20 Ocak 2013

Sorumlu Olmak - Uğur Mumcu

Düşündüklerini bir kez bile yüksek sesle söyleyememiş, öfkesini karşısındakinin yüzüne bir kez bile haykırmamış bir insanın bilinç ve duygu dünyasında doğan girdaplar belki de sabah akşam boğmuştur bu kişiliğini. 

Kendi kişiliğinin katili olmak da güç iştir basbayağı. 

Susmak.. susmak, hep susmak. Konuşmamak, konuşmamak. Üstlenilen görev budur bütün yaşam boyunca. İnsanları saran küçük çemberler büyüye büyüye demokrasinin boynuna bir halka gibi geçer. Suskunluk kural, konuşmak ve eleştirmek de kural dışı olur bir süre sonra. 

Bir kişiye yapılan haksızlığı her insan yüreğinde ve bilincinde duymalıdır bütün ağırlığınca. Bu sorumluluk bilinci kurulmamışsa her yeni haksızlık bir “kader” gibi benimsenir bütün toplumda. 

Oysa ne yoksulluk ne de haksızlık “kader” değildir. Yoksulluğun ve haksızlığın nedenleri vardır. Bunları birer birer saptayıp toplumun önünde haykırmak gerekiyor. “ 

Çocukluğun Soğuk Geceleri

Bu kitap, yazarın 1980’de yayımlanan ilk romanı. Tanıtım metninde şöyle yazıyor;

"... kişinin çocukluğundan başlayarak içine düştüğü yaşamın, kimi zaman fiziksel-kaba, kimi zaman inceltilmiş-dolaylı baskılarıyla karşı karşıya kalışını ve yaşadığı ya da ‘yaşamasına izin verilmek istenmeyen’ farklılığını ve uyumsuzluğunu son derece sarsıcı ve incelikli bir biçimde, ‘teninde duyarak’ işledi... ”

Çocukluğun Soğuk Geceleri, okuyan her yetişkini kendi çocukluğuna götüren, deliliğin labirentlerinde gezdiren, varoluşu sorgulatan, sorgularken kendinizle yüzleştiren, ruhunuzu üşüten, kısacası duygu med-cezirleri yaşatan küçük bir roman. Fakat içine sığdırdıkları kocaman. Tıpkı kısacık ömrüne sığdırdıkları gibi...

Bizler kendi kendimize bile dürüst olamıyorken, Tezer Özlü’nün ilk romanında aklını ve ruhunu okuyucularına bu denli açması, onun çok cesur bir kadın olduğunu düşündürtüyor bana. Cesur olmasaydı ölüme o kadar yaklaşabilir miydi? İntihara meyledecek kadar neler yaşamış olabilir ki? Biraz da bu merakla okuyor insan Tezer Özlü'yü. Bu çılgın dünyada asıl intiharın yaşamaya devam etmek olduğunu söyleyebiliriz belki ama satır aralarına gizlediği yaşam sevincini hissediyorum yine de bu kitabında. "... tadına varılacak gün batımları vardır..." diyor mesela. İntihar girişiminden sağ kurtulmasına rağmen daha sonra kanser olmuş ve ancak 42 dünya yılı gün batımı görmeye yetmiş ömrü.

Tezer Özlü’nün çocukluk yıllarının bir kısmı Kütahya, Ödemiş ve Gerede’de, bir kısmı da İstanbul’un, Esentepe, Edirnekapı ve Çarşamba semtlerinde geçmiş. Öğretmen bir ailenin çocuğu olan Tezer Özlü, 1950’li yıllarda geçen çocukluğuna dair pek çok kesiti romanın ilk bölümü olan “Ev” isimli hikâyesinde; Avusturya Kız Lisesi’nde okuduğu dönemi ve genç kızlığın ruh hallerini “Okul ve Okul Yolu” isimli bölümde; Almanya’da bulunduğu ve evli olduğu bir dönemi ve o dönemde yaşadığı sinir hastalığını “Leo Ferre’nin Konseri” isimli bölümle ve son olarak da 12 Mart sonrasını ve Akdeniz’de bulunduğu bir zaman dilimini de “Yeniden Akdeniz” isimli bölümünde işleyerek romanı bitiriyor. Hayatının bu kesitlerinde, mutluluğun insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını, herkesin herkessiz yaşayabileceğini, şizofren kokusunu seçebilmeyi, daha güzel yaşam diye bir şeyin uzaklarda değil de hemen yanı başınızda olabileceğini öğreniyor ve okuyucusuyla paylaşıyor.

Romanı okurken onun dünyasında kendinizi buluyor ve bulduğunuz bu kendilikten rahatsızlık duymaya başlıyorsunuz. Onun rahatsızlıkları sizin rahatsızlığınız oluyor. Kendi ağzından da eseriyle ilgili şu sözleri söylüyor;

“Bu kitapta bir şoku anlatmak istedim… On bir yaşında, bir Türk burjuva ailesi çocuğunun, yirmi yaşına dek okumak için gönderildiği İstanbul kentindeki çeşitli yabancı okullardan birinde karşılaştığı, batı kültürü ve eğitiminin yarattığı şoku anlatmak istedim.”

Romanında kız kardeşi, abisi, babaannesi ve arkadaşlarından bahsederken Süm, Bunni, Günk gibi soyut isimler kullanıyor olması, konu ettiği gerçek karakterleri daha etkili kılıyor ve biraz da bu isimlerle ilgili merak duygusunu güçlendiriyor okuyucuda. En merak uyandıran isim ise yakın arkadaşı “Hayalet Oğuz”.

Tezer Özlü bir kadın samimiyetiyle, bir çocuk bakışıyla yazdığı hikâyelerinde okuyucusunun empati kurmasını kolaylaştırıyor. Günlük döngüleri ayrıntılı tasvirleri ve yaşanan duyguları uç da olsa ortalamaya indirgemesi akıcılığı güçlendiriyor. Okurken ya onun yerine geçiyorsunuz ya da Tezer'i çok tanıdık birinin yerine koyuyorsunuz. Düşünün, hangimiz çocukluğumuzun o soğuk gecelerinde annemizin koynuna girmedik ki! Sizin de kara önlüğünüz, rutubet kokan eviniz, soba külü temizleyen, her sabah namaza kalkan, yıllarca aynı entariyi giyen babaanneniz olmadı mı? Büyük kentlere gidip gelen insanlara özlemle bakmadınız mı hiç? “Bir gün uzak dünyaları ben de tanıyacağım” diye içinizden geçirmediniz mi hiç? Onun kadar gitmek, gitmek ve gitmek istemediniz mi hiç?

Tezer Özlü içindeki gitme arzusunu bizlere şöyle aktarıyor;

“Pazar günleri… Şimdilerde… Sokak aralarından geçerken… gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim… evlerin pencere camları buharlaşmışsa… odaların içine asılmış çamaşır görürsem… bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek…………. İsterim hep.”

“Yaşamım, ölümüm, her yaşam, her aşk ve her ölüm olmalı” diyen Tezer Özlü hep gitmek istemiş. Çünkü Tezer'e göre “Güzel olan, gerçek olan dış dünya ve o dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu" olmuş.

Tezer Özlü, yirmi yaş ile otuz yaş arasında aklın bittiği yerleri ve çıldırmanın seşiğini aramış. Bu süre zarfında yaşadığı acıları, iki saatlik bir film de görünce dayanamayıp sinema salonundan dışarı çıkmış. Leo Ferre’nin Konseri isimli bölümde anlattığı üzere “Guguk Kuşu” filminden çok etkilenmiş. Filmde doktorlar, hastane düzenine başkaldıran, hastaların dış dünyada iyileşeceklerini savunan, bu yolda çaba harcayan bir hastayı elektroşoka yatırırlar. O anda sinema salonunu terk eden Tezer, seyirciler arasında kendisinden başka elektroşok yiyen birinin olmadığını idrak eder. Zira ondan başka herkes filmi izlemeye devam etmiştir. Kendisi de tıpkı filmdeki karakter gibi hastaların ancak günlük yaşam içinde, yakınları arasında, davranışlarına hasta denilmeyen insanlar arasında iyi edilebileceğine inanmaktadır. Sinir hastalığının da bulaşıcı olduğunu hem de öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebileceğini düşünmektedir. Öyle ki, “şizofreni kokusunu koklamak bile hasta edebilir insanı” diyor. Yine aynı bölümde, Hayalet Oğuz ile birlikte yemek yemeye gittiği bir lokanta da aklından şunlar geçiyor;

“ … Saplantıların acıları, burada da sürüyor. Uyandığım an başlayan, uykunun derinliklerinde ancak azalan acı. Arkadaşlarıma belli etmemeye çalışıyorum. Onlar şakacı, özgür ‘beni’ arıyor. Bulamıyor. Onların dünyasında iniş çıkışlar bu denli büyük değil. Onların dünyasında coşku delilik derecesine varmıyor. Onların dünyasında bunalım ölüm korkusuna, belki de ölüm isteğine dönüşmüyor. Onlar yemek yemeyi her zaman seviyor. Düzenli yemek yiyorlar. Duygusal coşkular yemek gibi beslemiyor onları. Onlar işlerine inanmış. Onlar ‘başkaldırmayı’ savunurken, belli bir düzenin akışındaki yerlerini korumaya çalışıyorlar. Onlar, dolmuşa biner gibi evlenip, iner gibi boşanmıyor.”

“Yeniden Akdeniz” bölümünde ise, bir güney kasabasında, antik tiyatronun en üst basamağında oturmuş gördüğü manzarayı tasvirliyor Tezer Özlü.

“ Toroslar’ın ardından doğacak güneşle bürüneceği renkleri bekliyorum. Güneş, dağları mor, mavi, yeşil, lacivert, kahverengi, koyulu açıklı tüm renklere boyayacak. Güneş, renklerini dağlara yansıtarak doğacak. Dağ sıraları arasındaki vadilerden kalkacak pus, tepelere doğru yükselecek. Günün uzantısında yitene dek. Belki de gün boyu puslu kalacak Toroslar. Sıcak ovanın, pamuk tarlalarının, antik kentlerin gerisinde. Henüz koylar sessiz. Köy yavaş yavaş uyanmaya hazırlanıyor. Bu topraklarda güneş hep böyle doğdu. Gün bitiminde denizin, yeşil mavi denizin içine sönmüş, ama kızıllığını koruyan, yuvarlak bir ateş gibi battı. Sıcak Akdeniz akşamlarında. Geçmiş ve gelecek zamanların akşamlarında. Başka insanların, başka uygarlıklar yaşadığı, yaşayacağı çağlarda. Güneş ısıttı, ısıtacak gökyüzünü. Sahildeki kumları. Verimli ovayı. Geceleri yıldızlar bürüyor gökyüzünü. Eski çağlarda belki kumsalda da sevişti insanlar. Dalgaları ayaklarının altında duydu. Ben, ya da başkası böyle yaşadı Akdeniz’i. Böyle yaşayacak. Binlerce yılın güneşini şimdi ben bekliyorum. Sabaha karşı…”

Ne yazık ki, Tezer Özlü’nün dağların doğurduğu güneşi her sabah kucaklayacak kadar vakti olmadı ama çemberin dışındaki kadınlar yer yüzündeki son gün batımına kadar onu özlemle ve saygıyla anacaklar.

"Sizin düzeninizle, akıl anlayışınızla, namus anlayışınızla, başarı anlayışınızla hiç bağdaşan yanım yok. Aranızda dolaşmak için giyiniyorum. Hem de iyi giyiniyorum. İyi giyinene iyi yer verdiğiniz için. Aranızda dolaşmak için çalışıyorum. İstediğimi çalışmama izin vermediğiniz için. İçgüdülerimi hiçbir işte uygulamama izin vermediğiniz için. Hiçbir çaba harcamadan bunları yapabiliyorum, bir şey yapıldı sanıyorsunuz. Yaşamım boyunca içimi kemirttiniz. Evlerinizle, okullarınızla, işyerlerinizle. Özel ya da resmi kuruluşlarınızla içimi kemirttiniz. Ölmek istedim, dirilttiniz. Yazı yazmak istedim, aç kalırsın dediniz. Aç kalmayı denedim, serum verdiniz. Delirdim, kafama elektrik verdiniz. Hiç aile olmayacak insanla bir araya geldim, gene aile olduk. Ben bütün bunların dışındayım."     evrimaykan

Antoine de Saint Exupery - Küçük Prens

Bugün ben de evime dönüyorum...” Sonra üzüntüyle, “Çok daha uzak... Çok daha zor...” dedi. Olağandışı bir şeylerin olduğunun farkındaydım. Küçücük bir çocukmuş gibi kollarımda tutuyordum onu, ama bana öyle geliyordu ki hızla korkunç bir uçuruma doğru gidiyordu ve onu kurtarmak için yapabileceğim hiçbir şey yoktu...

Bakışları çok uzaklarda bir yere bakıyormuş gibi donuklaşmıştı.

“Küçük adamım,” dedim. “Korkuyorsun sen...”

Korktuğu kesindi. Ama hafifçe güldü.

“Bu akşam daha çok korkacağım...”

Buz gibi hissettim kendimi yine, onarılmayacak, geri getirilemeyecek bir şeylerin sezgisiyle. Onun gülüşünü bir daha hiç duymayacak olmayı kaldıramayacağımı biliyordum. Benim için çölün ortasında bir tatlı su kaynağıydı o.

“Küçük adam,” dedim. “Gülüşünü duymak istiyorum yine.”

Ama o, “Bu gece, tam bir yıl olacak,” dedi. “Yıldızım, bir yıl önce Dünya’ya indiğim yerde tam tepemde olacak bu gece...”

“Küçük adam,” dedim. “Ne olur bunun yalnızca kötü bir düş olduğunu söyle bana; şu yılanla konuşmanın, buluşma yerinin ve yıldızın filan...”

Ama yakarışıma kulak asmadı. Onun yerine, “Asıl önemli olan, gözle görülmeyendir...” dedi.

“Evet, biliyorum...”

“Ve geceleri gökyüzüne bakarsın. Her şeyin çok küçük olduğu gezegenimin yerini gösteremem sana. Belki böylesi daha iyi. Yıldızım senin için herhangi bir yıldız olsun. Böylece gökyüzündeki bütün yıldızlara bakmayı seveceksin... Hepsi senin dostların olacak. Hem sana bir armağan vereceğim...”

“Ne söylemek istiyorsun?”

“Yıldızlar bütün insanların,” diye yanıtladı. “Ama her insan için aynı değiller. Yolcular için, yıldızlar yol gösterici. Ötekiler için yalnızca gökyüzündeki pırıltılar. Bilim adamları için hepsi birer problem. İşadamı için zenginlik. Ama bütün yıldızlar sessiz. Sen... Yalnızca sen yıldızlara herkesten farklı sahip olacaksın...”

“Ne söylemek istiyorsun?”

“Yıldızlardan birinde ben yaşıyor olacağım. Ben gülüyor olacağım bir tanesinde. Ve geceleyin gökyüzüne baktığında bütün yıldızlar gülüyor gibi olacak... Yalnızca senin gülen yıldızların olacak!”

Sonra yine güldü.

“Ve üzüntün hafiflediğinde (zaman bütün acıları hafifletir) beni tanımış olmak hep seni mutlu edecek, dostum olarak kalacaksın. Benimle gülmek isteyeceksin. Bunun için de arada bir pencereni açacaksın... Dostların gökyüzüne bakıp bakıp güldüğünü görünce çok şaşıracaklar! Onlara ‘Yıldızlar hep güldürür beni!’ diyeceksin. Deli olduğunu düşünecekler. Sana nasıl bir oyun oynadığımı görüyorsun...”

Sonra yine güldü.

“Sanki sana yıldızlar yerine gülmesini bilen bir sürü küçük çan vermişim gibi olacak...”

Ve yine güldü. Sonra birden yüzü ciddileşti.

“Bu gece... Biliyorsun... Gelme.”

“Seni bırakmayacağım,” dedim.

“Acı çekiyormuş gibi bakacağım. Biraz da ölüyormuşum gibi... Evet, öyle. Bunu görmeye gelme. Görmeye değmez.”

“Seni bırakmayacağım.”

O gece yola çıktığını görmedim. Hiç ses çıkarmadan kalkıp gitmişti. Ona yetiştiğimde çabuk ve kararlı adımlarla yürüyordu. Beni görünce, “Demek geldin,” dedi yalnızca.

Elimden tuttu. Endişeliydi hâlâ.

“Gelmemeliydin. Acı çekeceksin. Ölmüşüm gibi olacak, ama ölmeyeceğim...”

Bir şey söylemedim.

“Anlamalısın. Çok uzak. Bu gövdeyi oraya taşıyamam. Çok ağır.”

Bir şey söylemedim.

“Atılmış, eski bir deniz kabuğu gibi olacak. Bunda üzülecek bir şey yok...”

Bir şey söylemedim.

“İşte burası. Bırak, yalnız gideyim.” Ve oturdu.

Ben de oturdum. Ayakta duracak halim kalmamıştı.

“İşte hepsi bu...”

Biraz daha durakladı, sonra ayağa kalktı. Bir adım attı. Ben kımıldayamadım.

Ayak bileğinin dibindeki sarı bir parıltıdan başka hiçbir şey görülmedi. Bir an hareketsiz kaldı. Çığlık atmadı. Bir ağaç gibi yavaşça devrildi. Kuma düştüğü için hiç ses çıkmamıştı.”  

Lale Müldür - Çölde İsimsiz Bir At Var

 
herkes birbirini alabildiğine kirletiyordu.
herkesin yüzüne kumlardan bir eşarp
dolanmıştı. böyle günlerde bana
beynimdeki kum fırtınaları
hiç bitmeyecekmiş
gibi gelirdi.
 
başkalarından gelen kumlar ağzıma,
burnuma dolardı. sağ kolumun
üzerindeki benleri sayardım.

“çölde isimsiz bir at var”
yüzümde kumlardan bir fular var
eğrelti otlarının arkasında
hatalarım var

odamda bir köşede tavana kadar
mercan kırmızısı bir alev yükseliyor.
yitirilen şeylerin alevi o:
dostlukların, aşkların, ideallerin…

ah, neredeyse tanıdığım her şey
yanıyor orada küçük bir kıyamet gibi
ve çölün gizemi gibi küllerden bir
fular dolanıyor yüzüme. büyük acılar
çektiğimi sanıyorum ama eğrelti otları
şöyle fısıldıyor bana:

“alev ne kadar büyük olursa
o kadar iyi
alev ne kadar büyük olursa
o kadar iyi
en azından düş kırıklığına
uğramazsın asla”

gerçekten daha mutluyum böyle ağzımı,
burnumu saran yarı-saydam maskeyle,
mercan kırmızısı hayat ateşinin önünde.

çölde isimsiz koşan bir at var.
ne sağa ne sola ne kuzeye ne güneye
yani her yere ya da hiçbir yere koşan
delimsirek bir at ver: işte o at benim.
yoksa ben de çan çiçeklerinin
usul usul fısıldaştığı
o hayat sularının
önünde olmak
isterdim.