30 Eylül 2018

Sevgi Soysal - Tante Rosa

- Bir elmanın bir meyve olduğu, bir babanın baba, bir savaşın savaş olduğu, bir gerçeğin gerçek olduğu, bir yalanın yalan olduğu, bir aşkın aşk olduğu, bir bıkmanın bıkma olduğu, bir başkaldırmanın başkaldırma olduğu, bir sessizliğin bir sessizlik olduğu, bir haksızlığın bir haksızlık olduğu, bir düzenin bir düzen ve bir evliliğin bir evlilik olduğu, olacağı günler gelecekti, inanıyordu Tante Rosa.

- İnsan hiçbir şeylere aldırmamaya bir basladı mı. Ne kendi durumunu, ne de bütün durumları, üstünde durulmaya değer bulmadı mı? Bu bir kış uykusudur ki hiçbir yaz sökemez.

- Herkesle alay edilebilir. Ama kendi alaylarını yöneltmek yüceltmek elindedir kişinin.

- Tante Rosa buzdolabını açtı. Bir kavanoz ekşi yoğurt buldu, batı batı denen uygarlık bu işte, buzdolaplı açlıklar var burda.

- Bir insan erken gelen yaşlılıklarından sorumludur.

- Suluboya kır çiçekleri ölebilen şeylerdendir.

- Tutamıyordu beynini, cümle yapmaktan alıkoyamıyordu. Arada sırada usanıyordu o da, pineklediği yerde düşünmekten. Pinekleyerek düşünmek gerçek düşünmek değildir biliyordu. Düşünce eylemlidir, bir eylem sonucu, ya da öncesidir, yok böyle bütün gün pineklerken düşünmediğini biliyordu. Yine de cümleler yapıyordu beyni.


Münir Özkul’un ardından…


12 Eylül darbesi henüz gerçekleşmişti. İstanbul Belediyesi’ne de zorla el konuldu. Seçilmiş belediye başkanı CHP’li Aytekin Kotil yerine hava tümgeneral İsmail Hakkı Akansel atandı. Akansel’in hafızalarda kalan bir girişimi Fenerbahçe’ye savaş ilan etmesi ise, diğeri de Şehir Tiyatrolarının dağıtılmasıydı. İşte hikâyemiz de sabahın erken saatlerinde Şehir Tiyatrolarına giren genç subayların çekingen bir sesle, kendilerine verilen emri tebliğ etmeleriyle başlıyordu.

“Bundan böyle Kanlı Nigâr oyununda sürekli kullanılan 'paşam da paşam’ repliğinin yasaklanmasına…'

Şehir Tiyatroları ekibinin uzun bir aradan sonra, yeniden repertuara aldıkları Kanlı Nigâr’ın daha Temmuz ayının ilk günlerinde, 8. Uluslararası İstanbul Festivali kapsamında Rumeli Hisarı’nda verdikleri 5 özel temsilde seyircinin gözdesi oldukları yeniden tescillenmişti.

Tiyatronun sanat yönetmeni dahil, oyuncuların ve ekibin hazır olduğu ortamda herkes hayretler içindeydi. Tiyatrosu, sineması halk tarafından çok sevilen, her dönem kapalı gişe oynanan Kanlı Nigâr da 12 Eylül’ün dar kafalı generallerinin hışmına uğramıştı!

Sessizliği bir oyuncunun yumuşak ama kararlı sesi bozdu:

“Siz benim yatak odama izinsiz nasıl giriyorsunuz? Bu kelimelerin çıkmasına karşıyım ve ısrar ederseniz istifa ediyorum!' Nitekim, olayı izleyen günlerde, bu protestonun sahibi Şehir Tiyatroları’ndan istifa eden tek sanatçı olacaktı. İşte o kişi, Münir Özkul’du…

Ali Rıza Özkan

29 Eylül 2018

Tufan Türenç 'İhanet hep vardı'

GIRTLAĞINI sıkarak Sevr’i Osmanlı’ya imzalatan işgalci devletler, Kemalciler’in başkaldırısı nedeniyle bu anlaşmanın yürümeyeceğini anladılar.

Bunun üzerine 1920 yılında Londra’da alelacele topladıkları konferansa Ankara hükümetinin temsilcilerini de çağırdılar.

Konferansa, Dışişleri Bakanı Bekir Sami Kunduk’un başkanlığında bir kurul gönderildi.

Bekir Sami görüşmeler sırasında İngiliz, Fransız ve İtalyanlarla kurul üyelerinden habersiz, kabul edilemeyecek koşullar içeren anlaşmalar imzaladı.

Olay Ankara’da büyük bir infialle karşılandı. Meclis ayaktaydı.

Bekir Sami Ankara’ya döner dönmez Mustafa Kemal tarafından çağrıldı.

Dışişleri Bakanı, Mustafa Kemal’in istasyondaki lojmanına gitti ve kendisine anlaşmalarla ilgili geniş bilgi verdikten sonra şunları söyledi:

‘...Paşa hazretleri, bu savaşı sürdürürsek, bir gün mutlaka felakete uğrayacağız. Çok feci durumlara düşeceğiz. Esir ve zelil olacağız. Bunun için bir an önce barış yapmalıyız. Bu anlaşmalarla barış yolunu açtığımı sanıyorum. Eğer reddedilirse, hepimiz, tarih ve millet önünde sorumlu oluruz.’

* * *

Bekir Sami’yi hiç müdahale etmeden dinleyen Mustafa Kemal ‘Bitti mi?’ diye sordu, sonra sigarasını bastıra bastıra söndürdü:

‘...Bin zorlukla topladığımız Meclis uygar dünyadan çok basit bir şey istedi: Hür ve bağımsız yaşamak. Doğru mu?’

‘Doğru.’

‘Ben askerim.
Savaşın ne olduğunu hepinizden daha iyi bilirim. Zorunlu değilse savaş cinayettir. Ben de elbette barıştan yanayım. Çünkü yüzlerce yıllık yaralarımızı ancak barışta sarabiliriz. Ama galip devletler, hür ve bağımsız yaşama hakkımızı kabul etmiyorlar.’

Ayağa kalktı ‘Geliniz’ dedi, pencereye yürüdü ve perdeyi yırtar gibi açtı.

‘Lütfen bakınız! Bu tren az önce Eskişehir’den geldi. Vatanına kan borcunu ödeyen gazileri getirdi. Biraz sonra da şimdi yaralı arkadaşlarını taşıyan şu gencecik askerleri alıp cepheye götürecek. Bu insafsız ve vahşi savaşı, kendi vatanında garip dolaşan bu mazlum millet mi başlattı beyefendi?’

‘Hayır efendim.’

‘... Üzerine kinle, entrikayla, ateşle gelen dış düşmanlara ve içerdeki hainlere ve gafillere karşı namusunu ve vatanını savunmaktan başka ne yapıyor?
Biz bu zavallı milletin maddi ve manevi haklarını, sırf lütuflarını kazanmak için yabancılara nasıl bağışlayabiliriz? Asıl o zaman tarih ve millet önünde sorumlu olmaz mıyız? Kendimizi kurtarmak için geleceklerini satarsak bu insanlar ilerde hepimizi lanetle anmazlar mı?’

* * *

O sırada bir asker, kucağında küçük bir çocukla vagondan aşağı atladı. Bekir Sami çocuk sandığı bu insanın iki bacağı kökünden kesilmiş genç bir subay olduğunu fark etti. Gözlerinin dolmasına engel olamadı.

Mustafa Kemal son sözlerini üstüne basa basa söyledi:

‘... İmzaladığınız anlaşmaları, Misak-ı Milli’ye aykırı oldukları için reddetmesi tavsiyesiyle hükümete götüreceğim. Kişisel dostluğumuz elbette sürecektir. Ama hükümette arkadaşlık etmemize artık imkán kalmadığını sizin de teslim edeceğinizi sanıyorum.’

Bekir Sami, Mustafa Kemal
Paşa’nın bu kesin tepkisi karşısında çıplak kalmış gibi titredi ve bitmiş, tükenmiş bir halde odayı terk etti.

Yukardaki çarpıcı olayı Turgut Özakman’ın Bilgi Yayınevi’nden çıkan ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabından aktardım.

Kurtuluş Savaşı’nın elinizden bırakamayacak kadar çarpıcı öyküsünü okuyacağınız bu kitabı özellikle gençlere öneriyorum.

Turgut Özakman’ın büyük emekler vererek hazırladığı bu kitap günümüzdeki ihanetleri de tabak gibi açığa çıkaran güçlü bir projektör gibi.
 
Tufan Türenç


Yaşamak ve öğrenmek güzel şeylerdir...Miguel de Cervantes


 



Yunus Emre

Sular hep aktı geçti, kurudu vakti geçti, 
Nice han nice sultan, tahtı bıraktı geçti, 
Dünya bir penceredir, her gelen baktı geçti



Hayyam




Celladına aşık olmuşsa bir millet, 
İster ezan ister çan dinlet. 
İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet, 
Müstehaktır ona her türlü zillet.





Emile Zola - Germinal

Germinal , Emile Zola - Fiyatı & Satın Al | idefix

1860’larda Fransa’nın kuzeyinde maden işçileri, çetin koşullar altında yaşam mücadelesi vermektedir. Çalıştıkları ocaklarda her an iç içe oldukları göçük ya da grizu patlaması tehlikesinin yanı sıra, açlık ve sefaletle boğuşup dururlar. Son çare olarak gördükleri grev onlar için kaçınılmazdır artık. Her şeyi göze almaya hazırdırlar, içlerinde filizlenen umut en büyük destekçileridir. Ne yazık ki direnişleri acımasızca bastırılır. Şimdi geride sadece ölüm, kan, gözyaşı ve yok olan hayaller kalmıştır. Germinal dünya edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden biri. İnsanların çektiği büyük acıyı son derece gerçekçi ve evrensel olduğu kadar etkileyici bir dille de kaleme alan Zola, bu romanıyla adeta bir destan yaratmış. Her satırında okuru duygudan duyguya sürükleyen, kâh yüreğini burkan, kâh öfkelendiren, kâh umutlandıran, soluk soluğa okunacak bir eser.

 

Yıldızsız gecenin zifirî karanlığına gömülmüş dümdüz ovada bir adam, pancar tarlalarının arasından geçerek dosdoğru Marchiennes’den Montsou’ya uzanan onkilometrelik anayolda tek başına kanattığı, soğuktan uyuşmuş ellerinin ikisini birden ceplerine sokabilmek için, çıkını kâh sağ kolunun, kâh sol kolunun altına alıyordu. İşsizve yersiz yurtsuz olan bu emekçinin bomboş zihnindeki tek düşünce, güneşin doğuşuyla birlikte ayazın kırılması umuduydu. Bir saattir bu şekilde taban tepiyordu ki, solda, Montsou’ya iki kilometre kala, kızıl ateşler gördü; açık havada, sanki boşluğa asılıymış gibiduran üç mangal. Önce kaygıyla duraksadı;sonra, sızılar içindeki ellerini biraz olsun ısıtma ihtiyacına karşı koyamadı.Yol giderek çukurlaşıyordu. 

Her şey gözden kayboldu. Adamın sağında, demiryolunu gizleyen bir kazık duvarı, kaba saba bir tahtaperde vardı; solunda ise otlarla kaplı bir bayır yükseliyor, bayırın üzerinde belli belirsiz beşik çatılar, bir örnek ve basık damlı evleriyle birköy seçiliyordu. Adam iki yüz adım kadar ilerledi. Yolun bir dönemecine geldiğinde,ateşler yanı başında tekrar beliriverdi; adam, bumangalların bu ölgün gökyüzünde, hem de bukadar yüksekte, nasıl olup da tüten aylar gibi yanabildiğini hâlâ anlamış değildi. Ama yol üzerindeki başka bir manzara bir süreliğine durmasına neden oldu. Bu, arasından bir fabrika bacası karaltısının yükseldiği hantal bir kütle, bir basık binalar yığınıydı; kirli pencerelerden tek tük ölgün ışıklar sızmaktaydı, dışarıda, tahtaları kararmış devasa çatmalara, iç karartıcı bir ışık veren beş altı fener asılmıştı. 

Karanlığa ve dumana boğulmuş bu düşsel görüntünün içinden tek bir ses, gözle görülmeyen bir buhar bacasının uzun ve kuvvetli soluğu yükseliyordu.Adam o zaman, burasının bir maden ocağı olduğunu anladı. Tekrar utanca kapıldı: Madenocağı olsa ne olurdu? Nasıl olsa iş bulamayacaktı. Nihayet, binalara yönelmek yerine, işçileri aydınlatmak ve ısıtmak için üzerinde dökme kazanlarda üç kömür ateşinin yakıldığı moloz tepeciğine tırmanmaya kararverdi. Tesviyecilerin işi geç saatlere kadar sürmüş olmalıydı, hâlâ toprak döküntüsü çıkarmakla uğraşıyorlardı. 

Şimdi adam,işçilerin kızaklar üzerinde vagonları ittiklerini duyuyor, her ateşin yanında vagonları boşaltan hareketli gölgeleri seçebiliyordu.“Merhaba,” dedi kazanlardan birine yaklaşarak. Sırtını ateşe dönmüş olan yaşlı arabacı öylece ayakta dikiliyordu; üzerinde mor bir yün kazak, başında tavşan derisinden bir kasket vardı; iriyarı sarı beygiri ise, çektiği altı vagonun boşaltılmasını taş gibi kımıldamadan bekliyordu. Vagonları boşaltmakla görevli kızıl saçlı, sıska delikanlı hiç acele etmiyor, devirme koluna uyuşukça abanıyordu. Ve yukarıda,dondurucu bir rüzgâr şiddetini gittikçe artırıyor, düzenli ve güçlü soluğuyla ortalığı kasıp kavuruyordu.“Merhaba,” diye karşılık verdi ihtiyar.Bir an sessizlik oldu. Kendisine kuşkulu gözlerle bakıldığını fark eden yabancı hemen ismini söyledi.“Adım Étienne Lantier, makinistim, burada bana göre iş var mı?”Alevlerin ışığı yüzüne vuruyordu; yirmi bir yaşında olmalıydı, karayağız ve yakışıklı bir delikanlıydı, incecik kol ve bacaklarına rağmen güçlü görünüyordu.İçi rahatlayan arabacı başını salladı.“Hayır hayır, bir makiniste göre iş yok...Daha dün iki makinist iş bulamadan geridöndüler.”Sert bir rüzgâr konuşmalarını yarıda kesti. Étienne moloz tepeciğinin dibindeki kasvetli yapıları göstererek sordu:“Burası bir maden ocağı, öyle değil mi?”İhtiyar bu kez cevap veremedi. Şiddetli bir öksürük nöbetiyle soluğu kesilmişti. Sonunda tükürdü, tükürüğü kızıl renkli toprağın üzerinde siyah bir leke bıraktı.“Evet, Voreux maden ocağı... Bakın! Madenci mahallesi de hemen şurada.”Bu kez de yaşlı adam kolunu uzatmış, genç adamın çatılarını şöyle böyle seçmiş olduğu karanlık köyü gösteriyordu. Ama altı vagon boşalmıştı; yaşlı adam kamçısını şaklatmadan,romatizma yüzünden kaskatı kesilmiş bacaklarıyla arabaların peşine takıldı; iri yarı sarı beygir ise almış başını gidiyor, tüylerini diken diken eden şiddetli rüzgâr altında,arabaları raylarda ağır ağır çekiyordu.Voreux artık, düşler âleminden sıyrılmaktaydı. Perişan haldeki kanayan ellerini ocağın önünde ısıtırken dalıp giden Étienne,katranlanmış ayıklama hangarını, kuyunun üzerindeki kuleyi, kömür çıkarma makinesinin yer aldığı geniş bölmeyi, tahliye pompasının kare şeklindeki küçük kulesini, kısacası madenin her köşesini gözden geçiriyordu. Bir çukurun içine gömülmüş olan bu maden ocağı,tuğladan alçak yapıları ve ürkütücü bir boynuz şeklinde yükselen bacasıyla, dünyayı yalayıp yutmak üzere oraya çöreklenmiş, doymak bilmez bir canavarı andırıyordu. 

Çevresini incelerken, bir yandan da kendisini, sekiz gündür iş aramakla geçen başıboş yaşantısını düşünüyor; çalıştığı demiryolu atölyesi,ustasını tokatlayışı, Lille’den, her yerden kovuluşu yeniden gözünün önüne geliyordu.Cumartesi günü, demir fabrikasında işçiye ihtiyaç olduğu söylenen Marchiennes’egelmişti, ama ne demir fabrikasında ne de Sonneville’de iş bulabilmişti. Pazar gününü biraraba imalathanesinde keresteler arasında geçirmiş, gecenin ikisinde bekçi gelip onuoradan kovmuştu. Ne cebinde tek bir kuruş, nede çıkınında bir dilim kuru ekmek vardı. Sert rüzgârdan korunmak için sığınabileceği bir yerive bir hedefi olmadan bu yollarda ne yapacaktı? Evet, burası bir maden ocağıydı,sağda solda birkaç fener kömürlerin yığıldığı alanı aydınlatıyordu, aniden açılan bir kapıdan,parlak bir ışıkla aydınlanan jeneratör bölmesiniaz çok görebilmişti. 

Canavarın boğuk soluğunu andıran bu dur durak bilmeyen, uzun ve derin uğultuya, tahliye pompasından çıkan bu sese varıncaya kadar her şeyi ayırt edebiliyordu.Sırtını kamburlaştırarak vagonları boşaltan işçi Étienne’e bakmamıştı bile, Étienne yere düşürdüğü çıkınını almak üzereyken, bir öksürük nöbeti arabacının geri döndüğünü haber verdi. İhtiyarın karanlığın içinden ağır ağır çıktığı görüldü; sarı beygiri, yeniden yüklenmiş altı arabayı çekerek peşi sırageliyordu. “Montsou’da fabrika var mı?” diye sordu genç adam.Siyah bir balgam tüküren ihtiyar, rüzgâra karışan bir sesle yanıt verdi:“Ah! İstemediğiniz kadar! Orayı, üç dört yılönce görmeliydiniz! Her yana fabrikaların uğultusu yayılıyordu, işçi bulmak zordu, ozamanki kadar hiç kazanamadık... Ve şimdiyeniden kemerleri sıkmak gerekiyor. 

Ülke acınacak halde, herkesi işten çıkarıyorlar,fabrikalar peş peşe kapanıyor... Bu belki de imparatorun suçu değil; ama insanlar yetmezmiş gibi hayvanlar bile koleradan ölürken neden Amerika’yla savaşa tutuşur ki?Bunun üzerine, solukları kesilerek, kısa cümlelerle yakınmaya devam ettiler. Étienne,bir haftadır iş bulmak için nasıl boşuna koşturup durduğunu anlatıyordu; açlıktan ölmesi mi gerekiyordu? Yakında yollar dilenciden geçilmeyecekti. Evet, diye karşılık veriyordu ihtiyar, bu işin sonu kötüye varacaktı, çünkü Tanrı onca Hıristiyan’ın sokaklara düşmesini reva görmezdi. 

“Artık kimse et yiyemiyor.”

“Ekmek varsa şükretsinler!”

“Doğru, insanlar kuru ekmeğe bile razı!”Sesleri dağılıp gidiyor, fırtına, sözcüklerini kasvetli bir uğultuyla kapıp götürüyordu.“Bakın!” diye devam etti güneye doğru dönen arabacı avaz avaz bağırarak, “Montsou şurada...”Ve yeniden uzattığı eliyle karanlıkta seçilemeyen bazı noktaları işaret edip,isimlerini sıralıyordu. Orada, Motsou’da Fauvelle şeker fabrikası hâlâ faaliyetteydi, ama Hoton şeker fabrikası işçi sayısını azaltmıştı,yalnızca Dutilleul un fabrikasıyla, maden ocakları için halat imal eden Bleuze fabrikası ayakta kalmayı başarmıştı. Sonra kuzeye doğru eliyle geniş bir yay çizerek, o yöndeki ufkun yarısını işaret etti: Sonneville’deki inşaat atölyeleri her zamanki siparişlerinin üçte ikisini bile alamamışlardı; Marchiennes’deki demir fabrikasının üç fırınından yalnızca ikisi yanıyordu; nihayet Gagebois cam fabrikasında her an greve gidilebilirdi, çünkü ücretlerin duruyordu.Her şey gece karanlığının bilinemezliğinde silinip giderken, o ta uzakta yalnızca yüksek fırınları ve kok fırınlarını seçebiliyordu. Bu fırınların eğik duran yüzlerce bacasından sırasıra kızıl alevler yükseliyor; daha soldaki iki kuleden ise, devasa meşaleler misali, masmavi alevler uzanıyordu gökyüzüne. Hüzün verici bir yangın görüntüsüydü bu; tehditkâr ufukta,taşkömürü ve demir diyarlarına özgü bu gece ateşleri dışında parlayan tek bir yıldız bile yoktu.“Sanırım Belçikalısınız?” diye sordu geridönen arabacı Étienne’in arkasından.Bu kez yalnızca üç vagon getirmişti. Onları boşaltmak için yeterince zaman vardı: Asansör arızalanmış, bir cıvata kırılmıştı; bu yüzdenişler on beş dakika kadar aksayacaktı. Moloz tepeciğinin dibinde bir sessizlik oluşmuştu,kömür vagonları uzayıp giden takırtılarlar ayları sarsmıyordu artık. Maden ocağından yalnızca, sacı döven bir çekicin uzaktan yankılanan sesi geliyordu. “Hayır, güneyliyim,” diye karşılık verdi genç adam.Arıza haberine sevinen işçi, vagonları boşalttıktan sonra yere oturdu. Hâlâ o sessiz yabaniliğini koruyordu. Bunca laf kalabalığından sıkılmış gibi iri ve donuk gözlerle arabacıya bakıyordu. Aslında arabacının da fazla konuşmak gibi bir âdetiyoktu. Yabancıyı cana yakın bulmuş ve yaşlıları bazen kendi kendilerine yüksek sesle konuşmaya zorlayan bir içini dökme ihtiyacı duymuş olmalıydı.“Ben,” dedi, “Montsouluyum, güleceksiniz ama adım Bonnemort.”1“Bu bir lakap mı?” diye sordu şaşıran Étienne.Bıyık altından gülen ihtiyar, Voreux’yügösterdi:“Evet evet... Beni oradan üç kere paramparça bir halde çıkardılar, bir keresinde saçım başım tutuşmuş cascavlak kalmıştım, bir diğerinde kursağıma kadar toprakla dolmuş vaziyetteydim, üçüncüsünde ise karnım kurbağa gibi suyla şişmişti... Böylece ölmeye niyetim olmadığını anladıklarında, takılmak için bana Bonnemort ismini uygun buldular.İyice neşelendi, doğru dürüst yağlanmamış bir makaranın gıcırtısını andıran kahkahaları korkunç bir öksürük krizine dönüştü. Şimdi,ateş kazanının ışıltısı koca kafasını, seyrelmiş beyaz saçlarını, mavim tırak lekelerle kaplı solgun ve ablak yüzünü aydınlatıyordu. Ensesikalın, kısa boylu bir adamdı, baldırları ve topukları fırlaktı, uzun kollarının ucundaki kütelleri dizlerine kadar uzanıyordu. Tıpkı esen rüzgâra aldırmadan ayaklarının üzerinde kıpırtısızca dikilen beygiri gibi taştan oyulmuşa benziyordu. Ne soğuğun ne de kulaklarının dibinde ıslık çalan sert rüzgârın farkındaymış gibiydi. Öksürüp, boğazından sertçe söktüğü balgamı ateş kazanının dibine tükürdüğünde toprakta kara bir leke oluştu. Étienne ihtiyara ve balgamıyla lekelenen toprağa bakıyordu.“Madende uzun süreden beri miçalışıyorsunuz?” diye sordu.Bonnemort kollarını alabildiğine iki yana açtı.“Uzun süre mi, ah! evet!.. bakın, Voreuxmadenine indiğimde sekiz yaşında biledeğildim, şimdiyse elli sekizindeyim.Hesaplayın işte... Orada her işe koşturdum,önceleri çömezdim, kollarım güçlendiğinde vagonları ittim, sonra on sekiz yıl boyunca kazma salladım. Ardından, bu lanet bacaklarım yüzünden, tesviye, toprak yığma ve tamirat işlerinde çalıştırdılar, ta ki doktor burada ölüp gideceğimi söylediği için beni madenden yukarı çıkarmak zorunda kalacakları zamana kadar.İşte, beş yıldan beri de arabacılık yapıyorum...Kırk beşi yeraltında olmak üzere elli yılını madende geçirmek dile kolay, öyle değil mi?”O konuşurken ateş kazanından düşen tutuşmuş kömür parçacıkları solgun yüzünü kızıl bir ışıltıya boğuyordu.“Artık işi gücü bırakıp emekli olmam gerektiğini söylüyorlar,” diye devam etti. “Amaben kabul etmiyorum, beni ahmak sanıyorlar!Altmış yaşıma kadar, iki yıl daha çalışırsamyüz seksen frank emekli maaşı alacağım. Bugün ayrılacak olsam bana hemen yüz elli frank maaş bağlayacaklar. Ne hinoğluhindir bunlar!..Zaten bacaklarım dışında turp gibiyim.Anlayacağınız, ocaktaki su iliklerime kadar işledi. Bazı günler bacağımı oynatırken bas basbağırıyorum.”Ve bir öksürük nöbetiyle sözü yine yarıdakaldı.“Bu koşullar sizi öksürtüyor da sanırım?”dedi Étienne.İhtiyar, hayır anlamında başını sertçesalladı. Sonra konuşacak gücü bulduğunda:“Hayır hayır, geçen ay nezle oldum,” dedi.“Daha önce hiç öksürmezdim, ama şimdi yakamı bırakmıyor. İşin garip yanı sürekli balgam çıkarıyorum...”Gırtlağını temizledikten sonra simsiyah tükürdü.“Bu kan mı?” diye nihayet sormaya cesaretetti Étienne.Bonnemort ağzını elinin tersiyle yavaşça sildi.“Kömür... İçimde beni ömrümün sonuna kadar ısıtacak kömür var. Üstelik beş yıldır aşağı inmiyorum. Sanırım farkında olmadankömürü içimde depolamışım. Olsun! Vücudukoruyor!”Bir an sessizlik oldu. Uzaktan, madende düzenli aralıklarla inip kalkan çekicin sesi geliyor, rüzgâr gecenin derinliklerinden kopan bir açlık ve bezginlik çığlığı gibi inim inim inleyerek esiyordu. İhtiyar telaşla oynaşan alevlerin karşısında alçak sesle anılarını anlatmaya devam ediyordu. Ah! Elbette ki o veailesi madende kazma sallamaya dün başlamamışlardı! Aile, Montsou Kömür İşletmesi kurulduğundan beri yani yüz altıyıldır burada çalışıyordu. Dedesi Guillaume Maheu daha on beş yaşında bir yumurcakken Réquillart’da ana damarlardan birini bulmuştu,burası işletmenin ilk maden ocağıydı, Fauvelleşeker fabrikasının yanında bulunan bu eski ocak bugün terk edilmiş durumdaydı. Maden damarı, dedesinin ismine atfen Guillaumedamarı olarak anıldığı için tüm yöre halkı bu keşiften haberdardı. İhtiyar, söylendiğine göre iri kıyım, çok güçlü bir adam olan ve altmışında eceliyle ölen dedesini tanımamıştı. Sonra, Kızıllakaplı babası Nicolas Maheu, daha kırk yaşında var yokken, o sırada hâlâ kazılmakta olan Voreux madeninde meydana gelen bir göçüğün altında kalmıştı: Bedeni yamyassı olmuş, kayalar kanını içip kemiklerini un ufaketmişti. İki amcası ve üç kardeşi de aynı madende can vermişlerdi. Kendisi, Vincent Maheu, yalnızca bacaklarındaki rahatsızlıkla madenden tek parça halinde çıktığı için işini bilen bir adam olarak kabul ediliyordu. Zaten başka ne yapabilirlerdi ki? Çalışmak gerekiyordu. Bu iş diğer zanaatlarda olduğu gibi babadan oğula geçiyordu. Şimdi de karşıdaki madenci mahallesinde yaşayan oğluToussaint Maheu, torunları ve tüm akrabaları madende kazma sallayarak ömür tüketiyorlardı. Yüz altı yıl boyunca dededen toruna hep aynı patron için,çalışmak ha?Burjuvaların birçoğu tarihlerini bu kadar iyi bilemezdi!“Neyse ki yiyecek bir şey buluyorsunuz!”diye mırıldandı Étienne yeniden.“Söylemek istediğim de bu, yiyecek ekmek oldukça insan yaşayabiliyor.”Gözlerini ışıkların birer birer yandığı madenci mahallesine çeviren Bonnemort sustu.Montsou çan kulesinin çanı saat dördü vurduğunda hava giderek sertleşmeye başlamıştı.“Şu sizin işletme mali olarak güçlü mü?”diye sordu Étienne.İhtiyar önce silktiği omuzlarını, altın yağmuru altında kalmışçasına aşağı saldı.“Oho! Öyle tabii... Komşusu Anzin İşletmesi kadar zengin olmasa da milyonlarla oynuyor. Saymakla bitmez.... Voreux,Victoire, Crèvecoeur, Mirou, Saint-Thomas,Madeleine, Feutry-Cantel gibi kömür çıkarılanon üç ocağın yanı sıra Réquillart gibi tahliye ve havalandırma için kullandıkları altı ocak daha var. Toplam on dokuz tane!.. On bin işçi,altmış yedi bucağa yayılan işletme alanı, günde beş bin tonluk üretim, tüm maden ocaklarını birbirine bağlayan bir demiryolu, atölyeler, fabrikalar!.. Para basıyorlar anlayacağınız.”Vagonların rayların üzerinde çıkardığı takırtı üzerine, koca sarı beygir kulakları dikti.Aşağıda, asansör tamir edilmiş olmalıydı,çalışanlar işlerinin başına döndüler. Arabacı,beygirini tekrar aşağı indireceği vagonlara koşarken, hayvanın kulağına yavaşça şunlarısöyledi:“İşe yaramaz tembel, gevezeliği alışkanlık haline getirmemek gerekir! Mösyö Hennebeaunasıl oyalandığını bir bilse!”Étienne’in gözleri karanlığa dalıp gitmişti:“Demek, maden ocağı Mösyö Hennebeau’ya ait, öyle mi?” diye sordu.“Hayır,” diye karşılık verdi ihtiyar, “Mösyö Hennebeau genel müdür yalnızca. Yani o da bizim gibi ücretli çalışıyor.”Genç adam eliyle uçsuz bucaksız karanlıkları işaret etti.“O zaman, tüm bunların sahibi kim?”Ama Bonnemort yeniden, soluğunu kesecek kadar şiddetli bir öksürük nöbetine tutulmuştu. Nihayet balgam tükürüp dudaklarında oluşan siyah köpüğü temizledikten sonra, şiddetini artıran rüzgârın uğultusu arasında yanıt verdi:“Ne! Tüm bunların sahibi kim mi?.. Kimsebir şey bilmiyor. Birileri işte.”Ve karanlıkta eliyle, Maheulerin yüzyılı aşkın bir süredir onlar için kazma salladıklarıbu birilerinin yaşadığı belli belirsiz, meçhul ve uzak bir noktayı işaret etti.Sesinde ilahî bir korkuyu çağrıştıran bir tını vardı, canlarını adamalarına rağmen hiç görmedikleri, karnı tok sırtı pek bir tanrının saklandığı ulaşılmaz bir tapınaktan söz ediyordu adeta.“En azından yeterince ekmek olsaydı!” dedi üçüncü kez Étienne, ihtiyarın söyledikleriyle alakalı olmasa da.“Elbette ya! Her zaman yiyecek ekmek bulunsa, çok güzel olurdu!”Beygir yola koyulmuştu, arabacı da onun peşine takılıp, bir sakat gibi ayağını sürüyerek gözden kayboldu. Vagonları boşaltan adamın yanındaki işçi kımıldamadan duruyordu, tortop olup çenesini dizlerinin arasına gömmüş, iri donuk gözlerini boşluğa dikmişti.Étienne çıkınını yerden aldı, ama hemen uzaklaşmadı. Göğsü harlı ateşin karşısında pişerken, sırtının şiddetli kasırga altında donduğunu hissediyordu. Belki de madene iş başvurusu yapmak en doğrusu olacaktı. İhtiyar yanılıyor olabilirdi, hem zaten her şeye razıydı,ne iş olsa yapmaya hazırdı. İşsizlik ve açlıkla beli bükülmüş olan bu bölgede nereye gidebilir,ne yapabilirdi? Bir duvarın dibinde, başıboş birköpek gibi ölüp gitmesi mi gerekiyordu? Yinede tedirgin edici bir kararsızlık yaşıyordu. Zifirî karanlığa gömülmüş olan bu dümdüz ovanın ortasındaki Voreux yüreğine korku salmaktaydı. 

Rüzgâr, sanki hiç durmadan genişleyen bir ufuktan esermiş gibi etkisini artırıyordu giderek. Ölgün gökyüzünde günün yaklaştığını haber veren tek bir ışık belirmiyor,yalnızca yüksek fırınlardan ve kok fırınlarından çıkan alevler, karanlığın bilinmezliğini aydınlatmadan etrafı kızıla boyuyordu. Ve vahşi bir hayvan gibi çukurunda çöreklenmiş olan Voreux giderek daha da derine gömülüyor, insan etini sindirmekte zorlanırcasına daha derin ve uzun soluklar alıp veriyordu. 


TAMAMI

Henri de Mondeville "Kalp hükümdarlığın merkezinde bulunan bir kral gibi, oynadığı role uygun olarak tam göğsün ortasında yer alır."





 
 

28 Eylül 2018

M.Kemal Atatürk "Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inki­şafında başlıca müessirdir."


“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında [gelişmesinde] başlıca müessirdir [etkendir]. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”
 
 
 
 ATATÜRK’ÜN DİL VE KÜLTÜR ANLAYIŞI

Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU

-Dil Bayramını kutlarken...
Bir kültür adamı olan; okuduğu kadar da yazabilen Mustafa Kemal, bu alandaki görüş ve düşüncelerini olanca güzelliğiyle bizlere sunmayı başarmıştır. Okuduğu kitaplardan, ezberlediği şiirlerden yola çıkarak kendine has konuşmalar yapmış, Türk hitabet alanının güzel örneklerini ortaya koymuştur.

O, 1936 yılında, “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.” derken, belki de hiçbir devlet adamının söyleyemediği bir gerçeği dile getiriyordu. Yıllardan beri süregelen her alandaki çalışmaların yanında bu vecizenin aydınlattığı yolda ilerleyerek 1936’lara gelen genç Cumhuriyet elbette sağlam temeller üzerine kurulacaktı.

Önce Atatürk’ün dil anlayışına kısa bir göz atalım; bakalım o bu konuda neler istiyor, bizlerden neler bekliyor ve nelerin gerçekleştirildiğini görebilmiştir. O, dilimizden düşürmediğimiz, bugün dille ilgili kitaplarımızı süsleyen bir vecizenin de sahibidir.

Türk bilim adamlarından Sadri Maksudî Arsal 1930 yılında Türk Dili İçin adlı eserini yayımlamıştı. Arsal, bu kitabında “dili değiştirme” ile “dili düzeltme” işlerinin ayrı ayrı şeyler olduğunu söylüyor, dilde sadeleşmenin öncüleri arasına giriyordu. Atatürk bu eseri son derece yararlı bulmuş ve beğendiğini bir küçük yazı ile Sadri Maksudî Beye iletmişti. İşte, Atatürk’ü, harf inkılâbından iki yıl sonra, dil inkılâbından iki yıl önce heyecanlandıran kitabın başına eklenen cümleler:

“Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir. Dilin millî ve zengin olması, millî hissin inkişafında [gelişmesinde] başlıca müessirdir [etkendir]. Türk dili, dillerin en zenginlerindendir. Yeter ki bu dil şuurla işlensin. Ülkesini, yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır.”

Aynı yıllarda, sonradan adı Ulus olacak olan Hakimiyeti Milliye gazetesinde bir haber yer alır. Bu habere göre Başbakan İsmet Paşa’nın yönlendirmesiyle dönemin önde gelen fikir ve sanat adamları bir araya gelerek bir sözlük ortaya koymak isterler. Bu toplantıya, o zaman adı Dârülfünun olan İstanbul Üniversitesinden de pek değerli bilim adamları davet edilir. O yıllarda “Sözkitabı” olarak adlandırılan bu sözlük çalışmasının ilk toplantısına katılanlar arasında şu adları saymak gerekir:

  • Namık İsmail, ressam, Güzel Sanatlar Akademisi Müdürü,
  • Celâl Esad [Arseven], aynı okulun öğretmeni,
  • Tahir Bey, Hukuk Fakültesi Reisi,
  • Süreyya Ali Bey, Tıp Fakültesi Reisi,
  • Hüseyin Hamid Bey, Fen Fakültesi Reisi,
  • Fuad Bey, Edebiyat Fakültesi Reisi,
  • Neşet Ömer [İrdelp] Bey, Darülfunun Emini yani üniversite rektörü,
  • Talim Terbiye Kurulu Kurulu üyeleri,
  • Dil Heyeti üyeleri,
  • Ziraat Bakanlığı müsteşarı,
  • Çeşitli fakültelerden hocalar...
Bu adların içinde, sonradan dil işleriyle uğraşanların sayısı oldukça azdır. Ancak, her biri birer aydın olarak, yeni açılan yolda kendilerine düşen görevi kavramışlar ve sözlük için görüşlerini dile getirmişlerdir.

Atatürk’ün de uygun bulduğu bu çalışmanın iki önemli sonucu ortaya çıkmıştır:
  1. Dilimizin sınırlarını çizmek ve kelime hazinesini meydana çıkarmak,
  2. Dilimize ve yazımıza uymayan yabancı kelimelerin yerine, Türkçe karşılıklar bulmak.
Böylece dil çalışmalarında tutulacak yol gösterilmiş oluyordu. Sınırları çizilmemiş bir dilimiz vardı. Onlarca yıl önce Şemseddin Sami, “Lisanımızı tahdid edelim” (Dilimizi sınırlandıralım.) derken herhâlde bunu kastediyordu.

Gerçi, bu çalışmalarla hedeflenen “Sözkitabı” hazırlanıp yayımlanamadı ama 1929-1930 yıllarında derlenen sözlerin bir bölümü, alfabetik sıraya konularak 1932 yılında yayımlanmıştır. Hamit Zübeyr [Koşay] ve İshak Refet [Işıtman] Beylerin yayımladığı Ana Dilden Derlemeler adlı bu eser, gelecekte hazırlanacak pek çok eserin de öncüsü olmuştur. Böylece eski sözlüklerdeki binlerce kelimenin yanında, halk ağzından derlenen kelimeler yer alacaktı.

Dil İnkılâbı konusunda Atatürk’ün yürüyeceği iki yol vardı; ancak bu yollarla inkılâp gerçekleşebilecekti.

1. Kendisi var gücü ile bu iş üzerinde çalışıp soruyu temelinden öğrenmek ve ondan sonra o konudaki yaratma yeteneğini kullanmak,

2. Dil bilginlerinin gösterecekleri yollar arasında bir seçim yapmak.

O, bu yolun her ikisinde de çalışmıştır. Bu çalışmaların sonucu olarak 12 Haziran 1912 tarihinde, kendisinin “Hami” başkanlığı altında, Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulmuştur. “Cemiyetin reisi” Samih Rifat, “umumî kâtibi” Ruşen Eşref [Ünaydın], üyeleri ise Celâl Sahir [Erozan] ile Yakub Kadri [Karaosmanoğlu]’dir.

Yeni kurulan dernek 26 Eylül 1932 tarihinde, İstanbul’da, Dolmabahçe Sarayı’nda, Atatürk’ün huzurunda Birinci Türk Dili Kurultayı’nı toplamıştır.

Atatürk, Türk dilinin bugünkü gelişmiş ve zenginleşmiş şeklini alabilmesi için çok uğraşmış, bir hayli çaba sarf etmiştir. Bilim ve sanat adamlarının görüşlerini alırken kendisi de çeşitli görüşler ileri sürmüştür. Onun yazdığı Geometri kitabının dilimize kazandırdığı kelimeleri, bugün hâlâ kullanmaktayız.

Ancak, çevresindeki dil uzmanları ile sanatkârların bu konuda gösterdikleri faaliyetler arasındaki farklılıklar dil çalışmalarında sık sık yön değişikliklerine yol açmıştır. Belki bunlar da dilin sağlıklı bir kanala akmasına yardımcı olmuştur; ancak bazı aksamaları da beraberinde getirmiştir.

Gazi Mustafa Kemal’in inkılâplarının en önemlilerinden biri olan harf inkılâbı, elbette Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlık savaşından sonra kazandığı yeni bir zafer olacaktı; çünkü Türkler, dillerini yabancı dillerin boyunduruğundan kurtaracak ve bugün, .. yıl öncesinin Türkçesine göre çok durulaşmış bir Türk dili ile yazacak ve konuşacaklardı. Dilimiz yeni kelimelerle zenginleşirken artık aydınlarımızın bile ne anlama geldiğini bilemediği doğu kökenli kelimeleri büyük ölçüde terk etmeye başlamıştı. Ancak, bu sefer de batıdan gelen kelimeler dilimize giriyor, yayılıyordu. Eğer Atatürk sağ olsaydı, bugün yeni bir atılımı başlatır, batı kökenli kelimelerin önüne set çekecek tedbirleri alırdı.

Atatürk’ün kültür anlayışına gelince... Bu konuda onun çeşitli toplantılarda ve Büyük Millet Meclisinin açılışlarında yaptığı konuşmalara göz atmak gerekecektir. Biz, onun Konya ile ilgili görüşlerini değerlendirmek istiyoruz.

Atatürk Konya’ya 13 defa gelmiştir. Bunlardan bazıları onun transit geçişleridir. Fakat bazılarında Konya’da uzun süre kalmıştır.

Onun Konya’ya ilk gelişi 3 Ağustos 1920’ye rastlar. Konya’da iki gün kalan Mustafa Kemal 5 Ağustos günü Konya’dan şehrimizden ayrılmıştır. Son gelişi ise, güneyden Ankara’ya dönerkendir ve Konya’da birkaç saat kalır.

Atatürk, bu gelişlerinde Konya’nın kültür değerlerini de inceler; onların korunmasını ister. Bazı gezilerinde sanatkârlarla da görüşür, onların görüşlerini dikkatle takip eder.

Onun Konya’daki en uzun kalışlarından biri dokuzuncu gelişindedir. 18 Şubat 1931’den 1 Mart’a kadar Konya’da kalır. Atatürk bu arada Konya’daki tarihî eserlerin sergilendiği yerleri de ziyaret eder. Onların harap hâlde olmasından dolayı duyduğu üzüntüyü 20 Şubat 1931 tarihli bir telgrafla dönemin Başbakanı İsmet Paşa’ya [İnönü] bildirir.

Telgrafın Konya ile ilgili bölümleri şöyledir:

“Son tetkik seyahatimde muhtelif yerlerdeki müzeleri, eski sanat ve medeniyet eserlerini de gözden geçirdim.”

“1. İstanbul’dan başka Bursa, İzmir, Antalya, Adana ve Konya’da mevcut müzeleri gördüm. Bunlarda şimdiye kadar bulunabilen bazı eserler muhafaza edilmekte ve kısmen de ecnebi mütehassısların yardımı ile tasnif edilmektedir...”

“2. Konya’da asırlarca devam etmiş ihmaller sebebiyle büyük bir harabî içinde bulunmalarına rağmen sekiz asır evvelki Türk medeniyetinin hakikî şaheserleri kıymettar bazı mebani (binalar) vardır. Bunlardan bilhassa Karatay Medresesi, Alâeddin Camii, Sahip-Ata Medrese, Cami ve Türbesi, Sırçalı Mescid ve İnce Minare derhâl müstecalen (acele olarak) tamiri muhtaç bir hâldedir.”

Atatürk, telgrafın devamında bu anıtların, uzmanların ilgisiyle en kısa zamanda onarılmasını istemektedir. Yukarıda sayılan eserlerin tamamı zamanla yapılan bakım ve onarım çalışmalarıyla kurtarılmış ve bugün oldukça sağlam yapılarıyla yerli ve yabancı gezginlerin ilgisini çekmektedir.

Atatürk’ün, hepimizin bildiği, sanatkârı öven bir sözü vardır: “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.” Bu anlamlı söz, 17 Mart 1923 tarihinde Adana’da esnaflarla yapılan bir toplantı sırasında söylenmiştir. Pek çokları bu vecizedeki “sanat” kavramını, resim, müzik, heykeltraşlık gibi gibi güzel sanatları olarak anlamaktadır. Oysa bu sözlerin söylendiği topluluk bir esnaf topluluğudur. Aralarında zanaatkârların da bulunduğu bu topluluğa hitaben yapılan konuşmada kastedilen de zanaatkârlardır. Bu yanlışlığı bir defa daha düzeltmek isteriz.

Ancak Atatürk’ün sanatkârlarla ilgili pek güzel sözleri de vardır. Yazarları, şairleri, bestekârları, ressamları, heykeltraşları, kısaca sanatın bütün dallarıyla uğraşanları nasıl takdir ettiğini, onları nasıl yüreklendirdiğini biliyoruz. Bu konuda, şu örnek olay onun olaylara bakışını ortaya koymaktadır.

O, bir tiyatro oyununu seyrettikten sonra, sanatçılarla görüşmüş ve onları şöyle değerlendirmiştir:

“Sizleri çok takdir ederim. İnkılâbımızda sizin de mühim hizmetleriniz vardır. Şimdiye kadar gördüğüm temsiller içinde sizin temsilleriniz gibi muntazam ve sanatkâranesini seyretmemiştim; sanatınızı meslek ittihaz ederek azmetmenizi, arkadaşlarınızla samimi olarak geçinmenizi bilhassa tavsiye ederim. Sizin en büyük hizmetiniz Anadolumuzu baştan başa dolaşıp halkımıza sanatın ne olduğunu anlatmanız olacaktır. Turnelerinize muntazaman devam ediniz.”

Onun şairleri nasıl yüreklendirdiği, İstanbul’un ünlü meydanlarına Türk büyüklerinin anıtlarının diktirilmesini istemesi, konservatuvar heyetlerini koruması, kısaca sanatın bütün dallarına koruyucu kanatlarını germesi, önde gelen özelliklerindendir. Herhâlde onun bu konudaki en önemli sözü şu olmalıdır:

“Efendiler, hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz; fakat sanatkâr olamazsınız. Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim.”

Bugün, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzünü ağartan ne kadar kültür kurumu varsa hepsi Atatürk’ün sağlığında, onun ısrarlı çabaları sonucunda kurulmuştur. Müzesinden tiyatrosuna, operasından konservatuvarına, hepsinde onun izleri vardır. Bugün bazı sanat ve kültür dallarında sesimizi duyurabiliyorsak, bu, onun attığı temellerin üzerine yükselen binalar olabilmektedir. Günümüzün gençleri onun eserlerini, ancak iyi öğretilebilirse kavrayacaktır.

Dilimiz ve kültürümüz, zaten var olan cevherine Atatürk’ün kazandırdığı yeni bir ruh ve yeni bir ivme ile gelişmiş, bugün gurur duyacağımız bir seviyeye gelmiştir. Ancak batıdan alınan kelimelerle yabancı kültürlerin etkileri bizi yeniden bir şeyler yapmaya yönlendirmelidir. Bu konuda, Atatürk’ün direncini göstermek zorundayız.
 

“Dünya dil âlimlerinin Türk âlimleriyle beraber çalışmaları, dil ilminin şimdiye kadar hâlledemediği birçok güçlüklerin hâllini kolaylaştıracaktır. Bundan, büyük hakikatler de meydana çıkacaktır”.
ATATÜRK

Prof. Dr. Saim SAKAOĞLU

İnsanoğlunda seni şaşırtan şey nedir?" diye sormuşlar Konfüçyüs'e

İnsanoğlu para kazanmak için sıhhatini verir. Sonra, sıhhatini kazanmak için parasını verir. istikbali düşünürken insanoğlu yaşadığı günü unutur. Böylece; ne bugünü yaşar ne de istikbali. Aslında ölüm yokmuşçasına yaşarken, yaşamamış gibi ölürler.



Karamazov Kardeşler - Dostoyevski

Dünyanın değişebilmesi için önce insanların değişmesi gerekir. 
 
Herkes birbirinin gerçek kardeşi olmadığı sürece insanların kardeşliğinden söz edilemez. Kişioğlunun yaratılışı, hakkına razı olmaya bırakmaz onu hiçbir zaman. Bu yüzden herkes kendine verileni az bulup homurdanacaktır her zaman. Başkalarını çekemeyecek, onları yok etmeye çalışacaktır. 
 
Bunun ne zaman gerçekleşeceğini soruyorsunuz. Gerçekleşecek ama önce kişioğlunun yalnızlaşma çağının sona ermesi gerekmektedir.” –“Hangi yalnızlaşmadan söz ediyorsunuz?” diye sordum. “Şimdi, özellikle bu son günlerde giderek her yerde yaygınlaşan yalnızlaşmadan. Henüz tam başlamadı, zamanı gelmedi... çünkü şimdi herkes kişiliğini tam olgunluğa erdirmek, hayatı tanımak çabasındadır. 
 
Ne var ki olgunlaşacağız derken evrende yapayalnız olduklarını gördükleri için, bu çabaları kendi kendilerini yok etmekle sonuçlanır. Çünkü günümüzde herkes kopmuştur toplumdan, kendi kabuğuna çekilmiştir. 
 
Herkes birbirinden uzaklaşıyor, saklayabildiğince şeyi de kendine saklıyor. Sonunda insanlardan kaçmaya başlıyor kişi. 
 
Kendi başına para biriktirirken şöyle düşünüyor: “Şimdi ne güçlüyüm! Hiçbir şeyden korkum yok artık!” 
 
Oysa ne denli zengin olursa, onu yok edecek güçsüzlüğün içine o denli gömüldüğünü bilmez çılgın. Çünkü tek kendine güvenmeye alışmıştır. Toplumdan kopmuş, ruhuna, insanların yardımına inanmamayı, insanlardan bir şeyler beklememeyi öğretmiştir. Paralarının, onların ona verdiği hakların kaybolmasından korkar yalnızca. 
 
Çağımızda insanlar gülünç bir inatla, kişiliğin gerçek güvenliğinin, yalnız başına çalışmakta değil, tüm insanlığın beraberliğinde olduğunu anlamamakta diretiyorlar. 
 
Ama hiç kuşku yok ki, bir gün gelecek, bu ürkünç yalnızlık da sona erecek, insanlar birbirlerinden kopmalarının anlamsızlığını bir anda anlayacaklar. Bunca zaman karanlıkta nasıl oturduklarına, ışığı göremediklerine şaşacaklar.


Seçmiş olduğunuz ve karar verdiğiniz şeylerin bedelini siz ödersiniz; size akıl verenler değil...T.s Eliot





25 Eylül 2018

Erdal Eren'den Son Mektup

Sevgili annem, babam ve kardeşlerim;

Sizlere bugüne kadar pek sağlıklı mektup yazamadım. Ayrıca konuşma olanağımız ve görüşmemizde olmadı. Zaten dışarıdayken de birbirimizi anlayacak şekilde konuşamadık. (Bu konuda sizlere karşı büyük oranda hatalı davrandım. Ancak bunu size karşı saygı duymadığım, bu nedenle böyle davrandığım şeklinde yorumlamamanızı dilerim) Bu nedenle sizlere anlatacağım, konuşacağım çok şey var. Ancak olanak yok. Düşüncelerimi bu mektupla anlatmaya çalışacağım.

Şu anda ne durumda olacağınızı tahmin ediyorum. Ama çok açıklıkla söylüyorum ki benim moralim çok iyi ve ölümden de korkum yok. Çok büyük bir ihtimalle bu işin ölümle sonuçlanacağını çok iyi biliyorum. Buna rağmen korkuya, yılgınlığa, karamsarlığa kapılmıyorum ve devrimci olduğum, mücadeleye katıldığım için onur duyuyorum. Böyle düşünmem, böyle davranmam, halka ve devrime olan inancımdan gelmektedir. Ölümden korkmadığımı söylemem, yaşamak istemediğim, yaşamaktan bıktığım şeklinde anlaşılmamalı. Elbette ki hayatta olmayı ve mücadele etmeyi arzularım. Ancak karşıma ölüm çıkmışsa, bundan korkmamam, cesaretle karşılamam gerekir.

Biliyorsunuz ki bu ceza işlediğim iddia edilen suçtan verilmedi. Asıl amaçlanan böyle bir olayla gözdağı vermek ve mücadeleyi engellemek hedefine dayalıdır. Bu nedenle sizinde bildiğiniz gibi, kendi hukuk kurallarını çiğneyerek bu cezayı verdiler. Cezaevinde yapılan (Neler olduğunu ayrıntılı bir biçimde öğrenirsiniz sanırım) insanlık dışı zulüm altında inletildik. O kadar aşağılık, o kadar canice şeyler gördüm ki, bugünlerde yaşamak bir işkence haline geldi. İşte bu durumda Ölüm korkulacak bir şey değil, şiddetle arzulanan bir olay, bir kurtuluş haline geldi. Böyle bir durumda insanın intihar ederek yaşamına son vermesi içten bile değildir. Ancak ben bu durumda irademi kullanarak, ne pahasına olursa olsun yaşamımı sürdürdüm. Hem de ileride bir gün öldürüleceğimi bile bile.

Sizlere bunları anlatmamın nedeni yaşamaktan bıktığım yada meselenin önemini, ciddiyetini kavramadığım gibi yanlış bir düşünceye kapılmamanız içindir. Bütün bu yapılanlar,başımdan geçenler, kinimi binlerce kez daha arttırdı ve mücadele azmimi körükledi. Halka ve devrime olan inancımı yok edemedi. Mücadeleyi sonuna kadar, en iyi bir şekilde yürütmek ve yükseltmekten başka amacım yoktur. Mesele benim açımdan kısaca böyle. Ancak sizin açınızdan daha farklı, daha zor olduğunu biliyorum. Anne, baba ve evlat arasındaki sevgi çok güçlüdür, kolay kolay kaybolmaz. Ve evlat acısının da sizin için ne derece etkili olacağını biliyorum. Ama ne kadar zor da olsa bu tür duygusal yönleri bir kenara bırakmanızı istiyorum.

Şunu bilmenizi ve kabul etmenizi isterim ki, sizin binlerce evladınız var. Bunlardan daha niceleri katledilecek, yaşamlarını yitirecek, ama yok olmayacaklar. Mücadele devam edecek ve onlar mücadele alanlarında yaşayacaklar. Sizlerden istediğim bunu böyle bilmeniz, daha iyi kavramaya çaba göstermenizdir. Zavallı ve çaresiz biriymiş gibi ardımdan ağlamanız beni yaralar. Bu konuda ne kadar güçlü, ne kadar cesur olursanız, beni o kadar mutlu edersiniz. Hepinize özgür ve mutlu yaşam dilerim.

Devrimci selamlar..
Oğlunuz Erdal



24 Eylül 2018

Fernando Pessoa - Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri

Yola çıkmak! Yitirmek ülkeleri!
Bir başkası olmak süresiz,
Yalnız görmek için yaşamaktır
Köksüz bir ruhu olmak!

Kimseye ait olmamak, kendime bile!
Durmadan gitmek, sonu olmayan
Bir yokluğun peşinde
Ve ona ulaşma isteği içinde!

Böyle yola çıkmaktır yolculuk.
Ama ben açık bir yol düşünden öte,
Bir şeye gerek duymuyorum yolculuğumda.
Gerisi sadece gök ve toprak.

(1933)

Kimlik - Milan Kundera

Eskiden yapılan meslekler, hiç olmazsa birçoğu, insanın o mesleğe karşı kişisel bir tutkusu yoksa, akla bile getirilmeyen mesleklerdi: topraklarına aşık köylüler, güzel masaların büyülü yaratıcısı dedem, köydeki insanların tümünün ayak ölçülerini ezbere bilen ayakkabıcılar; ormancılar, bahçıvanlar; o dönemlerde askerlerin bile birbirlerini tutkuyla öldürdüklerini düşünüyorum.

yaşamın anlamı, insanlar için ‘bir soru işareti’ değildi, yaşam onlarla birlikteydi, tüm doğallığıyla, ilişkilerinde, tarlalarındaydı. her meslek, kendine özgü düşünce tarzını, kendine özgü varoluş biçimini yaratmıştı.

bir doktor, bir çiftçiden başka biçimde düşünüyordu, bir askerin davranışı, bir köy öğretmeninin davranışına benzemiyordu. oysa bugün, hepimiz birbirimizin benzeriyiz; işimize karşı gösterdiğimiz ortak ilgisizlik bizi birbirimize bağlıyor. bu ilgisizlik bir tutku haline geldi. çağımızın tek büyük, kolektif tutkusu.
TIK

Q. Horatius Flaccus (Horace) - Anı Yaşa (Carpe Diem)



Sormak yok (bilinmesi günah), ne ulaşacağımız zamanı
Düşünme; ne benim ne senin, ne de Babilli müneccimlerin resmini
Leuconoe, daha, uzun yılları tarih gibi götürecek
Jupiter, ya bu sonuncuydu ya da yeni bir kış getirecek
Bu da Etrüsklerin sinirlerini dalgalandıracak sahile karşı
Hayat kısa, şarabı süz ve hikmetini göster, yırt arşı
Konuşurken, zamanın kıskançlığı uçup gitmiş olacak
Anı yaşa, yarın da gelip geçecek; dün olacak

 
Odes, 1. Kitap, 11. Şiir 


23 Eylül 2018

Italo Calvino - Seçme Mektuplar 1945-1985

“... zira yazar, insan kardeşlerini kurtarmak için kendini paralayan kimsedir.” 

Calvino yalnızca önemli bir yazar değil aynı zamanda önemli bir editör ve yayıncıydı. Paolo Pasolini’den İtalyan Komünist Partisi’ne, Elio Vittorini’den çocuk okurlarına, Umberto Eco’dan edebiyat eleştirmen -lerine, dergilere, gazetelere yazdığı edebiyat, felsefe ve siyaset konularını ele alan bu 40 yıllık mektuplar okurların olduğu kadar, yazmaya heveslilerin, yazarların ve yayıncıların da ilgisini çekecek nitelikte.

Sararmaya ve solmaya başlayan imajımla ilgili söylediklerin benim niyetlerimle gayet iyi örtüşüyor. Ölüler, kendilerine ait olmayan şeylerle dolu bir dünyada olmadıkları için nispet ve rahatlama karışımı bir şey hissediyor olmalılar, benim ruh halim de bundan çok uzak sayılmaz. Kimseyi tanımadığım ve kimsenin var olduğumu bilmediği büyük bir şehre yerleşmiş olmam yok yere değil: Bu sayede, daima hayalini kurduğum hayatlardan hiç olmazsa birini gerçekleştirebildim: Yılın büyük bir kısmında günlerimin on iki saatini okumakla geçiriyorum. 

 (Pier Paolo Pasolini’ye, 7 Şubat 1973)


Pablo Neruda - Nokta



Acılardan daha büyük bir yer yoktur
Bir tek evren var, o da kanayan bir evren.


Ruhi Su - Ezgili Yürek

 Hangi taşı kaldırsam
Anamla babam
Hangi dala uzansam
Hısım akrabam
Ne güzel bir dünya bu
İyi ki geldim
Süt dolu bir torbayla
Şöylece çıkageldim
Kime elimi verdimse
Döndürüp yüzümü baktımsa
Kısmet kapıyı ç aldı
Kör pınara su geldi
Ben şakıyıp durdukça öyle
Gülün kokusu geldi
Bebesi olmayana
Bunalıp da kalmışa
Acılarla yüklü
Dargın yüreklere
Yetiştim geldim
İyi ki geldim.

*

Sanatçı da, tıpkı bir çiftçi gibi, demirci gibi işini anlatabilmelidir. Hem diliyle, hem de hüneriyle. Bir başka deyişle, kendi toplumu içinde sanatıyla ekmek yiyebilmelidir. ‘Beni bu halk anlamaz’ demek, en azından, boş bir kendini beğenmişliktir. İnsan kendini beğenmede bile yalnız kalmamalı. Halkın sanatta anlamadığı bir yer olabilir, sanatçı bunu umursamazlık edemez. Çünkü tüketicisi olmayan bir üretim yaşamaz. Hani hükümet zoruyla da yaşamaz demek istiyorum. Elli yıllık değil, yüz elli yıllık deney var önümüzde. Bazı sanat kurumlarının gittikçe yozlaşması, kuruyup gitmesi bundandır. Halktan kopuk hiçbir işten, hiçbir insandan hayır gelmez...1974

Sana ışık tutanlara sırtını dönersen; göreceğin tek şey kendi karanlığındır...Rene Descartes


 





William James "Bir seçim yapmanız gerektiğinde; seçmemek de bir seçimdir."

İnsan doğasındaki en derin prensip takdir edilme isteğidir. 

Bilge olmak, nelere göz yumulacağını bilmektir.

Bugünün gerçeklerine göre yaşamak zorundayız ve yarın bunları hatalı bulmaya alışmalıyız. 

Birçok insan düşündüğünü sanır, aslında yaptıkları sadece önyargılarını yeniden düzenlemektir. 

Çoğu insan fiziksel,düşünsel veya ahlaki açıdan olsun kendi potansiyel varlıklarının çok azını kapsayan dar bir çemberde yaşar.Hepimiz,içinden hayal bile etmediğimiz şeyleri çekip çıkarabileceğimiz yaşam sarnıçlarına sahibiz. 

Din insan egoizminin tarihi içerisinde anıtsal bir bölüm oluşturur. İnsan doğasındaki en derin prensip takdir edilme isteğidir. 

Metafizik, yarar sağladığı sürece doğrudur. 

Dinler de, manevî tatmin sağladıkları sürece doğrudur. 

Mutlu olduğumuz için gülmeyiz.Güldüğümüz için mutluyuzdur. 

 Olmamız gerekenin ancak yarısı kadar uyanığız. Ateşimiz söndürülüyor, her şeyimiz kontrol ediliyor ve fiziksel ve zihinsel kaynaklarımızın yalnızca küçük bir bölümünü kullanıyoruz. 

Yanlış anlayanlar tarafından söylenen bir doğrudan daha kötü hiçbir yalan yoktur.

21 Eylül 2018

Dünya Barış Günü


Dünya Barış Günü veya Uluslararası Barış Günü (İngilizce: International Day of Peace), her yıl 21 Eylül tarihinde kutlanan uluslararası bir bayram.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981’deki 57. birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her eylülün üçüncü salı gününü”nü “Uluslararası Barış Günü” ilan etmiştir. Yıllar sonra Genel Kurul'un 7 Eylül 2001 tarih ve A/RES/55/282 sayılı kararı ile 21 Eylül'ü Barış Günü olarak kabul edilmiştir.

Birleşmiş Milletler, Barış Günü'nde, dünya çapında çatışmaların önlenmesi ve barışın tesisi yolunda bilinçlenmeyi amaçlıyor. Her 21 Eylül’de, Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki “Barış Çanı” çalınıyor. Savaşlardaki insani kıyımın anısına Japonya tarafından yaptırılan bu çan, dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla üretildi. Çanın üzerine, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazındı.

Eskiden Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyesi ülkeler barış içinde bir dünya mücadelesi görevini hatırlatmak amacıyla Almanya’nın 1939 yılında Polonya’yı işgal ederek İkinci Dünya Savaşı'nı başlattığı tarih olan 1 Eylül’ü “Dünya Barış Günü” olarak ilan etmiştir.



Bedri Rahmi Eyüboğlu Üçüncü Mektup

1.
Al gözüm seyreyle
Hep aynı hikâye
Hep aynı türküler
Hep aynı kinâye.

Sevaplara borazan
Günahlara tabut
Balıklara banka
Alıklara bulut
Sen bunu kırk gün kırk gece unut!
 

2 .
Al gözüm seyreyle:
Hep aynı hikâye
Mahpusa mendil kadar bir gök parçası
Şaire gökleri tımar için bir kaşağı
Ressama tosun gibi bir ebemkuşağı
3.
Al gözüm seyreyle
Hep aynı hikâye
Yine aynı Âdem
Yine aynı Havva
Yine aynı elma
Yine aynı armut
Kalanlara yâsin
Gidenlere mevlût
Sen bunu kırk gün kırk gece unut!

Sormuşlar

Fidana sormuşlar: - Niçin büyürsün?
- Tohum itiyor, demiş.

Tohuma sormuşlar: - Niçin itersin?
- Toprak rahat bırakmıyor! demiş.

Toprağa sormuşlar: - Niçin tohumla uğraşırsın?
- Sebebini toprak olduğun zaman kulağına söylerim, demiş.

Nara sonmışlar: - Tanelerin kaç tane?
- Yiyenler saysın bana ne, demiş ? ...

Güle sormuşlar: -Niçin kokarsın?
- Bu benim ibadetimdir, demiş.

- Kavakağacı sen hiç dua etmez misin? demişler.
- Nasıl etmem demiş; benim boyumun yarısı toprağa gömülüdür.
Benim topraktaki parçam dua eder; ben secde ederim!

Kavağın dibini kazmışlar. Kavak devrilmiş ve devrilirken kavak ağacının dua ettiğini duymuşlar.

Bir buluta sormuşlar: - Güzel bulut, sen niçin ele avuca sığmazsın?
- Ele düşersem beni ata benzetenler arabaya koşar. Bakraca benzetenler kuyuya atar. Ayıya benzetenler oynatır. Mendile benzetenler burunlarını silerdi! demiş.

Yıldızlara sormuşlar: - Niçin bizden bu kadar uzaklarda yanar tükenirsiniz?
- Ya sizin göz bebekleriniz demişler, niçin biz açılırken onlar kapanır? 


Okumak, Yazmak ve Yaşamak Üzerine - Schopenhauer

Akıllı insan her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle: Her nereye dönseniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz, her tarafı her bir köşeyi doldurmuşlar, tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap, gıdasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otları da öyle. İnsanların zamanını, parasını, dikkatini –ki bunların meşru hak sahibi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir– gasp etmektedirler.
Dolayısıyla okumak söz konusu olduğunda nerede duracağını bilmek çok önemli bir şeydir. Geri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman zaman neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan herhangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak durmaktır denebilir, sözgelimi sebepsiz gürültü, şamata koparan, hatta yayın hayatına çıktıklarının ilk ve son yılında birkaç baskıya ulaşabilen, sonra da unutulup giden siyasi veya dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzerleri böyledir.   Schopenhauer
 
 
 
İnsan mutluluğunun iki düşmanı, acı ve can sıkıntısıdır.

 En genel gözlem, bize insan mutluluğunun iki temel düşmanının ıstırap ve can sıkıntısı olduğunu gösterir. Daha ileri gidip, birinden yakamızı sıyıracak kadar talihli olma ayrıcalığımızın düzeyinin bizi diğerine yaklaştırdığını söyleyebiliriz. Aslına bakılırsa hayatın bize sunduğu, bu ikisi arasında, az veya çok şiddetli bir salınımdır.

Bunun sebebi, bu iki kutuptan her birinin diğeri için çift yönlü, harici ya da nesnel, deruni ya da öznel bir çatışmayı içinde barındırmasıdır. İhtiyaç içerisinde bulunmak ve sefalet, ıstırap üretir; buna mukabil eğer bir insan sahip olması gerekenlerden daha fazlasına malikse can sıkıntısına duçar olur. Dolayısıyla aşağı sınıftakiler günlerini ihtiyaçları tedarik için sürekli bir mücadele ile, bir başka ifadeyle, ıstırapla geçirirken, yüksek sınıflar can sıkıntısıyla biteviye ve çok kere umutsuz bir savaş halindedirler. Deruni yahut öznel çatışma, kişide ıstıraba karşı duyarlılığın can sıkıntısına duyarlılıkla ters orantı içerisinde değiş meşinden kaynaklanır, çünkü duyarlılık, zihinsel güçle doğrudan orantılıdır. İzin verin açıklayayım:

Keskinlikten yoksun küt bir kafa kural olarak körelmiş duyarlılıklarla, hiçbir his yahut heyecanın etkileyemeyeceği bir ruh haliyle, sözün kısası, ne kadar büyük yahut korkunç olursa olsun, çok fazla acı ya da endişe hissetmeyen bir mizaçla birliktedir. Şimdi, zihinsel körlük yahut kütlüğün temelinde yatan şey ruh boşluğu (ya da bönlüğü)dur, ki bir sürü çehreye damgasını vurmuştur ve kendisini dış dünyadaki bütün önemsiz—lüzumsuz şeylere sürekli ve canlı bir dikkatle ele veren bir zihin durumudur Bu, can sıkıntısının gerçek kökenidir: Zihni ve ruhu kendilerini meşgul edecek bir şeye vermenin bir vesilesine sahip olmak için heyecandan sonra yeniden ve mütemadiyen arzulama.

İnsanların bu amaçla seçtikleri şeyler, başvurdukları sefil eğlencelerin, yarenlik ve sohbet bahsindeki genel telâkkilerinin ya da aynı şekilde kapı önlerinde yahut pencereden sarkarak dedikodu eden çok sayıda insanın gösterdiği gibi çok özel değildir. İnsanların yarenlik için hemcinslerinin, oyalayıcı şeylerin, eğlencenin, her türden lüzumsuz lüksün peşine düşmesi, esas itibariyle bu deruni ruhsal boşluk (bönlük) nedeniyledir, ki çoklarını savurganlığa ve sefalete sürükler. Hiçbir şey böyle bir sefalete karşı deruni zenginlik, ruh zenginliği kadar iyi bir koruma sağlamaz, çünkü o arttıkça sıkıntıya yer kalmaz.

Ve düşüncenin sonu gelmeyen etkinliği! O kendisinin ve tabiatın çok çeşitli fenomenlerinde her zaman üzerine eğilecek yeni malzemeler bulur ve her daim bunlarla ilgili yeni terkipler oluşturmaya hazır ve muktedirdir. İşte burada ruhu canlandırıp dinçleştirecek ve dinlenme anları hariç onu can sıkıntısının erişebileceği noktanın çok yukarısına yerleştirecek bir şey bulursunuz.

Fakat diğer taraftan bu yüksek zihin düzeyi, yüksek bir duyarlılık derecesinde, daha büyük irade kudretinde, daha büyük bir heyecanlılık durumunda kökleşir; ve bu niteliklerin birliğinden südur edecek olan, büyümüş bir his ve duygu kapasitesi, her türlü ruhi, hatta bedensel acıya genişlemiş bir duyarlılık, engellere karşı daha büyük bir sabırsızlık, müdahaleye karşı daha büyük gücenikliktir, ki bu eğilimlerin tümü —hayal gücünün zenginliğiyle, kabul edilemez nitelikte olan da dahil— düşüncenin bütün eriminin canlı karakteriyle daha da büyür. Değişik derecelerde bu, su katılmamış mankafa kimseden, gelmiş geçmiş en büyük dâhiye kadar, zihinsel gücün geniş yelpazesindeki her aşama için geçerlidir. Dolayısıyla gerek öznel gerekse nesnel bir zaviyeden, herhangi bir kimse insan hayatındaki bu ıstırap kaynaklarından birine ne kadar yakınsa diğerinden o kadar uzaktır. Ve dolayısıyla bir insanın tabii temayülü onu, nesnel dünyasını mümkün olduğu kadar öznel dünyası ile uyuşturmaya yönlendirecektir; bir başka ifadeyle, onu en ziyade açık olduğu ıstırap biçimine karşı en büyük önlemleri almaya sevk edecektir.

Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden (harici sıkıntıdan) azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.

Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır; haddi zatında başka insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur. Doğrudur, eğer zihnin niteliği nicelikle telafi edilebilseydi, bu insanların büyük dünyasında bile yaşama zahmetine değerdi; fakat şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.

Fakat yelpazenin diğer ucunda duran insan, ihtiyacın ani sancılarından kurtulur kurtulmaz, her ne pahasına olursa olsun eğlenmeye ve topluluğa karışmaya çabalar, karşılaştığı ilk kimseyle tanışmaya can atar ve bizatihi kendisi, en ziyade uzak durmaya çalıştığı şey haline gelir. Çünkü herkesin kendi yeterlilikleriyle karşı karşıya bırakıldığı yalnızlıkta, bir insanın kendinde sahip olduğu şey gün ışığına çıkar; allı pullu esvaplarının içerisinde budala sefil kişiliğinin yükü altında inim inim inler —ki bu asla üzerinden atamadığı bir yüktür— halbuki yetenekli insan canlandırıcı—şenlendirici düşünceleriyle tenha yerleri gözler.

Seneca, ahmaklığın kendi kendisinin yükü olduğunu bildirir: ömnis stultitia laboratfastidio sui. Çok doğru bir sözdür bu, ki “Bir ahmağın hayatı ölümden daha berbattır” diyen İsa ben Sirak’ ın sözüyle mukayese edilebilir. Ve kural olarak bir insanın zihni bakımdan sefil ve genel olarak bayağı olduğu derecede topluluğa karışabildiği teslim edilecektir. Çünkü bir insanın bu dünyadaki seçimi bir yandan yalnızlığın, diğer yandan bayağılığın ötesine çok fazla geçmez…

Beyin bir tür asalak bir uzuv, deyiş yerinde ise bedenle birlikte ikamet eden bir pansiyoner olarak kabul edilebilir ve boş zaman, yani insanın benliğini ya da ferdiyetini özgürce idrak etmek için sahip olduğu zaman, genellikle hayatın sadece çaba ve zahmetten ibaret kalan bölümünün meyvesi ya da ürünüdür. Fakat insanların çoğunun boş zamanı ne hâsıl eder: Can sıkıntısı ve budalalık; kuşkusuz bedensel zevklerin ya da budalalıkların peşinde koşulduğu zamanlar müstesna. Böyle bir küçücük boş zaman aralığının ne kadar kıymetli olduğu, onun harcanma tarzında yahut keyfiyetinde görülebilir ve Axiosto’nım dikkat çektiği gibi cahil insanların boş saatleri ne kadar acınaklıdır! uozio lungo d uomini ignoranti “

Sıradan insanlar sadece zamanlarını nasıl harcayacaklarım düşünürler; herhangi bir yeteneğe sahip insan onu kullanmaya çalışır. Sınırlı akla sahip insanların can sıkıntısına meyyal olmalarının nedeni, akıllarının mutlak manada iradenin sevk edici gücünün harekete geçirileceği (tatbik sahasına konulacağı) araçtan başka bir şey olmamasıdır; iradeyi harekete geçirecek özel bir şey olmadığında, atalet halinde kalır ve akıllan tatil eder, çünkü irade gibi o da, sahneye koyacağı harici bir şeye ihtiyaç duyar. Sonuç; bir insanın sahip olduğu güç her ne ise onun korkunç bir durgunluğu, tek kelimeyle can sıkıntısıdır.

Bu mutsuz hissiyata karşı koymak (onu etkisizleştirmek) için insanlar, uğraştıkları kısacık süre içerisinde haz veren lüzumsuz şeylerin peşinde koşup dururlar, böyle bir umutla iradeyi harekete geçirmek ve dolayısıyla zihni devingen hale getirmek için çabalarlar; çünkü iradenin bu saiklerini etkilemesi gereken sonuncusudur. Gerçek ve tabii saiklerle karşılaştırıldığında bunlar altın paraya kıyasla kâğıt paradan başka bir şey değildir; çünkü bunların değerleri sadece indi-keyfidir; kâğıt oyunları ve benzeri şeyler, ki münhasıran bu amaç için icat edilmişlerdir. Ve eğer yapılacak başka bir şey yoksa bir insan ya vakti israf edecek ya da şeytanın yat borusunu çalacaktır; yahut beynini çalıştırmak için bir sigara bunların yerine iyi bir ikame olabilir. Bu yüzdendir ki bütün ülkelerde insan topluluklarının temel uğraşı kâğıt oyunlarıdır ; verilen değerin çapı ve zahiri göstergeler düşüncenin iflâsının ilanıdır. İnsanlar, meşgul olacak düşünceleri olmadığı için kâğıtlarla uğraşırlar ve birbirlerinin paralarını kazanmaya çalışırlar. Budalalar!,

Fakat haksızlık etmek istemem; dolayısıyla izin verin kağıt oyunlarını savunmak için kesinlikle, bunun dünyaya ve iş hayatına bir hazırlık olduğunun söylenebileceğine işaret edeyim; çünkü bir kimse böylelikle tesadüfi ama değiştirilemez koşulları (bu durumda kâğıtlar) nasıl zekice kullanabileceğini ve bunlardan mümkün olduğu kadar kazançlı çıkmasını öğrenir ve bunu yapmak için bir insan bir miktar riyakarlık (iki yüzlülük) ve kötü bir işe nasıl iyi bir yüz takınabileceğim öğrenmelidir. Fakat diğer yandan, tam da bu sebepten ötürü kâğıt oyunu bu denli ahlâk bozucudur, çünkü oyunun bütün amacı her türlü hile ve aldatmaya başvurarak başkasına ait olanı kazanmaktır. Ve oyun masalarından kapılan bu türden bir alışkanlık, ait olduğu yerden dışarı çıkıp günlük hayata karışır; ve günlük hayatın işlerinde bir insan yavaş yavaş artık öyle bir noktaya gelir ki, meumu (L. bana ait olanı) ve tuumn (L. sana ait olanı) hemen hemen kağıtlarla aynı şekilde görmeye ve sahip olduğu üstünlükler her ne ise onları, adaletin pençesi ensesine yapışmadığı sürece, en son noktaya kadar kullanması gerektiğini düşünmeye başlar. Kastettiğim kimselerin örneklerine, ticaret hayatında her gün rastlanır.

Şu halde bir insan kendi kendisini idrak ettiği, yahut kendisine malik olduğu için, boş vakit hayatın çiçeği, daha doğrusu meyvesi olduğuna göre, kendilerinde gerçek bir şeye sahip olanlar hakikaten mutludurlar. Fakat insanların çoğunun boş vaktinden ne elde edersiniz? Korkunç bir şekilde canı  bir insan… Dolayısıyla sevinelim aziz kardeşlerim, sevinelim ve sürür bulalım, çünkü biz köle kadının değil, özgür kadının çocuklarıyız.

Ayrıca, nasıl ki hiçbir ülke sadece birkaç kalem ithalata ihtiyaç duyan ya da hiç ihtiyaç duymayan bir ülke kadar müreffeh değilse, en mutlu insan da içindeki zenginliği kendisine yeterli olan ve varlığını idame ettirmek için dışarıdan ya çok az şeye ihtiyaç duyan veya hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insandır; çünkü ithal mallar pahalı şeylerdir, bağımlılığı açığa vururlar, tehlikeye sebebiyet verirler, s ıkıntı meydana getirirler ve sözün kısası yerli imalat için sefil birer ikamedirler. Hiç kimse başkalarından, ya da genel bir ifadeyle, dış dünyadan çok fazla beklenti içerisinde olmamalıdır. Bir insan tekinin bir başkası için ifade edebileceği şey, öyle çok büyük değildir: Neticede herkes yalnız kalır ve önemli olan şey yalnız kalanın kim olduğudur.

Burada genel bir doğrunun bir başka tatbikatıyla karşılaşırız ki, Goethe Dichtung und Wahrheit”ında (Şiir ve Hakikat, III. Kitap), şu şekilde dikkat çeker: Bir insan son tahlilde her şeyde kendisine başvurmalıdır; ya da Goldsmith’in The Traveller’da ifade ettiği biçimiyle:

Still to ourselves in every place consign ‘d Our own felicity we make or find.

Bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı insanın kendisidir. Bu ne kadar böyle ise de-bir insan mutluluğun kaynaklarını ne kadar kendisinde buluyorsa— o kadar daha fazla mutlu olacaktır. Dolayısıyla büyük bir hakikatle Aristoteles “Mutlu olmak kendi kendine yeter olmak demektir”5 der. Çünkü mutluluğun diğer bütün kaynakları doğaları bakımından en güvenilmez, kuşkulu, sallantılı, kısa ömürlü ve şansın elinde oyuncaktırlar; hatta en uygun koşullar altında bile kolaylıkla tükenebilirler; o kadar ki bu kaçınılmazdır, çünkü her zaman insanın erişim alanı içinde değillerdir. Ve yaşlılıkta, mutluluğun sözü edilen bu kaynaklan kaçınılmaz olarak kurur; aşk bizi o zaman terk eder ve nükte, seyahat arzusu, atlardan hoşlanma, toplumsal münasebetlere eğilim, dostlar ve akrabalar da ölümle elimizden alınır. O vakit bir insan her zamankinden daha fazla, kendisinde sahip olduğu şeye bağımlı hale gelir; çünkü ona en uzun bağlı kalacak, onu terk etmeyecek olan budur; ve hayatın herhangi bir döneminde mutluluğun tek hakiki ve uzun ömürlü kaynağıdır.

Dünyanın herhangi bir yerinde elde edilebilecek çok fazla bir şey yoktur. Dünya sefalet ve ıstırapla doludur; ve eğer bir insan bunlardan yakasını kurtarırsa, bilsin ki can sıkıntısı her köşe başında pusuda beklemektedir. Hatta daha da fazlası; genellikle galip gelen kötülüktür; gürültü ve şamatayla sesini en fazla duyuran budalalıktır. Talih insafsız ve acımasızdır ve insanlık acınacak durumdadır. Bunun gibi bir dünyada kendinde (içinde) zengin olan bir insan Noel zamanında aydınlık, sıcak, mutlu bir yuvadır; buna mukabil bundan yoksun olanlar karlarla kaplı soğuk bir aralık gecesidirler. Dolayısıyla yeryüzündeki en mutlu talih, fevkalade seyrek tesadüf edilen zengin bir kişiliğe ve daha da özelde iyi bir akıl donanımına sahip olmaktır; bu en mutlu talihtir, her ne kadar son kertede çok parlak olduğu söylenemese de.

İsveç Kraliçesi Christina’nın, henüz on dokuz yaşında iken, kendisine anlatılanların dışında tek bir denemesinden tanıdığı ve o zaman Hollanda’da yirmi yıldır en derin yalnızlık içerinde yaşamakta olan Descartes hakkında söylediği şu sözde, büyük bir bilgelik vardır: “M. Descartes diyordu Kraliçe, “insanların en mutlusudur ve benim için tamamen başka bir yöne sürükledi.

Burada üzerinde ısrarla durduğum hakikat, yani insanın mutluluğunun temel kaynağının deruni (insanın içinde) olduğu hakikati, Nikhomakhos’ a Etik inde Aristoteles’in en doğru müşahedesiyle teyit edilir9; şöyle ki her zevk peşinen onsuz var olamayacağı bir tür etkinliği, bir tür güç sarfiyatını gerektirir. Aristoteles’ in insanın mutluluğunun en yüksek melekelerin hiçbir engelle karşılaşmaksızın özgürce tatbikine dayandığı yolundaki öğretisi, Stobaeus’un Peri patetik felsefe için kaleme aldığı açıklamada da telaffuz edilir: Mutluluk, der, giriştiğiniz her şeyde muktedir ve muzaffer olmaktır:; ve muktedir (dinç ve zinde olmak anlamında Grekçe: Aretae) olmak ile her ne olursa olsun, herhangi bir şeyde hakimiyeti (ustalık ve maharet sahibi olmayı) kastettiğini açıklar10. Demek ki tabiatın insanı mücehhez kıldığı kuvvetlerin asli amacı onu her taraftan kuşatmış olan güçlüklere karşı mücadele etmesini sağlamaktır. Fakat eğer bu mücadele sona ererse, kullanmadığı güçleri onun için bir yük haline gelecektir; ve onun bunları işe koşması ve bunlarla oynaması —demek istediğim bunları, insan ıstırabının diğer kaynağından, artık açık ve korunmasız kaldığı ıstıraptan uzak durmanın dışında— herhangi bir amaç gözetmeksizin kullanması gerekecektir.

Can sıkıntısının en büyük kurbanları yüksek sınıflar, varlıklı insanlardır. Lucretius uzun zaman önce bunların içler acısı durumunu gözler önüne sermişti ve sunduğu tablonun hakikati bugün bile herhangi bir büyük şehrin hayatında tespit edilebilir: Burada zenginler can sıkıntısı peşlerini bırakmadığı için nadiren görkemli konaklarında durabilirler, fakat dışarıda kendilerini avutacak daha iyi bir şey bulamadıklarından yine de buralara dönerler; yahut olmadı sanki alevler içerisinde kalmışlar gibi koştura koştura sayfiyedeki konaklarına giderler; fakat can sıkıntısı burada da peşlerini bırakmadığı için çok geçmeden çaresiz geri dönerler ve uyku ile her şeyi unutmaya çalışırlar, olmadı alelacele yeniden şehir hayatına karışırlar.

Çev. M. Sırrı Erer