25 Nisan 2018

"Soykırım iddialarının arkasındaki saklanan gerçekler " İlber Ortaylı

18 Ocak 2004 19:10 tsi
Soykırım iddialarının arkasındaki saklanan gerçekler Ermeniler neden göç etmeye zorlandı? Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın Popüler Tarih dergisine yayınlanan yazısı, konuyu derinlemesine inceliyor.
 
 İlber Ortaylı

 18 Ocak—  Fransa Meclisi‘nde bugün tartışılan sözde Ermeni soykırımına ilişkin yasa tasarısı kabul edildi. Ankara ile Paris arasında gerginlik yaratan bu gelişme tarihçilerin yıllardır tartıştığı konunun ardında ne olduğu sorusunu gündeme getiriyor. ‘Popüler Tarih’ dergisi bu ayki sayısında sözde Ermeni Soykırım iddaları arkasındaki gerçeği araştırdı. Tarihçi İlber Ortaylı Popüler Tarih dergisi için hazırladığı yazıda ’1915 olayları’, ‘Ermeniler neden göç etmeye zorlandı?’, ’ Soykırım kavramı’ ve ‘Farklı Ermeni cemaatleri ve Amerikan misyonerleri’ başlıkları altında Ermeni sorununu irdeledi.
  
 


1915 Ermeni Tehciri, ihtimal dahilindeki bir isyana karşı düşünülmüş bir tedbir değildir. 1915’deki zorunlu göç kararı, fiiilen ortaya çıkan isyan ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan ve günün şartları içinde kaçınılmaz olan bir karardır.



1915'te, Ermeni techiri başladığında, Orta Anadolu'dan gelen demiryolu hattı, Toros dağlarının ortasında, Pozantı'da son buluyordu.        
       29 Ekim 1914’te Osmanlı İmparatorluğu, Alman-Avusturya bloku yanında savaşa girdi. Bütün Türk tarihinde, böylesine çocukça ve hayalperest bir fiil görülmez. Zira uzun Türk devlet geleneği, gerçekçi davranışlar etrafında var olabilmiştir. Zaferine inanılan cephe, yani Alman orduları, Marne’da ‘muzaffer Fransa’ tarafından durdurulmuş ve geri çekilmiştir.
       Enver Paşa’nın ordu komutanlığı ile alakası olmadığı, en seçkin kıtalarımızı Sarıkamış cephesinde perişan etmesiyle anlaşıldı. Alman Genelkurmayı’nın ikna ettiği Başkumandan Vekili, ilk anda Rus cephesine saldırmıştı. Ancak ne askerimizi sevk edecek yol (demiryolu Ankara’da bitiyordu) ne de askeri kış savaşına hazırlayacak donanım vardı.


’1915 Ermeni Tehciri, ihtimal dahilindeki bir isyana karşı düşünülmüş bir tedbir değildir. 1915’deki zorunlu göç kararı, fiiilen ortaya çıkan isyan ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan ve günün şartları içinde kaçınılmaz olan bir karardır.’
İLBER ORTAYLI
A.Ü. Öğretim Üyesi

       
       
       
DÜŞMANLA İŞBİRLİĞİ
       Seçkin askerlerimizi, siperlerinde bekleyen Ruslar değil, ağır kış şartları telef etti. Çekilen kolordumuzun yarattığı boşluğu doldurmak için ilerleyen Rus ordularına, Ermeni komitaları öncülük ediyordu. Bölgedeki Müslüman halka karşı çok gaddar davrandılar; katliamda bulundular. Öncü Ermeni komitalarının bu acımasızlığını bizzat Rus Genelkurmayı belirtmektedir. Olaylar niye böyle gelişiyordu?
       Taa Selçukilerin Türkiye’yi kurmalarından beri, müttefik Hıristiyan halk, Ermenilerdi. Ananeleri, mutfakları, musikileri, kaç göç anlayışları, aile düzenleri itibariyle Ermenilerin Anadolu Türkleri’nden ayırdedilmeleri çok zordu. Ama tarihte, Habeşistan (Etiopya) halkı gibi, ilk milli kiliseyi oluşturuyorlar ve dolayısıyla dinleri ve ibadetleriyle dilini koruyan bir halk sayılıyorlardı.
       19. yüzyılda Ermeniler, özellikle Yunan ayaklanması sonrası, Babıali’de, Tercüme Odası’ndaki ve Hariciye Nezareti’ndeki görevleri ele geçirdiler. Ticarette beynelmilel bir konuma yükselmişlerdi; yetişkin gençleri, çalışkanlıkları ve sanatkâr yetenekleriyle Türk devletinde resmi mimarlık, barutçuluk, Darphane Nazırlığı gibi stratejik görevleri de Ermeni seçkinleri yani âmira sınıfı yüklenmişti. Bununla birlikte, Ermeni halkı arasında, farklı bölgelere ve bilhassa farklı mezheplere mensup olmaktan ileri gelen çekişme ve gerilim, eksik değildi.
       
       
BÖLGENİN ŞARTLARI
       Yunan bağımsızlığından sonra bütün Osmanlı Hıristiyanlarını harekete geçiren bağımsızlık isteği, Ermenileri de sardı, bu kaçınılmazdı. Ne var ki Ermeni siyasi liderleri, aralarında iyi iletişim kuran, siyasi tecrübe bakımından yetişkin kadrolar değillerdi. Evvela tarihi haklarına dayanarak, nüfusça azınlıkta oldukları bir bölgede devlet kurmak istediler. Etraflarında Kürtler ve Türklerden, Arapça konuşanlardan oluşan Müslüman bir nüfus, Süryanîler ve Kaldanîler gibi dindaş ama ayrı bir dil ve kültür taşıyıcısı milletler vardı.
       Böyle bir ortamda Ermenilerin bağımsızlık mücadelelerine, Balkanlardaki Bulgar komitalarının örgütlenme biçimine benzer örgüt ve yöntemlerle girişmeleri; bölgenin Müslümanlarına karşı kanlı bir mücadele yolunu seçmeleri, tepki ve intikam hissi uyandırmıştır.
       
       
HAMİDİYE ALAYLARI
       1896 olayları neticesinde ortaya çıkan Hamidiye Alayları’nı sadece Sultan II. Abdülhamid’in bir entrikası olarak yorumlamak, doğru değildir.
       Bölgenin Kürt aşiretleri, Ermenilerin savaş isteğine aynı yöntemle cevap vermektedir. Doğuda Ermeni ve Müslüman gruplar arasındaki çatışma, bir mukateleye (boğazlaşma) dönüşmektedir.
       Mesela o dönemde ortaya çıkan Siyonist liderlerin rafine (incelikli) propoganda yöntemleri ve dünya Musevilerini Filistin’e yerleştirme çabaları gibi başarılı ve olgun bir siyasi çalışma, Ermeni lider ve siyasi örgütlerinde göze çarpmamaktadır. Ermenilerin o günden bugüne başlıca hataları, Batıdaki kamuoyunu biçimlendiren iletişim araçlarına (medya) olduğundan çok daha fazla önem vermeleri ve bu aracın nihai başarıyı tayin edeceğine olan mutlak inançlarıdır.
       
       
NEDEN TEHCİR?
       Birinci Dünya Savaşı’ndaki ilk yenilginin ardından, istilacı ordulara gösterilen silahlı Ermeni desteği, Alman Genelkurmayı’nın da ısrarlı önerileriyle tehcir (zorunlu göç) kararının alınmasına sebep oldu. Yakın zamanlara kadar, Talat Paşa’nın ‘soykırım’ emrini içeren telgrafının, doğruluğu ispatlanan bir belge olduğunu söylemek, güçtür. Tehcir kararında ordunun hareket alanını güvenceye almak ve Müslümanlarla Ermeniler arasındaki çatışmaları önlemek amacı olduğu açıktır. Kuşkusuz idare bu işlemi uygularken, aktif Ermeni militanlarıyla sivil halkın çatışmaya karışmayacak unsurlarını ayırdedemezdi. Tehcir işlemini kimi idareciler oldukça kansız biçimde gerçekleştirdi, bölgelerindeki nüfusu, öbür bölgeye aktarabildi (Tehcirin hedefi Suriye ve Mezopotamya idi).
       Bir kısım idareci, sürgün edilenlere karşı sorumsuz ve genelde beceriksizce davrandı; birçok yerde ise intikamcı unsurlar yağma ve katl olaylarına giriştiler. Ulaşımdaki imkansızlıklar da üste binince, istenmeyen olaylar zinciri karşılıklı acılar, Mütareke döneminde de sürecek karşılıklı çatışmalar, boğazlaşmalar devam etti.
       
       
TEHCİRİN ZAMANI
       1915 Ermeni Tehciri, olabilecek, yani ihtimal dahilindeki bir Ermeni isyanına karşı düşünülmüş bir tedbir değildir; bu nokta çok önemlidir. 1915 Tehciri, fiiilen ortaya çıkan isyan ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan ve o günün şartları içinde kaçınılmaz olan tatsız bir karardır.
       Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmeden önce, 1914 yılında büyük devletlerle bir Yeniköy antlaşması yapmıştır. Buna göre, Doğudaki altı vilayette Ermeni nüfusun yerel temsil organlarına girmesi ve bölgeyi, maaşı dahi tesbit edilen bir Norveçli Genel Vali’nin yönetmesi konusunda karara varılmıştır.
       Savaşın çıkması bu antlaşmanın yürürlüğe girmesini önledi ve savaş içindeki olaylar sonucunda, Doğu Anadolu’da böyle bir antlaşmayı yürürlüğe sokacak unsurlar da tarihten kalktı…
       
       
SOYKIRIM KAVRAMI
       ‘Genocide’ (soykırım) kavramı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra önem kazanması üzerine, Batı’da Ermeni olayları için çok kullanılıyor. Bunun nedenleri vardır.
       Yahudi soykırımının ağır suçluluğunu taşıyan Alman-Fransız çevreleri ve Macarlar gibi kavimler, özgün suçlarını yayıp paylaşacak tarihi ortaklar arıyorlar. Ermeniler ise davalarını Yahudiler ölçüsünde başarıyla kabul ettireceklerini düşünerek de bu kavrama dört elle sarılıyorlar. Ermeni tehciri ve mukataleyi ‘genocide’ olarak nitelemeyi reddeden Bernard Lewis gibi bilginleri mahkum ettiriyorlar, aynı fikirde olduğunu söyleyen Gilles Veinstein gibi Fransa’nın tanınmış bir türkoloğunu protesto ediyorlar, College de France’a seçimini engellemeye çalışıyorlar.





Yıl 1915: Diyarbakır'da yakalanan Ermeni komitacılar, silah ve bombalarıyla.
       
       
NEDEN TÜRKİYE?
       Batı Avrupa’daki çevreler, ‘genocide’ suçunun ne olduğunu biliyor ve solcusundan sağcısına, bu suçu Türkiye’ye yamıyorlar. Amaç; bazı siyasilerimizin temcit pilavı gibi tekrarladıkları, sadece siyasi, iktisadi kontrol kurmak, bölgeyi bölmek değildir. Tek başına Ermeni propoganda imkanlarının da bu kadar yaygın sonuç elde etmesi mümkün değildir.
       Bizim ülkemizde ise ne hükümet çevreleri ne milliyetçi tarihçiler, ne liberal entelektüeller ‘genocide’ kavramını yeterince tanımıyorlar. Genocide, mürur-u zamana (zamanaşımına) tabi olmayan bir suçtur. Hukuki sonuçları yanında, kültürel olarak da bir milletin hem mazisini hem de geleceğini bağlar.


’1915 olayları, tıpkı müteakip Pontus hadiseleri gibi, yanlış politikaların, gerçekçi olmayan isteklerin, dış kışkırtmaların da hızlanmasıyla yaratılmış, geliştirilmiş boğazlaşmalar, acı tarihi sayfalardır. Bunları soğukkanlı biçimde incelemek ve sağlıklı sonuçlar elde ederek, birbirine çok yakın yönleri olan iki halkın yakınlaşmalarını temin etmek icab eder.’
İLBER ORTAYLI
A.Ü.Öğretim Üyesi

       
       Sözün kısası ‘genocide’, sadece yapanı değil, onun mensup olduğu milleti de bağlar. Yahudi soykırımından dolayı benzer fikirleri savunan Martin Luther ve Protestanlık, Hitler kadar suçludur. Her şeye rağmen bugünkü Alman kuşakları da babalarının fiilini ister istemez üstünde taşımaktadır. Soykırım faaliyetlerine iştirakten dolayı sadece Vichy Hükümeti suçlu değildir. Fransız kültüründe bu işin kökleri Voltaire’e kadar gider.
       Soykırım ne devletle ne idare adamlarıyla ne de belirli bir partinin ideoloji ve fiiliyle sınırlı kalır. Bunlarla aynı kimliği paylaşan herkes ‘bunlardan biri’ olarak tavsif edilir.
       1915 olayları, tıpkı müteakip Pontus hadiseleri gibi, yanlış politikaların, gerçekçi olmayan isteklerin, dış kışkırtmaların da hızlanmasıyla yaratılmış, geliştirilmiş boğazlaşmalar, acı tarihi sayfalardır. Bunları soğukkanlı biçimde incelemek ve sağlıklı sonuçlar elde ederek, birbirine çok yakın yönleri olan iki halkın yakınlaşmalarını temin etmek icab eder. Ermenistan ve Türkiye, bir arada yaşaması ve karnını doyurması gereken iki devlettir.     
       
SOYKIRIM NEDİR?
       Her boğazlaşma, her etnik çatışma, ‘genocide’ olarak nitelendirilemez. Reich Almanya’sının bu özgün suçu, rastgele dönemleri ve kavimleri nitelendirmek için uygun değildir ve beşeriyetin her kesimini bu suça ortaklıkla itham etmek de, sağlıklı ve adil bir değerlendirme değildir.
       Soykırım için gerekli olan önyargılar, küçümseyici ifadeler, olumsuz bir ayırımcılık (negative discrimination) Osmanlı-Türk kültüründe yoktur. Hatta Ermeniler hakkında bir takım Hıristiyan milletlerin kültüründe var olan bu gibi önyargıların onda birine, Müslümanlar ve Türkler arasında rastlanmaz. 1914’te harbe giren İmparatorluğun hükümetinde, Ermeni nazırlar vardı (bunların, savaşın ilanına karşı çok vatanperverane bir tepki göstererek, istifa ettiklerini de belirtmeliyiz).
       Hayat görüşlerini ve yaşam biçimlerini paylaşan iki kavmin arasında, ‘genocide’i uygulatacak bir münâferet (soğukluk) ortamı yoktu. Dahası, bizzat İttihat ve Terakki çevrelerinde, tehcir kararını tasvip etmeyen kimseler vardı.
       Ermenilerin tarihi gelişimleri ve ulaşacakları hedef, zamansız ve gereksiz bir harple sapmaya uğramıştır. Çoğunlukta olmadıkları bir bölgedeki gerçekleşmesi zor siyasi amaçları, diğer grupların tepkisini yaratmıştır. Harbin getirdiği ani yıkımın yarattığı panik, bu olaylar zincirini ortaya çıkartmıştır. Bunu böyle bilmeli, olayların tarihini olduğu gibi konuşmalı, yazmalı ve soykırım suçlamasını devletten önce halk olarak reddetmeliyiz.
       
FARKLI ERMENİ CEMAATLERİ VE AMERİKAN MİSYONERLERİ
       Bir kısım Ermeni, Haçlı seferlerinden beri Katolik inanca girmiştir. Özellikle Çukurova ve Ankara Ermenileri bu zümredendir. Katolik Ermeniler dünya görüşleri ve kültürel seçimleri itibarıyla kendilerini asıl Ermeni gruptan ayırmayı tercih etmişlerdir. Her ne kadar 19. yüzyılda bazı Katolik Ermeniler laik ulusçu bir tavırla asıl Ermeni grupla bağdaşma yolunu seçmişlerse de iki grup arasında her zaman için derin bir münâferet (soğukluk) vardı. 19. yüzyılda aslen bir Katolik rahip olan Ormanyan’ın Ortodoks gruba geçmesi ve imparatorluk tarihinde en uzun süre görev yapan Ermeni ruhani lideri olması gibi bir olay dahi istisnaidir.
       Katolikler, Milli Ermeni Kilisesi’ne yanaşmamışlardır. Cizvitlerin propogandası, hatta 18. yüzyıl sonunda Katolik propogandasına karşı çıkan Patrik Avedik’i buradan Paris’e, Bastille’e kaçıracak kadar cüretkâr davranmaları, Katolik Ermenilerin kuvvetlenmesine neden olmuştur. İmparatorlukta bilhassa 17. yüzyıl sonunda, Sivaslı Mehitar gibi bir Katolik rahibin ortaya çıkmasıyla Katolik Ermeniler, Batı kültürü ve siyasetiyle daha çok bütünleşmiştir. Belirtmek gerekir ki, Batı medeniyetini Ermenilere tanıtmakta, Ermenileri de Batıya kabul ettirmekte çok etkili olmuşlardır. Mehitarist cemaat Venedik, Viyana ve Paris gibi merkezlerde matbaa, okul ve manastırlar teşkil etmiş; Ermeniliği Batıyla bütünleştirmekte hizmet etmiş, Osmanlı Ermenileri arasında da bu gibi okulların açılmasına öncülük etmiştir. Ama Doğu’daki Ermenilerin hayatını ve siyasetini asıl etkileyen akım, Boston’dan kaynaklanan Amerikan misyoner faaliyetidir.
       Kısa zamanda Doğu bölgesinde ve Mezopotamya’da sayıları 400’ü geçen okul, yetimhane ve sanayi mektebiyle Amerikalı misyonerler; Ermeni cemaatı arasında çatışmalara da neden olan üçüncü bir mezhebin, Protestanlığın doğuşuna neden oldular. Ermeni halkının en fakir ve en eğitimsiz kesimini, yüksek eğitime hazırlamak yanında, zenaatkâr olarak da eğiten misyonerlerin yeni militan bir grubun doğuşunu hazırladıklarına hiç şüphe yoktur.
       Galiba çağdaş Ermeni diasporasını (yurt dışında yaşayan Ermeni cemaatler) yönlendiren dünya görüşü ve siyaset, bugün de bu eğitimin sonucu olarak devam etmektedir. Bu Ermeni ulusçuluğunun Osmanlı yönetimine karşı yöneliminden çok, asıl buhran, Ermeni uyruklar arasındaki mezhep ve parti çatışmalarıydı. Hınçaklar, Daşnaklar gibi sosyalizan ve milliyetçi militan gruplar dışında, Ramgavar gibi anayasacı liberal burjuvazinin yükselişini temsil eden partiler de vardı. Ama her şeye rağmen, kültürü, yaşam biçimi, siyasi meşruiyetçilik anlayışıyla, Osmanlı devletine ve İmparatorluk sistemine sadık ve bütünleşmiş Ermeni unsuru da göz önünde tutmak gerekir. İşte bu sonuncu grupla milliyetçiler arasındaki çatışma ve gerilim, Ermeni hayatını ve yakın tarihini şekillendiren bir başka unsurdur.










Ayrıca bakınız   



Soykırım iddialarının arkasındaki saklanan gerçekler - İlber ...

 





Sabahattin Kudret Aksal



Biri var ki durmadan beni arar
Biri var ki mevsimlerdir beklerim
Biri var ki açmamış bir bahar
Göklerimde yıldız içimde sır
Biri var ki bahtı bende yaşar
Benim çiçeklerim açar onda
Bende musiki bende dünyalar
Biri uzakların uzağında
Biri var ki içimde sayıklar
Denizlerde kayıp ülkeleri. 

Bir Sabah Uyanmak
Bir sabah ellerin cebinde çık evinden!
Ceketin iskemleye asılı kalsın.
Bekleyedursun dostun
Kahvede
İşe gitmekten de
Bugünlük vazgeç.
Öylece dolaş çiçek kokan sokaklarında
Güzel şehrinin.Yeniden tat gökyüzünü,
Ağaçlara selâm ver!
Apartımanların halini sor!
Senden başkaları için değil
Bu güzel gün
Mavi gök. 


"Bence, edebiyɑtın gücü, bir metnin, hiçbir zɑmɑn tümüyle tüketilmeksizin durmɑdɑn fɑrklı okumɑlɑr üretebilmesindedir." Umberto Eco


-Aptɑl dɑvrɑnışlɑrındɑ yɑnılmɑz. Mɑntık yürütmede yɑnılır. Aptɑl şöyle der: Bütün köpekler evcil hɑyvɑnlɑrdır, bütün köpekler hɑvlɑr; kediler de evcil hɑyvɑnlɑrdır; demek ki onlɑr dɑ hɑvlɑr. Yɑ dɑ, bütün Atinɑlılɑr ölümlüdür, bütün Pireliler de ölümlüdür; demek ki bütün Pireliler Atinɑlıdır. Ki bu, doğrudur. Amɑ rɑstlɑntı olɑrɑk. Aptɑl doğru bir şey söyleyebilir; ɑmɑ yɑnlış mɑntık yürüterek. İnsɑn yɑnlış şeyler söyleyebilir; yeter ki doğru mɑntık yürütsün.

-Bence, edebiyɑtın gücü, bir metnin, hiçbir zɑmɑn tümüyle tüketilmeksizin durmɑdɑn fɑrklı okumɑlɑr üretebilmesindedir.

-Aydınlanmış entelektüel ahlakın vazgeçilemez koşulu, tüm inançlaɾı, hatta bilimin mutlak geɾçek dedikleɾini de eleştiɾiye tabi tutmaktan geçeɾ.

-Gençleɾ aɾtık hiçbiɾ şey öğɾenmek istemiyoɾlaɾ, bilim geɾiliyoɾ, tüm dünya tepetaklak olmuş, köɾleɾ köɾleɾi yönetiyoɾ ve onlaɾı uçuɾuma süɾüklüyoɾlaɾ, kuşlaɾ, daha uçmayı öğɾenmeden yuvadan ayɾılıyoɾ, eşekleɾ çalıyoɾ, öküzleɾ oynuyoɾ.

-Gerçek bölünmez bir bütündür; kendi sɑydɑmlığıylɑ pırıl pırıl pɑrlɑr ve kendisinin bizim çıkɑrlɑrımız yɑ dɑ utɑncımız tɑrɑfındɑn eksiltilmesine izin vermez.

-Milyonlaɾca geɾçek kişinin aɾalaɾında pek çok çocuk olmak üzeɾe açlıktan ölmesi kaɾşısında insanlaɾın fazla ɾahatsız olmaması, ama Anna Kaɾenina'nın ölümü kaɾşısında ıstıɾap çekmesi ne anlama geliɾ? Asla vaɾ olmadığını bildiğimiz biɾ kişinin kedeɾini deɾinden paylaşmamızın anlamı nediɾ?

-İnsɑn kendine özgü şekilde olɑğɑndışı bir yɑrɑtıktır. Ateşi keşfetti, şehirler inşɑ etti, muhteşem şiirler yɑzdı, dünyɑyɑ çeşitli yorumlɑr getirdi, mitolojik imgeler yɑrɑttı. Amɑ ɑynı zɑmɑndɑ hemcinslerine sɑvɑş ɑçmɑktɑn, çevresini yok etmek gibi yɑnılgılɑrɑ düşmekten bir türlü vɑzgeçmedi. Terɑzinin bir kefesine yüksek zihinsel meziyeti, öbür kefesine ɑptɑllığı koyduğunuzdɑ neredeyse dengede kɑlır. 

  -Kitɑplık: Cɑnlı bir nesne, bir insɑn zihninin yönetemeyeceği güçlerin bɑrınɑğı, birçok zihinden çıkmış, onlɑrı üreten yɑ dɑ iletenlerin ölümünden sonrɑ dɑ vɑrlığını sürdüren bir gizler hɑzinesi.

William Shakespeare "Sözlerin uçuyor havaya; ama düşüncen yerde. Öz olmayınca söz yükselmiyor göklere"

  Kendimi her zaman mutlu hissederim. Neden biliyor musunuz? Çünkü kimseden bir şey ummam.               Beklentiler daima yaralar.

  Buz kadar lekesiz, kar kadar temiz olsan bile iftiradan kurtulamazsın.

  Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yok olan ateşle barut gibi.

  Yağmur’u sevdiğini söylüyorsun ama yağmur yağınca şemsiyeni açıyorsun, güneşi sevdiğini söylüyorsun ama güneş açınca gölgeye kaçıyorsun, rüzgarı sevdiğini söylüyorsun rüzgar çıkınca pencereni örtüyorsun. İşte bundan korkuyorum çünkü beni de sevdiğini söylüyorsun.

  Korkaklar, ölmeden önce defalarca kez ölür; cesur insan ölümü bir kere tadar.

  Seveceksen ölçülü sev ki sevgin uzun sürsün; çok hızlı giden de çok yavaş giden gibi geç varır hedefe.

  Konuşmadan önce düşün ki konuştuktan sonra düşünmeyesin.

  Hiç kimse duymak istemeyen kadar sağır olamaz.

Miguel de Cervantes - Don Kişot


İspanyol yazarı olan Cervantes soylu ama yoksul bir cerrahın oğlu olan Miguel de Cervantes Saavedra, çok genç yaşta şiirler yazmaya başladı yılının sonlarına doğru, oda hizmetkârı olduğu İspanya’daki Papalık elçisi İtalyan kardinal Acquaviva’yla Roma’ya gitti.

570 yılında don juan de Austria’nın ordusuna yazıldı. İnebahtı deniz savaşında yaralanınca sol elini kullanamaz hale geldi. Birçok savaşa daha katıldıktan sonra İtalya’ya döndü, ispanyaya giderken yolda korsanların eline düşüp, kardeşiyle birlikte köle olarak Cezayir’e götürüldü.

Rahiplerin kurtulmalık ödemeleri üstüne serbest kalarak ispanyaya döndü ve evlendi. Ertesi yıl La Galatea adlı pastoralinin ilk bölümünü yayımladı ama yoksulluktan kurtulamadı. Yenilmez Armada’nın araç gereç aldığı sırada Endülüs’te erzak görevlisi oldu. Bu arada Novelas Ejemplares’in (Örnek Öyküler) bir kaçını yazdı.

 1605 Ocağında Don Kişot’un ilk bölümünün yayımlanmasının ardından, Örnek Öyküler ve Ocho Comedias adlı güldürü dizisini, Parnossos’a Yolculuk’u yayımladı. Don Kişot’un ikinci bölümünü yayımladıktan birkaç ay sonra hastalanarak öldü.

Dünya çapında ününü Don Kişot adlı yapıtı sayesinde kazanmıştır. Şövalye romanlarının sonunu vurgulayan parodinin ötesinde, bütün insanlığın ince, derin ve zekice bir tablosunun çizildiği bu romanda planın birliğinin serüvenlerinin şaşırtıcı çeşitliliğinin vurguladığı yaratıcı güçlü Don Kişot, Walter Scott’un deyimiyle İnsan Ruhunun Başyapıtlarından Biridir.

 Don Kişot ile Sanço Panza’nın ölümsüz tipleri karşıtlıklarıyla insanın iki yönünü simgeler. Ayrıca, romandaki bütün tipler, ne kadar önemsiz olurlarsa olsunlar, bu iki temel figür karşısında silik kalmazlar. Söz konusu gerçeklik ve doğallık yeteneği, Cervantes’in bir yalınlık, canlılık ve nükte örneği gibi cömertçe yaydığı konuşmalarda da görülür.

Bu eleştirili yapıt hiçbir zaman karamsar ya da iç karartıcı değildir. Tersine çok içten bir neşe havası vardır. Yayımlandığında büyük bir başarı kazanan ve İspanya’da on iki bir örnek satılan Don Kişot, birçok dile çevrilmesine karşın, bir kenarda unutulmuş ve ancak 18. yüzyılda yeniden keşfedilerek yeni çevirileri yapılmıştır.

Batı toplumunda çürümek üzere olan şö­valyeliği, alaylı bir dille eleştiren bir romandır. Hayal ile gerçeğin genellikle iç içe anlatıldığı romanda komik pek çok öğe bulunur. Hikayeden romana geçişin ilk adımı kabul edilmektedir.

Don Kişot, İtalya’da Mancha eyaletinde, küçük bir köyde yaşamaktadır. Sürekli olarak şövalye hikâyeleri okuyan Don Kişot, zamanla dünyayı şövalye hikâyelerinde olduğu gibi görmeye başlar. Eski çağlardaki şövalyeliğin canlandırılması gerektiğine inanır. Bir gün, aklını iyice yitirir, kendisini son seyyar şövalye zanneder. Evindeki eski, paslı zırhları, kılıçları kuşanır. Ezilen halkı kurtarmak için çok mükemmel zannettiği sıska atına binerek yollara düşer. Kendisine bir de aristokrat bir sevgili bulmalıdır. Yolda rastladığı çirkin bir köylü kızını çok güzel ve soylu olarak görür ve kendisine sevgili olarak seçer.

Artık tek istediği şey, ona resmi şövalyelik unvanı veril­mesidir. Bunun İçin de başarılar kazanmak zorundadır. Yolda bir hana rastlar. Hanı şato sanmaktadır. Hanın (şa­tonun) sahibini lord olarak görür, kendisini şövalye yapma­sını ister. Hanın sahibi, onun zararsız bir deli olduğunu anlar, lordmuş gibi rol yapar. Don Kişot, resmi olarak şövalye un­vanını aldığına inanarak gururla köyüne döner. Yolda, Sanc­ho ile karşılaşır. Ona büyük bir servet vaat ederek uşağı ol­masını teklif eder. Sonra tacirlerle karşılaşır. Onlara sevgilisi Dulcinea’nin çok güzel bir kız olduğuna inandırmaya çalışır. Onlar da Don Kişot’u döverler. Don Kişot, bu sefer yolda yel değirmenlerini insanlara kötülük yapan devler sanır. Onlara saldırınca, yaralanır. Yine aklı başına gelmez.

Sancho, durumu anlatsa da gerçeği gör­mez. Kafasındaki hayale inanır. Bundan sonra koyun sürüle­rini birbirine saldıran iki ordu olarak görür. Zayıf olanlara yar­dım etmeye karar verir. Koyunlarına saldırıldığını gören ço­ban, Don Kişot’u döver. Bir başka seferde de Don Kişot kal­dıkları bir handaki şarapları kan zannederek şişelere saldırır. Ona gerçekler gösterildiği zaman kabullenmez. Büyücülerin onlara öyle gösterdiğini, onları kandırdığını söyler. Gerçeğin acılığına katlanamaz. Başlarından buna benzer pek çok olay geçtikten sonra, köy papazı ve berberi Don Kişot’u korumak isterler. Onu bir kafese koyarak evlerine götürürler. İyileştir­meye çalışırlar.

Don Kişot bir süre sonra yine Sancho ile yola koyulur. Sevgilisi Dulcinea’yi bulmak istemektedir. Sancho onu kan­dırarak ilk gördükleri köylü kızının Dulcinea olduğunu söyler. Yolda pek çok maceradan sonra Dük ve Düşes’in evine varırlar. Dük ve Düşes, Don Kişot’a oyun oynarlar. Don Kişot’a şövalye gibi davranırlar, yardıma ihtiyacı olan kişiler için on­dan yardım etmesini isterler. Oyun tam bir komediye dönüşür. Dük, Sancho’ya bir ada verir. Ada, civar köylerden biridir. Köy halkına Sancho’nun vali olduğunu söylerler.

On iki günden sonra, Sancho işi bırakır. Daha sonra Don Kişot, Sanson Carrasco ile düello yapar. Kazanan, diğerinin isteğini yerine getirecektir. Sanson kazanır. Don Kişot’a evine dönmesini ve si­lah taşımamasını emreder. Don Kişot da her şeyden elini çeker ve köyünde tabii bir hayata döner. Ancak hastalanır. Aklı başına gelir. Tekrar eski Alonso olmuştur. Sancho’nun onu yine kandırmasına müsade etmez, artık tüm hayallerinden vazgeçmiştir. Bütün malını fakirlere miras olarak bırakarak ölür.

Don Kişot: Don Kişot’u takma ad olarak kullanmaktadır. Asıl adı Alonso’dur. Eserin ana kahramanıdır. Zayıf, yaşlı bir adamdır. Hayalci ve saf bir mizacı vardır. Kendisini son şövalye olarak görmektedir. Dük ve Düşes: Don Kişot’un ev sahipleridir. Alaycı, fır­satçı kişilerdir. Sancho Panza: Sıradan bir köylüdür. Don Kişot onu uşak olarak kullanır. Saf, aynı zamanda realist, kurnaz, basit bir adamdır.

Pcro Perez: Köyün papazıdır.  Master Nicholas: Köyün berberidir. Sanson Carrasco: Salamanca Üniversitesi’nde okuyan bekâr, kaba espriler yapan bir gençtir. Dulcinea del Toboso: Kendisini şövalye sanan Don Kişot, şövalyelerin bir sevgilisinin olması gerektiğini düşünür. Sıradan, şişman bir köylü kızı olan Aldonzo’ya Dulcinea del Toboso takma adını verir. Onu aristokrat bir ailenin güzel kızı olarak düşünür.


- Kötü hareketler, ne kadar yerden aniden biten bitkilere benzese de, gene de insan onlardan kolayca bir çok şeyler öğrenebilir. 
Yaşamak ve öğrenmek güzel şeylerdir. 
Aşk, herkesi eşit kılar. 
Aşkın gözlükleri öyle pembedir ki, bakırı altın, yokluğu varlık, gözdeki çapağı inci gibi gösterir.

- Bal, eşeğin ağzı için değildir. 
Kuru pantolon ile balık tutulmaz. 
Borcunu ödememek kararıyla alışveriş yapan için, fiyatın önemi yoktur. 
Herkesin kendine göre birtakım dertleri vardır, ama bu kiminde gramladır, kiminde kiloyla.

- Fakirlik, aşkın büyük düşmanıdır. 
En büyük felaket ölümdür. 
Bir kapı kapanırken, öteki açılır. 
Şiddetli fırtınanın arkasından sükunet gelir. 
Dürüst bir kadının güzelliği ateşe benzer: Yaklaşmayana hiç bir zararı dokunmaz.

- Aşağılık insanlara iyilik etmek, denize su taşımaya benzer. 
Önüne kötülük etme fırsatı çıkmamış kişiye, iyiliğinden ötürü teşekkür edilebilir mi? 
Eldeki serçe, uçan turnadan iyidir. 
Bütün acılar azalır, yeter ki ekmeğin olsun. 
Açlık, dünyanın en güzel salçasıdır.

- Zamanın unutturamayacağı anı, ölümün dindiremeyeceği acı yoktur. 
Askerler için barut kokusu, lavanta kokusundan üstündür. 
Bütün acılara dayanılır, yeter ki ekmeğin olsun. 
Tecrübe bilginin anasıdır.

- Arkadaş uğrunda ölmek kolay,fakat uğrunda ölünecek arkadaş bulmak zordur. 
Zengin dullar bir gözleriyle ağlarlar, ötekini kırparlar. 
İnsan eğitimle doğmaz, ama eğitimle yaşar.