardaki mağazalardan birine gittim. Her şeyin darmaduman olduğu bir anda bir kostüm satın almanın yakışıksızlığının tamamen farkındaydım. Doğal olarak hiç kimsenin bulunmadığı bir mağazaya giriyorum. Tezgâhtar bana bir sürü kostüm gösteriyor. Birden, "Bir kostüm satın almak aptallık!" diyorumkendime. Tezgâhtar, "Hiçbiri hoşunuza git-metli mi?" diyor. Ben, "Hayır..." diyorum. Bana, "Aptal herif!" diyor. Birden kendi kendime, "Adam haklı, bir aptal gibi davrandım, bir kostüm almanın sırası değil, bütün bir ülke batmak üzere. Bu tip bana ders vermekte haklı," diyorum. İşte. Demek ki kırk yıl önce oldu bu. İki-üç yıl önce, gecenin ortasında sıçrayarak uyanıyorum. "Ah!" diyorum; bu tipi boğazlama isteğiyle "Ah!" diyorum. Bütünüyle unutmuştum bunu, aklımdan tamamen çıkmıştı, bütünüyle unutmuş olduğum bir hikâyeydi. Ve neredeyse kırk yıl sonra, bu tipi öldürme fikriyle sıçrayarak uyanıyorum! Bana aptal muamelesi yaparak ettiği hakaretin intikamını almak için. O zaman dedim ki kendime: "Eğer kötü bir fikir içimde kırk yıl boyunca gizliden gizliye varolabildiyse, içimde yer ettiyse, demek ki ilk günah denen şeyin damgasını yemişim, düşmüş bir yaratığım ben, manevi bir kaderim yok, bütün büyük mistikleri okudum, bunu söylemeliyim, ama aslında bende mistik kumaşı yok, çünkü bir mistiğin kırk yıl boyunca birine kızgın kalabileceğini hayal edemiyorum... " Benim için olağanüstü bir tevazu dersi oldu bu. Size verdiğim bu örnek biraz aptalca. Ama bu alanda yalana boyun eğmemek yine de çok önemli. Oysa elbette ki manevi şeylerde yalanın cazibesine çok kolay kapılırız. Kendimiz hakkında da daima yanılsamalar besleriz. Budizm'de yanılsama cehalettir. Dünyadaki bütün belalar da Buda'ya göre cehaletten gelir.
Size beni son derece etkileyen bir örnek vermek isterim: Nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Kısa ve özlü anlatmaya çalışacağım. Almanların Paris'e girişinden birkaç gün önce, bana paranın hiçbir değerinin kalmayacağı söylendi. Bin frangım vardı. Bu bin frangı kaybetmek aptallıktı. Sadece tek bir kostümüm vardı, bir tane daha alabilirdim. Bir tane kostüm satın almak için büyük bulvarlardaki mağazalardan birine gittim. Her şeyin darmaduman olduğu bir anda bir kostüm satın almanın yakışıksızlığının tamamen farkındaydım. Doğal olarak hiç kimsenin bulunmadığı bir mağazaya giriyorum. Tezgâhtar bana bir sürü kostüm gösteriyor. Birden, "Bir kostüm satın almak aptallık!" diyorumkendime. Tezgâhtar, "Hiçbiri hoşunuza git-metli mi?" diyor. Ben, "Hayır..." diyorum. Bana, "Aptal herif!" diyor. Birden kendi kendime, "Adam haklı, bir aptal gibi davrandım, bir kostüm almanın sırası değil, bütün bir ülke batmak üzere. Bu tip bana ders vermekte haklı," diyorum. İşte. Demek ki kırk yıl önce oldu bu. İki-üç yıl önce, gecenin ortasında sıçrayarak uyanıyorum. "Ah!" diyorum; bu tipi boğazlama isteğiyle "Ah!" diyorum. Bütünüyle unutmuştum bunu, aklımdan tamamen çıkmıştı, bütünüyle unutmuş olduğum bir hikâyeydi. Ve neredeyse kırk yıl sonra, bu tipi öldürme fikriyle sıçrayarak uyanıyorum! Bana aptal muamelesi yaparak ettiği hakaretin intikamını almak için. O zaman dedim ki kendime: "Eğer kötü bir fikir içimde kırk yıl boyunca gizliden gizliye varolabildiyse, içimde yer ettiyse, demek ki ilk günah denen şeyin damgasını yemişim, düşmüş bir yaratığım ben, manevi bir kaderim yok, bütün büyük mistikleri okudum, bunu söylemeliyim, ama aslında bende mistik kumaşı yok, çünkü bir mistiğin kırk yıl boyunca birine kızgın kalabileceğini hayal edemiyorum... " Benim için olağanüstü bir tevazu dersi oldu bu. Size verdiğim bu örnek biraz aptalca. Ama bu alanda yalana boyun eğmemek yine de çok önemli. Oysa elbette ki manevi şeylerde yalanın cazibesine çok kolay kapılırız. Kendimiz hakkında da daima yanılsamalar besleriz. Budizm'de yanılsama cehalettir. Dünyadaki bütün belalar da Buda'ya göre cehaletten gelir.