Sabahleyin erken kalktım. Bir kır kahvesine gidip oturdum. insan sevdiği insana mektup yazmak için bu saatte kalkmalı ve bir kır kahvesine gitmelidir, diyordum.
Bir yazıya başlamak için insan ne haltlar karıştırıyor.
Bir birahanedeyiz. Yanımda Sabahattin Kudret, Orhan Veli'nin çok sevdiği salatayı çatallamakta. O da ben de ikinci bardaktayız. Birinci bardakta, bana sevgiliyi, sabahleyin erkenden kalktığımı ve bir kır kahvesine gittiğimi yazdırtacak kadar sarhoş etmek hassası olduğu halde, ikinci bardak neden hakikate dönüyor?
Bu sual dünyanın en aptal suallerinden biri olduğu halde, ben ne birinci, ne de ikinci bardağın tesiri altında şu satırları yazmadığıma emin olduğum halde bir onuncu bardağın tesiri altında pekâlâ birçok şeyler yazabileceğimi düşünüyorum.
Dünyada hiçbir şeyden bahsetmeden yazı yazmak muhakkak kötüdür.
Dünya üstünde bütün kıymetlerin har vurup harman savrulduğu günlerde hattâ sevgiliden bile bahsetmemek, bahsetmeden yazı yazmak.... bunun kötü ve kolay bir şey olduğunu itiraf ederim. Fakat üçüncü bardak böyle düşündürmüyor.
Dördüncü bardakta tuhaf bir şeyi hatırladım. Vaktiyle bizim memlekette bir mesire mahallinde bir kır kahvecisi görmüştüm. Sarı yüzlü, şişkin göz kapaklı, koyu, derin siyah gözlü bir adamdı. Esrar içer ve yakın pavlikaya -o fabrikaya böyle derdi- yani pavlikada çalışan ecnebi mütehassıslara tatlı su istakozları tutar satardı. Cuma ve pazar günlerinde orada üç dört kahve pişirir. Kimse ile konuşmadan, esrarlı sigarası ve oltalariyle ölümünü beklerdi. Sair günler kasabanın çarşısında onu gayet sanatkârane yapılmış tesbihler satarken gördüm. O su kenarında harikulâde tatlı ve insanı hasta edici akşamlar olur. O bu akşamların içine siyah gözleriyle düşer, düşerdi.
Onun kahvesine gitmek için yol kenarından gelinir, sonra bir küçük hendek atlanır, bir çamurlu on adım patika geçilirdi. Bir gün kahvecinin aklına buraya bir köprü kurmak geldi.
Onun yaptığı bu garip güzellikteki köprüyü tarif edemeyeceğim. İnsan bir asma köprüyü, Mimar Sinan'ın dört kemer üzerine kurduğu köprüyü anlatabilir. Bu köprü anlatılamıyacak gibi güzeldi.
Yalnız şu kadarını söyliyeceğim : Bu köprü bir takım ince söğüt, kavak dalları ve ceviz yapraklariyle süslüydü.
İnsan üzerinden değil geçmeye, elini sürmeğe cesaret edemezdi.
Bu köprü hiçbir şeyden bahsetmiyordu. Bir mevsimlik ömrü vardı. Ne Sinan'lar, ne Mikelânj'lar, ne Fidya'lar gibi büyük ömürlü değildi. fakat bir insan yapısıydı. Basit insanın içindeki güzelliğin ve güzel telâkkisinin bir örneğiydi. Bu köprüde büyük, sağlam, demir ve putrel köprülerin insan kafasına ilk oturuşunun her şeyi vardı.
işte onuncu bardak bana hiçbir şeyden bahsetmese de; büyük çaptaki eserlerin ipdidaî ve basit temelleri bulunduğuna kanaat getirtip, büyük camilerin, katedralllerin, heykellerin, âbidelerin yanında dünya yüzüne ve küçük kır kahvesine güzel bir köprü kurmuş bir sanatkâr kasaba kahvecisini anlatıyor.
Onun patlak gözlerini ve şiş kara sarı yüzünü hatırlıyorum.
(İnkilapçı Gençlik, 1 Ağustos 1942)