03 Nisan 2019

Kadınların siyasi hayatta seçme ve seçilme hakkını elde etmesi; toplumsal hayatta gerçekleşen Atatürk Devrimleri’nden birisidir.


  Kadınların belediye seçimlerinde seçme ve aday olma hakkı 3 Nisan 1930’da Belediye Kanunu'nun kabul edilmesiyle tanındı.

Kadınlara seçme ve seçilme hakkının tanınması, 1930’larda, Türkiye’de kadınların siyasi haklarını kazanması için gerekli yasaların çıkarılmasını ifade eder. Kadınların siyasi hayatta seçme ve seçilme hakkını elde etmesi; toplumsal hayatta gerçekleşen Atatürk Devrimleri’nden birisidir.

1930 yılından itibaren çıkarılan bir dizi yasa ile önce Belediye seçimlerine katılma, sonra köylerde muhtar olma ihtiyar meclislerine seçilme hakkı tanınan kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakları, 5 Aralık 1934’te Anayasa ve Seçim Kanunu’nda yapılan yasa değişikliği ile tanındı. Belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı
Kadınların belediye seçimlerinde seçme ve aday olma hakkı 3 Nisan 1930’da Belediye Kanunu'nun kabul edilmesiyle tanındı.

Kadınların katıldığı ilk belediye seçimleri


Kadınlar siyasal haklarını ilk kez 1930 yılındaki Belediye seçimlerinde kullandılar. Seçimler, Eylül başından Ekim’in 20’sine kadar sürdü. Şehir meclislerine girebilen kadınlar arasında İzmir seçimlerinde Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)’nın iki kadın adayı olan Hasane Nalan ve Benal Nevzat Hanımlar ile, İstanbul seçimlerinde CHF adayı olan Rana Sani Yaver (Eminönü), Seniye İsmail Hanım (Beykoz), Ayşe Remzi Hanım (Beyoğlu), Nakiye (Beyoğlu), Latife Bekir (Beyoğlu) Hanımlar vardır.
 

Bu seçimlerde Artvin ili Yusufeli ilçesine bağlı Kılıçkaya beldesinde belediye başkanı seçilen Sadiye Hanım, "Türkiye'nin İlk Kadın Belde Belediye Başkanı" olmuş ve bu görevi iki yıl yürütmüştür. Türkiye’nin ilk kadın il belediye başkanı ise çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra seçildi. 3 Eylül 1950 tarihinde yapılan yerel seçimlerde 27 üyesi bulunan Mersin Belediye Meclisine seçilne Müfide İlhan, ilk kadın il belediye başkanı oldu.

Köy muhtarı seçme ve seçilme hakkı
 
Köy Kanunu'nun 20. Maddesinin değiştirilmesine dair 26 Ekim 1933 tarihli ve 2329 sayılı kanunun çıkarılmasıyla; kadınların köy muhtar ve heyetlerine seçilme hakkı tanındı.

İlk kadın muhtarın seçimi
Aydın'ın Çine ilçesine bağlı Demirdere köyünde (Bugünkü Karpuzlu ilçesi) yaklaşık 500 oy alarak seçimi kazanan Gül Esin, Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk kadın muhtarı oldu.
 
Milletvekili seçme ve seçilme hakkı
Türkiye’deki kadınlar milletvekili olabilmek için ilk adımı 1923’te atmışlardı. Bu adım, kadınların 1923 yılında Nezihe Muhiddin önderliğinde ilk kadın partisi “Kadınlar Halk Fırkası”nı kurma isteğidir. Fakat 1909 Seçim Kanunu sebebiyle bu parti kurma girişimi, Kadınlar Halk Fırkası’nın Türk Kadınlar Birliği adlı derneğe dönüşmesi ile sonuçlanmıştı.
1924 anayasası hazırlanırken kadınların milletvekili seçme ve seçilme hakkına sahip olması gündeme geldi ancak TBMM genel kurulunda bu hakların yalnızca erkeklere tanınması fikri ağır bastığından kadınlar siyasal haklar sağlayamadılar.

Gerekli yasal değişiklik 1934 yılında Başbakan İsmet İnönü ve 191 milletvekilinin sunduğu Anayasa ve Seçim Kanununda değişiklik yapılmasını öngören yasa önerisi sonucu gerçekleşti. Öneri, 5 Aralık 1934’te Mecliste görüşüldü. Yapılan oylamada, 317 üyeli Meclis'te, oylamaya katılan 258 milletvekilinin tamamının oyuyla değişiklik önerisi kabul edildi. Anayasanın 10. ve 11. Maddeleri değiştirilerek her kadına 22 yaşında seçme, 30 yaşında seçilme hakkı verildi. Bu anayasa değişiklikleri çerçevesinde İntibah-ı Mebusan Kanunu (Milletvekili Seçimi Kanunu)’nda 11 Aralık 1934’te yapılan değişiklikler sonucu anayasada tanınan haklar seçim kanunuyla da düzenlendi.

Yasanın çıkmasının ardından 7 Aralık 1934’te, Türk Kadınlar Birliği İstanbul’da Beyazıt Meydanı’nda büyük bir kutlama mitingi ve Beyazıt’tan Taksim’e bir yürüyüş düzenledi.

Kadınların katıldığı ilk genel seçimler

Türkiye’de kadınların katıldığı ilk genel seçimleri, 8 Şubat 1935 yılında yapılan TBMM 5. dönem seçimleridir. Bu seçimlerde 17 kadın milletvekili TBMM’ye girdi. 1936 yılı başında boşalan milletvekillikleri için yapılan ara seçiminde emekli öğretmen Hatice Özgenel’in Çankırı milletvekili olarak seçilmesiyle meclisteki kadın milletvekili sayısı 18’e çıktı.


Emek - Emile Zola


Emek, sevginin ve özgürlüğün romanıdır. Romanın karakterleri ve kurgusu, kadın ile erkek arasındaki aşkın, hatta bütün insani duyguların ancak emeğin özgür olduğu bir toplumda yeşerebileceğini gösterir. Zola, ücretli emeğin 19. yüzyılda içinde bulunduğu kölelik koşullarını anlatırken, bu kölelikten kurtuluşun yeni bir dünyanın kapılarını açacağını kanıtlar. Emeğin özgürleşmesi insanlığın kurtuluşudur ve insanlar arasında sevgi dolu ilişkiler ancak bu kurtuluşla gerçekleşebilir. Bir roman olarak Emek, işçi sınıfının içinde bulunduğu ağır koşulların, insan aklına uygun yeni bir sistemle nasıl aşılabileceğini gösterir. Ütopik sosyalist Charles Fourier'den esinlenen Zola'nın bu kitapta canlandırdığı sosyalist deney, bilimin ve insan sevgisinin yol gösterdiği akılcı bir toplum tasarımıdır. 


Emek 

Bir İsyanın Romanı: Mahşer

  
Peyami Safa’nın romanlarıyla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir: “Benim kitaplarım üç merhale geçirmiştir: Sözde Kızlar, Mahşer ve Canan çocukluk kitaplarımdır. Bunlar yirmi yaşımın etrafında doğmuşlardır. Hepsini, bilhassa Canan’ı ele alınmayacak kadar kusurlu bulurum. İkinci devre kitaplarım: Şimşek ve Bir Akşamdı’dır. Bunlarda teknikten ziyade insan ruhuna ait endişeler itibariyle bir fark görülür. Vak’a ile beraber saiklara nüfuz etme ihtiyacı da artıyor. Üçüncü devre kitaplarım: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye ve Bir Tereddüdün Romanı’dır. Bunlarda çalışma hedefime daha çok yaklaştığımı sanıyorum.” (Her Ay dergisi 1937 sayı 1) Peyami Safa’nın son üç romanı Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Yalnızız ve Biz İnsanlar da bu son devreye dâhil edilebilir. İlk romanı olan Sözde Kızlar’ı yirmi üç yaşında yazmış, bunu Mahşer ve Canan romanları izlemiştir. 1938’e varıncaya kadar yazdığı Fatih-Harbiye ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu gibi romanlar onu Türk Edebiyatı’nda önemli bir yere koymuştur. On beş yaşında bir hevesli olarak girdiği basın âleminden Türk Fikir ve Edebiyat âlemine kendini tartışmasız olarak kabul ettirdiğinde henüz kırk yaşına varmamıştır. 

Yazar ilk romanı için şöyle der: “Sözde Kızlar’ı, kendime ve başkalarına hiçbir şey ispat etmemek için, sırf geçinme kaygısıyla yazdım. Bence kıymetsiz olan bu kitabın halk arasında bugün üçüncü tabı’nı idrak edecek derecede muvaffakiyet kazanması herhalde farkında olmadan okuyucuya, sonradan yazacağım eserlerin iyiliğine ait vaatte bulunmuş olmama hamledilebilir.” Peyami Safa Türkiye’de en çok yazan yazarlardandır. On beş yaşından başlayıp altmış üç yaşına kadar her gün birkaç çeşit yazı yazmak zorundaydı. 

Peyami Safa’nın daha yirmili yaşlarda bu eserleri yazmasının nedeni, kendisinin milli düşünceyi öne çıkarmak istemesinden ziyade çocukluğundan itibaren hastalıkla geçen gençlik yıllarının bunalımlarının etkisidir.

Peyami Safa dindar veya dini hayatı olan bir yazar mıdır? Bu soruya evet demek mümkün değildir. Çünkü romanlarına bakıldığında oluşturduğu karakterlerden hiç birinde yeterli diyebileceğimiz bir inanç mevcut değildir. Din ve inanç, onun için yalnızca kültürel bir unsurdur ve ahlakın bir parçasıdır. Toplumda yaşanmasından çok insanın kalbinde yaşatılmalıdır. Bu sonuca Mahşer romanının başkahramanı Nihat’ın hayatına bakılarak da varılabilir.

Ahmet Ağaoğlu’nun etkisinde kaldığı kısa bir dönemde liberalizme yönelse de bu etkilenmenin yok olduğu yıllarda tekrar Türk milliyetçiliğine yönelmiştir. Romanlarının yazıldığından itibaren çok okunmasının en önemli nedeni, Doğu – Batı çatışması içinde kendisinin doğuyu tutmuş olması olabilir. Bu özelliğiyle o, Anadolu insanıyla aynı düşünceyi paylaşmıştır. Daha açıkçası, Anadolu insanı Peyami Safa’nın romanlarında kendisini bulmuştur.

Burada üzerinde durulacak olan Mahşer romanı, Peyami Safa’nın 1924 yılında, Sözde Kızlar’dan sonra, çocukluk dönemim dediği yirmili yaşlarda yazıp yayınladığı romanlarından biridir. Bu romanda Peyami Safa, başkahramanı Nihat’ın gözüyle İstanbul’un siyasî, sosyal, ekonomik ve ahlakî yapısı hakkında bilgiler verirken özellikle Doğu - Batı karşılaştırmasında bulunur.

Sanat kaygısından ziyade gençlere yön göstermek düşüncesinde olan yazarın bu konuyu ele alırken yer yer abartılara yer verdiği görülür ama bu durumu yazarın üslup özelliği olarak görmek gerekir. Doğu ve batıyı temsil eden iki zümrenin karşıtlığından beslenen Safa’nın ilk dönem romanları hemen hemen aynı şema ile karşımıza çıkar. Doğu ve batı yaşam tarzlarının aynı mekânı paylaşmasından ötürü ortaya çıkan toplumsal sorun üç erkek ve bir kızdan oluşan dört karakterin rol aldığı bir aşk öyküsü üzerine bina edilir.

Buna en güzel örnek, en çok okunan romanı olan “Fatih Harbiye”dir. Söylemlerinde sıkça dini değerlere atıfta bulunan bu kişilere yazarın yüklediği özellikler ve verdiği görevler onun millî değerleri, toplumsal düzenin sağlıklı işleyebilmesinde en önemli etkenlerinden biri olarak gördüğünü gösterir.

Mahşer romanında sözcü yine bir entelektüel ve doğulu olan gazeteci Kerim’dir. Bu romanda alafranga hayat tarzının sürdüğü bir muhitte doğulu yaşam biçimini temsil eden Muazzez ve onu seven yine başka bir doğulu olan Nihat ana karakterler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Muazzez, değerlerinden kopmuş bir batılı tip olarak tasvir edilen dayısı Mahir Bey ve yengesi Seniha Hanım ile aynı apartmanda kalır. Ancak o, içinde bulunduğu muhiti beğenmemekte ve buradan kurtulmak istemektedir. Nihat ise Çanakkale Savaşı’na katılmış ve gazi olarak İstanbul’a dönmüştür. Muazzez ile tanışması onun iş ararken Muazzez’in yengesi tarafından işe alınması vesilesi ile gerçekleşmiştir. Birbirini seven bu iki genç zor bir durum ile karşı karşıyadırlar. Evden kaçarak evlenirler ancak bir süre sonra maddi imkânsızlıklarla boğuşmak zorunda kalarak ümitsizliğe düşerler. İşte tam bu noktada yazarın sözcüsü Kerim Bey devreye girer. Telkinleriyle Nihat’ı içinde bulunduğu bunalımdan kurtarır ve yine birbirilerine kavuşurlar.

Yazarın bakış açısına göre bu roman değerlendirilecek olursa; yazar, fakir ve çaresiz insanların durumlarını tasvir ederken, onlara teselli olacak bir manevi dayanak göstermez. Yani biçare insanları İslami değerlere göre sabır ve tevekkül içinde değil, batılı felsefecilerin eserlerinden öğrendiği felsefi değerlere göre tasvir eder. Bu durum Peyami Safa gibi bir yazar için ciddi bir eksiklik gibi görünse de yazıldığı yılların genel havası içinde değerlendirildiğinde anlayışla karşılanabilir. Son kısımda Nihat’ın çaresizliğinden dolayı ayağına taş bağlayıp intihar etmek için kendini denize bırakması ise o devrin aydınlarının iç dünyalarını göstermesi bakımından önemlidir.

Yazar, romanda birkaç mekânı öne çıkarır ki bunların hepsi olumsuzluklarıyla okuyucuya verilir. Bunlar: Maarif nezareti, tapu dairesi, emniyet binası ve tiyatro sahnesidir. Bizler buraları aşırı abartılı bir şekilde kötü taraflarıyla görür ve tanırız. Yazar, adeta Nihat’ı buralarda gezdirerek bizlere ayna tutar. Bu kurumların aşırı olumsuz yanlarıyla verilmesi, okuyucuya “kurumları böyle olan bir devlet yıkılmayı hak etmiştir” dedireceği gibi, yeni devletin olması gerektiği ölçüleri hatırlatmak olduğu düşünülebilir.

Burada Nihat’ın gözüyle işlenen konu, harpte yaralanıp memleketine dönen bütün askerlerin psikolojisini yansıtması açısından da önemlidir. Bugün yurdumuzun terörle silahlı mücadele edilen bölgelerinde askerlik yaparken yaralanıp memleketine dönen askerlerde de bu psikolojiyi görmek mümkündür. Savaş sendromu da denilen bu hastalığın psikolojik bir rahatsızlık olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bundan birkaç yıl önce gösterime giren  Uğur Yücel’in yönettiği “Yazı Tura” isimli film de bizde bu konuyu işleyen tek film olması bakımından önemlidir. İsyan, Peyami Safa’nın romanlarının birçoğunda vazgeçemediği bir yaklaşım tarzıdır. Onun: “Yüz elli seneden beri roman, dizginini liberal nizamın kopardığı bu beşeri hayvanın (yalnızlığa terk edilen ferdiyetin), seyisi olan cemiyete karşı isyanın mücadelelerini aksettirmektedir.” Biçiminde söylediği sözleri romanlarının genel yapısı hakkında bir fikir vermektedir. Bu noktadan bakılınca Mahşer romanı için yazarın cemiyete olan isyanının romanıdır demek herhalde abartı sayılmaz.

Mahşer romanı, Çanakkale Savaşı’nda gazi olan Nihat’ın, vatanı uğruna verdiği mücadeleden sonra, İstanbul’a dönüşünde yaşadığı dramı anlatır. Nihat, umutla geldiği İstanbul’dan beklediğini bulamaz, bunun ardından yaşayacağı hayal kırıklığı, hayatta kalma çabası büyük bir isyana dönüşür ve Mahşer çizgisinde anlamlanır. Zaten yazarın amacı da okuyucuya sıcak gelen bir kahramana toplumun en olumsuz yanlarını gösterip, okuyucuyu isyan ettirmektir.

Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Çandır