Oysa yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur. İnsan olmaktan utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, köpekler, kuşlar, kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi. Islandığın an doğanın bir parçası olduğunu hissedersin. Manzaraya dışarıdan bakan kibirli insanlardan uzakta, o manzaranın bir parçası olursun.
Ben geçip gitmek isterdim hayattan, o iz bırakmak için uğraşırdı. O tadına doyum olmaz bir şiirdi, ben taslak halinde bir roman.
Anladım
ki, söylenmesi gerekeni hep o söyledi. Ben sadece düşündüm. Zihnimde
tartıştım insanlarla. Ne yaşadıysam kabuğumun altında yaşadım. Uykusuz
gecelerde kavga provaları yaptım; işten çıkaran patronla, yağmurlu
havada ıslatıp geçen taksiciyle, tiyatroda gelip yerime oturan çiğ
suratlı kadınla, posta kutumu karıştıran apartman yöneticisiyle zihnimde
savaştım. Karşılarına dikilip edeceğim lafları düşündüm. “O bunu derse
böyle derim, şunu derse şöyle yapıştırırım cevabı,” diye hesap yaptım.
Şehrin kokuşmuşluğuyla, insanların kabalığıyla, yolların pisliğiyle,
binaların bakımsızlığıyla, köpeklerin havlamasıyla, kedilerin çöp
karıştırmasıyla, kadınların sinsiliğiyle, erkeklerin salyalı
yalanlarıyla didiştim durdum aklımın karanlık koridorlarında. Sonra
sustum. Ses olmadı düşündüklerim. Nefretimi kusamadım dünyaya. O
güvenlikli kabuğumun altından çıkaramadım başımı.
O
mutlu günlerimde düşünmediğim bir gerçek var oysa. İnsan karanlıkla bir
kere tanıştı mı, bir daha istese de kurtulamıyor ondan.
Ama
Nejat Bey, çirkinliklerini gönlünce sergileyebilir. Ne de olsa o,
çirkinlikleri, arızaları, hataları, yalanları örtbas edilen erkekler
ülkesinin değerli bir üyesi. O bir erkek. Hayriye Hanım hep görülmeyen
bir yerden konuşan, inildeyen bir ses. O bir kadın.
Oysa
yağmurda ıslanmanın verdiği huzur hiçbir şeyde yoktur. İnsan olmaktan
utanmadığın tek andır, ağaçlar gibi, çiçekler gibi, köpekler, kuşlar,
kediler, bildiğin-bilmediğin bütün hayvanlar gibi ıslandığın an.
Başka
çocukların anneleri üst baş kirleten oyunlara kızardı ama babaannem hiç
ses çıkarmazdı. “İyidir toprağı avuçlamak,” derdi, “toprağı seven,
insanı da sever.”
Ömrüm boyunca, ikinci el eşya satan bir dükkânın vitrinine bakar gibi baktım hayatıma.
Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin biriciği. Babasının… Sahi ben, babamın neyiydim?
Bidonun dibinden tutup varlık nedenime su vermiştim. Ölülerin de susayabileceğini o gün öğrendim.
Gidemezdi
annem. Pencere önündeki divana demir atmıştı. Babamın yolunu gözlediği
nöbet noktasından ayrılamazdı. Beni ders başına yolladıktan sonra, hemen
bir sigara yakar, uçkuruna sahip çıkamayan kocasını beklemeye devam
ederdi. Ömrüm boyunca görmediğim, adlarını bilmediğim Almanya’daki uzak
kuzenlerin hayaliyle otururdu bütün gece. Hem sonra karnındaki vardı.
Çiğdem vardı. Gidemezdi.
Beyaz
çoraplarımın içinde bir pençe gibi kıvrılmış ayak parmaklarımla, yere,
dünyaya tutunmaya çalışırdım. Gözümden ne zaman aktığını bilmediğim bir
damla yaş, biçki-dikiş kursu mezunu annemin diktiği beli lastikli
eteğime düşerdi.
Neye dokunduysam
kuruttum kızım. Anam öldü, babam öldü, büyükbabam, babaannem öldü. Bir
Müzehher teyzem vardı, o da baban olacak adamla evlenmeme dayanamadı,
kahrından öldü. Hepsini ben öldürdüm. Bir kendimi öldüremedim. Almadı ki
Allah canımı, kurtulayım her şeyden…
Garip
ama o anda çok sevmiştim onu. Bana bütün erkekleri bir anda anlattığı
için boynuna atlayıp öpmek istemiştim. Zavallı. Korkak. Yalancı. Aklı
sikinde.
Korkularımızla öldürüyoruz zamanı. Oysa saniye kolu, tüm cesaretiyle koşmaya devam ediyor.
Müzeyyen. Annesinin kuzusu. Babaannesinin
biriciği. Babasının... Sahi ben babamın neyiydim? Bütün bu hikâyenin
içinde benim rolüm neydi, diye düşündüm hep. Benim repliklerimi kim
yazmıştı, mizansenlerimi kim belirlemişti? Sahneye hangi taraftan
gireceğime, uslu kızı oynarken neler giyeceğime, içimdeki kötülüğü
kusmaya başladığımda nelerden soyunacağıma kim karar vermişti? Okuduğum
bütün kitaplarda beni bana anlatacak bir karakter arardım. Dinlediğim
radyo oyunlarından, izlediğim filmlerden bir cümlecik çalmaya
çalışırdım. Saatçi Nejat Bey ile ev hanımı Meral Hanım’ın kızı
Müzeyyen’i bana anlatabilecek bir cümle.
Yekta Kopan’ın romanı Aile Çay Bahçesi’nin, çoğu kadının kendinden izler bulacağı
unutulmaz bir kahramanı var: Müzeyyen... Aile yaşamının gizli şiddetine
başkaldıran, kardeşinin doğumuyla kendi varlığının silinmeye başladığını
hisseden bir kadın... Kopan’ın romanı, güçlü, okuru kıskaca alan bir
anlatımla sarsıcı bir finale uzanıyor.