1915
Ermeni Tehciri, ihtimal dahilindeki bir isyana karşı düşünülmüş bir
tedbir değildir. 1915’deki zorunlu göç kararı, fiiilen ortaya çıkan
isyan ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan ve günün şartları
içinde kaçınılmaz olan bir karardır.
|
|
|
|
|
29 Ekim 1914’te Osmanlı İmparatorluğu, Alman-Avusturya bloku
yanında savaşa girdi. Bütün Türk tarihinde, böylesine çocukça ve
hayalperest bir fiil görülmez. Zira uzun Türk devlet geleneği, gerçekçi
davranışlar etrafında var olabilmiştir. Zaferine inanılan cephe, yani
Alman orduları, Marne’da ‘muzaffer Fransa’ tarafından durdurulmuş ve
geri çekilmiştir.
Enver Paşa’nın ordu komutanlığı ile alakası olmadığı, en seçkin
kıtalarımızı Sarıkamış cephesinde perişan etmesiyle anlaşıldı. Alman
Genelkurmayı’nın ikna ettiği Başkumandan Vekili, ilk anda Rus cephesine
saldırmıştı. Ancak ne askerimizi sevk edecek yol (demiryolu Ankara’da
bitiyordu) ne de askeri kış savaşına hazırlayacak donanım vardı.
|
|
|
’1915 Ermeni Tehciri, ihtimal dahilindeki bir isyana
karşı düşünülmüş bir tedbir değildir. 1915’deki zorunlu göç kararı,
fiiilen ortaya çıkan isyan ve düşman orduyla işbirliğine karşı alınan ve
günün şartları içinde kaçınılmaz olan bir karardır.’
— İLBER ORTAYLI
A.Ü. Öğretim Üyesi
|
|
DÜŞMANLA İŞBİRLİĞİ
Seçkin askerlerimizi, siperlerinde bekleyen Ruslar değil, ağır
kış şartları telef etti. Çekilen kolordumuzun yarattığı boşluğu
doldurmak için ilerleyen Rus ordularına, Ermeni komitaları öncülük
ediyordu. Bölgedeki Müslüman halka karşı çok gaddar davrandılar;
katliamda bulundular. Öncü Ermeni komitalarının bu acımasızlığını bizzat
Rus Genelkurmayı belirtmektedir. Olaylar niye böyle gelişiyordu?
Taa Selçukilerin Türkiye’yi kurmalarından beri, müttefik
Hıristiyan halk, Ermenilerdi. Ananeleri, mutfakları, musikileri, kaç göç
anlayışları, aile düzenleri itibariyle Ermenilerin Anadolu
Türkleri’nden ayırdedilmeleri çok zordu. Ama tarihte, Habeşistan
(Etiopya) halkı gibi, ilk milli kiliseyi oluşturuyorlar ve dolayısıyla
dinleri ve ibadetleriyle dilini koruyan bir halk sayılıyorlardı.
19. yüzyılda Ermeniler, özellikle Yunan ayaklanması sonrası,
Babıali’de, Tercüme Odası’ndaki ve Hariciye Nezareti’ndeki görevleri ele
geçirdiler. Ticarette beynelmilel bir konuma yükselmişlerdi; yetişkin
gençleri, çalışkanlıkları ve sanatkâr yetenekleriyle Türk devletinde
resmi mimarlık, barutçuluk, Darphane Nazırlığı gibi stratejik görevleri
de Ermeni seçkinleri yani âmira sınıfı yüklenmişti. Bununla birlikte,
Ermeni halkı arasında, farklı bölgelere ve bilhassa farklı mezheplere
mensup olmaktan ileri gelen çekişme ve gerilim, eksik değildi.
BÖLGENİN ŞARTLARI
Yunan bağımsızlığından sonra bütün Osmanlı Hıristiyanlarını
harekete geçiren bağımsızlık isteği, Ermenileri de sardı, bu
kaçınılmazdı. Ne var ki Ermeni siyasi liderleri, aralarında iyi iletişim
kuran, siyasi tecrübe bakımından yetişkin kadrolar değillerdi. Evvela
tarihi haklarına dayanarak, nüfusça azınlıkta oldukları bir bölgede
devlet kurmak istediler. Etraflarında Kürtler ve Türklerden, Arapça
konuşanlardan oluşan Müslüman bir nüfus, Süryanîler ve Kaldanîler gibi
dindaş ama ayrı bir dil ve kültür taşıyıcısı milletler vardı.
Böyle bir ortamda Ermenilerin bağımsızlık mücadelelerine,
Balkanlardaki Bulgar komitalarının örgütlenme biçimine benzer örgüt ve
yöntemlerle girişmeleri; bölgenin Müslümanlarına karşı kanlı bir
mücadele yolunu seçmeleri, tepki ve intikam hissi uyandırmıştır.
HAMİDİYE ALAYLARI
1896 olayları neticesinde ortaya çıkan Hamidiye Alayları’nı
sadece Sultan II. Abdülhamid’in bir entrikası olarak yorumlamak, doğru
değildir.
Bölgenin Kürt aşiretleri, Ermenilerin savaş isteğine aynı
yöntemle cevap vermektedir. Doğuda Ermeni ve Müslüman gruplar arasındaki
çatışma, bir mukateleye (boğazlaşma) dönüşmektedir.
Mesela o dönemde ortaya çıkan Siyonist liderlerin rafine
(incelikli) propoganda yöntemleri ve dünya Musevilerini Filistin’e
yerleştirme çabaları gibi başarılı ve olgun bir siyasi çalışma, Ermeni
lider ve siyasi örgütlerinde göze çarpmamaktadır. Ermenilerin o günden
bugüne başlıca hataları, Batıdaki kamuoyunu biçimlendiren iletişim
araçlarına (medya) olduğundan çok daha fazla önem vermeleri ve bu aracın
nihai başarıyı tayin edeceğine olan mutlak inançlarıdır.
NEDEN TEHCİR?
Birinci Dünya Savaşı’ndaki ilk yenilginin ardından, istilacı
ordulara gösterilen silahlı Ermeni desteği, Alman Genelkurmayı’nın da
ısrarlı önerileriyle tehcir (zorunlu göç) kararının alınmasına sebep
oldu. Yakın zamanlara kadar, Talat Paşa’nın ‘soykırım’ emrini içeren
telgrafının, doğruluğu ispatlanan bir belge olduğunu söylemek, güçtür.
Tehcir kararında ordunun hareket alanını güvenceye almak ve
Müslümanlarla Ermeniler arasındaki çatışmaları önlemek amacı olduğu
açıktır. Kuşkusuz idare bu işlemi uygularken, aktif Ermeni
militanlarıyla sivil halkın çatışmaya karışmayacak unsurlarını
ayırdedemezdi. Tehcir işlemini kimi idareciler oldukça kansız biçimde
gerçekleştirdi, bölgelerindeki nüfusu, öbür bölgeye aktarabildi
(Tehcirin hedefi Suriye ve Mezopotamya idi).
Bir kısım idareci, sürgün edilenlere karşı sorumsuz ve genelde
beceriksizce davrandı; birçok yerde ise intikamcı unsurlar yağma ve katl
olaylarına giriştiler. Ulaşımdaki imkansızlıklar da üste binince,
istenmeyen olaylar zinciri karşılıklı acılar, Mütareke döneminde de
sürecek karşılıklı çatışmalar, boğazlaşmalar devam etti.
TEHCİRİN ZAMANI
1915 Ermeni Tehciri, olabilecek, yani ihtimal dahilindeki bir
Ermeni isyanına karşı düşünülmüş bir tedbir değildir; bu nokta çok
önemlidir. 1915 Tehciri, fiiilen ortaya çıkan isyan ve düşman orduyla
işbirliğine karşı alınan ve o günün şartları içinde kaçınılmaz olan
tatsız bir karardır.
Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmeden önce, 1914 yılında büyük
devletlerle bir Yeniköy antlaşması yapmıştır. Buna göre, Doğudaki altı
vilayette Ermeni nüfusun yerel temsil organlarına girmesi ve bölgeyi,
maaşı dahi tesbit edilen bir Norveçli Genel Vali’nin yönetmesi konusunda
karara varılmıştır.
Savaşın çıkması bu antlaşmanın yürürlüğe girmesini önledi ve
savaş içindeki olaylar sonucunda, Doğu Anadolu’da böyle bir antlaşmayı
yürürlüğe sokacak unsurlar da tarihten kalktı…
SOYKIRIM KAVRAMI
‘Genocide’ (soykırım) kavramı, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra
önem kazanması üzerine, Batı’da Ermeni olayları için çok kullanılıyor.
Bunun nedenleri vardır.
Yahudi soykırımının ağır suçluluğunu taşıyan Alman-Fransız
çevreleri ve Macarlar gibi kavimler, özgün suçlarını yayıp paylaşacak
tarihi ortaklar arıyorlar. Ermeniler ise davalarını Yahudiler ölçüsünde
başarıyla kabul ettireceklerini düşünerek de bu kavrama dört elle
sarılıyorlar. Ermeni tehciri ve mukataleyi ‘genocide’ olarak nitelemeyi
reddeden Bernard Lewis gibi bilginleri mahkum ettiriyorlar, aynı fikirde
olduğunu söyleyen Gilles Veinstein gibi Fransa’nın tanınmış bir
türkoloğunu protesto ediyorlar, College de France’a seçimini engellemeye
çalışıyorlar.
|
|
|
|
|
|
NEDEN TÜRKİYE?
Batı Avrupa’daki çevreler, ‘genocide’ suçunun ne olduğunu biliyor
ve solcusundan sağcısına, bu suçu Türkiye’ye yamıyorlar. Amaç; bazı
siyasilerimizin temcit pilavı gibi tekrarladıkları, sadece siyasi,
iktisadi kontrol kurmak, bölgeyi bölmek değildir. Tek başına Ermeni
propoganda imkanlarının da bu kadar yaygın sonuç elde etmesi mümkün
değildir.
Bizim ülkemizde ise ne hükümet çevreleri ne milliyetçi
tarihçiler, ne liberal entelektüeller ‘genocide’ kavramını yeterince
tanımıyorlar. Genocide, mürur-u zamana (zamanaşımına) tabi olmayan bir
suçtur. Hukuki sonuçları yanında, kültürel olarak da bir milletin hem
mazisini hem de geleceğini bağlar.
|
|
|
’1915 olayları, tıpkı müteakip Pontus hadiseleri gibi,
yanlış politikaların, gerçekçi olmayan isteklerin, dış kışkırtmaların da
hızlanmasıyla yaratılmış, geliştirilmiş boğazlaşmalar, acı tarihi
sayfalardır. Bunları soğukkanlı biçimde incelemek ve sağlıklı sonuçlar
elde ederek, birbirine çok yakın yönleri olan iki halkın
yakınlaşmalarını temin etmek icab eder.’
— İLBER ORTAYLI
A.Ü.Öğretim Üyesi
|
|
Sözün kısası ‘genocide’, sadece yapanı değil, onun mensup olduğu
milleti de bağlar. Yahudi soykırımından dolayı benzer fikirleri savunan
Martin Luther ve Protestanlık, Hitler kadar suçludur. Her şeye rağmen
bugünkü Alman kuşakları da babalarının fiilini ister istemez üstünde
taşımaktadır. Soykırım faaliyetlerine iştirakten dolayı sadece Vichy
Hükümeti suçlu değildir. Fransız kültüründe bu işin kökleri Voltaire’e
kadar gider.
Soykırım ne devletle ne idare adamlarıyla ne de belirli bir
partinin ideoloji ve fiiliyle sınırlı kalır. Bunlarla aynı kimliği
paylaşan herkes ‘bunlardan biri’ olarak tavsif edilir.
1915 olayları, tıpkı müteakip Pontus hadiseleri gibi, yanlış
politikaların, gerçekçi olmayan isteklerin, dış kışkırtmaların da
hızlanmasıyla yaratılmış, geliştirilmiş boğazlaşmalar, acı tarihi
sayfalardır. Bunları soğukkanlı biçimde incelemek ve sağlıklı sonuçlar
elde ederek, birbirine çok yakın yönleri olan iki halkın
yakınlaşmalarını temin etmek icab eder. Ermenistan ve Türkiye, bir arada
yaşaması ve karnını doyurması gereken iki devlettir.
SOYKIRIM NEDİR?
Her boğazlaşma, her etnik çatışma, ‘genocide’ olarak
nitelendirilemez. Reich Almanya’sının bu özgün suçu, rastgele dönemleri
ve kavimleri nitelendirmek için uygun değildir ve beşeriyetin her
kesimini bu suça ortaklıkla itham etmek de, sağlıklı ve adil bir
değerlendirme değildir.
Soykırım için gerekli olan önyargılar, küçümseyici ifadeler,
olumsuz bir ayırımcılık (negative discrimination) Osmanlı-Türk
kültüründe yoktur. Hatta Ermeniler hakkında bir takım Hıristiyan
milletlerin kültüründe var olan bu gibi önyargıların onda birine,
Müslümanlar ve Türkler arasında rastlanmaz. 1914’te harbe giren
İmparatorluğun hükümetinde, Ermeni nazırlar vardı (bunların, savaşın
ilanına karşı çok vatanperverane bir tepki göstererek, istifa
ettiklerini de belirtmeliyiz).
Hayat görüşlerini ve yaşam biçimlerini paylaşan iki kavmin
arasında, ‘genocide’i uygulatacak bir münâferet (soğukluk) ortamı yoktu.
Dahası, bizzat İttihat ve Terakki çevrelerinde, tehcir kararını tasvip
etmeyen kimseler vardı.
Ermenilerin tarihi gelişimleri ve ulaşacakları hedef, zamansız ve
gereksiz bir harple sapmaya uğramıştır. Çoğunlukta olmadıkları bir
bölgedeki gerçekleşmesi zor siyasi amaçları, diğer grupların tepkisini
yaratmıştır. Harbin getirdiği ani yıkımın yarattığı panik, bu olaylar
zincirini ortaya çıkartmıştır. Bunu böyle bilmeli, olayların tarihini
olduğu gibi konuşmalı, yazmalı ve soykırım suçlamasını devletten önce
halk olarak reddetmeliyiz.
FARKLI ERMENİ CEMAATLERİ VE AMERİKAN MİSYONERLERİ
Bir kısım Ermeni, Haçlı seferlerinden beri Katolik inanca
girmiştir. Özellikle Çukurova ve Ankara Ermenileri bu zümredendir.
Katolik Ermeniler dünya görüşleri ve kültürel seçimleri itibarıyla
kendilerini asıl Ermeni gruptan ayırmayı tercih etmişlerdir. Her ne
kadar 19. yüzyılda bazı Katolik Ermeniler laik ulusçu bir tavırla asıl
Ermeni grupla bağdaşma yolunu seçmişlerse de iki grup arasında her zaman
için derin bir münâferet (soğukluk) vardı. 19. yüzyılda aslen bir
Katolik rahip olan Ormanyan’ın Ortodoks gruba geçmesi ve imparatorluk
tarihinde en uzun süre görev yapan Ermeni ruhani lideri olması gibi bir
olay dahi istisnaidir.
Katolikler, Milli Ermeni Kilisesi’ne yanaşmamışlardır.
Cizvitlerin propogandası, hatta 18. yüzyıl sonunda Katolik
propogandasına karşı çıkan Patrik Avedik’i buradan Paris’e, Bastille’e
kaçıracak kadar cüretkâr davranmaları, Katolik Ermenilerin
kuvvetlenmesine neden olmuştur. İmparatorlukta bilhassa 17. yüzyıl
sonunda, Sivaslı Mehitar gibi bir Katolik rahibin ortaya çıkmasıyla
Katolik Ermeniler, Batı kültürü ve siyasetiyle daha çok bütünleşmiştir.
Belirtmek gerekir ki, Batı medeniyetini Ermenilere tanıtmakta,
Ermenileri de Batıya kabul ettirmekte çok etkili olmuşlardır. Mehitarist
cemaat Venedik, Viyana ve Paris gibi merkezlerde matbaa, okul ve
manastırlar teşkil etmiş; Ermeniliği Batıyla bütünleştirmekte hizmet
etmiş, Osmanlı Ermenileri arasında da bu gibi okulların açılmasına
öncülük etmiştir. Ama Doğu’daki Ermenilerin hayatını ve siyasetini asıl
etkileyen akım, Boston’dan kaynaklanan Amerikan misyoner faaliyetidir.
Kısa zamanda Doğu bölgesinde ve Mezopotamya’da sayıları 400’ü
geçen okul, yetimhane ve sanayi mektebiyle Amerikalı misyonerler; Ermeni
cemaatı arasında çatışmalara da neden olan üçüncü bir mezhebin,
Protestanlığın doğuşuna neden oldular. Ermeni halkının en fakir ve en
eğitimsiz kesimini, yüksek eğitime hazırlamak yanında, zenaatkâr olarak
da eğiten misyonerlerin yeni militan bir grubun doğuşunu
hazırladıklarına hiç şüphe yoktur.
Galiba çağdaş Ermeni diasporasını (yurt dışında yaşayan Ermeni
cemaatler) yönlendiren dünya görüşü ve siyaset, bugün de bu eğitimin
sonucu olarak devam etmektedir. Bu Ermeni ulusçuluğunun Osmanlı
yönetimine karşı yöneliminden çok, asıl buhran, Ermeni uyruklar
arasındaki mezhep ve parti çatışmalarıydı. Hınçaklar, Daşnaklar gibi
sosyalizan ve milliyetçi militan gruplar dışında, Ramgavar gibi
anayasacı liberal burjuvazinin yükselişini temsil eden partiler de
vardı. Ama her şeye rağmen, kültürü, yaşam biçimi, siyasi meşruiyetçilik
anlayışıyla, Osmanlı devletine ve İmparatorluk sistemine sadık ve
bütünleşmiş Ermeni unsuru da göz önünde tutmak gerekir. İşte bu sonuncu
grupla milliyetçiler arasındaki çatışma ve gerilim, Ermeni hayatını ve
yakın tarihini şekillendiren bir başka unsurdur. |
|
|
|
|
|