08 Mart 2020

Mary Wollstonecraft

 
"Kadının ufkunu genişleterek güçlendirin aklını; körü körüne itaat sona erecektir; ancak, iktidar her zaman körü körüne itaate ihtiyaç duyduğundandır ki zorbalar ve şehvet düşkünleri, haklı olarak karanlıkta tutmaya çalışırlar kadını; çünkü bunlardan birincisinin tek istediği bir köledir, ikincisinin istediği ise elinde tutacağı bir oyuncak." 
 







8 Mart  "Dünya Kadınlar Günü"










Tezer Özlü " Kadınlarımız "


Düşünce özgürlüğüne kavuşturulmamış bir ülkenin kadını olarak, Türk kadınının sınıfsal çelişkisi konusunda söz söylemek oldukça güç. Çünkü, bugünün Türkiyesi hem çok sınıflı bir toplum, hem de 5. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar onbeş yüz  yılı bir arada yaşayan bir toplumdur. Ayrıca Batı dünyası kapsamı içinde düşünülen; askeri, siyasal ve ekonomik yönden Batıya bağımlı...Ama bir İslam ülkesidir. Bu durum da halkı başka başka çelişkilerle karşı karşıya getirmektedir. Bu denli karmaşık ve sorunlu bir toplumda biz hangi kadından söz edeceğiz? Türk kadını için bir genelleme yok ki...Kimi 18 saat güneş altında tarlalarda çalışır, evde çalışması caba...Kimi bir kova su bulmak için saatlerce yürür, kimi din baskısı altında ortaçağ anlayışıyla dünyaya kapalı tutulur ve tüm insanca verilerden uzaklaştırılır, kimi bir ticari mal gibi, başlık parası karşılığında satılır. Kasabada, kentte işçilik, memurluk yapan kadın ise evinin ve çocuklarının da tüm işlerini yapar. En çok yıpranmak da kadınlar arasındadır. Yüzbinlercesi kendi toplum ve geleneğinden koparılmış, Orta Avrupa'nın sanayi ülkelerinde iş bulmuş, ama birlikte getirdiği çelişkilerine, bir de yabancısı olduğu ülkenin çelişkileri, bağdaşmazlıkları eklenmiş... Ve bu kadınlardan acaba kaçı mutlu olabilmiştir? Bu nedenle Türk insanı için, Batıdaki anlamında bir feminizm, "kadın sorunu" söz konusu olmaz. Türk kadınının sorunu, Türkiye'nin tüm sorunları içinde ele alınmalıdır. Sınıflı toplumumuz büyük eşitsizlikler göstermektedir. Türkiye'de köylere dek yayılan televizyon, "beyin yıkama" politikası ile Renkli basın, reklam filmleri ile var gücüyle halkın bilinçlenmesini engellemek için, sermayenin ve çarpık kültürün egemenliğini daha uzun kılabilmek için var güçleriyle çalışmaktadırlar. Bilinçsiz insanları, yanlış yaşam biçimlerine özendirmeye çalışmaktadır. Aynı tutum yıllar yılı Yeşilçam sineması filmleriyle de uygulanmıştır. Ezilen sınıfların ve ezilen kadının da sorunlarına eğilen yeni ilerici Türk filmlerinin, geniş halk kitlelerine ulaşması engellenmiştir. Türkiye'de emekçi sınıfların mücadelesi, bu sınıf insan  larının kadın, erkek, çocuk yani tüm bireyleriyle bilinçlenip, belli bir kültür düzeyine erişmesi ile gerçekleşecektir, işte ancak bu gerçekleştiği an, kadının sorunlarına da çözümler bulunabilecektir. Burada da en büyük görev, gene aydın insana, aydın kadına düşmektedir. Bugünün çağdaş dünyasında bilinçsiz bir kurtuluş yoktur. Bilinçsizce sınıf atlamak, insana hiçbir çözüm getirmez. İnsan, hem toplumsal yaşamı, hem iş hayatı, hem kendi iç dünyası hem özyaşamı için bilinçlenmek zorundadır. Hiçbir toplumsal sınıfın insanı, bilinçsiz ve kendi sınıfından soyutlanarak (yani ayrılarak), sınıf atlamaya çabalayıp bir çözüme ulaşamaz. Para ve maddeye bağlanıp dünyada "kendi paçasını kurtarmak" terimi, artık çağdaş dünya insanı için geçerli değildir. Ve özellikle o insan, Türkiye gibi bir ülkenin insanı ise. Bireysel kurtuluş diye bir yaşam biçimi yoktur. İnsan, her zaman toplumsal bir yaratık olduğunu kavrayıp kendi sınıfının bilinçlenmesi ve daha insancıl koşullara kavuşması için çaba gösterdikçe mutlu olabilecek, yaşamını değerlendirecektir. Yaşam, şöyle bir yaşanıp geçmek için varolmak değildir. Aksine insanları, en insancıl yaşamlara ulaştırmanın mücadelesinin verildiği bir olgudur. Bilinçsiz bir yaşam, insan yaşamı değildir. Bir anlamda aileyi yöneten, çocuklarını yetiştiren kadınlar da olduğuna göre, aydın Türk kadınının en büyük görevi, diğer kadınları bilinçlendirmek olmalıdır. 
Yeryüzüne Dayanabilmek İçin

Ayn Rand “Aptallıktan yapılan kötülüğü anlarım, Cehaletten yapılan kötülüğü de anlarım. Ama bilerek yapılan kötülüğü anlayamam.”

“Yüzyıllardır ruhani mistikler bir koruma sahtekarlığı sayesinde varlıklarını sürdürdüler. Dünyadaki yaşamı katlanılmaz hale getirip onlara danışmadan rahatladığınız için sizden para aldılar. Üretkenlik ve neşeyi günah ilan edip günahkârlardan para kopardılar.“

Rand, bu cümlesinde genel kanıya göre ruhani mistikler ifadesini toplumdaki dini liderler olarak tanımlıyor. Ancak buradaki ayrım şu, çeşitli grupların insanı farklı yollarla sömürebileceğine vurgu yapıyor. Günahkârların affedilmesi amacıyla çeşitli ritüeller yapılırken çeşitli eylemlerin günah olarak tanımlanmasından yakınıyor. Özellikle Orta Çağ Avrupa’sında buna benzer pek çok uygulama görmek mümkün.

 

“Politika ile yalnız bir sebepten ilgilendim; politikayla ilgilenme ihtiyacı duymayacağım günlere ulaşmak için.”

Ayn Rand aslında bir minarşist. Yani devletin sadece askeri sistem, polis teşkilatı, yargı düzeni ve yasama organından ibaret olması gerektiğini savunan minimal devlet biçimidir. Ayn Rand da minarşist olduğundan, devletin olabildiğince küçültülmüş olması gerektiğine inanır. Politikayla uğraşma sebebini de buna bağlar. Politikayla uğraşmayacağı günlerin yaratılması için siyasette yer aldığını ifade eder.

 

“Bu yolculuğun sonunda bizi bir şey beklemiyordu. Yalnızca yolculuğun kendisi önemliydi.”

Ayn Rand, bireyin yalnızlığı ve kendi mutluluğu için çalışması gerektiğine inanır. Bu inanç, gidilen yolun nereye varacağını düşünmeyi değil, gidilen yolun değerini düşünmeyi gerekli kılar. Yani insan, kendi başarısı için çalışırken nereye varacağını düşünmek yerine, ilerlediği yolun bizzat başlı başına önemli olduğunu kavraması gerekir.

 

“Aptallıktan yapılan kötülüğü anlarım, Cehaletten yapılan kötülüğü de anlarım. Ama bilerek yapılan kötülüğü anlayamam.”

Çünkü Ayn Rand’ın felsefesi olan objektivizm, bireyin mantıklı olmasını, düşünmesini, sorgulamasını, itaat etmemesini gerekli görür. Düşünmeyen ve sorgulamayan, netice olarak da bilerek kötülüğe yönelen kişi, var oluş mantığıyla çelişir bir konuma düşer. Elbette objektivist olan Ayn Rand için bu kişi anlaşılamaz biridir.

 

“Ulaşabileceğiniz başarılar arasında bir tanesi, diğerlerinin tümünü mümkün kılacak şeydir; o da, kendi karakterinizi yaratmaktır. Karakteriniz, eylemleriniz, arzularınız, duygularınız hep aklınızın alanı içindedir.”

Karakter, ne istediğini bilmeyi gerektirir; hem düşünce hem de yaşayış bağlamında. Ne istediğini bilen insan, var oluşunun temeli olan mantıklı olma ve yalnızca kendisi için yaşama amaçlarını yerine getirmiş demektir. Güçlü bir karakter bu yüzden Ayn Rand için kıymetlidir.


İyi İnsan İyi Vatandaş - F. W. Foerster

İyi insan yalnız kendini düşünerek hareket etmez, aksine bu dünyada yalnız olmadığını düşünür, bunu bir an unutmaz, unutkanlığını telafi etmeye bütün kalbiyle hazırdır. Hayatını, güvenini, çalışma saadetini uzak ve yakın binlerce insanın fedakârlığına, sadakatine, vazife severliğine borçlu olduğunu bilir. Öteki insanlarla kendi arasındaki sıkı bağı koparmamak için her şeyi yapmak zorunda olduğunu sözleriyle, hareketleriyle, düşünceleriyle, duygularıyla, velhasıl bütün varlığıyla hisseder. Biz bu içten hissedişe 'sorumluluk şuuru' diyoruz. 

Alman pedagog F. W. Foerster 
 

“Büyülü gerçekliğin” gerçek büyücüsü Gabriel Garcia Marquez

“1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.”

Her şey, kökleri İspanya’nın Bask bölgesine uzanan aristokrat bir aileden gelme Don Juan Vicente Bolivar’ın, Dona Maria’ya evlenme teklif etmesiyle başlar.

1783 yılında Caracas’ta doğan Simon Bolivar küçük yaşta öksüz kalmasına rağmen hayata sımsıkı tutunur. Önce hayatla, ardından İspanya Kralıyla mücadele eder ve en nihayetinde Latin Amerika’yı bağımsızlığına kavuşturur.

Şimdi artık, Latin Amerika yerlileri, And dağlarının eteklerindeki İnka kökenli yerliler, İspanyollar ve Portekizlilerden oluşan bu renk cümbüşü yıllar içinde kendi müziğini, sanatını ve edebiyatını yaratabilecektir.

19. yüzyıl Rus klasik müziğini nasıl beş büyükler diye anılan Balakirev, Cui, Borodin, Mussorgsky ve Rimsky-Korsakov temsil etmişse, 20. Yüzyıl Latin edebiyatını dünyaya duyurma görevini de Arjantinli Cortazar, Perulu Vargas Llosa, Mersikalı Carlos Fuentes ve Kolombiyalı Gabriel Garcia Marquez üstlenir.

“Yazarların birer megolaman olduğu, kendilerini toplumun vicdanı, evrenin merkezi gibi hissettikleri sıkça söylenir. Doğrudur da. Ben en çok bir şeyin iyi yapılmış olmasına hayranlık duyarım. Havada uçarken pilotların mesleklerini kendi yazarlığımdan daha iyi icra etmeleri beni her zaman mutlu etmiştir.”

Gabriel Garcia Marquez, ya da yaygın bilinen lakabıyla Gabo, 1927 yılının 6 Mart günü, Kolombiya’nın küçük bir kasabasında, Aracataca’da doğar. Babası Gabriel Garcia, annesi Luisa Marquez’dir. Küçük yaşlardayken ebeveynleri bir başka kente taşınır, Gabo’yu anneannesi ve dedesi büyütür. Çevresinden saygı gören entelektüel bir asker olan dedesi ve özellikle kendisine çocukluk yıllarında unutulmaz hikâyeler anlatan ninesi, Gabo’nun hayatını şekillendirmesinde önemli rol oynarlar.

Gabo 19 yaşına geldiğinde Cartagena Üniversitesi’nde bir hukuk öğrencisidir. Bir yandan da yerel gazetelerde muhabirlik yaparken en çok Virgina Woolf ve William Faulkner’in etkisi altında kaldığı söylense de onu yere seren, ya da bulutların üzerine uçuran ilk sadmeyi Kafka’nın Dönüşüm adlı eserinden alır.

“Eleştirmenlerin benim hakkında ne söylediği umurumda değil; zaten yıllardır onları okumuyorum. Kendilerini yazarlarla okurların arasında konumlandırmaya çalışıyorlar. Bense hayatım boyunca okurlarıma bir eleştirmenin aracılığı olmadan doğrudan ulaşabilmek için son derece yalın ve kesin bir üslupla yazmaya çalıştım.”

Gabo’nun ilk başarısı, batan bir gemiden kurtulup tahta parçalarından devşirme küçük bir sal üzerinde tek başına okyanusta on gün geçiren bir gemicinin hatıralarını gazetesi için tefrika şeklinde yazmak olmuştur (1955).  Olaylar gemicinin ağzından anlatıldığından, Bir Kayıp Denizci – Relato de un Naufrage adlı eser 1970 yılında Marquez adıyla yayınlanıncaya kadar hiç kimse bu satırların Gabo’ya ait olduğunu bilemeyecektir.

“En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir.”

İşte kendi çalışma tarzını bu şekilde özetleyen Nobelli yazarın ünlü novellası “Albaya Mektup Yok” (1961) bu çabayla damıtılmış sade, etkileyici bir anlatımla karşılar okurlarını:

 “Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü. Kabı ateşten indirip suyun yarısını toprak zemine döktü ve çekilmiş kahvenin son zerreleri de pas kırıntılarına karışıp kaba dökülene kadar tenekenin içini bıçakla kazıdı.

Masum ve inançlı bir tavırla ocağın yanında oturup kahvenin kaynamasını beklerken, bağırsaklarında mantar ve zehirli zambakların kök saldığı duygusuna kapıldı. Aylardan ekimdi. Kendisi gibi buna benzer pek çok sabahı atlatabilmiş biri için bile geçirmesi zor bir sabahtı. Neredeyse altmış yıldır –son iç savaşın bittiğinden beri- beklemekten başka bir şey yapmamıştı albay. Gelen birkaç şeyden biri de ekimdi.

Kahveyle yatak odasına girdiğini gören karısı cibinliği kaldırdı. Bir gece önce bir astım nöbetine tutulmuştu ve şimdi uykulu bir hali vardı. Ama fincanı almak için doğruldu.

“Ya sen?”

         “Ben içtim,” diye yalan söyledi albay.

“Koca bir kaşık daha vardı.”

Çağdaş Amerikan Edebiyatının önde gelen yazarlarından Kurt Vonnegut, karmaşık bir dil kullanmakla edebi metin yazmayı birbirine karıştıran eleştirmenlere “Bir çocuğun sesiyle yazıyorum. Bu da beni lisede okunabilir kılıyor” diyerek Marquez’in tarafında yer alırken Orwell de “Sade bir dilin en büyük düşmanı samimiyetsizliktir”  dememiş miydi?

Marquez otuz bir yaşındayken gençlik aşkı Mercedes’le evlenir, kısa bir süre sonra da Mexico şehrine yerleşirler. Ardından İlk romanı Şer Saati – La Mala Hora 1962 yılında yayınlanır. Kolombiya’nın herhangi bir yerleşkesinde gelişen yasadışı olayları anlatan bu eserini en büyük başyapıtlarından Yüzyıllık Yalnızlık – Cien Anos de Soledat (1967) izleyecektir.

Yazar, kendi doğduğu kasabanın, yani Aracataca’nın bir benzerini, Macondo’yu yaratmıştır Yüzyıllık Yalnızlık’ta. Jose Buendia soyunun yedi kuşağını anlatan masalımsı hikâye orada geçecektir. Tıpkı Faulker’ın romanlarında olduğu gibi, Marquez de Maconda motifini kullanarak yaşadığı toplumun tüm öğelerini barındıran bir mikrokozmosu, hayali bir evreni yaratmıştır. Hikâyesini fantastik kurgular ve metaforlar eşliğinde sürdüren yazar, çocukluğunda kendisine sanki hepsi gerçekmiş gibi son derece ciddi bir yüzle olmadık hikâyeler anlatan ninesinden aldığı ilhamla bir büyülü gerçekçiliği okurlarına sunmaktadır.

“Tanrı’ya inanmıyorum. Ama O’ndan korkuyorum.”

Marquez uzunca bir süredir çektiği çıban hastalığının  (fronküloz) ızdırabı içinde kıvranırken bir yandan da romanın kahramanlarından Jose’nin oğlu Albay Aureliana Buendia’yı öldürüp romanında üçüncü kuşağa geçmenin yollarını aramaktadır. Özetle Albay Buenda’nın artık ölmesi gerekmektir. Ama nasıl? Ve ne zaman? İşte o sırada, çok çektiği çıban hastalığına Albayı ortak etmeye karar verir yazar. Birkaç gün sonra, uzun bir çalışma gününün ardından Marquez sessizce yazı masasından kalkar ve yatak odasında uyumakta olan karısının yanına kıvrılıp mırıldanır. “Albay öldü…” Ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.

Bir söyleşisi sırasında, inanmaz gözlerle kendisini dinleyen konuğunun kulağına eğilip şöyle fısıldayacaktır romanın yazarı. “Sonra ne oldu biliyor musun? Albay Buendia’ya hastalığımı bulaştırdım. O öldü ve bir daha bende hiç çıban çıkmadı!”

Bir eleştirmenin “Yüzyıllık Yalnızlık’ı ne kadar zamanda yazdınız” sorusunu da “tüm yaşamım boyunca” diye cevaplar Gabriel Garcia Marquez. Bu olağanüstü eser ona 1982 Nobel ödülünü kazandıracaktır.

“İnsanoğlu anasının karnından çıktığı an doğmaz yalnızca, yaşam kendilerini defalarca yeniden doğurmalarına mecbur kılacaktır onları.”

Yazarlık hayatını Hanım Ana’nın Cenaze Töreni – Los Funerales de la Mama Grande (1962) ve İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü – La Increible y Triste Historia de la Candida Erendira y de su Abuela Desalmada (1962) adlı öykü kitaplarıyla sürdüren Marquez bir yandan da bir sonraki romanı için hazırlık yapmaktadır.

Şimdi artık sıra o romana gelmiştir. Marquez uzunca bir süredir Latin Amerika’nın tarihine damgasını vuran diktatörlerle ilgili bir kurgu tasarlamaktadır zihninde. Gözünün önünden diktatör örnekleri gelir geçer sırayla. Julius Sezar, Mussolini, Franco, Peron ve diğerleri. Hayalinde yaşattığı bu tiran, temel karakteristiklerini bu diktatörlerden alacaktır.

Her roman karakteri şahsen tanıdığın, hakkında bir şeyler duyduğun, okuduğun kişilerden oluşan bir kolajdır.

Marquez bu karakteri hayalinde yeterince oluşturduktan sonra onu fiziki bir varlığa dönüştürecek sembolü aramaya koyulur. “Bir gün Roma sokaklarında çaresizlik içinde dolaşıyordum. Girdiğim kitapçıda bulduğum fotoğraf albümünü karıştırırken birden o yüzü gördüm” der. Çok lüks bir malikânenin salonunda tek başına oturan bitik, zalim, yaşlı bir adamın çehresi canlanmıştır gözünde. Hemen oteline dönüp Karayip Adaları’nın birinde yaşamış bu diktatörün ölümünü yazmaya koyulur. Bu başyapıt 1975 yılında Başkan Babamızın Sonbaharı – El Otono del Patriarca adıyla yayınlanacaktır.

“Aşk üzerine yazılmış bir roman en az diğerleri kadar sahicidir. Kanımca bir yazarın görevi, hatta devrimsel görevi… iyi yazmaktan ibarettir.”

Marquez’in 1981 yılında yayınlanan novellası Kırmızı Pazartesi – Cronica de Una Muerte Anunciada ünlü İtalyan yönetmen Francesco Rosi tarafından beyaz perdeye uyarlanır. Şimdi sıra yazarın Holywood başarısına dönüşecek eserlerinden bir başkasına, Kolera Günlerinde Aşk – El Amor en Los Tiempos del Colera (1985) adlı romanına gelmiştir.

“Evet, de ona. Korkudan ölsen bile, sonradan üzülecek olsan bile, çünkü her ne yaparsan yap, hayır diyecek olursan eğer, tüm hayatın boyunca pişman olacaksın.”

Kolera Günlerinde Aşk, peşinde koşan uçarı Florentino’dan vazgeçip Doktor Juvenal’ın güçlü, güvenli kollarına evet diyerek bir ömür süren Fermina’nın öyküsünü anlatan sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünebilir kimilerine. Yine de yazarın “kurduğum tuzağa düşmemek için dikkatli olmalısınız” sözlerine kulak vermekte yarar var. Deneyimli okurlar aşkın bir gökkuşağı gibi renkten renge giren tüm evrelerini fark edebilirler satır aralarında. Gençlik aşkı, romantizm, tutku, şehvet, kıskançlık, öfke ve öte yanda güvenli bir hayat arkadaşlığının vazgeçilmez huzuru…

Hasan Saraç

Ahmet Oktay - Side

 Ey o yitik ülkenin evladı
duruyor hâlâ denizin üstünde
toprakçıl bir kelebeği
olduğu yere mıhlayan kahkahan
ayaklanacak nerdeyse tören yerinin kalabalığı
bir silkinişle küllerin altından.
Aynı loncadanız ey taş ustası
tomurcuk gibi çatlıyor ağzım
su içerken yaptığın kurnadan.
Ey denizin kopkoyu tuzundan
bir aşk gibi söz eden kılavuz
elimden tutup gezdir bana
soylu bir halkın kıyılarını
dayanıklıyım bin yılların gizine
üstelik gerçek yaparım sanrıyı.
Herhal kendim de bir sanrıydım
baharat ve köle ticareti çağında
haykırdım acımı ve gizli kimyamı
kilin ve iyotun karanlığına
ayaklanmacı bir yürekle çıktım kıyımlardan
yazdım ilk büyü kitabını.
Seviştim şimdi de seninle
ağzında latince bir mayhoşluk
bir yaz gölgeliği gezdiren kadın
gel yıkan benimle ürpert
sabaha yayılan fesleğen kokusunu
yontucuların okşadığı karnın da
perçinlesin geçmişle bugünü.
Sıkıyorum bin yıllık mermerin özsuyunu
yanıyor meşaleler tören yerinde
birinin elleri savaştan dönmüş
buğday kokuyor birinin ki
bir siklon çatırtısı havada.
Sabah, kimseler yok daha
haykırıyorum: Antonius’a bir rüzgâr
geçmiş siniyor içime afyon gibi
balıkçı Ali “Ulan deniz” deyip
sandala seriyor ıslanmış gömleğini 
Özlesek de yıkanmış avluların serinliğini
su çeksek de ata yadigârı kuyulardan
ey ufuk diye haykıran biziz
biz ki en ölgün saatinde ikindinin
bir haykırış gibi
yeni toprakların vaktine gireriz.
Ey bir kan pıhtısından
bir deniz kabuğundan
efsaneler yaratacak oğul,
bul artık bizim badem ağaçlarımızı
şiirlerin yazıldığı taşlıkları
tohumun nasıl serpildiğini bul
bul elini ilk kesen balıkçıyı
çamaşır seren kadını
neyi katık ettiğimizi ekmeğe,
bizim şimdimizi kendinin geçmişini bul.
Az buçuk tarihçiyiz hepimiz.


Kaç Kişiyiz Kendimizde

Rönesans sanatçısı Michelangelo

  Aziz Antonio'nun azabı

  Madonna ve Çocuk,Aziz John ve Meleklerle

   Defin Töreni

  Doni Tondo

  Cascina Savaşı

  Âdem'in Yaratılışı, Sistine Şapeli

  Son Hüküm

  Pavlus'un din değiştirmesi

  Aziz Peter'in çarmıha gerilişi