22 Aralık 2019

Coğrafyada Şart Kipi - Behçet Necatigil



Her günkü yollarından evlerine dönerken
Vurur yorgun adamların parçalanmış gölgeleri
Saray duvarlarına

Coğrafya kitabında konu:
Yeryüzünün şimdiki hali.
Ülkelerin yüz ölçümü,
Engebeler, dağ, orman, vadi.
Akarsu, iklim, yağış
Bitkiler, nüfus, konuşulan dil
Halkın geçim kaynakları…
Ülkeleri bildirir
Bir coğrafya kitabı.

Bilgi! Kitaplar ne bilir,
Ben ölçmedimse bütün ölçümler boşuna.
Yağmurların sözü nasıl edilir.
Alnım ıslanmadıysa serin yağışlarında.

Ne denizler deniz, dağlar dağdır
Ne bahçeler bahçe.
Yok öyle göller
Ben olmayınca

Ben gidemiyorsam
Kitaplar aldatır.
En verimli toprak, ben göremiyorsam
Katı, kıraç, kısır.

Gök-delen yapılardan söz açar
Işıklar içinde bir şehir
Salaşlardır, sallanan, ben gezemiyorsam
Adımlarım değmiyorsa uzun, sonsuz sokaklar
Başlamadan bitiverir.

Koca koca şehirler
Milyonların üstünde…
Coğrafya kitapları!
Geçer yorgun adamlar sarayların önünden
Kapıları kapalı.

Oğuz Atay - Tutunamayanlar


Ne Yapmalı?


Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim

Kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiç bir sorunu çözemez
Ne yapmalı? Bugüne kadar sürdürdüğüm gibi, çevremdeki kişilerin davranış ve tutumlarını bilinçsiz bir aldırmazlıkla benimseyerek bu renksiz, kokusuz varlıkla yetinmeli mi; yoksa, başkalarından farklı olan, başkalarının istediğinden çok farklı, köklü bir eylem isteyen gerçek bir insan gibi bu miskin varlığı kökten değiştirmeli mi? En basit sorunların çözümünde bile bocalayan bu sözde devrimci gölgeyi, hiç düzeltmeden, biraz olsun çekidüzen vermeden, amaç edindiğimiz ülküleri gerçekleştirmek için hemen kavganın ortasına atıverelim mi? Kendini yönetmeyi beceremeyen kişileri, toplumları yönetmek, onlara yeni yollar göstermek için hemen başa geçirelim mi? Yoksa, toplu eylemlerde kütlelerin başına bela olan zayıf kişilikleri önce sert ve sıkı bir sınavdan mı geçirmeli?

Ben kendimi yeterli görmüyorum. Ne için yeterli? Her şey için. Topluluğun eylemine engel olabilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek sorunlarımı çözmeden, onu güdebilecek güçte olmadığımı seziyorum. Başkalarına söyleyecek bir sözüm olabilmesi için önce kendime söz geçirmem gerektiğine inanıyorum. Bana bugün, ne yapmalı? diye soracak olurlarsa, ancak, önce kendini düzeltmelisin, diyebilirim. Bir temel ilkeden yola çıkmak gerekirse, bu temel ilke ancak şu olabilir: kendini çözemeyen kişi kendi dışında hiçbir sorunu çözemez.


Ne yapmalı? Bu soruya hemen bir karşılık bulmak istenirse, elbette salt aklın verisiyle, ya da oradan buradan derlenmiş bir iki düşüncenin bileşimiyle bazı geçici çareler ortaya atılabilir. İnsan, ilk bakışta bu geçici çarelerin kendi buluşu olduğunu sanabilir. Oysa, örneğin, salt aklın verisi diye nitelendirilen kavramın biraz incelenmesi, bunun çoğunlukla toplumun etkisiyle elde edilen kalıplar olduğunu gösterecektir. Salt aklın verileri, insanı, gevşetmeye fırsat vermeyen amansız bir çalışmanın zorunluluğuna itebilir. Oblomovluk ve eğlence düşkünlüğü, dünyada eşi görülmemiş bir baskıyla yok edilmek istenebilir. Bütün kişisel bunalımlar, ucuz yaşantılara dönüşle ilgili bütün buhranlar, birer birer sindirilmek istenebilir. Herkes zaaflarını gizleyerek yalnız güçlerini ortaya koyar. İşte, görünüşte, toplumsal eylemi geliştirmek, ileriye götürmek için salt akılla bulunduğu sanılan ve her çeşit eylem için kaçınılmaz ilkeler olarak ortaya atılan bu temel davranışlarda bile, kişinin ve çürümüş toplumun değiştirmek istemedikleri öz varlıklarını bilinçsizce koruma isteminin gizli baskılarını arayacaksın! Bilimsel bir kuşkuyla önce bütün zaaflarını çekinmeden ortaya atacaksın! Olmadık bir yerde ortaya çıkmalarını önleyecek ve toplumsal eylemdeki ortaklarını umutsuzluğa düşürmekten böylece kurtulacaksın.


Karşılıklı güven ve dayanışma ancak böyle bir sorunun varlığını duyduktan sonra sözkonusu olabilir. Fakat, bütün bu sorunlarını yalnız başına çözeceksin. Bunalımlarını, komplekslerini ve buhranlarını birlikte çalışacağın insanlara iletmeyeceksin. Kurulacak örgütü bir düşkünlerevine çevirmeye kimsenin hakkı yoktur. Birleşecek kişiler önce birleşecek güçte olmalıdırlar; önce bu duruma gelmelidirler. Onlar, yeni düzenler kurmak ve ilerlemek için birleşeceklerdir; körle kötürümün yoldaşlığı gibi bir iş için değil! Kendi sorunlarını çözemeyen bir kişinin, kusurlarının acısını başkalarına çektirmeye hakkı yoktur.


Yalnız, kişisel sorunları tek başına çözme eylemini de gereksiz bir aşırılığa götürmemelidir insan. Büyük örgütlerin kurulmasından önce, küçük örgütler oluşurken kişi, çevresinden kendini bütünüyle soyutlamayacaktır; kişisel sorunlarını çözerken başkalarından da bir bakıma yararlanacaktır. Yani, bazı insanlarla genel ilişkiler kuracak onlarla birleşecektir. Ne var ki bu birleşme büyük örgütlerden farklı bir biçimde olacaktır. Böylece küçük bir çekirdeğin aşağıdaki ayırıcı özellikleri belirecektir:

1- Birleşenlerin sayısı az olacaktır.
2- Bu topluluk, genişlemeyi amaç edinmeyecektir. (Kendiliğinden bir artma olursa, bu artış da engellenmeyecektir.)
3- Kişiler bu birliğe zaaflarını ve güçlerini koyarak gireceklerdir. (Zaaf konusunda aşırılığa kapılmamak gerekir.)
4- Kişiler, en küçük ayrıntılara kadar anlaşılabilecek insanlar olmalıdır. (Yani, büyük karakter farkları göstermeyen ve yakın bir ilişki kurabilecek kadar birbirini seven ve birbirine güvenen kişiler bir araya gelmelidir.)
5- O güne kadarki gelişmeleriyle nitelikleri bakımından birbirlerine yakın olan insanlar böyle bir eyleme girmelidir. (Büyük örgütlerde zorunlu bir sınıflama olacağından bu şart yalnız küçük birliklerin özelliğidir.)
Bu özellikler, küçük topluluğumuzdaki ilişkilerin sıkı ve karmaşık bir biçimde oluşacağını göstermektedir. Burada kişi kendini ve topluluğu aynı anda geliştirecektir. Birlikte gelişmeyi sağlamak için her toplulukta ve ortak eylemde gerekli gördüğüm şartları şöyle özetleyebilirim:
1- Her birey, bütün toplu çalışmalara aynı oranda katılmalıdır.
2- Bireyler, birbirinin iyi niyeti ve gücünden kuşku duymamalıdır.
3- Her birey kendi ilerlemesi kadar karşısındakinin gelişmesinden de sorumlu olmalıdır. (Yani, zincirleme bir sorumluluk ilkesi benimsenmelidir.)
Bu topluluğun gelişmesinde en önemli etkenlerden biri -belki de en önemlisi bireyin, toplu eylem dışındaki yaşantısını nasıl düzenleyeceğidir. Bu yaşantıyı da ikiye ayırabiliriz:
1- Bireyin, temel ülküsü dışındaki yaşantısı.
2- Toplu çalışmalar için gerekli oluşumu kazanmak amacıyla sürdüreceği yaşantı.
1- Temel ülkü dışında, yani ekmek kavgası için tutulacak yol:
Ekmeğini kazanırken bireyin yapacağı işler, onu bazı ilişkiler kurmak zorunda bırakacaktır. Bu ilişkilerde, işinin dışında devam edecek herhangi bir eylemden kaçınmalıdır birey. İş arkadaşlarıyla gerçek bir dostluk kurmaktan kesinlikle sakınmalıdır. Yalnız, bunu yaparken, çevreyle ilişkilerini aksatmayacak; bu geçici arkadaşlarında, kendisine karşı dargınlık, kuşku ve kızgınlık yaratmamaya çalışacaktır. Çevresindeki kişilerin düşmanlığını kazanmadan ölçülü bir yakınlık kurmalıdır onlarla.
Birey, en basit ihtiyaçlarını gidermekte elbette bağımsızdır, fakat, aşırı tutkuların -kumar, içki ve fazla eğlence gibi bir yana bırakılması ve bunların bir alışkanlık olmaktan çıkarılması gereklidir. Bu çeşit tutkular, özellikle umutsuz günlerde bireyin yakasını bırakmaz: umutlu günlerde kurtulmalıdır birey onlardan.


2- Toplu çalışmalar için tek başına yapılacak çalışmalar: Bireyin tek başına kaldığı zaman kendisini oluşturmak için yapacağı çalışmalar, ne yapmalı sorununun önemli bir bölümüdür. Kendi değerini eksiksiz bilen ve her an bu değeri, yeni şartların ışığında eleştirebilen bir kişi ne yapmalı, ne yapmalı diye bocalamaz. Düzenli bir çalışma düzeyine girebilmek için üç temel sorunu çözümlemek gerekir:

a) Kendini iyi tanımak

İnsan en çok kendiyle ilgilenir; ama bu ilgi bir yönteme dayanmaz ve kendini tanıma sorunu bilimsel bir yolla çözümlenmezse sonsuz bunalımlar karanlığına düşer birey. Değerini tam bilmeyen kişi, gereksiz yakınmalarla gün geçtikçe daha da bozulur ve çürüyüp gider. Kişisel değeri büyütmek de küçültmek de aynı derecede zararlıdır. Yola çıkmadan önce altından kalkamayacakları bir yükün altına girenler daha işin başında ezilip kaybolurlar; gerçek değerinin çok azını ortaya koyanlar da kısa zamanda tembelleşip bir işe yaramazlar.
Kendini tanıma sorununun çözümünde, Descartes’ın bilime uyguladığı kuşkuculuğu kullanabiliriz. Bütün değerlerimizi önce yok sayarak işe başlamalıyız. Kişisel değer saydığımız şeylerin, toplumun baskısıyla edinilmiş sahte nitelikler olabileceğini de hiçbir zaman akıldan çıkarmamalıyız. Örneğin, soyut ahlak kavramlarını ele alalım. Namus, iyilik, iş ahlâkı gibi her toplumun temel dayanakları sayılan kavramlar vardır. Bu kavramların her toplum için aynı olduğu ve bunlarla ilgili kurallara her toplumda uyulması gerektiği belirtilmiştir bizlere. Biz, ancak kendi özlediğimiz toplumda uymalıyız bu kurallara. Onlar ise, şartlar ne olursa olsun toplumu ayakta tutmak için bizi soyut kavramlarla uyutmaya çalışırlar. Ben, sadece namuslu olmakla övünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için. Benim de değerlerimin arasına bu çeşit nitelikler karışmışsa atmalıyım onları; onlarla övünmemeliyim. Bu nitelikler, amacımı gerçekleştirirken bana zararlı bile olabilir. Gerekirse bir ülkü uğruna hırsızlık da yapmaz mı insan? Kendi aramızdaki ilişkilerde ahlâklı olmamalı demek istemiyorum; bize bu çeşit iftiralar atılmamalı. Fakat onların düzenini korumak için gerekli olan böyle sahte değerlere de hiç önem vermeyelim.

b) Kendini eleştirmek

Bu deyimle Batılıların “otokritik” dediği soruna eğilmek istiyorum. Yukarıda söylediklerim bir otokritik sayılabilirse de ben otokritiği daha çok bir eylem için varsayıyorum. Bir eylemden sonra, o eylemin birey açısından değerlendirilmesidir otokritik, diyorum. Kendini eleştirmenin, kendinden yakınma çerçevesinden de çıkması gereklidir diye düşünüyorum.

c) Dış etkenlerin uyutucu durgunluğuna kapılmamak

Ülkemiz, bugün için durgun bir toplum düzeni içindedir ve insanı toplumsal çalışmalara itecek bir dış etkenin yok olduğu söylenebilir. Peki ne yapalım o halde? Olayların bizi hazırlıksız yakalamasına fırsat mı verelim? Yoksa tehlikesiz çalışmalarla o zamana kadar kendimizi avutalım mı? Bence hemen köklü bir çalışma dönemine girelim. Ben de bu satırları yazar yazmaz söylediklerimi uygulamaya girişeceğim hemen. Daha fazla oyalanmayayım. Müsaadenizle.


Onat Kutlar "Unutuşun Kolay Ülkesine Bir Hatırlatma: Erdal Eren"


Unutuşun Kolay Ülkesine Bir Hatırlatma: Erdal Eren

12 Eylül 1980 darbesiyle idam edilenlerden biri de henüz 17 yaşında olan Erdal Eren’di. 
 
“Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
Unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
Ölü balıklar geçiyor kırışık bir denizin sofrasında
Ve ellerinde fenerleriyle benim arkadaşlarım
Durmadan düşünüyorum
Ne kadar çok öldük yaşamak için.”
Onat Kutlar


Şu Metris’in Önü – Ali Asker
Ben hep onyedi yaşındayım.
Her ayak sesinde ürperirim.
Demirkapının her açılışında,
Göğsümün kafesine sığmaz yüreğim.
Her türlüsünü tattım, acıların ayrılıkların.
Herseye biraz alıştım.
Bir seni beklerken kendimi yenemedim…..
Şu metris’in önü bir uzun alan
Bir tek seni sevdim gerisi yalan
Senin hasretindir hücreme dolan
Bir tek seni sevdim gerisi yalan
gerisi yalan
Hücremdeyim hasretinle yanarım
Senin ıçin her gün her gün ağlarım
Kanım hep ıçime akar kanarım
Beni anlamadın ona yanarım
ona yanarım
Şu metrisin önü bir uzun alan
Bir tek seni sevdim gerisi yalan

 
(Şu metrisin önü Enver Karagöz e ait bir şiirdir. Ali Asker türkü olarak söyler. Enver Karagöz Artvin’de çalışan edebiyat öğretmeni, darbeyle tutuklanıp işkencede boğazına kaynar su dökülerek sesini kaybetmiş. Almanya’da mülteci olarak ölene kadar yaşamış. )
 
Erdal Eren için, Gülten Akın tarafından yazılmış şiir. Grup Yorum, 1986 yılında “Büyü” adlı bu şiiri besteleyerek ” Sıyrılıp Gelen ” adlı albümünde yer vermiştir.
 
Büyü
büyü de baban sana büyü de büyü
acılar alacak yokluklar alacak büyü de baban sana
büyü de baban sana büyü de büyü
bitmez işsizlikler açlıklar alacak büyü de baban sana
büyü de baban sana büyü de büyü
baskılar işkenceler kelepçeler gözaltılar zindanlar alacak
büyü de baban sana büyü de büyü
büyüyüp de onyedine geldiğinde
baban sana idamlar alacak
Gülten Akın
 
BİR FOTOĞRAFTAN 12 EYLÜL ŞARKISI
Eren’i idamından on altı saat önce ziyaret eden Gazeteci Savaş Ay, Eren’in son fotoğraflarını çekti. Ve o fotoğraflar bir Sezen Aksu şarkısına, ‘Son Bakış’a ilham oldu.
Savaş Ay, ‘Son Bakış’ın hikayesini şöyle anlatıyor: “Erdal Eren’i son anlarında çektiğim o fotoğrafları, milyonlarca kişi gibi Sezen Aksu da görmüş ve çok etkilenmiş. Anlatırken, “Öylesine masum, öylesine ölümden uzak, öylesine genç ki… Hikayesini de okudum. Ama beni esas vuran o ‘son bakış’ fotoğrafıydı Savaş.
 
‘AĞIT GİBİ’
Aysel Gürel’e gösterdim o fotoğrafı. Birlikte bir şeyler yazdık. Onno’ya verdik besteledi (Tunç). Şarkıdan çok ağıta benzedi. Yürekten kopup gelen, saf, duru, sahici…” dedi. Ve işte o ağıtın sözleri.
 
SON BAKIŞ
Bir söz bitişi gibi son buldu sevişler
Bir yaz güneşi gibi eritir hep bu terkedişler
Bir an duruşu gibi ömrün gidişi gibi
Veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler
Aman aman yandım aman
Kurşun gibi izler
Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda
Aman aman acı yüzler
Kurşun gibi izler
Son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda
Aman aman?
Sezen Aksu’nun seslendirdiği Son Bakış, sözleri Aysel Gürel’e, bestesi Onno Tunç’a ait.

Çocuğu astılar – Yıldırım Türker
Bu yazıyı 12 Eylül dönemine tanık olmaya yaşı yetmeyenler okusun isterim. Genç arkadaşlarıma anlatmak istediklerim var.

Bugün, lanetli bir yıldönümü. Mutsuzluğumuzun uzun hikâyesine buradan başlayabiliriz.


Daha önce de mutlu değildik. Ama hevesimiz vardı. Mutluluktan çok hevese yazılırdık zaten. Şimdiki kadar sakar, şimdiki kadar umutluyduk. Ama o zamanlar umut diyegeldiğimiz, neredeyse bütün insanlığı kucaklayan bir rüyaydı. Güzeldi. Aşka benzer bir yanı vardı. 


Dünyanın tanımı farklıydı o zamanlar. Henüz koparılıp alınmamıştı bizden. Sanki dünya elimizin altındaydı da biz onu okşadıkça yepyeni bir dünya dönecekti aşkımızdan. O zamanlar kimse kimseyi romantik olmakla suçlamazdı. Sizin kadar genç, sizin kadar uyanıktık. Ne sizden az, ne sizden fazlaydık. Sadece sanki daha sık bakardık birbirimizin gözlerine. Bir de sanki şimdi sizin sıkıldığınız kadar sıkılmazdık. Dünyayla aşık dalaşına girmiştik ya. Şimdi neredeyse bir şakaymış gibi anılıyor ana-babalarının yaşadığı o korkunç dönem.

Bir sabah, şimdi Marmaris’te yaşayan, Yener Süsoy’un ‘Alaşehirli afacan’ dediği, büyük medyamızın sevimli bir dede olarak yansıttığı Kenan Evren’in nefret dolu gevrek sesini duyduktan sonra kuruldu sizi okşamayı bilmeyen bu dünya. Şimdi mütekait paşa, “Artık 12 Eylül 1980’i unutmalıyız” diyor ya, siz unutuşun gölgesine doğdunuz zaten. Ana-babalarınızın, büyüklerinizin işkencecileri, katilleri yargılanmadığı gibi kendilerine yönelik saygıda kusur edenler hâlâ hedefte. Cunta paşası 25 yıl sonra çıkıp “Unutulacaaaak! Unut!” komutu verebiliyor. Belki de dünyadaki meslektaşlarının başına gelenler onu kaygılandırmaya başladı.

Gökçe Fidan
Bu lanetli yıldönümünde 12 Eylül’ün ilk kurbanlarından birini, “Gökçe Fidan”ı, Erdal Eren’i analım istiyorum.


Erdal, siyasi inançları kuvvetli bir lise öğrencisidir. ODTÜ’lü Sinan Sümer, duvarlara slogan yazarken dönemin MHP’li bakanı Cengiz Gökçek’in koruması tarafından vurularak öldürülür. 2 Şubat 1980 günü, ölümünü protesto etmek için toplanan 2 bin kişi arasında Erdal da vardır. Gösterinin sonuna doğru silahlı bir inzibat timiyle göstericiler arasında çıkan çatışmada bir inzibat askeri vurularak ölür. Yakalanan Erdal’ın yanında silah olduğu için cinayet onun üstüne kalır. Oysa otopsi raporunda da askerin Erdal’ın bulunduğu tarafa koşarken sırtından vurulduğu belirlenmiştir. Ankara Merkez Komutanlığı’na götürülen Erdal şiddetli işkenceden geçirilir. Daha sonra, Orada gördüklerimi Emniyet’te bile görmedim” diyecektir. Sonra Mamak Askeri Hapishanesi’nde bir hücreye konulur. İdamla yargılanmaktadır. Mamak, vahşetin üslerindendir. Kullanılan işkence yöntemlerinin yaratıcılığı insanı derinden sarsar. Erdal, duruşmada, “Benim hakkımda peşin bir yargılama yapıldığı son derece açıktır. Nitekim benimle ilgili olayın ertesinde Genelkurmay Başkanı’nın ‘Çoktandır idam olmuyor, bazı kişilerin idam edilmesi gerek’ şeklinde demeç vermesi benimle ilgili idam kararıdır. Ve size de bu konuda ulaştırılan emirlerin açıkça dışa vurulmasıdır” der.
Söz konusu Genelkurmay Başkanı, Kenan Evren’dir. Bir gazeteciyle yaptığı söyleşide, “Parlamentodan şimdiye kadar bir tek idam çıkmadı ki.. Davalar yavaş gidiyor, görevliler korkuyor, parlamento gecikiyor” demiştir.


Askeri Erdal’ın öldürdüğü iddiası çok zayıftır, deliller yetersizdir. En önemlisi, Erdal, suç işlendiği tarihte henüz 17 yaşındadır. Erdal doğduğunda babası 1962 yılının Mart ayında doğmuş olan oğlunu okula erken gidebilmesi için 6 ay büyük yazdırmış. Nereden bilsin, olacakları.


Yargıtay 3. Dairesi idam kararını ‘yeterli delil olmadığı’ gerekçesiyle iki kere üst üste bozar. Sonunda 20 Kasım günü toplanan Askeri Yargıtay Genel Kurulu, 3. Daire’nin ısrar kararını kaldırarak Sıkıyönetim Mahkemesi’nin Erdal’ın idamına ilişkin kararını onar. Bir tatbikat sırasında kendisine Erdal’ın idamı hakkında soru sorulduğunda Kenan Evren, şanlı tarihimize yazılan o ünlü cümleyi sarf edecektir: “Asmayalım da besleyelim mi?” 12 Eylül’ün ruhunu daha iyi açıklayan bir cümle bulamazsınız.


Mahkeme Erdal’ı öldürülecek kadar yetişkin bulmuştur bir kere. Erdal’ın dış görünümü ve tahsil durumuna bakarak yaş durumunun tespitine ilişkin talebi reddeder.


Erdal’ın duruşmalarda kendisine işkence yapıldığını belirtmesi de mahkeme başkanı tarafından “Bunların dava ile ilgisi yoktur” sözleriyle karşılanır.


Şimdi bize sanki biraz yorgun, biraz küs ama hülyalı gözlerle siyah-beyaz fotoğraflardan bakan çocuk kısacık ömrünün son günlerini zulüm altında ruhunu karartmamaya çalışarak geçirdi. Bir gün onu almaya geldiler. Ceketini giyerken bir asker yardım etmek istedi. Erdal, ‘Kendim giyerim’ dedi. Kelepçe vurulmasını istemedi sadece. Son isteğini sordular. Sigara, dedi. Ailesine yazmış olduğu mektupları iç çamaşırının içinden çıkardı: “Cezaevinde yapılan (neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi işten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile” diyordu. Kız kardeşine, “Seni biraz kızdırdığımı yazıyorsun. Fena mı? Havalar iyice soğudu ama kızarsan üşümezsin. Ben burada üşüyünce (kızamadığım için) ‘Koşar adım’ ‘marş marş’ eğitim yapıyorum” yazıyordu. Babasına, “Mektubunda bu acıya dayana-mayacağını söylüyorsun. Ben nice dayanılmayacak acılara dayanıldığına tanık oldum. Kaldı ki sen güçlü bir insansın. Kendini kapıp koyvermediğin sürece ve biraz da benim bakış açımla bakmaya çalışırsan böyle bir şey olmaz inancındayım” yazmıştı son mektubunda. Babası, dayanamadı. Oğlunun ince narin boynuna ilmeğin geçirilişinden sonra bir yıl içinde öldü. Anası Erdal’ı hâlâ rüyalarında 17 yaşındaki haliyle görüyor.


Zamanının geldiğine karar verildikçe yapılan kimi anketlerde ordumuz milletin en güvendiği kurum çıkar. Şimdiye dek mutlaka farkına varmışsınızdır. Dilimizi gerçekten öğrenmek için her sözcüğün sırtında nasıl bir yükü olduğunu anlayacak kadar yaşamak gerek. En güvenilir demek, en korkulur anlamına geliyor. Maalesef henüz güven konağımızı korkudan uzak yere inşa edebilmiş değiliz. Bu görev de size düşüyor. Hayatımızın duvarlarını yıkabilmek için korkularımızla değil, vicdanımızla bakabilmeyi öğrenmeliyiz. Belki 12 Eylül’den geçmiş olanların ömrü vefa etmez bu cuntanın ve işbirlikçilerinin yargılandığını görmeye. Ama siz de unutmayın. Unutturmayın. Suskunluk ve bunaklık üstüne kurulacak bir barışın sahte olduğunu bir an olsun aklınızdan çıkarmayın. Unutmayalım. Erdal, bize bakıyor hâlâ. 

78’liler Girişimi yaptığı yazılı açıklamada Eren’le ilgili bilgileri şöyle paylaşıyor:
2 Şubat 1980’de ODTÜ öğrencisi Sinan Suner’in katledilmesini protesto gösterisi nedeniyle gözaltına alınan 24 kişi arasında Eren de vardı. Gösteri sırasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan Eren tarihin belki de en hızlı yargılamasıyla 19 Mart 1980’de idama mahkum edildi.


Eren, idam edildiğinde henüz 17 yaşındaydı. Eren’in öldürdüğü iddia edilen erin otopsi raporlarında, ölüme neden olan kurşunun G-3 piyade tüfeğinden çıktığına dair görüşler yer almasına rağmen otopsi raporları karartıldı. Askeri Yargıtay 3. Dairesi’nin, önce “Delillerin noksanlığı” nedeniyle esastan, ardından da idamın müebbet hapse çevrilmesini gerektiren TCK’nin 59’uncu maddesinin uygulanmaması” nedeniyle usulden bozmasına rağmen, Daireler Kurulu iki kararı da reddetti.


“Milli Güvenlik Konseyi” tarafından onaylanan karar, “İdamı Engelleyelim! Erdal Eren idam edilemez” kampanyasına rağmen 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edildi.

Erdal Eren’in Hayatı
Erdal Eren (25 Eylül 1964, Şebinkarahisar, Giresun – 13 Aralık 1980, Ankara), 12 Eylül Darbesi öncesinde bir askeri inzibat erini öldürdüğü gerekçesiyle hüküm giyen ve asılarak idam edilen Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ve Ankara Yapı Meslek Lisesi öğrencisi. Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi öğrencisi Sinan Suner, 30 Ocak 1980 tarihinde Milliyetçi Hareket Parti’li Bakan Cengiz Gökçek’in koruması Süleyman Ezendemir tarafından vurularak öldürüldü.[1] Erdal Eren, Suner’in öldürülmesini protesto etmek için 2 Şubat 1980 günü düzenlenen gösteride gözaltına alınan 24 kişinin arasındaydı. Gösteri sırasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklanan Erdal Eren, yargılanarak 19 Mart 1980 tarihinde idama mahkûm edildi. Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanan karar, 13 Aralık 1980’de Ankara Merkez Cezaevi’nde infaz edildi.

Erdal idam edilmeden 16 saat önce kendisini ziyaret eden gazeteciler Savaş Ay ve Emin Çölaşan’a, “avukatıyla görüştürülmediğini, 18 yaşının altında olmasına rağmen idam edilmek istendiğini, yaşının 18’den küçük olduğunu tespit edecek olan kemik testi yapılması talebinin kabul edilmediğini, vurduğu söylenen jandarma erine çok uzaktan ateş açtığını ama otopside yakın atışla öldüğünün kanıtlandığını, kendisini ibret olsun diye asacaklarını ve ölümden korkmadığını” söyledi.


Ağabeyi Erkan Eren, Erdal’ın Mamak Askeri Cezaevi’nde tutuklu kaldığı dönemde gördüğü ağır işkencenin izlerine tanık olduğunu dile getirdi. Erdal’ın idam edildiği tarihte yaşının 18’den küçük olduğunu belirten Erkan Eren, infazı radyodan öğrendiklerini ve Erdal’ın kimsesizler mezarına gömülmek istendiğini söyledi.


18 YAŞINDAN KÜÇÜK OLDUĞU ARAŞTIRILMADI
 
Eren’in avukatlarından İsmail Sami Çakmak, geçen sene Cumhuriyet Gazetesi’ne verdiği röportajda idam kararıyla ilgili olarak şunları söyledi: “Yargıtay Üçüncü Dairesi, kararı son derece yasal ve hukuka uygun gerekçelerle bozdu. Bunlar otopsinin usul ve yasaya aykırı yapıldığı, ölenin vücudundan çıkan kurşunun Erdal?ın tabancasından çıkıp çıkmadığının açıklığa kavuşturulmadığı, olay yerinde keşif yapılmadığı, tanıkların dinlenilmediği Erdal?ın 18’inden küçük olup olmadığının araştırılmadığı, takdir hakkının kötüye kullanıldığı gibi gerekçelerdi. Gerçek de buydu. Ama başsavcılık hemen harekete geçti, bozma kararına itiraz etti. Dosya gitti geldi, sonunda Askeri Yargıtay Daireler Kurulu idam kararını onayladı.”
“Oğlunuz Erdal” Gösterimleri
 
“Şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin
Unutmamak için çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz
Ölü balıklar geçiyor kırışık bir denizin sofrasında
Ve ellerinde fenerleriyle benim arkadaşlarım
Durmadan düşünüyorum
Ne kadar çok öldük yaşamak için.”
Onat Kutlar
 
Vakfımızın 1974 – 1983 Dönemi Çalışma Grubunun uzun soluklu bir çalışma ile gerçekleştirdiği belgeselin ilk gösterimini 18 Ekim 2010 Pazartesi günü Beyoğlu sinemasında yaptık.
Biliyorduk: Erdal sadece bir terör ve zulüm döneminin hukuksuzluğuna kurban gitmiş bir devrimci değildi, sadece devrimci bir geleceği isteyenlerin yoldaşı da değildi. O aynı zamanda halkın belleği idi.
Ve gösterim büyük bir coşkuyla gerçekleşti. Salona sığmamıştık. Sosyal Araştırmalar Vakfı (SAV) olarak söz verdik: Oğlunuz Erdal’ın Türkiye’nin dört bir yanında gösterilmesi, olabildiğince fazla kişi tarafından izlenmesi için elimizden geleni yapacaktık.
Başta 78lilerin Dernekleri ve Federasyonunda örgütlenmiş arkadaşlarımız, ve tabii ki partilerimiz, ve tabii ki demokratik kitle örgütlerimiz ve tabii ki gençlerimiz – SAV ile iletişim içinde – birçok merkezde amacı ?Oğlunuz Erdal?ın gösterilmesi olan etkinlikler organize ettiler. 
Katledilişinin 31. yıldönümünü de kapsayan bugünlerde Erdal bir kez daha hiçbir zaman bitmeyecek tarihsel görevini yerine getirecek; devrimci bir geleceği isteyenlerin gücüne güç katacak.

SAV YK
Erdal Eren, veda mektubunu hücresinde yazmış ve iç çamaşırında taşıyarak avukatına ulaşmasını sağlamıştı.

ERDAL EREN’DEN SON MEKTUP


Sevgili annem, babam ve kardeşlerim;
Sizlere bugüne kadar pek sağlıklı mektup yazamadım. Ayrıca konuşma olanağımız ve görüşmemizde olmadı. Zaten dışarıdayken de birbirimizi anlayacak şekilde konuşamadık. (Bu konuda sizlere karşı büyük oranda hatalı davrandım. Ancak bunu size karşı saygı duymadığım, bu nedenle böyle davrandığım şeklinde yorumlamamanızı dilerim) Bu nedenle sizlere anlatacağım, konuşacağım çok şey var.


Ancak olanak yok. Düşüncelerimi bu mektupla anlatmaya çalışacağım. Şu anda ne durumda olacağınızı tahmin ediyorum. Ama çok açıklıkla söylüyorum ki benim moralim çok iyi ve ölümden de korkum yok. Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam,halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir. Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir. Biliyorsunuz ki bu ceza işlediğim iddia edilen suçtan verilmedi. Asıl amaçlanan böyle bir olayla gözdağı vermek ve mücadeleyi engellemek hedefine dayalıdır. Bu nedenle sizinde bildiğiniz gibi, kendi hukuk kurallarını çiğneyerek bu cezayı verdiler.


Cezaevinde yapılan (Neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda Ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi içten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak, ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile. Sizlere bunları anlatmamın nedeni yaşamaktan bıktığım yada meselenin önemini, ciddiyetini kavramadığım gibi yanlış bir düşünceye kapılmamanız içindir. Bütün bu yapılanlar,başımdan geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur.


Mesele benim açımdan kısaca böyle. Ancak sizin açınızdan daha farklı, daha zor olduğunu biliyorum.
Anne, baba ve evlat arasındaki sevgi çok güçlüdür, kolay kolay kaybolmaz. Ve evlat acısının da sizin için ne derece etkili olacağını biliyorum. Ama ne kadar zor da olsa bu tür duygusal yönleri bir kenara bırakmanızı istiyorum. Şunu bilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki, sizin binlerce evladınız var. Bunlardan daha niceleri katledilecek, yaşamlarını yitirecek, ama yok olmayacaklar. Mücadele devam edecek ve onlar mücadele alanlarında yaşayacaklar.


Sizlerden istediğim bunu böyle bilmeniz, daha iyi kavramaya çaba göstermenizdir. Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz.
Hepinize özgür ve mutlu yaşam dilerim.
Devrimci selamlar
Oğlunuz Erdal

Edvard Munch - Dalga




 1921

Cengiz Aytmatov ile Konuşma


MUSTAFA ÇETİN: Kahramanlarınızla okuyucunun özdeşleşmesini, bütünleşmesini istiyor musunuz?

CENGİZ AYTMATOV: Her edebi eserin bir ruhani dünyası var. Her okuyucu bunu kendi gönlünde, içinde değerlendirir, ona bir yer verir. Kahramanı hayata geçirmeyi düşünür. Fakat onun yaptıklarını yapmayı düşünmez. Buna belki şöyle bir misal verebilirim: 1988 yılında Gorbaçov ile beraber Pekin’e gitmiştik. Bir ara telefon çaldı. Bir adan vardı telefonda ve Kırgızca konuşuyordu. Bizim Pekin’e gelmemizden dolayı büyük sevinç duyduğunu söyledi. Kim olduğunu sordum. “Ben sizin Beyaz Gemi’deki çocuğunuzum” dedi. Üniversitede öğrenciymiş. Beyaz Gemi’deki gibi bir çocukluk geçirdiğini söyledi.

Sonra birgün onlarla buluştuk. Aşağı yukarı kırk civarında kızlı erkekli gençlerden oluşan bir gruptu. Tokalaştık, kimileri elimi öptü. Sonra o delikanlının kim olduğunu kendim bulmak istedim. Dikkatle yüzlerine baktım. Birinin gözleri bizimkilere benziyordu. Boyu da farklıydı. Ona “Sensin, benizm Beyaz Gemi’deki çocuğum” dedim. Sonra büyüttük sohbeti. Bu eserlerden etkilenmenin enteresan bir örneğiydi.

Kahramanlar hayattan seçildiğine göre insanların onlarda kendilerinden bir şeyler bulmaları normaldir. Kahramanın görevi, okuyucuyu düşündürmek, kendisini anlatırken onu anlatmaktır.

Bir eserin kahramanında okuyucunun etkilenmesi mümkün. Roman kahramanının bir trajedisi, bir dünyası var. Okuyucunun da tabii. Bunların benzeşmesi kişiyi, eserin kahramanına yaklaştırıyor.

M.Ç.: Çocuk kahramanlarınızdan eserlerinizde beklediğiniz nedir? Siz bazen çocuk kahraman olarak da karşımıza çıkıyorsunuz?

C.A.: Mesela Cemile’deki çocuğu hatırlarsın!

M.Ç.: Resim yapan çocuk, Cemile’nin kayını.

C.A.: Evet, evet o ….

M.Ç.: O çocuk aslında sizsiniz sanıyorum.

C.A.: Evet, evet. Biraz benim. Sultanmurat da biraz benim. Cemile yayınlandıktan sonra bir sürü mektup aldım. Cemile üzerine toplantılar yapıldı. Bunlardan birinde “Cemile ile Danyar gittikten sonra ne oldu?” diye soruyorlardı. Ne olduğunu bilmiyorum. Bu olay doğrudur ama. Şimdi çocukları, torunları vardır, çok şey olmuştur. Bunu okuyucu kendi muhayyelesinde canlandıracak, kendisi onlara bir yer bulacak. Bir eserin görevleri arasında okuyucuya düşünme payı bırakılması da vardır. Herkes buna kendi fantezisiyle karar verecek.

Çocuklar iyi gözlemcidirler. Birçok olayı yetişkinlerden daha iyi görürler. Onlar geleceğin temsilcileridir.

M.Ç.: Romanlarınızda kadınlardan, kadın kahramanlardan ne bekliyorsunuz? Eserlerinizde kadın kahramanlar çok önemli roller üstleniyor. Cemile’nin, Seyde’nin, Aliman’ın görevleri neydi?

C.A.: 1991’de Köln’e kitap kulüplerinin davetlisi olarak gittim. Kitap imzaladım, sohbet ettik. Gelenlerin yüzde seksenini, belki daha fazlasını kadınlar oluşturuyordu. Bu eserlerimdeki kadın kahramanların onları ne kadar etkilediğini gösteriyordu. Kadın “analık “ özelliği yanında toplumun direğini oluşturur. Kadının güçlü olması gerekir. Sorumluluğu büyüktür. Kadına layık olduğu yeri vermek bir yazarın da görevleri arsındadır.

Her insanın farklı bir dünyası var. Ama bu ayrı dünyalara sahip insanlar, eser kahramanlarında kendi düşüncelerini, sıkıntılarını bulabiliyorlar. Kadın kahramanlarım, kendi dertlerini ortaya dökerken kadınların sesi olurlar.

Bizim ninelerimiz bize hikayeler, masallar anlatırlardı. Bunlar bizi “Uyutmak” için değil “Eğitmek” içindi. Bu doğru, bu yanlış, böyle yaparsan bu, şöyle yaparsan şu olur derlerdi. Kıssadan hisse çıkarmamızı isterlerdi, bizi eğitirlerdi. Yaptıklarımızın yanlış mı, doğru mu olduğunu söylerlerdi.

Biz bunlara Kırgızca’da yumak diyoruz. Bunların pedagojik özellikleri var.

Kadın toplumun en önemli öğesidir. Problemlerin kaynağı gibi görülmemeleri gerekir. Her toplumda kadın, şekli değişse de aynı yükü, sorumluluğu taşır.

M.Ç.: Siz romanlarınızda aşkı, kadını ve erkeği bütün ilişki ve yönleriyle anlatıyorsunuz ama sizde seks, seksüalite hemen hiç yok. Birçok yazar seksi kullanıyor.

C.A.: Bu bizim geleneğimizde olmayan bir konu. Bu şekilde yok bizde. Rus edebiyatı ve sinemasında da yeni yeni ortaya çıkmaya başladı. Aşık edebiyatında, geleneksel edebiyatta da yok. Erkekler kendi aralarında bu konuları konuşuyorlar. Aşıklar da erkeklere hitap ederken biraz bu konuya giriyorlar. Kadınlar da kendi aralarında konuşuyor olmalılar.

Fakat toplu yerlerde, kadının erkeğin beraber olduğu yerlerde söz edilmiyor. Ayıp sayılıyor. Bu herkesin kendi bileceği bir konu. Rus edebiyatında da kültüründe de yok. Onlara da Avrupa’dan geldi.

Avrupa’da çıktı bu iş ortaya. Amerika’ya, bütün dünyaya yayıldı. Bu özel bir saha. Bunu eserlerde yazmak, kullanmak ya da doğrudan böyle eserler yazmak gerekli mi değil mi bilmiyorum. Ben de bu yok. Ama gerekirse yazılabilir. Seks hayatın inkar edilemiyecek bir gerçeği, anı. Ama yazılsa, anlatılsa bile seks için olmamalı. Konuyu aktarabilmek, verebilmek için olmalı. Çoğu yazar seks için yazıyor. Gayeleri onu anlatmak. Bu topluma zarar verir. Benim eğitimim, aldığım terbiye buna uygun değil. Müslüman dininde yok.

C. A. : Siz de nasıl ? Sizinkiler yazıyor mu ?

M.Ç.: Evet, gittikçe artan bir hızla eserlerde kullanılıyor. Ama daha çok tercüme eserlerde rastlıyoruz buna. Modern edebiyat dediğimiz dönemde bunun yeri var. Sizin belirttiğiniz sebeplerden dolayı birçok yazar da bu konuya girmiyor. Küçük erotik bölümlere yer veriyorlar tabii. Mesela Cemile’nin vücudunu tasvir ederken, erotik öğelere siz de yer veriyorsunuz. Gün Uzar Yüzyıl Olur’da da var. Bu bence kabul edilebilir.

C.A.: Seksin toplum içinde yeri Türkiye’de ne şekilde?

M.Ç.: Gelenekte olmadığından sanıyorum, toplum içinde açıkça konuşulabilen bir konu değil. Kadın ve erkekler kendi aralarında bu konuyu konuşuyorlar. Ama batıdaki gibi değil.

C.A.: Televizyonda, sinemada durum nasıl?

M.Ç.: Televizyonda var, evet. Yabancı kaynaklı film, dizi film sayısı çok fazla. Haliyle yavas yavaş topluma da yansıyor. TV seyircisi Amerikan filmleriyle yatıyor, Amerikan filmleriyle kalkıyor. Etkilenme olmaması mümkün değil.

C.A.: Bizde genç yazarlarda da var bu. Bir tartışma ortamı doğdu. Aslında meselenin estetiğine eğilmek gerekir. Estetik olarak yaklaşmak gerekir. Ben okurum tabii. Fakat genç neslin, çoluğun çocuğun aklı başından gider. Bu onlar için iyi örnek olmaz. Çocukların, gençlerin taze hazırlıksız dimağlarının düşünülmesi gerekir. Bizim gençlik buna hazır değil. Tecrübeleri yok. Böyle şeyler onları şaşkına çevirir.

M.Ç.: Siz yerli, milli bakışla, lokal meselelerle evrensele bir köprü kurmayı başardınız. Bugün evrensel “kola içmek, hamburger yemek, Marlboro içmek” oldu. Kavram bozulup değişti. Bence bu evrensellik değil, dejenerasyon. Siz bu değişen, bozulan evrensellik anlayışı için ne düşünüyorsunuz?

C.A.: Peki sen ne anlıyorsun evrensellikten?

M.Ç.: İnsanın çevresinden doğan bir probleminin veya duygusunun diğer insanlarca da kabul edilip, benimsenebilmesi, insana hitap edebilmesi. Bugünkü anlayış ise belli birilerinin veya belli bir toplumun değerlerinin herkesçe benimsenmesi. Bence standardizasyona gidiliyor.

C.A.: Artık insanın kendi fikirleri var. İnsanoğlunun fikirleri, kriterleri var. Dünya düşünüyor artık. Hayatın anlamı ne? İnsanoğlu dünyaya niye geldi? Hayatın akışı nasıl? Bunlar evrenselin konusuna girer. Felsefi bir mesele. Zor ve büyük bir mesele. Senin de belirttiğin gibi evrensellikle beraber standardizasyon da geliyor. Koladan, TV’den, sinemadan, birçok şeyden geliyor bu.

Bu günlük hayatın seyri. Coca Cola yoksa Pepsi Cola var.

Hem olumlu hem olumsuz olabilir. İnsan standardizasyona gidebilir. Ya da manevi dünyanın kriterlerine yaklaşabilir. İnsanın çocuklarına verdiği bilgiler, ideler evrensele girer.

Evrensel problemlerle kişisel problemlerin bir harmonisi çıkıyor ortaya. Bu insanoğluna hayatın anlamını açıklar. Ticaret de işin bir yüzü. Kolalar vs. bu yüzde yer alıyor.

Fakat bunlar bizim ruhani dünyamızı bozan şeyler. Bunlar da bu şartların gereği. İnsanın kişiliğine etkileri büyük.

M.Ç.: Batıda “aile” kavramı klasik anlamını kaybetmiş durumda. Evlilik kavramı da uzun bir süre yıprandıktan sonra bugün anlamını kaybetti. Bu hadiseye nasıl bakıyorsunuz?

C.A.: Benim tecrübelerim bunun doğru ve iyi bir şey olmadığını gösteriyor. Herkes kendi özel hayatını yaşıyor. Kendisi hayatını tayin ediyor. Birlik olup olmayacaklarına herkes kendi karar veriyor. Bu egoizm. Egoizmin sonucu bu. Bunun sebepleri kapitalist hayatın arkasında gizlidir. İnsanları zorla da tutamazsın. Ailenle kal diyemezsin. Bu da olmaz.

Batılıların evrensel ahlakında bu fikirlerin ailenin, insanın geleceği için rolü büyük. Çocuklar da büyüklere özenir. Sonuç egoizme bağlıdır özet olarak. Bu trajedidir. Sinema, TV , edebiyat, felsefe, politika hep buna bağlıdır. Katoliklerde durum biraz daha farklı. Sonuç olarak aile mefhumunun korunması gerekir.

M.Ç.: Sovyetler Birliği’nin yeni durumunda sonra Kırgızların, Türkmen, Azeri, Kazak, Özbek ve diğerlerinin edebiyatları yeni bir yola girdi. Önceleri ateşli, hamasi, olgunlaşmamış edebi ürünler ortaya çıkacak. Daha sonraları belki “Modern klasik” diyebileceğimiz eserler görebileceğiz. Sizin için belki böyle değil ama çoğunluk için bunun böyle olacağını düşünüyorum. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

C.A.: Bu bir paradoks. Prestroykanın başlarında sansür kalktı, kontrol kalktı, Komünist Parti kalktı. Herkes istediğini yazmaya başladı.

Edebiyat bir güldür. Çiçektir. Yeni bir dalga, yeni bir yol ortaya çıktı. Fakat hayatta, günlük hayatta bu gerçekleşmedi.

Uzun bir zaman gerekiyordu. Politik sosyal (Sosyo politik) olarak da bu gerekliydi. Pazar ekonomisi çıktı ortaya. Bu çok yeniydi bizim için. Pazar ekonomisi. Amerikanizmi, seksüalizmi, pornografiyi beraberinde getirdi. Halka yayıldı. Herkes etkilendi. Edebiyatta içinden çıkılmaz bir hal aldı. Spekülasyon çıktı ortaya. Beş on yılda biraz stabilize olursa, yeni başarılı eserler çıkabilir.

Ben hayatım boyunca gördüklerimi yazdım. Düşündüm, gördüm, duydum, sezdim. Ama Tanabay gibi kahramanların devri geçti artık. O tarihler geçti. Artık Tanabay yazılmaz. Ama Tanabay gibi insanlar toplumda yer aldılar ve hala da yaşıyorlar. Bu yakınlarda Literaturmaya Gazeta’da Gülsarı ve Tanabay üzerine Çinli bir yazarın eleştirisi yayınlandı. Orada eleştirmen Tanabay ve Gülsarı’nın şimdi kendileri için örnek olduğunu söylüyor.

M.Ç.: Üniversite yıllarında hocalarımız bize ” Bir gün pişman olacağınız şeyler yazmayın” derdi. Çok düşünüp az yazmamızı söylerlerdi. Sizin de böyle bir duyguya kapıldığınız anlar oluyor mu? Bu soruyu politik anlamda sormuyorum. Bu beni hiç mi hiç ilgilendirmeyen bir konu. Ben eserlerinizden söz ediyorum. Var mı böyle bir pişmanlığınız ?

C.A.: Buna her insanın kendi iç dünyası karar verebilir. Öz eleştiri, kendini yargılamaktır bu. Yapılması da gerekir. İnsan böyle zamanlarda karmakarışık duygulara sahip olur. Zaman değişir çünkü.

Kendimle böyle bir hesaplaşmaya girdiğimde, benim pişman olduğum bir eserim yok. Biliyorum ki doğru olanı yaptım. O zaman geçtim. O eserler yazıldı. Herşey değişti. Ama pişmanlık yok.

M.Ç.: Batıda, buna Rus kültürü dahil, roman ve edebiyatın diğer türleri çok önemli bir yerde. Doğu da bu böyle değil. Cengiz Aytmatov da aslında bir istisna. Ne diyorsunuz bu konuda?

C.A.: Roman Avrupa’dan dünyaya yayıldı. Bizim tradisyonumuzda mesnevi, şiir, destan vs. gelişti. Roman onlara uygun bir fotmdu. İnsanın tarihiyle ilgili bu. Nüveleri onların tarihinde. Ama bu, onlar yazar, biz yazamayız demek değildir.

M.Ç.: Siz eserlerinizden film yapılmasını desteklediniz. Bir konuşmanızda “Sinema bir gemiyse, edebiyat bunun motorudur” demiştiniz. Fakat bugün işler biraz değişti galiba. Bugün sinemanın edebiyatı yoğun bir şekilde etkilediği görüşü var. Bu Hemingway için söyleniyor. Hatta bazen sizin de adınız geçiyor. Edebiyat-sinema ilişkilerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

C.A.: Edebiyat sinemaya yön veriyor. Bazen de sinema edebiyata tesir ediyor. Ben iyi sinemaya saygı duyuyorum. İyi sinemacılarla birlikte oldum.

M.Ç.: Kırgız Sinemacılar Birliği Başkanlığı görevinde bulundunuz.

C.A.: Sinema için bir güç gerekiyor. Bu güç edebiyat. Sinema ustalık gerektiren bir konu. Sujesiz sinema olmaz.

M.Ç.: Sizin doğrudan senaryo olarak yazdığınız bir eseriniz var. Türkiye’de de, dünyada da pek bilinmiyor. Aşkın Sesi. Polat Şemsiyev’in bir filmi.

C.A.: Küçük bir çalışmaydı. Dağların arasında geçen olaylar. Bir aşk hikayesi vs.

M.Ç.: Polar Şemsiyev ve Tolomuş Okeyev nasıl yönetmenler. Özellikle onların çalışmaları üzerinde tezimizde durmak istiyoruz. Çünkü biz sizin dünyanızı yakalamaya çalışıyoruz. Adı geçen iki yönetmen de Kırgız ve sizin dünyanızı sinema olarak en sağlıklı yakalayabilecek kişiler. Dünyalarınız yakın, birlikte olduğunuz, dost olduğunuz insanlar.

C.A.: Onlar benim çağdaşlarım. Benden biraz küçükler. Onlarla beraber düşündük, çalıştık. Ben edebi eserler verdim, onlar bunlardan yola çıkarak filmler yaptılar. Elbette biz birbirimizin dünyasına yakındık. O bir süreçti. Tarihin bir uzantısıydı.

Biz edebiyat, sinema ve tiyatroda Kırgızlar için bir şeyler yapmaya çalıştık. Bu konularda yetişmiş insanlarımız vardı. Bugün ise kriz var. Çünkü zaman değişti. Eski memleket yok, eski sistem yok, eski davranışlar yok. Pazar ekonomisi başladı. Birçok şey durdu. Edebiyat, sinema ve tiyatroda da durum böyle. Eskiden paranın önemi bu kadar büyük değildi. Bugün her iş için kapital gerekli. İşadamı olmak gerekiyor.
 
 Biz beraberdik. Beraber düşündük, beraber yaptık. Ortak estetik endişelerimiz vardı.
Birbirimize yardımcı olduk, Her ikisi de başarılı yönetmenlerdir.

M.Ç.: Şimdiki sorum tiyatroyla ilgili. Fujiyama adını neden seçtiniz? Başka tiyatro eseriniz var mı?

C.A.: Hayır, başka piyes yazmadım. Biliyorsun Fujiyama’yı Kazak Dramturg Kaltay Muhammedcanov ile beraber yazdım. Niçin kendim yazmadım? Çünkü bu benim direkt konum değil. O profesyonel dramaturg.

M. Ç. : Niçin Fujiyama?

C. A. : Biliyorsun Fujiyama Japon’da herkesçe bilinen bir dağın adıdır. İnsan ömründe biir defa bu dağa çıkıp kendince Allah’a yalvarır. “Ben bunu yaptım, şöyle yaşadım, bu hataları yaptım” diye itiraflarda bulunur. Böyle bir özelliği vardır. Değerli dostum Muhammedcanov ile beraber kaleme aldığımız Fujiyama’da yüksek bir tepede geçmişin muhasebesinin yapıldığını görürüz. Eski dostların birbiriyle hesaplaşmasıdır. Kim oldukları sorusuna cevap ararlar.

M.Ç.: Polat Şemsiyev filmini yaptı. Filmi nasıl değerlendirdiniz?

C.A.: İyidir, iyidir …

M.Ç.: Biraz fazla politik geldi bana. Filmle ilgili yazılar da bu yönde. Dağın eteğine büyük bir Stalin büstü yerleştirilmiş vs.

C.A.: Evet, biraz fazla politize etmiş. Benim eserde yok bu kadar biliyorsun. Birgün, niye böyle yaptığını sordum Polat’a. Perestroykanın havasıyla böyle yaptığını söyledi.

M.Ç.: O heyecanla böyle politize edildi demek? Yine sizin Deniz Kıyısında Koşan Alaköpek adlı eseriniz bir Ermeni yönetmen, Karen Gevorkyan tarafından sinemaya uyarlandı. Ben bu çalışmayı oldukça iyi buldum.

C.A.: O çok iyi oldu. Realist bir yolda çekildi. Bu roman, üzerinde çok çalışılan, çok tartışılan bir eserim olmuştur. Film olarak da iyiydi. Türkiye’de nasıl karşılandı bu?

M.Ç.: Türkiye’de eserlerinize okuyucunun ilgisi büyük. Ama eserlerinizle ya da özellikle bir eserinizle ilgili dikkate değer çalışma yok. Aslında sizin için değil. İstisnaları dışında bu tür toplantılar, çalışmalar yapma geleneği bizde yok. Yalnız benim yüksek lisans

tezim, üzerinde çalıştığım Selvi Boylum Al Yazmalım adlı filmin yapımcısı Arif Keskiner’in 70’li yılların sonlarında bir teşebbüsü olmuştu. D.K.K.Alaköpek’ten yola çıkılarak bir senaryo hazırlanmış, çekimler için o zamanki Sovyet hükümeti izin vermemişti. Deniz sahneleri Kırgızfilm stüdyolarında, diğer çalışmalar Türkiye’de yapılacaktı. O bir balıkçı filmi olacaktı, sizin eserinizde olduğu gibi felsefi derinlik taşımayacaktı.

C.A.: Arif Keskiner’i tanıyorsun değil mi?

M.Ç.: Evet, çok iyi tanırım. Yüksek Lisans Tezimi hazırlarken çok yardımcı olmuştu. Çok ilgilenmişti.

C.A.: Selamımı iletirsin kendisine.

M.Ç.: Tabii efendim, memnuniyetle.

C.A.: Eeee…. Şimdi yapsın filmi.

M.Ç.: Tabii olabilir. Kendisine bir hatırlatmak gerekir. Ben senaryoyu alıp incelemek istemiştim…..

C.A.: Kimde senaryo?

M.Ç.: Arif Bey’de. O zaman yayınlanmamış olduğu için bana vermemişti. Ama uzun uzun anlatmıştı. Selvi Boylum Al Yazmalım filmi çekildikten sonra ve çekilmeden önce konu olarak çok kullanıldı. Fotoroman yapıldı, radyofonik oyun olarak yayınlandı.

C.A.: Kim çekmişti onu, şimdi hatırlayamıyorum.

M.Ç.: Atıf Yılmaz’ın bir çalışmasıydı. Senaryoyu Ali Özgentürk yazmıştı. Yapımcılığı A.Keskiner üstlenmişti. Türk Sineması için de çok önemli bir filmdi. Bir dönüm noktasıydı. Star sinemasının kalıplarının yıkıldığı cesaretli bir adımdı. Antalya Film Festivali ve Taşkent Film Festivali’nde ödül aldı. Hatırlarsınız siz de o zaman oradaydınız.

C.A.: Evet, evet… ben filmi Bulgaristan’da da gördüm. Çok şaşırdım. “Bir Türk filminin sizin için mahsuru yok mu?” diye sordum. “Hayır, hayır, çok sevildi. Herkes defalarca seyrediyor” dediler.

M.Ç.: Arif bey, filmin o zamanki rayiçle Bulgaristan’a 1000 Dolara satıldığını ve birçok kopyanın Bulgaristan’ın her yerinde gösterildiğini söylemişti. Türkiye’de bu filmi televizyon kanalları birkaç defa gösterdi ve hala ilgi görüyor.

Filmin senaristi Ali Özgentürk’ün, eserin konusunun bir Çin masalından alındığına dair bir görüşü vardı. Brecht de bu konuyu Kafkas Tebeşir Dairesi adlı eserinde işlemişti.

C.A.: Hayır, hayır. Ben bunu hiç bilmiyordum. İlk defa sizden işitiyorum. Ben tamamen bildiğim kendi çevremden yola çıkarak eserimi yazdım.

M.Ç.: Şimdi edebiyata tekrar dönüp Toprak Ana ile ilgili birkaç şey sormak istiyorum. En trajik eseriniz Toprak Ana.

C.A.: Türkiye’de okuyucunun ilgisi nasıldı?

M.Ç.: İyi. İlk eserleriniz arasında yer aldığı için uzun yıllardır defalarca baskısı yapıldı. Cemile’den sonra en çok okunan eserleriniz arasındadır sanıyorum. Yalnız benim sorum edebiden çok duygusal bir soru olacak.

C.A.: Sor, sor… Ben de duygusal bir insanım.

M.Ç.: Niçin roman kahramanlarının hepsi öldü ? Hiç olmazsa Aliman hayatta kalama mıydı ? Ya da Cantay?

C.A.: Çok da duygusal bir soru değilmiş. Bu konuda bana çok soru soruldu. Trajedi yazmanın yolu bu. Savaşın, insanlara yaptığı anlatılıyor. Çok zarar verdi insanlığa. İnsanlar ölüyor, insanlar değişiyor, yaralılar, yetimler vs. vs. Bu bir trajedi. Stalin için söz konusu bu. Beş milyon insan kırdı.

Sen benim Türkiye’de yayınlanan son küçük eserimi okudun mu? Adı Cengiz Han’a Küsen Bulut.

M.Ç.: Evet. Okudum.

C.A.: Orada da bu konular işleniyor.

M.Ç.: Toprak Ana’yı eleştirmenler nasıl değerlendirdi?

C.A.: Şimdilerde yok tabii kritik. O zamanlar çok yapıldı. O zaman Sosyalist sistem vardı. Çok iyi karşılandı. İlgi gördü. Benim Yüz Yüze de bir trajedidir. Savaşı kim hatırlıyor şimdi? Geçti gitti.

Toprak Ana edebiyat tarihindeki yerini aldı. O zamanı anlatıyordu. Bence bu eser bugünü çocuklar ve gençler için de önemli. O günleri öğrenip anlamaları için.

M.Ç.: Bütün eserlerinizde anne mefhumu çok önemli. Beyaz Gemi’de reel annaeyi görmüyoruz. Çocuğun annesinin şehirde olduğunu orada evlendiğini öğreniyoruz. Boynuzlu Geyik Ana her şeyin aslı, atası. Analığın temsilcisi.

C.A.: Bu bir mit. Mitoloji. Her halkın bir mitolojisi var. Orada halkın geçmişi, ideleri, iç dünyası var, tarihi var. Bizim için Geyik Ana nereden geldiğimizi, nerede yaşadığımızı, nerede yerleştiğimizi vs. anlatır.

Kapitalist düzende ayrı, sosyalist düzende ayrı bir yönlendirme var. Şu veya bu şekilde eskiyi unutturup yeniyi aşılama, öğretme çabası vardır. Sosyalist düzende, sosyalist düzeni yerleştirme telaşı vardır.

M.Ç.: Orazkul, yeni bozulmuş, dejenere tipi …

C.A.: Evet, karierizm. Çıkarcı insan. Sosyalist düzende çıkarcılığın temsilcisi.

M.Ç.: Çocuk iyi, Mümin Dede pasif iyi …

C.A.: Bu çocuğun trajedisi.

M.Ç.: Beyaz Gemi’de çocuk yapayalnız. Hiç arkası yok. Taşlar, ağaçlar onun dostu. Çocuğun böyle yalnızlık atmosferi içinde verilmesi, çocuğun masal veya efsaneden etkilenmesini, etkilenme sebebini daha belirginleştirmek için miydi?

C.A.: Realist yaklaşımda kahramanın yaşadığı mekanın önemi büyüktür. Onun için bu detaylar verildi. Dağların arasında bir yer. Orada yaşayanlar Mümin, Orazkul vs. Orası şehir gibi değil. Hiç kimse yok. Okul yok. Yapayalnız.

Şehirde olsa bu etkilenme olmazdı. Okula giderdi, çevresi farklı olurdu. Mesela arabalara meraklı olabilirdi.

M.Ç.: Yani dünyasını başka şeyler doldururdu.

C.A.: Evet.

M.Ç.: Erken Gelen Turnalar adı da beni çok etkiledi. Bu ad neden? Bu eseri oğlunuz Asgar’a ithaf ettiniz. Eseri 1975’te yazdınız ve onbeş yaşındayken yaşadıklarınızı anlatıyorsunuz. Ve Asgar da 1975’de aynı yaşlardaydı. Bu iyi düşünülmüş, anlamlı bir zamanlama.

C.A.: Evet, doğru. Güzel bulmuşsun bunları, iyi çıkarmışsın. Erken Gelen Turnalar adı, turnaların özellikleriyle ilgilidir. Göçmen kuşlardır. Hayatın gelip geçtiğini temsil ederler.

Anlatılan zaman geçmiş zamandır. Yani turnalar göç etmiştir. O günler geçti. Ve bu hatıraları, bu geçmişi oğluma hediye ettim.

Erken Gelen Turnalar sevildi mi Türkiye’de?

M.Ç.: Evet, sevilen eserleriniz arasındadır. Cemile için L.Aragon “Dünyanın en güzel aşk hikayesi” demişti. Bence Sultanmurat’ın Mirzagül’e olan aşkı da olağanüstü güzel. Gerçi eserde ana temamız bu değil. Gelişmeyen bir tema olarak kalıyor. Cemile’nin sonunu görüyoruz. Şimdi size romantik ve nostaljik bir soru: Mirzagül o zamanlar sizin sevgiliniz miydi?

C.A.: Çocuktuk o zamanlar, olabilir. Bu hayatın bir parçası. Bir gül gibi. Gül güzeldir ama azdır ömrü. Gül dediğin beş gün sonra solar gider. Fakat bazı şeyler gönülde kalır.

M.Ç.: Yine aynı yönde soru. “Aşk” ne ifade ediyor sizin için? Romanlarınızda …

C.A.: Aşkın belki bin türü var. Uzay gibi sonsuz. Sonu yok başı yok uzayın. Herkes bir yere kadar çıkar yükselir ama daha çok yol vardır. Aşk üzerinde çok durulmuş. Fakat bugün günlük hayatta aşkın anlamı da zayıflıyor, dejenere oluyor. Özünü kaybediyor.

M.Ç.: Kızıl Elma. Bu eserinizin başka anlamlara geldiği için spekülasyonlara yol açmıştı. Hasan Ali Ediz’in çevirisinden sonra eser unutulup gitti. Sonra 1985’te ben İngilizce’den Türkçe’ye çevirdim. Kızıl Elma’nın kırmızı elmadan başka anlamı var mıydı sizin için?

C.A.: Hayır, başka bir anlamı yok. Burada kızıl al yanaklı bir kadını da temsil eder. Nazik, yüzü hafiften kızaran, estetik anlamda güzel bir kadın. Spekülasyon için bir sebep yok.

M.Ç.: Eserde İsabekov ve kızı Anara “Ave Maria” adlı şarkıyı dinliyorlar. Bu şarkı o zamanlar Kırgızistan’da çok mu popülerdi? Yoksa bütün dünyada bilinen bir motif mi kullanmak istediniz?

C.A.: Şarkı popülerdi. Bu etkiyle aldım bunu. Konu Hristiyanlıktan geliyor. Bu tamam, ama bunun da ötesinde bu şarkı değerli bir eserdir. Orada da Allah’a bir yakarış var. Herkes kendince Allah’ı arıyor. Herkes Allah’a başka adlarla ulaşmaya çalışıyor. Hepsi bir Allah. Bunun için seçtim.

M.Ç.: Gülsarı romanda bir atta çok bir kahraman gibi. Bunu sizin zootekniker olmanıza mı borçluyuz? Yoksa başka bir sebebi mi var? O yıllarda Gülsarı yılın romanı seçilmişti değil mi?

C.A.: Hsayır değil. Her milletin kendi gelenekleri var. Bizde atın kültürümüzdeki yeri çok önemli. Örnek gerekirse Manas Destanı en güzel örnek. Onun atı da çok önemlidir. Benim için Gülsarı milletimizin, geleneğimizin bir parçası, onun temsilcisi.

M.Ç.: Şimdi Deniz Kıyısında Koşan Alaköpek. Sizin Kırgız dünyasından ilk çıkışınız. Nedendi bu , Sibirya’ya , Nivih halkına uzanış ? Siz eseri Vladimir Sangi’ye ithaf etmişsiniz ve bildiğim kadarıyla onun anlattığı bir efsaneden yola çıkmışsınız. Gaye sadece Kırgızistan’ın dışına çıkmak mıydı yoksa amlatılandan mı etkilendiniz?

C.A.: Bence yazar kendi özünü, halkını eserlerine en iyi aktarır. En iyi onları anlatır. Yazar dışarıya da açılmalı ama. Nitekim bir çok batılı yazar kendi halkı, kültürü dışında toplumları anlatmıştır. Hemingway mesela İspanyolları anlatır. İnsanoğlu her yerde aynı. Anlatılan Kırgız olur ya da Nivih olur.

M.Ç.: Kirisk, olağan üstü zor şartlara rağmen yaşamayı başardı. Yanındaki herkes öldü ama felsefi bir umudun temsilcisi olarak karaya döndü. Eskiden, kendinden öncekilerden bir şeyler öğrendi, karaya döndü ve yaşamaya devam edecek. Beyaz Gemi ile mukayese etmeyi düşünmüyorum ama oradaki çocuk kimilerine göre bir hiç uğruna, kimilerine göre de bir hayali ideal uğruna ölüp gitti. Tekrar söylüyorum, niyetim mukayese değil.

C.A.: Sanatın iki türü var. Beyaz Gemi’de sosyalist sistemde zor işlerin arkasında, çarkların arasında bozulup, yok olan insanların trajedisi anlatılır.

Kirisk bir tabiat aleminde. Deniz, bulut, rüzgar vs. Tabiat herkese ait. İki eserde farklı dünyalar ve farklı problemler anlatılır. Birinde sosyal bir mesele üzerinde durulurken, diğerinde insanın çevre ile ilişkisi dile getirilir.

M.Ç.: Frunze dünyanın en yeşil şehri olarak biliniyor. Eski adı Pişgeg.

C.A.: Şimdi yine Pişgeg oldu. Bu ad kımız yapılırken yayıkta kullanılan bir çubuktan geliyor.

M.Ç.: Gün :Uzar Yüzyıl Olur. Bu sizin ilk uzun romanınız. Bunu Türkiye Türkçesindeki adıyla Dişi Kurdun Rüyaları izledi. Bu sadece teknik bir değişme mi? Uzun romana geçiş için başka bir sebebiniz var mı?

C.A.: Yok, yok. Bu konudan kaynaklanıyor. Suje bunun sebebi.

M.Ç.: Size Mankurtizmle ilgili sorular sorulmuş. Sizin cevaplarınız ise hep “Diplomatik”. Bizdeki karşılığı ise “yuvarlak”.

C.A.: Bizim problemimiz asimilasyona tepkiydi. Asimilasyon başlatılmıştı. Buna karşı ileri sürülen bir fikirdi. Şimdilerde yok tabii.

M.Ç.: Sizin için birkaç defa Sovyetler Birliği’nden çıkmanıza izin verilmediği söylendi. Türkiye’ye bir defa geldiniz. Ama daha sonra gelmemenizin sebebi olarak izin verilmediği söylendi.

C.A.: Hayır, hayır, hiçbir şekilde böyle bir şey olmadı. Sebep başka işlerimin olması, çok yoğun olmamdı. Spekülasyonluk bir şey yoktu ortada.

M.Ç.: Şimdi Dişi Kurdun Rüyaları. “Abdias niçin Hristiyan?” diye sormuyorum size. Bunun cevabını çok sık verdiniz. Hristiyanlıkta ikilik olduğunu, İslamda ikilik olmadığını vs. söylediniz. Sizinle yapılan bir konuşmada aynen şu başlık kullanılmıştı “Aytmatov Tanrısını Arıyor” ne diyorsunuz bu konuda?

C.A.: Allah metafizik bir mefhum. Bunun tersini düşünmek diye bir şey olamaz. Allah sonsuz. O bir. Allah’ı herkes kendince düşünüyor, kendince arıyor, ona ulaşmaya çalışıyor. Elbette ki ben Kur’an’ı biliyorum. İnanıyorum. Bunlara uymam gerekiyor. Biz Allah’ı biliyoruz. Allah’tan başka ilah yok. Allah’ı hissediyoruz. Biz insanların Allah’ı, tam olarak bilmeye gücümüz yok.

Allah’ın sonu yok. Her zaman her yerde ona ulaşmak mümkün. Her yerde, her zaman vardır.

M.Ç.: Dişi Kurdun Rüyaları’nda Abdias’ın arayışı, çevre problemi ve uyuşturucu felaketini anlatıyor. Sizin bu çalışmanıza kadar özellikle uyuşturucu problemi yok gibi davranılıyordu. Varlığı reddediliyordu.

C.A.: Sebebi politikti. Bu kimseye söylenmez, konuşulmazdı. “Sosyalizmde böyle şeyler olmaz” düşüncesi vardı. Afyon, uyuşturucu batılı burjuvaların problemiydi. Onların trajedisiydi. Varlığı reddediliyordu.

M.Ç.: Basından öğrendiğimiz kadarıyla resmen bu işi mafya yürütüyormuş.

C.A.: Doğru, mafya vardı.

M.Ç.: Türkmen yönetmen Hocakulu Narliyev, sizin Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı eserinizi film yaptı.

C.A.: Nasıl, güzel oldu mu?

M.Ç.: Film vizyona girmedi. O zamanki Sovyet yönetimi buna engel oldu. Belki şimdi gösterilme imkanı olabilir.

Cengiz Bey, bunca yoğun işinizin arasında bana dört saat ayırdınız. Son bir şey sorup müsadenizle bitirmek istiyorum. Siz Sovyetler Birliği’nin Lüksemburg Büyükelçisiydiniz ama şimdi Sovyetler Birliği kalmadı ortada. Siz otomatik olarak Rusya Cumhuriyeti’nin Büyükelçisi konumuna geldiniz. Bu işe akıl erdirmek hayli zor.

C.A.: Bu politikanın bir oyunu.

M.Ç.: Bence sizin Kırgizistan adına gelecekte üstlenebileceğiniz çok önemli misyonlar olabilir. Mesela sizin Kırgızistan Cumhuriyeti Kültür Bakanı olduğunuzu tasavvur etmek mümkün.

C.A.: Benim için Kırgızistan’da görev yok. Ben evimde oturup yazacağım. Şu anda Literaturnaya Gaseta’da “Öldü mü Ölmedi mi?” adlı eserim tefrika ediliyor. Döndüğümde yazmaktan başka işim olmayacak. 15 yaşında bir kızım (Şirin), 12 yaşında bir oğlum (Eldar). Onlar şimdi burada tahsil görüyor. Onları bekliyorum. İki yıl oldu. Sonra döneceğim.

M.Ç.: Dört çocuğunuz var değil mi?

C.A.: Evet, Sancar, Asgar, Şirin, Eldar.

M.Ç.: Literaturnaya’da tefrika edilen eseriniz de bir roman değil mi?

C.A.: Evet, bir povest. Gülsarı gibi.

M.Ç.: Benim soracaklarım bu kadar. Size tekrar çok teşekkür ederim.

C.A.: Ben de teşekkür ederim. Sizler oğul gibisiniz benim için.


Cicero

 
Yasalar Üzerine
 
O halde adalet de ne ödül ne de ödeme vadeder, o sadece kendisi için arzulanır, zira bütün erdemlerin nedeni ve anlamıdır.


Sadece kendi yararına uygun davranan kişi iyi bir insan olamaz; erdemi ödül için  isteyen de kötülük dışında bir erdem hedeflememiş olur.

Noam Chomsky "Demokratik toplumların halkı, manipülasyon ve dıştan kontrol edilmeyi önlemek amacıyla aklî öz savunma için kurlar aramalı."

Entelektüel olmak herkese bir çağrıdır: Bu şu anlama geliyor, insanlık için önemli olan sorunları çözmede herkesin kendi aklını kullanması. Bâzı insanlar yöneldikleri doğrultuda yol almak için yeterince konformisttir, güçlüdür ve ayrıcalıklıdır. Bu durumda kimse, hiçbir şekilde bir taksi şoföründen daha entelektüel olamaz. Bu taksi şoförü tesadüf eseri aynı şeyleri düşünen ve muhtemelen daha akıllı, ama daha az yüzeysel olan birisidir, çünkü bu gücün bir sorunudur.

NOAM CHOMSKY, 2002 (İng.) (14)
 
 

Demokratik toplumların halkı, manipülasyon ve dıştan kontrol edilmeyi önlemek amacıyla aklî öz savunma için kurlar aramalı.

NOAM CHOMSKY, IN MEDIACONTROL
 
 

Reşat Nuri Güntekin "Biz hayır demeyi, işim var demeyi, olmaz demeyi beceremeyen insanlarız. Yorgunluğumuz bitmez bizim."




Abidin Dino'nun "Yürüyüş" adlı Tablosu Üzerine

 
Abidin Dino, 1968 olayları sırasında Paris'te St. Michel'de desen çizerken.
daha büyük görmek için tıklayın


 
Uzun Yürüyüş, 1956 
 Ekim 1934’te Jiangxi eyaletinden Mao ve yoldaşları, Chiang Kai-Shek önderliğindeki yaklaşık 700.000 kişilik ordunun etrafını kuşatması nedeniyle kaçmak zorunda kalacaktı. Tarihe The Long March olarak geçen Uzun Yürüyüş’ün ardından Mao Zedong Çinli komünistlerin tartışmasız önderi olmuş, binlerce genç kuzeye gelerek Mao’ya katılmışlardı. Dino resminde bunu anlatıyor. 
Uzun Yürüyüş resmi için Nazım Hikmet şiir yazmıştır.

Bu adamlar, Dino,
ellerinde ışık parçaları,
bu karanlıkta, Dino,
bu adamlar nereye gider?
Sen de, ben de, Dino,
onların arasındayız,
biz de, biz de, Dino,
gördük açık maviyi.

Mozart

Sevgili babacığım!

Duygularımı şiirle aktaramam, şair değilim; kendimi gölgeler ve ışıkla ifade edemem, ressam değilim; düşüncelerimi hareketlerle de açıklayamam, dansçı değilim. Ama bunların hepsini seslerle yapabilirim. Ben bir müzikçiyim. Size, müzikte yeni hiçbir şeyin bestelenemeyeceği yılları görecek kadar uzun bir yaşam dilerim. Hoşçakalın!

Mannheim, 8 Kasım 1777
Wolfgang Amade Mozart
(Babasının, doğum gününü kutlamak için yazdığı mektubundan)

Wolfgang Amadeus Mozart - Piano Concerto No. 21 - Andante