09 Nisan 2019

Picasso'nun Açıklamaları

1923 Yılındaki Açıklamaları

Aşağıdaki açıklama, Marius de Zayas'a İspanyolca olarak yapılmıştır. Picasso, İngilizceye çevrilip 1923 Mayıs'ında New Yorkt'da The Arts'ta, “Picasso Konuşuyor” başlığı altında yayımlanmadan önce de Zayas'ın yazdıklarını görüp onaylamıştır. Bu açıklama, burada, The Arts'ın genel yayın yönetmeni Forbes Watson'ın izniyle yeniden basılmıştır.

Modern resimle ilgili olarak araştırma sözcüğüne verilen önemi anlamakta güçlük çekiyorum. Benim kanıma göre resimde aramak hiçbir anlam taşımaz. Asıl olan bulmaktır. Gözlerini yere dikmiş, yaşamını kaderin yoluna çıkaracağı cüzdanı aramakla geçiren birini izlemek kimseye ilginç gelmez. Bulduğu her ne olursa olsun, başlangıçtaki niyeti o şeyi aramak olmasa da, bir şey bulan insan hayranlık değilse bile en azından merak uyandırır.

İşlemekle suçlandığım günahlar arasında, çalışmalarımda başlıca amaç olarak araştırma ruhunu benimsediğim iddiası kadar yanılgılı olanı yoktur. Resim yaparken amacım, aramakta olduğum şeyi değil, bulduğum şeyi göstermektir. Sanatta niyetler yeterli değildir; bizim İspanyolcada dediğimiz gibi: Sevginin nedenlerle değil, verilerle kanıtlanması gerekir. Önemli olan, insanın yaptığıdır, yapmaya niyet ettiği şey değil.

Hepimiz, sanatın gerçeğin kendisi olmadığını biliriz. Sanat, gerçeği, hiç değilse anlamamız için bize verilen, onu fark etmemizi sağlayan bir yalandır. Sanatçının, başkalarını kendi yalanlarının gerçekliğine ikna etmek için başvuracağı tarzı bilmesi gerekir. Sanatçı, yapıtlarında yalnızca yalanları aktarmada kullandığı yolu nasıl aradığını, nasıl yeniden aradığını gösterse, hiçbir zaman bir şey başaramaz.

Araştırma fikri, resmi yolundan saptırmış ve sanatçının kendisini zihinsel debelenmelerin içinde yitirmesine yol açmıştır. Modern Sanat'ın en büyük hatası belki de bu olmuştur. Araştırma ruhu, Modern Sanat'ta olumlu ve sonuç getirici öğelerin tümünü tam olarak anlayamayanları zehirlemiştir; onları görünmez olanı, bu nedenle de resmedilemez olanı resmetmeye kalkışmaya götürmüştür.

Modern resme karşıt olarak doğalcılıktan söz ediyorlar. Doğal bir sanat yapıtı gören olmuş mudur hiç, bunu bilmek isterim. Doğayla sanat, birbirinden farklı iki şey olduklarından, aynı olamazlar. Sanat aracılığıyla biz, doğanın ne olmadığına ilişkin kavrayışımızı ifade ederiz.

Velasquez, bize kendi çağındaki insanlara ilişkin fikrini bırakmıştır. Kuşkusuz, bu insanlar Velasquez'in resimlerine geçirdiği insanlardan farklıydılar, ama biz bir IV. Philip'i Velasquez'in resmettiğinden başka bir yolla kavrayamayız. Rubens de aynı kralın portresini yapmıştır; onun portresinde IV. Philip bambaşka biri gibi görünür. Bizler, Velasquez'in resmettiği portreye inanırız çünkü o bizi güçlülüğüyle ikna eder.

Yaptıkları doğadan açıkça farklı olan ilk primitif ressamlardan tutun da, David, Ingres, hatta Bouguereau gibi doğanın aynıyla resmedilmesi gerektiğine inanan ressamlara kadar sanat her zaman sanat olmuştur, doğa değil. Sonra, sanat açısından bakıldığında, somut ya da soyut biçim diye bir şey yoktur; yalnızca az ya da çok inandırıcı yalanlardan oluşan biçimler vardır. Bu yalanların, zihinsel benliklerimiz açısından gerekli olduğundan hiç kuşku duyulamaz çünkü biz, estetik yaşam görüşümüzü onlar aracılığıyla oluştururuz.

Kübizm başka bütün resim okullarından hiç de farklı değildir. Aynı ilkeler ve aynı öğeler bu okulların hepsinde ortak olarak bulunur. Kübizm'in uzun süre anlaşılmamış olması, bugün bile Kübizm de hiçbir şey göremeyen kişilerin bulunması hiçbir şey ifade etmez. Ben İngilizce okuyamam; İngilizce yazılmış bir kitap benim gözümde sayfaları boş bir kitaptır. Bu, İngiliz dilinin var olmadığı anlamına gelmez; hakkında hiçbir şey bilmediğim şeyi anlayamadığım için neden kendimden başkalarını suçlayayım?

Sonra, evrim sözcüğünü de sık sık duyuyorum. Benden tekrar tekrar resmimin nasıl evrimleştiğini açıklamam isteniyor. Bana göre sanatta geçmiş ya da gelecek diye bir şey yoktur. Bir sanat yapıtı sürekli olarak şimdide yaşayamıyorsa onu hiç dikkate almamak gerekir. Yunanlıların, Mısırlıların, başka zamanlarda yaşayan büyük ressamların sanatı, geçmişin sanatı değildir; bunlar belki de bugün, hiç olmadıkları ölçüde canlıdırlar. Sanat kendi kendine evrimleşmez; insanların fikirleri değişir; onlarla birlikte bu fikirlerin dışavurulma tarzı da değişir. İnsanların, bir sanatçının evrimleşmesinden söz ettiklerini duyduğum da bana öyle geliyor ki bu insanlar o sanatçıyı yüzü birbirine dönük iki aynanın ortasında ayakta duruyormuş gibi düşünüyor ve sanatçının imgesini sınırsız sayıda yeniden üretiyorlar; aynaların birinde artarda görülen imgeleri o sanatçının geçmişi, öbür aynadaki imgeleri de geleceği olarak görüyorlar; gerçek imgesini de o sanatçının şimdiki hali sayıyorlar. Bu insanlar, bunların hepsinin aynı imgenin farklı düzlemlerdeki yansımaları olduğunu anlayamıyorlar. Çeşitlerine evrimleşme demek doğru değildir. Bir sanatçı, dışavurum tarzında değişiklik yaparsa, bu olsa olsa onun düşünme tarzını değiştirdiği, değiştirmekle iyiye ya da kötüye doğru gidebileceği anlamına gelir.

Benim, sanatımda kullandığım çeşitli tarzlar, bir evrim olarak ya da bilinmeyen bir resim idealine giden adımlar olarak görülmemelidir. Şimdiye kadar yaptığım her şey, şimdi için ve hep şimdide kalacağı umuduyla yapılmıştır. Araştırma ruhunu hiçbir zaman dikkate almadım, ifade edilecek bir şey bulduğum zaman, bunu geçmişi ya da geleceği düşünmeden yaptım. Resimde kullandığım farklı tarzlarda birbirinden köktenci bir biçimde farklı öğeler kullandığımı sanmıyorum, ifade etmek istediğim konular bana birbirinden farklı ifade etme yollarını düşündürdüyse, bu yolları benimsemekte hiç tereddüt etmedim. Hiçbir zaman denemelere ya da deneylere girişmedim. Söyleyecek bir şeyim olduğunda, onu söylenmesi gerektiğine inandığım tarzda söyledim, farklı güdüler kaçınılmaz olarak farklı dışavurum yöntemleri gerektiriyor. Bu, evrimi de ilerlemeyi de akla getirmemeli; tersine, insanın ifade etmek istediği fikrin ve o fikri ifade etme araçlarının uyarlanmasını akla getirmeli.

Geçiş sanatı diye bir şey yoktur. Sanatın zamandizinsel tarihi içinde, öbürlerine göre daha olumlu, daha tamamlanmış dönemler vardır. Bu da demektir ki başka dönemlerle karşılaştırıldığında, içinde daha iyi sanatçıları barındıran dönemler olmuştur. Sanat tarihi, örneğin bir hemşirenin hastasının ateşindeki oynamaları işaretlediği tabloda olduğu gibi grafik olarak gösterilebilseydi, orada da benzer dağ silüetlerinin bulunduğu kanıtlanabilirdi; bu da, sanatta hep yükselen çizgide bir ilerleme olmadığını, iniş çıkışların her zaman ortaya çıkabileceğini kanıtlardı. Tek bir sanatçının yapıtlarında da aynı şey görülür. Çoğu kişi, Kübizm'in bir geçiş sanatı, gizli kalmış sonuçları ortaya çıkaracak bir deney olduğunu düşünmek ister. Böyle düşünenler Kübizm'i anlamamışlardır. Kübizm, ne bir tohum, ne de bir dölüttür; öncelikle biçimlerle uğraşan bir sanattır; bir biçim, gerçekleştirildikten sonra, orada kendi yaşamını yaşamaya başlar. Geometrik biçimlenişleri olan bir mineral madde geçici olmak üzere var edilmemiştir; neyse öyle kalacaktır ve hep kendi biçimine sahip olacaktır. Ama evrim ve dönüşüm yasasını sanata uygulayacak olursak, o zaman tüm sanatın geçici olduğunu kabul etmek zorunda kalırız. Tam tersine, sanat bu felsefi mutlaklaştırmaların içine girmez. Kübizm bir geçiş sanatıysa, ben eminim ki ondan çıkacak tek şey, başka bir Kübizm biçimi olacaktır.

Matematik, trigonometri, kimya, ruh çözümleme, müzik, daha ne isterseniz, bütün bunlar, daha kolay yorumlayabilmek için Kübizm ile ilişkilendirilmiştir. Bunların hepsi saçmalık değilse bile düpedüz boş edebiyattır; insanların gözlerini kuramlarla kör ederek kötü sonuçlara yol açmıştır.

Kübizm, kendini resmin sınırları ve sınırlılıkları içinde tutmuştur; hiçbir zaman resmin ötesine geçmeye kalkışmamıştır. Çizim, tasarım ve renk, Kübizm'de de bütün öbür okullarda anlaşıldığı ve uygulandığı ruhla ve tarzla anlaşılmış ve uygulanmıştır. Konularımız farklı olabilir çünkü biz daha önceleri göz ardı edilen nesneleri ve biçimleri soktuk resme. Gözlerimizi, çevremizdeki her şeyi görecek biçimde açık tuttuk; beyinlerimizi de.

Bizler, biçime ve renge, görebildiğimiz kadarıyla kendi bireyselliklerine özgü önemi veriyoruz; konularımızda, keşfetmenin sevincini, beklenmeyenin zevkini yakalıyoruz; ele aldığımız konular kendi başlarına birer ilgi kaynağı oluşturmalı. Ama isterse herkesin görebileceği bir şeyi yaptığımızı söylemenin ne gibi bir yararı olabilir.
1935 Yılındaki Açıklamaları

Christian Zervos, Picasso'nun bu gözlemlerini 1935'te Picasso'nun yazlık evinin bulunduğu Boisgeloup'ta onunla yaptığı bir görüşmeden hemen sonra yazıya geçirdi. Zervos, aldığı notları Picasso'ya göstermek istediğinde, Picasso ona şu yanıtı verdi: “Onları bana göstermene gerek yok. Moralimizin çok zayıf olduğu bu dönemde en önemli şey şevk yaratmaktır. Homeros'u aslında kaç kişi okumuştur? Gene de bütün dünya ondan söz ediyor. Böylece Homeros efsanesi yaratılmış oluyor. Bu anlamda bir efsane, değerli bir uyarı başlatır. En çok gereksinme duyduğumuz şey şevktir; hem bizlerin, hem de genç kuşağın.”

Bununla birlikte Zervos, Picasso'nun bu notların üstünden geçtiğini ve onayladığını belirtiyor. Bu notlar 1935'te “Cahiers d'Art'ta (Cilt 10 (Sayı 10) ss. 173- 178) Conversations avec Picasso başlığıyla yayınlanmıştır. Aşağıdaki (İngilizce) çeviri Myfanwy Evans tarafından yapılmıştır.

Generallerin ellerinde savaş silahlarından daha tehlikeli bir şey olmadığını anlatan fıkrayı aslında sanatçılara uyarlayabiliriz. Aynı mantıkla, yargıçların ellerinde adaletten, ressamın elinde de bir resim fırçasından daha tehlikeli bir şey yoktur. Bunun toplum açısından yarattığı tehlikeyi bir düşünün! Ama bugün ressamları ve şairleri toplum dışına itmeye yetecek gücümüz yok, çünkü onları aramızda tutmanın tehlike yarattığını kendimize itiraf etmekten çekiniyoruz.

Şeyleri, tutkularımın bana söylediği gibi kullanmak benim talihsizliğim -belki de en büyük zevkim- oldu. Sarışınlara tapan bir ressam için, meyve sepetiyle sarışınlar yan yana iyi durmadığı için onları resimlerine koyamaması ne kötü bir yazgıdır! Elmalardan nefret eden bir ressam için, masa örtüsüyle çok iyi gittikleri için resminde elmaları kullanmak zorunda kalmak ne korkunç bir durumdur! Ben sevdiğim her şeyi resme katarım. Şeylere gelince - onlar için durum çok kötü; buna katlanmaktan başka çareleri yok.

Eski günlerde resimler tamamlanmaya doğru aşama aşama ilerlerdi. Her gün yeni bir şey getirirdi. Bir resim eklerin toplamından oluşurdu. Benim durumumdaysa, bir resim yıkımların toplamından oluşur. Ben bir resmi yaparım - sonra yıkarım. Ama sonunda, hiçbir şey kaybolmaz. Bir yerden kaldırdığım kırmızı başka bir yerde ortaya çıkıverir.

Bir resmin aşamalarını değil ama başkalaşımlarını fotoğraflayarak saklamak çok ilginç olurdu. Belki o zaman, beynin bir rüyayı gerçekleştirirken izlediği yolu keşfedebilirdik. Ama çok garip olan bir şey var - bu da, bir resmin temelde değişmediğini, görünüşler ne olursa olsun ilk "görü"nün neredeyse hiç bozulmadan kaldığını gözden kaçırmamak. Bir resmin içine yerleştirildikten sonra ışığın ve karanlığın üzerinde sık sık düşünürüm; aralarına farklı bir etki yaratacak bir renk sokarak bunları parçalamaya var gücümle çalışırım. Yapıtın fotoğrafı çekildiğinde, ilk görümü düzeltmek için oraya koyduğum şeyin yok olup gittiğini, fotoğraftaki imgenin de, üzerinde ısrar ettiğim dönüşümden önceki ilk görüme denk düştüğünü fark ederim.

Bir resim önceden düşünülüp kararlaştırılamaz. Yapılırken, insanın düşüncesiyle birlikte değişir. Bittiği zaman da, o resme bakan kişinin içinde bulunduğu zihinsel duruma göre değişmeye devam eder. Resmin canlı varlık gibi bir yaşamı vardır: Günbegün yaşamımızın bize dayattığına benzer değişiklikler geçirir. Bu da çok doğal bir şeydir, çünkü resim ancak kendisine bakan insan aracılığıyla yaşar.

Bir resmi yapmakla uğraştığım gerçek zaman içinde beyazı düşünebilirim ve resme beyaz koyarım. Ama hiç durmadan beyazı düşünerek ve beyaz boya kullanarak çalışmaya devam edemem. Renkler de, yüz hatları gibi, coşkulardaki değişiklikleri izler. Bir resim için yaptığım ve üstüne bütün renklerin adlarını yazdığım bir eskizi yeniden gördüm. O renklerden ne kaldı? Başlangıçta düşündüğüm beyaz ve düşündüğüm yeşil orada, resimde, ama başlangıçta koymayı amaçladığım yerlerde değil; ayrıca aynı miktarlarda da değil. Elbette, farklı kesimleri, birbirleriyle çok iyi gidecek biçimde eşleyerek de resim yapabilirsiniz, ama o resimler hiç heyecan taşımaz.

Öyle bir aşamaya gelmek istiyorum ki kimse o resmin nasıl yapıldığını anlamasın. Bunu istemekten amacım ne? Yalnızca şu: Resimden, coşku dışında hiçbir şeyin yayılmasını istemiyorum.

Çalışmak insan için bir zorunluluktur.

At, araba sırıklarının arasına kendi isteğiyle girmez.

İnsan çalar saati icat etmiştir.

Ben bir resme başladığımda, içimde çalışan biri vardır. Sonuna doğru, bütün o süre boyunca -bir iş ortağım olmadan- yalnız başıma çalışıyormuşum izlenimine kapılırım.

Bir resme başladığınız zaman, çoğunlukla pek çok güzel keşifte bulunursunuz. Bunlara karşı tetikte olmanız gerekir. Yaptığın o şeyi yık ve birkaç kez yeniden yap. Güzel bir buluşu her yıkışında, sanatçı onu aslında bastırmış olmaz; dönüştürür, yoğunlaştırır, daha özlü kılar. Sonunda ortaya çıkan şey, bir kenara atılmış olan buluşların toplamıdır. Yoksa, insan kendi sanat yapıtlarının satış uzmanı konumuna gelir. Ben kendime bir şey satmıyorum ki!

Aslında insan çok az renkle çalışır. Ama her biri kendi yerini bulduğunda, bu renkler sayıca daha çokmuş gibi görünür.
Soyut sanat yalnızca resimdir. Peki, tiyatroya ne demeli?

Soyut sanat diye bir şey yoktur. Her zaman bir şeyden yola çıkmak gerekir. Daha sonra, bütün gerçekçilik izlerini ortadan kaldırabilirsiniz. O zaman da zaten artık hiçbir tehlike kalmaz, çünkü o nesnenin fikri silinmez bir iz bırakmıştır. Sanatçıyı kışkırtan, fikirlerini heyecanlandıran, coşkularını harekete geçiren şey o nesne olmuştur. Fikirler ve coşkular, sonunda sanatçının yapıtında birer tutsak olacaktır. Ne yaparlarsa yapsınlar, resimden kaçamazlar. Bunlar, resmin bütünleyici bir parçasını oluşturur - varlıkları artık fark edilmez olduğu zaman bile. İstesin istemesin, insan doğanın elinde bir araçtır. Doğa, kendi özelliğini ve görünüşünü insana zorla dayatır. Dinard resimlerinde ve Pourville resimlerinde hemen hemen aynı görüyü dışa vurdum. Bununla birlikte, Bretenya'da yapılan resimlerimin, Normandiya'da yapılanlardan ne kadar farklı olduğunu siz kendiniz de gördünüz; çünkü Dieppe yarlarının ışığına dikkat ettiniz. Ben bu ışığı kopya etmedim; o ışığa özel bir dikkat de göstermedim. Yalnızca o ışığın içine bütünüyle baktım. Gözlerim o ışığı gördü; bilinçaltım da gözlerimin gördüğünü kaydetti: Ellerim bu izlenimi saptadı. İnsan doğaya karşı çıkamaz. Doğa, en güçlü insandan bile daha güçlüdür. Doğayla iyi geçinmek bizim çıkarımızadır! Bizler kendimize belli özgürlükler tanıyabiliriz, ama ancak ayrıntılarda.

"Figüratif" sanat, "non-figüratif" sanat diye bir şey yoktur. Her şey bize bir "figür" kılığına bürünmüş olarak görünür. Metafizikte bile fikirler simgesel "figürler"le ifade edilir. O zaman, "figürasyon" olmadan resim yapmanın ne kadar gülünç bir şey olduğunu anlarsınız. Bir kişi, bir nesne, bir daire, bunların hepsi birer "figür"dür; hepsi bizde az çok yoğun tepkiler uyandırır. Bazıları duyumlarımıza daha yakın düşer ve duyusal yetilerimize dokunan coşkular uyandırır; bazıları da, daha dolaysız bir yolla zihnimize, anlağımıza seslenir. Bunların hepsine bir yer açmak gereklidir, çünkü ben ruhumun duyulara olduğu kadar coşkulara da gereksinimi olduğunu görüyorum.

Herhangi bir resmimin iki insanı temsil etmesi beni gerçekten ilgilendiriyor mu sanıyorsunuz? O iki insan bir zamanlar benim için var olsalar da, artık var değildirler. Onların “görü”sü, bana başlangıç niteliğinde bir coşku yaşatmıştır; sonra, yavaş yavaş, onların gerçek varlığı bulanıklaşmaya başlamıştır; o insanlar bir kurmacaya dönüşmüş, sonra da bütünüyle yok olup gitmiştir; daha doğrusu, her türden pek çok soruna dönüşmüştür. Artık iki insan değildir onlar, anlıyorsunuz ya? Biçimlere ve renklere dönüşmüşlerdir; bu arada, iki insan fikrini kendi içinde saklayan ve yaşamlarını bütün titreşimleriyle taşıyan biçimlere ve renklere dönüşmüşlerdir.

Ben resimleri, şeyleri ele aldığım gibi ele alırım; bir pencereyi, pencereden dışarıya bakıyormuşum gibi resmederim. Açık bir pencere resimde garip kaçıyorsa, perdeleri çeker pencereyi kapatırım; tıpkı kendi odamda yapacağım gibi. Resimde de, yaşamda olduğu gibi, doğrudan hareket etmeniz gerekir. Elbette resmin kendi töreleri vardır ve bunları dikkate almak çok önemlidir. Gerçekten de başka türlü davranamazsınız. Bu nedenle, bir gözünüzü gerçek yaşamdan hiç ayırmamanız gerekir.

Sanatçı, dört bir yandan gelen coşkuların toplandığı yerdir: gökyüzünden, yeryüzünden, bir kağıt parçasından, önünden geçmekte olan bir şekilden, bir örümcek ağından. İşte bu nedenle, şeyler arasında bir ayrım gözetmemiz gerekir. Bizim için iyi olanı, bulabildiğimiz yerde hemen seçip almamız gerekir - kendi yapıtlarımızdan almanın dışında. Ben kendi kendimi kopya etmekten dehşetle korkarım. Ama bana eski çizimlerimden bir portfolio gösterildiğinde, onlardan istediğim bir şeyi alma konusunda hiç duraksamam örneğin.

Kübizm'i icat ettiğimizde, Kübizm'i icat etmek gibi bir niyetimiz hiç mi hiç yoktu. Yalnızca içimizdeki şeyleri dışavurmak istiyorduk. Aramızdan hiç kimse kampanya için plan yapmadı; sonra dostlarımız, şairler, bizim çabalarımızı dikkatle izlediler, ama bize hiçbir zaman hiçbir şeyi dayatmadılar. Bugün genç ressamlar, izleyecekleri bir program belirliyorlar ve çalışkan öğrenciler gibi kendilerini bu görevleri yerine getirmeye adıyorlar.

Ressam, doluluk ve değerlendirme durumlarından geçer. Sanatın bütün gizi burada saklıdır; ben Fontainebleau Ormanı'nda bir yürüyüşe çıkarım. "Yeşil" sindirimi yaparım. Bu duyumdan, onu mutlaka bir resme geçirerek kurtulmam gerekir. Bu resmi yeşil yönetir. Bir ressam, kendini duyguların ve görülerin yükünden kurtarmak için resim yapar. İnsanlar, kendi çıplaklıklarını saklamak için resme tutunurlar. Alabildikleri zamanlarda alabileceklerini alırlar. Sonunda, ben onların hiçbir şey aldıklarına inanmıyorum. Olsa olsa, cahillikleri oranında bir ceket kesmiş oluyorlar kendilerine. Tanrıdan tutun da resimlere kadar her şeyi kendi imgelerine benzetiyorlar. İşte bu nedenle, resmin asıldığı çivi, resmin -her zaman belli bir önemi olan bir resmin, hiç değilse o resmi yapan adam kadar önemli olan resmin- felaketi oluyor. Resim, satın alınıp bir duvara asılır asılmaz bambaşka bir anlama bürünüyor ve böylece o resmin canına okunmuş oluyor.

Akademilerde güzellik üzerine eğitim vermek gösterişten başka bir şey değildir. Bizler kandırıldık; öylesine iyi kandırıldık ki gerçeğin gölgesini bile yakalayamayız artık. Parthenon'un, Venüsler'in, Nympheler'in, Narkisuslar'ın güzellikleri hep yalan üstüne yalandır. Sanat bir güzellik dizgesinin uygulanması değildir; içgüdünün ve beynin, her türlü dizgenin ötesinde kavrayabildikleridir. Bir kadına aşık olduğumuzda, hemen onun vücut ölçülerini almaya girişmeyiz. Onu arzularımızla severiz - her ne kadar her şeye, sevgiye bile bir dizge oturtulmaya çalışılsa da. Parthenon, aslında birinin gelip üstüne çatı çektiği bir çiftlik avlusudur; sütunlar ve heykeller de eklenmiştir, çünkü o zamanın Atina'sında çalışan bazı insanlar kendilerini ifade etmek istiyorlardı. Önemli olan sanatın yaptığı değil, ne olduğudur. Resmettiği elmalar on kez daha güzel olsa bile, Jacgues Emile Blanche gibi yaşayıp düşünseydi, Cezanne beni hiç mi hiç ilgilendirmezdi. İlgimizi kışkırtan şey, Cezanne'ın kaygısıdır -Cezanne'ın bize öğrettiği budur; Van Gogh'un çektiği acılar budur- insanın gerçek dramı budur. Gerisi sahteciliktir.

Herkes sanatı anlamak ister. Bir kuşun şakımalarını anlamaya neden çalışmıyoruz? İnsan neden geceyi, çiçekleri, çevresindeki her şeyi anlamaya çalışmadan seviyor? Ama resim söz konusu olduğunda, insanlar kendilerini anlamak zorunda hissediyorlar. İnsanlar, bir sanatçının her şeyden çok içinden gelen zorunluluk nedeniyle çalıştığını, kendisininse bu dünyanın çok önemsiz bir parçası olduğunu, sanatçıya, açıklamasalar da dünyada hoşlarına giden başka birçok şeye verdiklerinden daha fazla önem vermemeleri gerektiğini bir anlayabilseler!

Resimleri anlamaya çalışanlar yanlış bir şey yapıyorlar. Gertrude Stein geçen gün neşe içinde bana üç müzisyen adlı tablomun ne anlama geldiğini sonunda anladığını açıkladı. Bir ölü doğaymış!

Resmi seyreden birinden, benim bir tablomu benim yaşadığım gibi yaşamasını nasıl olur da beklersiniz? Bir resim bana millerce uzaktan gelir: Benim onu ne kadar uzaktan duyumsadığımı, gördüğümü, boyadığımı kim bilebilir? Nasıl olur da biri, benim olgunlaşması ve gün ışığına çıkması çok çok uzun süren rüyalarıma, içgüdülerime, arzularıma, düşüncelerime girebilir; hepsinden çok da bütün bunlardan -belki de kendi irademe karşı- benim ne yapmak istediğimi kavrayabilir?

Resim alanında yepyeni ufuklar açan birkaç ressam dışında, günümüzde genç ressamlar ne yöne gideceklerini bilmiyorlar.
Bize açık seçik tepki göstermek için yaptığınız araştırmaları ele alıp incelemek yerine, bu genç ressamlar kendilerini geçmişi yeniden geri getirmeye kaptırmışlar - aslında bütün dünya önümüzde açılmış dururken, her şey yalnızca yeniden yapılmayı değil, gerçekten yapılmayı beklerken amacını zaten yerine getirmiş olan her şeye umarsızlık içinde sıkı sıkı tutunmak neden? Aslında, "... tarzında" yapılmış, millerce millerce resim var, ama kendi tarzında çalışan bir genç bulmak çok ender rastlanan bir şey.

Bu genç adam, insanın kendini tekrar edemeyeceğine inanmak mı istiyor? Tekrar etmek, tinsel yasalara ters gitmek demektir; temelde, kaçıp hayallere sığınmaktır.

Ben kötümser biri değilim; sanattan nefret etmiyorum, çünkü bütün zamanımı sanata adamaksızın yaşayamazdım. Sanatla ilgili olarak yaptığım her şey bana müthiş yoğun bir zevk veriyor. Ama gene de, neden bütün dünyanın sanatla birlikte ele alınması gerektiğini, sanatın kanıtlarını talep etmesi gerektiğini ve bu konuda kendi aptallığını başıboş bırakması gerektiğini anlamıyorum.

Müzeler, yalnızca bir sürü ayak bağı oluşturur; sanatı kendileri için bir iş haline getirenler de çoğu zaman birer sahtekârdır. Devrimci ülkelerde, sanat konusunda zamanını doldurmuş ülkelere göre neden çok daha fazla sayıda önyargı bulunduğunu da anlamıyorum! Müzelerdeki resimlere bütün aptallıklarımızı, hatalarımızı, bütün tinsel yoksunluklarımızı bulaştırmış durumdayız. Onları sıradan, gülünç şeylere dönüştürdük. O tabloları resmeden insanlarda bulunabilecek içsel yaşamı sezmeye çalışmak yerine, kendimizi bir yalana bağladık. Mutlak bir diktatörlük olması gerek .. ressamların diktatörlüğü. .. tek bir ressamın diktatörlüğü. .. bize ihanet eden herkesi bastırmak, sahtekarları bastırmak, maniyerizmleri bastırmak, büyüleri bastırmak, tarihi bastırmak, daha bir yığın şeyi bastırmak için. Ama sağduyu bunu her zaman hallediyor. Her şeyden çok da, buna karşı bir devrim yapalım! Gerçek diktatör, sağduyunun diktatörlüğüne her zaman yenik düşecektir. .. düşmeyebilir de!

Kaynakça:
-Picasso, Sanatının Elli Yılı, Alfred H. Barr, Jr. Modern Sanat Müzesi, New York, Dağıtım: New York Graphic Society, Boston 1946. 
 

TIK...

Picasso'nun Açıklamaları