08 Mart 2020

Ahmet Oktay - Side

 Ey o yitik ülkenin evladı
duruyor hâlâ denizin üstünde
toprakçıl bir kelebeği
olduğu yere mıhlayan kahkahan
ayaklanacak nerdeyse tören yerinin kalabalığı
bir silkinişle küllerin altından.
Aynı loncadanız ey taş ustası
tomurcuk gibi çatlıyor ağzım
su içerken yaptığın kurnadan.
Ey denizin kopkoyu tuzundan
bir aşk gibi söz eden kılavuz
elimden tutup gezdir bana
soylu bir halkın kıyılarını
dayanıklıyım bin yılların gizine
üstelik gerçek yaparım sanrıyı.
Herhal kendim de bir sanrıydım
baharat ve köle ticareti çağında
haykırdım acımı ve gizli kimyamı
kilin ve iyotun karanlığına
ayaklanmacı bir yürekle çıktım kıyımlardan
yazdım ilk büyü kitabını.
Seviştim şimdi de seninle
ağzında latince bir mayhoşluk
bir yaz gölgeliği gezdiren kadın
gel yıkan benimle ürpert
sabaha yayılan fesleğen kokusunu
yontucuların okşadığı karnın da
perçinlesin geçmişle bugünü.
Sıkıyorum bin yıllık mermerin özsuyunu
yanıyor meşaleler tören yerinde
birinin elleri savaştan dönmüş
buğday kokuyor birinin ki
bir siklon çatırtısı havada.
Sabah, kimseler yok daha
haykırıyorum: Antonius’a bir rüzgâr
geçmiş siniyor içime afyon gibi
balıkçı Ali “Ulan deniz” deyip
sandala seriyor ıslanmış gömleğini 
Özlesek de yıkanmış avluların serinliğini
su çeksek de ata yadigârı kuyulardan
ey ufuk diye haykıran biziz
biz ki en ölgün saatinde ikindinin
bir haykırış gibi
yeni toprakların vaktine gireriz.
Ey bir kan pıhtısından
bir deniz kabuğundan
efsaneler yaratacak oğul,
bul artık bizim badem ağaçlarımızı
şiirlerin yazıldığı taşlıkları
tohumun nasıl serpildiğini bul
bul elini ilk kesen balıkçıyı
çamaşır seren kadını
neyi katık ettiğimizi ekmeğe,
bizim şimdimizi kendinin geçmişini bul.
Az buçuk tarihçiyiz hepimiz.


Kaç Kişiyiz Kendimizde