herkes birbirini alabildiğine kirletiyordu.
herkesin yüzüne kumlardan bir eşarp
dolanmıştı. böyle günlerde bana
beynimdeki kum fırtınaları
hiç bitmeyecekmiş
gibi gelirdi.
başkalarından gelen kumlar ağzıma,
burnuma dolardı. sağ kolumun
üzerindeki benleri sayardım.
herkesin yüzüne kumlardan bir eşarp
dolanmıştı. böyle günlerde bana
beynimdeki kum fırtınaları
hiç bitmeyecekmiş
gibi gelirdi.
başkalarından gelen kumlar ağzıma,
burnuma dolardı. sağ kolumun
üzerindeki benleri sayardım.
“çölde isimsiz bir at var”
yüzümde kumlardan bir fular var
eğrelti otlarının arkasında
hatalarım var
odamda bir köşede tavana kadar
mercan kırmızısı bir alev yükseliyor.
yitirilen şeylerin alevi o:
dostlukların, aşkların, ideallerin…
ah, neredeyse tanıdığım her şey
yanıyor orada küçük bir kıyamet gibi
ve çölün gizemi gibi küllerden bir
fular dolanıyor yüzüme. büyük acılar
çektiğimi sanıyorum ama eğrelti otları
şöyle fısıldıyor bana:
“alev ne kadar büyük olursa
o kadar iyi
alev ne kadar büyük olursa
o kadar iyi
en azından düş kırıklığına
uğramazsın asla”
gerçekten daha mutluyum böyle ağzımı,
burnumu saran yarı-saydam maskeyle,
mercan kırmızısı hayat ateşinin önünde.
çölde isimsiz koşan bir at var.
ne sağa ne sola ne kuzeye ne güneye
yani her yere ya da hiçbir yere koşan
delimsirek bir at ver: işte o at benim.
yoksa ben de çan çiçeklerinin
usul usul fısıldaştığı
o hayat sularının
önünde olmak
isterdim.