Akıllı insan her şeyden evvel ıstıraptan ve
tacizden azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti,
dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma
ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır ve böylelikle sözüm
ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra,
münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha
sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle: Her nereye dönseniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz, her tarafı her bir köşeyi doldurmuşlar, tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap, gıdasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otları da öyle. İnsanların zamanını, parasını, dikkatini –ki bunların meşru hak sahibi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir– gasp etmektedirler.
Dolayısıyla okumak söz konusu olduğunda nerede duracağını bilmek çok önemli bir şeydir. Geri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman zaman neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan herhangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak durmaktır denebilir, sözgelimi sebepsiz gürültü, şamata koparan, hatta yayın hayatına çıktıklarının ilk ve son yılında birkaç baskıya ulaşabilen, sonra da unutulup giden siyasi veya dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzerleri böyledir. Schopenhauer
Hayatta nasılsa edebiyatta da öyle: Her nereye dönseniz derhal kendinizi düzelmez, yola gelmez bir insan güruhuyla karşı karşıya buluyorsunuz, her tarafı her bir köşeyi doldurmuşlar, tıpkı yaz sinekleri gibi sürü halinde her yere doluşup her şeyi kirletiyorlar. Bir yığın berbat kitap, gıdasını buğday başaklarından alan ve sonunda onu boğup kurutan edebiyatın istilacı yabani otları da öyle. İnsanların zamanını, parasını, dikkatini –ki bunların meşru hak sahibi iyi kitaplar ve onların soylu hedefleridir– gasp etmektedirler.
Dolayısıyla okumak söz konusu olduğunda nerede duracağını bilmek çok önemli bir şeydir. Geri durulacak yeri kestirmedeki maharetin esası, zaman zaman neredeyse salgın halinde yaygın olarak okunan herhangi bir kitabı, sırf bu yüzden okumaktan ısrarla uzak durmaktır denebilir, sözgelimi sebepsiz gürültü, şamata koparan, hatta yayın hayatına çıktıklarının ilk ve son yılında birkaç baskıya ulaşabilen, sonra da unutulup giden siyasi veya dini risaleler, romanlar, şiirler ve benzerleri böyledir. Schopenhauer
İnsan mutluluğunun iki düşmanı, acı ve can sıkıntısıdır.
En genel gözlem, bize insan mutluluğunun iki temel düşmanının ıstırap ve can sıkıntısı olduğunu gösterir. Daha ileri gidip, birinden yakamızı sıyıracak kadar talihli olma ayrıcalığımızın düzeyinin bizi diğerine yaklaştırdığını söyleyebiliriz. Aslına bakılırsa hayatın bize sunduğu, bu ikisi arasında, az veya çok şiddetli bir salınımdır.
Bunun sebebi, bu iki kutuptan her birinin diğeri için çift yönlü, harici ya da nesnel, deruni ya da öznel bir çatışmayı içinde barındırmasıdır. İhtiyaç içerisinde bulunmak ve sefalet, ıstırap üretir; buna mukabil eğer bir insan sahip olması gerekenlerden daha fazlasına malikse can sıkıntısına duçar olur. Dolayısıyla aşağı sınıftakiler günlerini ihtiyaçları tedarik için sürekli bir mücadele ile, bir başka ifadeyle, ıstırapla geçirirken, yüksek sınıflar can sıkıntısıyla biteviye ve çok kere umutsuz bir savaş halindedirler. Deruni yahut öznel çatışma, kişide ıstıraba karşı duyarlılığın can sıkıntısına duyarlılıkla ters orantı içerisinde değiş meşinden kaynaklanır, çünkü duyarlılık, zihinsel güçle doğrudan orantılıdır. İzin verin açıklayayım:
Keskinlikten yoksun küt bir kafa kural olarak körelmiş duyarlılıklarla, hiçbir his yahut heyecanın etkileyemeyeceği bir ruh haliyle, sözün kısası, ne kadar büyük yahut korkunç olursa olsun, çok fazla acı ya da endişe hissetmeyen bir mizaçla birliktedir. Şimdi, zihinsel körlük yahut kütlüğün temelinde yatan şey ruh boşluğu (ya da bönlüğü)dur, ki bir sürü çehreye damgasını vurmuştur ve kendisini dış dünyadaki bütün önemsiz—lüzumsuz şeylere sürekli ve canlı bir dikkatle ele veren bir zihin durumudur Bu, can sıkıntısının gerçek kökenidir: Zihni ve ruhu kendilerini meşgul edecek bir şeye vermenin bir vesilesine sahip olmak için heyecandan sonra yeniden ve mütemadiyen arzulama.
İnsanların bu amaçla seçtikleri şeyler, başvurdukları sefil eğlencelerin, yarenlik ve sohbet bahsindeki genel telâkkilerinin ya da aynı şekilde kapı önlerinde yahut pencereden sarkarak dedikodu eden çok sayıda insanın gösterdiği gibi çok özel değildir. İnsanların yarenlik için hemcinslerinin, oyalayıcı şeylerin, eğlencenin, her türden lüzumsuz lüksün peşine düşmesi, esas itibariyle bu deruni ruhsal boşluk (bönlük) nedeniyledir, ki çoklarını savurganlığa ve sefalete sürükler. Hiçbir şey böyle bir sefalete karşı deruni zenginlik, ruh zenginliği kadar iyi bir koruma sağlamaz, çünkü o arttıkça sıkıntıya yer kalmaz.
Ve düşüncenin sonu gelmeyen etkinliği! O kendisinin ve tabiatın çok çeşitli fenomenlerinde her zaman üzerine eğilecek yeni malzemeler bulur ve her daim bunlarla ilgili yeni terkipler oluşturmaya hazır ve muktedirdir. İşte burada ruhu canlandırıp dinçleştirecek ve dinlenme anları hariç onu can sıkıntısının erişebileceği noktanın çok yukarısına yerleştirecek bir şey bulursunuz.
Fakat diğer taraftan bu yüksek zihin düzeyi, yüksek bir duyarlılık derecesinde, daha büyük irade kudretinde, daha büyük bir heyecanlılık durumunda kökleşir; ve bu niteliklerin birliğinden südur edecek olan, büyümüş bir his ve duygu kapasitesi, her türlü ruhi, hatta bedensel acıya genişlemiş bir duyarlılık, engellere karşı daha büyük bir sabırsızlık, müdahaleye karşı daha büyük gücenikliktir, ki bu eğilimlerin tümü —hayal gücünün zenginliğiyle, kabul edilemez nitelikte olan da dahil— düşüncenin bütün eriminin canlı karakteriyle daha da büyür. Değişik derecelerde bu, su katılmamış mankafa kimseden, gelmiş geçmiş en büyük dâhiye kadar, zihinsel gücün geniş yelpazesindeki her aşama için geçerlidir. Dolayısıyla gerek öznel gerekse nesnel bir zaviyeden, herhangi bir kimse insan hayatındaki bu ıstırap kaynaklarından birine ne kadar yakınsa diğerinden o kadar uzaktır. Ve dolayısıyla bir insanın tabii temayülü onu, nesnel dünyasını mümkün olduğu kadar öznel dünyası ile uyuşturmaya yönlendirecektir; bir başka ifadeyle, onu en ziyade açık olduğu ıstırap biçimine karşı en büyük önlemleri almaya sevk edecektir.
Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden (harici sıkıntıdan) azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır; haddi zatında başka insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur. Doğrudur, eğer zihnin niteliği nicelikle telafi edilebilseydi, bu insanların büyük dünyasında bile yaşama zahmetine değerdi; fakat şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.
Fakat yelpazenin diğer ucunda duran insan, ihtiyacın ani sancılarından kurtulur kurtulmaz, her ne pahasına olursa olsun eğlenmeye ve topluluğa karışmaya çabalar, karşılaştığı ilk kimseyle tanışmaya can atar ve bizatihi kendisi, en ziyade uzak durmaya çalıştığı şey haline gelir. Çünkü herkesin kendi yeterlilikleriyle karşı karşıya bırakıldığı yalnızlıkta, bir insanın kendinde sahip olduğu şey gün ışığına çıkar; allı pullu esvaplarının içerisinde budala sefil kişiliğinin yükü altında inim inim inler —ki bu asla üzerinden atamadığı bir yüktür— halbuki yetenekli insan canlandırıcı—şenlendirici düşünceleriyle tenha yerleri gözler.
Seneca, ahmaklığın kendi kendisinin yükü olduğunu bildirir: ömnis stultitia laboratfastidio sui. Çok doğru bir sözdür bu, ki “Bir ahmağın hayatı ölümden daha berbattır” diyen İsa ben Sirak’ ın sözüyle mukayese edilebilir. Ve kural olarak bir insanın zihni bakımdan sefil ve genel olarak bayağı olduğu derecede topluluğa karışabildiği teslim edilecektir. Çünkü bir insanın bu dünyadaki seçimi bir yandan yalnızlığın, diğer yandan bayağılığın ötesine çok fazla geçmez…
Beyin bir tür asalak bir uzuv, deyiş yerinde ise bedenle birlikte ikamet eden bir pansiyoner olarak kabul edilebilir ve boş zaman, yani insanın benliğini ya da ferdiyetini özgürce idrak etmek için sahip olduğu zaman, genellikle hayatın sadece çaba ve zahmetten ibaret kalan bölümünün meyvesi ya da ürünüdür. Fakat insanların çoğunun boş zamanı ne hâsıl eder: Can sıkıntısı ve budalalık; kuşkusuz bedensel zevklerin ya da budalalıkların peşinde koşulduğu zamanlar müstesna. Böyle bir küçücük boş zaman aralığının ne kadar kıymetli olduğu, onun harcanma tarzında yahut keyfiyetinde görülebilir ve Axiosto’nım dikkat çektiği gibi cahil insanların boş saatleri ne kadar acınaklıdır! uozio lungo d uomini ignoranti “
Sıradan insanlar sadece zamanlarını nasıl harcayacaklarım düşünürler; herhangi bir yeteneğe sahip insan onu kullanmaya çalışır. Sınırlı akla sahip insanların can sıkıntısına meyyal olmalarının nedeni, akıllarının mutlak manada iradenin sevk edici gücünün harekete geçirileceği (tatbik sahasına konulacağı) araçtan başka bir şey olmamasıdır; iradeyi harekete geçirecek özel bir şey olmadığında, atalet halinde kalır ve akıllan tatil eder, çünkü irade gibi o da, sahneye koyacağı harici bir şeye ihtiyaç duyar. Sonuç; bir insanın sahip olduğu güç her ne ise onun korkunç bir durgunluğu, tek kelimeyle can sıkıntısıdır.
Bu mutsuz hissiyata karşı koymak (onu etkisizleştirmek) için insanlar, uğraştıkları kısacık süre içerisinde haz veren lüzumsuz şeylerin peşinde koşup dururlar, böyle bir umutla iradeyi harekete geçirmek ve dolayısıyla zihni devingen hale getirmek için çabalarlar; çünkü iradenin bu saiklerini etkilemesi gereken sonuncusudur. Gerçek ve tabii saiklerle karşılaştırıldığında bunlar altın paraya kıyasla kâğıt paradan başka bir şey değildir; çünkü bunların değerleri sadece indi-keyfidir; kâğıt oyunları ve benzeri şeyler, ki münhasıran bu amaç için icat edilmişlerdir. Ve eğer yapılacak başka bir şey yoksa bir insan ya vakti israf edecek ya da şeytanın yat borusunu çalacaktır; yahut beynini çalıştırmak için bir sigara bunların yerine iyi bir ikame olabilir. Bu yüzdendir ki bütün ülkelerde insan topluluklarının temel uğraşı kâğıt oyunlarıdır ; verilen değerin çapı ve zahiri göstergeler düşüncenin iflâsının ilanıdır. İnsanlar, meşgul olacak düşünceleri olmadığı için kâğıtlarla uğraşırlar ve birbirlerinin paralarını kazanmaya çalışırlar. Budalalar!,
Fakat haksızlık etmek istemem; dolayısıyla izin verin kağıt oyunlarını savunmak için kesinlikle, bunun dünyaya ve iş hayatına bir hazırlık olduğunun söylenebileceğine işaret edeyim; çünkü bir kimse böylelikle tesadüfi ama değiştirilemez koşulları (bu durumda kâğıtlar) nasıl zekice kullanabileceğini ve bunlardan mümkün olduğu kadar kazançlı çıkmasını öğrenir ve bunu yapmak için bir insan bir miktar riyakarlık (iki yüzlülük) ve kötü bir işe nasıl iyi bir yüz takınabileceğim öğrenmelidir. Fakat diğer yandan, tam da bu sebepten ötürü kâğıt oyunu bu denli ahlâk bozucudur, çünkü oyunun bütün amacı her türlü hile ve aldatmaya başvurarak başkasına ait olanı kazanmaktır. Ve oyun masalarından kapılan bu türden bir alışkanlık, ait olduğu yerden dışarı çıkıp günlük hayata karışır; ve günlük hayatın işlerinde bir insan yavaş yavaş artık öyle bir noktaya gelir ki, meumu (L. bana ait olanı) ve tuumn (L. sana ait olanı) hemen hemen kağıtlarla aynı şekilde görmeye ve sahip olduğu üstünlükler her ne ise onları, adaletin pençesi ensesine yapışmadığı sürece, en son noktaya kadar kullanması gerektiğini düşünmeye başlar. Kastettiğim kimselerin örneklerine, ticaret hayatında her gün rastlanır.
Şu halde bir insan kendi kendisini idrak ettiği, yahut kendisine malik olduğu için, boş vakit hayatın çiçeği, daha doğrusu meyvesi olduğuna göre, kendilerinde gerçek bir şeye sahip olanlar hakikaten mutludurlar. Fakat insanların çoğunun boş vaktinden ne elde edersiniz? Korkunç bir şekilde canı bir insan… Dolayısıyla sevinelim aziz kardeşlerim, sevinelim ve sürür bulalım, çünkü biz köle kadının değil, özgür kadının çocuklarıyız.
Ayrıca, nasıl ki hiçbir ülke sadece birkaç kalem ithalata ihtiyaç duyan ya da hiç ihtiyaç duymayan bir ülke kadar müreffeh değilse, en mutlu insan da içindeki zenginliği kendisine yeterli olan ve varlığını idame ettirmek için dışarıdan ya çok az şeye ihtiyaç duyan veya hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insandır; çünkü ithal mallar pahalı şeylerdir, bağımlılığı açığa vururlar, tehlikeye sebebiyet verirler, s ıkıntı meydana getirirler ve sözün kısası yerli imalat için sefil birer ikamedirler. Hiç kimse başkalarından, ya da genel bir ifadeyle, dış dünyadan çok fazla beklenti içerisinde olmamalıdır. Bir insan tekinin bir başkası için ifade edebileceği şey, öyle çok büyük değildir: Neticede herkes yalnız kalır ve önemli olan şey yalnız kalanın kim olduğudur.
Burada genel bir doğrunun bir başka tatbikatıyla karşılaşırız ki, Goethe Dichtung und Wahrheit”ında (Şiir ve Hakikat, III. Kitap), şu şekilde dikkat çeker: Bir insan son tahlilde her şeyde kendisine başvurmalıdır; ya da Goldsmith’in The Traveller’da ifade ettiği biçimiyle:
Still to ourselves in every place consign ‘d Our own felicity we make or find.
Bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı insanın kendisidir. Bu ne kadar böyle ise de-bir insan mutluluğun kaynaklarını ne kadar kendisinde buluyorsa— o kadar daha fazla mutlu olacaktır. Dolayısıyla büyük bir hakikatle Aristoteles “Mutlu olmak kendi kendine yeter olmak demektir”5 der. Çünkü mutluluğun diğer bütün kaynakları doğaları bakımından en güvenilmez, kuşkulu, sallantılı, kısa ömürlü ve şansın elinde oyuncaktırlar; hatta en uygun koşullar altında bile kolaylıkla tükenebilirler; o kadar ki bu kaçınılmazdır, çünkü her zaman insanın erişim alanı içinde değillerdir. Ve yaşlılıkta, mutluluğun sözü edilen bu kaynaklan kaçınılmaz olarak kurur; aşk bizi o zaman terk eder ve nükte, seyahat arzusu, atlardan hoşlanma, toplumsal münasebetlere eğilim, dostlar ve akrabalar da ölümle elimizden alınır. O vakit bir insan her zamankinden daha fazla, kendisinde sahip olduğu şeye bağımlı hale gelir; çünkü ona en uzun bağlı kalacak, onu terk etmeyecek olan budur; ve hayatın herhangi bir döneminde mutluluğun tek hakiki ve uzun ömürlü kaynağıdır.
Dünyanın herhangi bir yerinde elde edilebilecek çok fazla bir şey yoktur. Dünya sefalet ve ıstırapla doludur; ve eğer bir insan bunlardan yakasını kurtarırsa, bilsin ki can sıkıntısı her köşe başında pusuda beklemektedir. Hatta daha da fazlası; genellikle galip gelen kötülüktür; gürültü ve şamatayla sesini en fazla duyuran budalalıktır. Talih insafsız ve acımasızdır ve insanlık acınacak durumdadır. Bunun gibi bir dünyada kendinde (içinde) zengin olan bir insan Noel zamanında aydınlık, sıcak, mutlu bir yuvadır; buna mukabil bundan yoksun olanlar karlarla kaplı soğuk bir aralık gecesidirler. Dolayısıyla yeryüzündeki en mutlu talih, fevkalade seyrek tesadüf edilen zengin bir kişiliğe ve daha da özelde iyi bir akıl donanımına sahip olmaktır; bu en mutlu talihtir, her ne kadar son kertede çok parlak olduğu söylenemese de.
İsveç Kraliçesi Christina’nın, henüz on dokuz yaşında iken, kendisine anlatılanların dışında tek bir denemesinden tanıdığı ve o zaman Hollanda’da yirmi yıldır en derin yalnızlık içerinde yaşamakta olan Descartes hakkında söylediği şu sözde, büyük bir bilgelik vardır: “M. Descartes diyordu Kraliçe, “insanların en mutlusudur ve benim için tamamen başka bir yöne sürükledi.
Burada üzerinde ısrarla durduğum hakikat, yani insanın mutluluğunun temel kaynağının deruni (insanın içinde) olduğu hakikati, Nikhomakhos’ a Etik inde Aristoteles’in en doğru müşahedesiyle teyit edilir9; şöyle ki her zevk peşinen onsuz var olamayacağı bir tür etkinliği, bir tür güç sarfiyatını gerektirir. Aristoteles’ in insanın mutluluğunun en yüksek melekelerin hiçbir engelle karşılaşmaksızın özgürce tatbikine dayandığı yolundaki öğretisi, Stobaeus’un Peri patetik felsefe için kaleme aldığı açıklamada da telaffuz edilir: Mutluluk, der, giriştiğiniz her şeyde muktedir ve muzaffer olmaktır:; ve muktedir (dinç ve zinde olmak anlamında Grekçe: Aretae) olmak ile her ne olursa olsun, herhangi bir şeyde hakimiyeti (ustalık ve maharet sahibi olmayı) kastettiğini açıklar10. Demek ki tabiatın insanı mücehhez kıldığı kuvvetlerin asli amacı onu her taraftan kuşatmış olan güçlüklere karşı mücadele etmesini sağlamaktır. Fakat eğer bu mücadele sona ererse, kullanmadığı güçleri onun için bir yük haline gelecektir; ve onun bunları işe koşması ve bunlarla oynaması —demek istediğim bunları, insan ıstırabının diğer kaynağından, artık açık ve korunmasız kaldığı ıstıraptan uzak durmanın dışında— herhangi bir amaç gözetmeksizin kullanması gerekecektir.
Can sıkıntısının en büyük kurbanları yüksek sınıflar, varlıklı insanlardır. Lucretius uzun zaman önce bunların içler acısı durumunu gözler önüne sermişti ve sunduğu tablonun hakikati bugün bile herhangi bir büyük şehrin hayatında tespit edilebilir: Burada zenginler can sıkıntısı peşlerini bırakmadığı için nadiren görkemli konaklarında durabilirler, fakat dışarıda kendilerini avutacak daha iyi bir şey bulamadıklarından yine de buralara dönerler; yahut olmadı sanki alevler içerisinde kalmışlar gibi koştura koştura sayfiyedeki konaklarına giderler; fakat can sıkıntısı burada da peşlerini bırakmadığı için çok geçmeden çaresiz geri dönerler ve uyku ile her şeyi unutmaya çalışırlar, olmadı alelacele yeniden şehir hayatına karışırlar.
Bunun sebebi, bu iki kutuptan her birinin diğeri için çift yönlü, harici ya da nesnel, deruni ya da öznel bir çatışmayı içinde barındırmasıdır. İhtiyaç içerisinde bulunmak ve sefalet, ıstırap üretir; buna mukabil eğer bir insan sahip olması gerekenlerden daha fazlasına malikse can sıkıntısına duçar olur. Dolayısıyla aşağı sınıftakiler günlerini ihtiyaçları tedarik için sürekli bir mücadele ile, bir başka ifadeyle, ıstırapla geçirirken, yüksek sınıflar can sıkıntısıyla biteviye ve çok kere umutsuz bir savaş halindedirler. Deruni yahut öznel çatışma, kişide ıstıraba karşı duyarlılığın can sıkıntısına duyarlılıkla ters orantı içerisinde değiş meşinden kaynaklanır, çünkü duyarlılık, zihinsel güçle doğrudan orantılıdır. İzin verin açıklayayım:
Keskinlikten yoksun küt bir kafa kural olarak körelmiş duyarlılıklarla, hiçbir his yahut heyecanın etkileyemeyeceği bir ruh haliyle, sözün kısası, ne kadar büyük yahut korkunç olursa olsun, çok fazla acı ya da endişe hissetmeyen bir mizaçla birliktedir. Şimdi, zihinsel körlük yahut kütlüğün temelinde yatan şey ruh boşluğu (ya da bönlüğü)dur, ki bir sürü çehreye damgasını vurmuştur ve kendisini dış dünyadaki bütün önemsiz—lüzumsuz şeylere sürekli ve canlı bir dikkatle ele veren bir zihin durumudur Bu, can sıkıntısının gerçek kökenidir: Zihni ve ruhu kendilerini meşgul edecek bir şeye vermenin bir vesilesine sahip olmak için heyecandan sonra yeniden ve mütemadiyen arzulama.
İnsanların bu amaçla seçtikleri şeyler, başvurdukları sefil eğlencelerin, yarenlik ve sohbet bahsindeki genel telâkkilerinin ya da aynı şekilde kapı önlerinde yahut pencereden sarkarak dedikodu eden çok sayıda insanın gösterdiği gibi çok özel değildir. İnsanların yarenlik için hemcinslerinin, oyalayıcı şeylerin, eğlencenin, her türden lüzumsuz lüksün peşine düşmesi, esas itibariyle bu deruni ruhsal boşluk (bönlük) nedeniyledir, ki çoklarını savurganlığa ve sefalete sürükler. Hiçbir şey böyle bir sefalete karşı deruni zenginlik, ruh zenginliği kadar iyi bir koruma sağlamaz, çünkü o arttıkça sıkıntıya yer kalmaz.
Ve düşüncenin sonu gelmeyen etkinliği! O kendisinin ve tabiatın çok çeşitli fenomenlerinde her zaman üzerine eğilecek yeni malzemeler bulur ve her daim bunlarla ilgili yeni terkipler oluşturmaya hazır ve muktedirdir. İşte burada ruhu canlandırıp dinçleştirecek ve dinlenme anları hariç onu can sıkıntısının erişebileceği noktanın çok yukarısına yerleştirecek bir şey bulursunuz.
Fakat diğer taraftan bu yüksek zihin düzeyi, yüksek bir duyarlılık derecesinde, daha büyük irade kudretinde, daha büyük bir heyecanlılık durumunda kökleşir; ve bu niteliklerin birliğinden südur edecek olan, büyümüş bir his ve duygu kapasitesi, her türlü ruhi, hatta bedensel acıya genişlemiş bir duyarlılık, engellere karşı daha büyük bir sabırsızlık, müdahaleye karşı daha büyük gücenikliktir, ki bu eğilimlerin tümü —hayal gücünün zenginliğiyle, kabul edilemez nitelikte olan da dahil— düşüncenin bütün eriminin canlı karakteriyle daha da büyür. Değişik derecelerde bu, su katılmamış mankafa kimseden, gelmiş geçmiş en büyük dâhiye kadar, zihinsel gücün geniş yelpazesindeki her aşama için geçerlidir. Dolayısıyla gerek öznel gerekse nesnel bir zaviyeden, herhangi bir kimse insan hayatındaki bu ıstırap kaynaklarından birine ne kadar yakınsa diğerinden o kadar uzaktır. Ve dolayısıyla bir insanın tabii temayülü onu, nesnel dünyasını mümkün olduğu kadar öznel dünyası ile uyuşturmaya yönlendirecektir; bir başka ifadeyle, onu en ziyade açık olduğu ıstırap biçimine karşı en büyük önlemleri almaya sevk edecektir.
Akıllı adam her şeyden evvel ıstıraptan ve tacizden (harici sıkıntıdan) azade olmak için çabalayacak, sessizliği ve boş vakti, dolayısıyla mümkün olan en az sayıda beklenmedik ve tehlikeli karşılaşma ile birlikte sakin, mütevazı bir hayatı arayacaktır; ve böylelikle sözüm ona hemcinsleriyle çok az bir ortak tecrübeyi paylaştıktan sonra, münzeviyane bir hayatı tercih edecektir, hatta eğer büyük bir ruha sahipse büsbütün yalnızlığı seçecektir.
Çünkü bir insan ne kadar kendi kendisine yeterse, başka insanlara o denli daha az gereksinim duyacaktır; haddi zatında başka insanlar da ona o kadar az tahammül edebilecektir. Yüksek bir zihin düzeyinin bir insanı toplum dışına itebilmesinin nedeni budur. Doğrudur, eğer zihnin niteliği nicelikle telafi edilebilseydi, bu insanların büyük dünyasında bile yaşama zahmetine değerdi; fakat şükür ki yüz tane ahmak bir araya gelse bir tane akıllı adam etmez.
Fakat yelpazenin diğer ucunda duran insan, ihtiyacın ani sancılarından kurtulur kurtulmaz, her ne pahasına olursa olsun eğlenmeye ve topluluğa karışmaya çabalar, karşılaştığı ilk kimseyle tanışmaya can atar ve bizatihi kendisi, en ziyade uzak durmaya çalıştığı şey haline gelir. Çünkü herkesin kendi yeterlilikleriyle karşı karşıya bırakıldığı yalnızlıkta, bir insanın kendinde sahip olduğu şey gün ışığına çıkar; allı pullu esvaplarının içerisinde budala sefil kişiliğinin yükü altında inim inim inler —ki bu asla üzerinden atamadığı bir yüktür— halbuki yetenekli insan canlandırıcı—şenlendirici düşünceleriyle tenha yerleri gözler.
Seneca, ahmaklığın kendi kendisinin yükü olduğunu bildirir: ömnis stultitia laboratfastidio sui. Çok doğru bir sözdür bu, ki “Bir ahmağın hayatı ölümden daha berbattır” diyen İsa ben Sirak’ ın sözüyle mukayese edilebilir. Ve kural olarak bir insanın zihni bakımdan sefil ve genel olarak bayağı olduğu derecede topluluğa karışabildiği teslim edilecektir. Çünkü bir insanın bu dünyadaki seçimi bir yandan yalnızlığın, diğer yandan bayağılığın ötesine çok fazla geçmez…
Beyin bir tür asalak bir uzuv, deyiş yerinde ise bedenle birlikte ikamet eden bir pansiyoner olarak kabul edilebilir ve boş zaman, yani insanın benliğini ya da ferdiyetini özgürce idrak etmek için sahip olduğu zaman, genellikle hayatın sadece çaba ve zahmetten ibaret kalan bölümünün meyvesi ya da ürünüdür. Fakat insanların çoğunun boş zamanı ne hâsıl eder: Can sıkıntısı ve budalalık; kuşkusuz bedensel zevklerin ya da budalalıkların peşinde koşulduğu zamanlar müstesna. Böyle bir küçücük boş zaman aralığının ne kadar kıymetli olduğu, onun harcanma tarzında yahut keyfiyetinde görülebilir ve Axiosto’nım dikkat çektiği gibi cahil insanların boş saatleri ne kadar acınaklıdır! uozio lungo d uomini ignoranti “
Sıradan insanlar sadece zamanlarını nasıl harcayacaklarım düşünürler; herhangi bir yeteneğe sahip insan onu kullanmaya çalışır. Sınırlı akla sahip insanların can sıkıntısına meyyal olmalarının nedeni, akıllarının mutlak manada iradenin sevk edici gücünün harekete geçirileceği (tatbik sahasına konulacağı) araçtan başka bir şey olmamasıdır; iradeyi harekete geçirecek özel bir şey olmadığında, atalet halinde kalır ve akıllan tatil eder, çünkü irade gibi o da, sahneye koyacağı harici bir şeye ihtiyaç duyar. Sonuç; bir insanın sahip olduğu güç her ne ise onun korkunç bir durgunluğu, tek kelimeyle can sıkıntısıdır.
Bu mutsuz hissiyata karşı koymak (onu etkisizleştirmek) için insanlar, uğraştıkları kısacık süre içerisinde haz veren lüzumsuz şeylerin peşinde koşup dururlar, böyle bir umutla iradeyi harekete geçirmek ve dolayısıyla zihni devingen hale getirmek için çabalarlar; çünkü iradenin bu saiklerini etkilemesi gereken sonuncusudur. Gerçek ve tabii saiklerle karşılaştırıldığında bunlar altın paraya kıyasla kâğıt paradan başka bir şey değildir; çünkü bunların değerleri sadece indi-keyfidir; kâğıt oyunları ve benzeri şeyler, ki münhasıran bu amaç için icat edilmişlerdir. Ve eğer yapılacak başka bir şey yoksa bir insan ya vakti israf edecek ya da şeytanın yat borusunu çalacaktır; yahut beynini çalıştırmak için bir sigara bunların yerine iyi bir ikame olabilir. Bu yüzdendir ki bütün ülkelerde insan topluluklarının temel uğraşı kâğıt oyunlarıdır ; verilen değerin çapı ve zahiri göstergeler düşüncenin iflâsının ilanıdır. İnsanlar, meşgul olacak düşünceleri olmadığı için kâğıtlarla uğraşırlar ve birbirlerinin paralarını kazanmaya çalışırlar. Budalalar!,
Fakat haksızlık etmek istemem; dolayısıyla izin verin kağıt oyunlarını savunmak için kesinlikle, bunun dünyaya ve iş hayatına bir hazırlık olduğunun söylenebileceğine işaret edeyim; çünkü bir kimse böylelikle tesadüfi ama değiştirilemez koşulları (bu durumda kâğıtlar) nasıl zekice kullanabileceğini ve bunlardan mümkün olduğu kadar kazançlı çıkmasını öğrenir ve bunu yapmak için bir insan bir miktar riyakarlık (iki yüzlülük) ve kötü bir işe nasıl iyi bir yüz takınabileceğim öğrenmelidir. Fakat diğer yandan, tam da bu sebepten ötürü kâğıt oyunu bu denli ahlâk bozucudur, çünkü oyunun bütün amacı her türlü hile ve aldatmaya başvurarak başkasına ait olanı kazanmaktır. Ve oyun masalarından kapılan bu türden bir alışkanlık, ait olduğu yerden dışarı çıkıp günlük hayata karışır; ve günlük hayatın işlerinde bir insan yavaş yavaş artık öyle bir noktaya gelir ki, meumu (L. bana ait olanı) ve tuumn (L. sana ait olanı) hemen hemen kağıtlarla aynı şekilde görmeye ve sahip olduğu üstünlükler her ne ise onları, adaletin pençesi ensesine yapışmadığı sürece, en son noktaya kadar kullanması gerektiğini düşünmeye başlar. Kastettiğim kimselerin örneklerine, ticaret hayatında her gün rastlanır.
Şu halde bir insan kendi kendisini idrak ettiği, yahut kendisine malik olduğu için, boş vakit hayatın çiçeği, daha doğrusu meyvesi olduğuna göre, kendilerinde gerçek bir şeye sahip olanlar hakikaten mutludurlar. Fakat insanların çoğunun boş vaktinden ne elde edersiniz? Korkunç bir şekilde canı bir insan… Dolayısıyla sevinelim aziz kardeşlerim, sevinelim ve sürür bulalım, çünkü biz köle kadının değil, özgür kadının çocuklarıyız.
Ayrıca, nasıl ki hiçbir ülke sadece birkaç kalem ithalata ihtiyaç duyan ya da hiç ihtiyaç duymayan bir ülke kadar müreffeh değilse, en mutlu insan da içindeki zenginliği kendisine yeterli olan ve varlığını idame ettirmek için dışarıdan ya çok az şeye ihtiyaç duyan veya hiçbir şeye ihtiyaç duymayan insandır; çünkü ithal mallar pahalı şeylerdir, bağımlılığı açığa vururlar, tehlikeye sebebiyet verirler, s ıkıntı meydana getirirler ve sözün kısası yerli imalat için sefil birer ikamedirler. Hiç kimse başkalarından, ya da genel bir ifadeyle, dış dünyadan çok fazla beklenti içerisinde olmamalıdır. Bir insan tekinin bir başkası için ifade edebileceği şey, öyle çok büyük değildir: Neticede herkes yalnız kalır ve önemli olan şey yalnız kalanın kim olduğudur.
Burada genel bir doğrunun bir başka tatbikatıyla karşılaşırız ki, Goethe Dichtung und Wahrheit”ında (Şiir ve Hakikat, III. Kitap), şu şekilde dikkat çeker: Bir insan son tahlilde her şeyde kendisine başvurmalıdır; ya da Goldsmith’in The Traveller’da ifade ettiği biçimiyle:
Still to ourselves in every place consign ‘d Our own felicity we make or find.
Bir insanın olabileceği ya da başarabileceği en iyi ve en büyük şeyin kaynağı insanın kendisidir. Bu ne kadar böyle ise de-bir insan mutluluğun kaynaklarını ne kadar kendisinde buluyorsa— o kadar daha fazla mutlu olacaktır. Dolayısıyla büyük bir hakikatle Aristoteles “Mutlu olmak kendi kendine yeter olmak demektir”5 der. Çünkü mutluluğun diğer bütün kaynakları doğaları bakımından en güvenilmez, kuşkulu, sallantılı, kısa ömürlü ve şansın elinde oyuncaktırlar; hatta en uygun koşullar altında bile kolaylıkla tükenebilirler; o kadar ki bu kaçınılmazdır, çünkü her zaman insanın erişim alanı içinde değillerdir. Ve yaşlılıkta, mutluluğun sözü edilen bu kaynaklan kaçınılmaz olarak kurur; aşk bizi o zaman terk eder ve nükte, seyahat arzusu, atlardan hoşlanma, toplumsal münasebetlere eğilim, dostlar ve akrabalar da ölümle elimizden alınır. O vakit bir insan her zamankinden daha fazla, kendisinde sahip olduğu şeye bağımlı hale gelir; çünkü ona en uzun bağlı kalacak, onu terk etmeyecek olan budur; ve hayatın herhangi bir döneminde mutluluğun tek hakiki ve uzun ömürlü kaynağıdır.
Dünyanın herhangi bir yerinde elde edilebilecek çok fazla bir şey yoktur. Dünya sefalet ve ıstırapla doludur; ve eğer bir insan bunlardan yakasını kurtarırsa, bilsin ki can sıkıntısı her köşe başında pusuda beklemektedir. Hatta daha da fazlası; genellikle galip gelen kötülüktür; gürültü ve şamatayla sesini en fazla duyuran budalalıktır. Talih insafsız ve acımasızdır ve insanlık acınacak durumdadır. Bunun gibi bir dünyada kendinde (içinde) zengin olan bir insan Noel zamanında aydınlık, sıcak, mutlu bir yuvadır; buna mukabil bundan yoksun olanlar karlarla kaplı soğuk bir aralık gecesidirler. Dolayısıyla yeryüzündeki en mutlu talih, fevkalade seyrek tesadüf edilen zengin bir kişiliğe ve daha da özelde iyi bir akıl donanımına sahip olmaktır; bu en mutlu talihtir, her ne kadar son kertede çok parlak olduğu söylenemese de.
İsveç Kraliçesi Christina’nın, henüz on dokuz yaşında iken, kendisine anlatılanların dışında tek bir denemesinden tanıdığı ve o zaman Hollanda’da yirmi yıldır en derin yalnızlık içerinde yaşamakta olan Descartes hakkında söylediği şu sözde, büyük bir bilgelik vardır: “M. Descartes diyordu Kraliçe, “insanların en mutlusudur ve benim için tamamen başka bir yöne sürükledi.
Burada üzerinde ısrarla durduğum hakikat, yani insanın mutluluğunun temel kaynağının deruni (insanın içinde) olduğu hakikati, Nikhomakhos’ a Etik inde Aristoteles’in en doğru müşahedesiyle teyit edilir9; şöyle ki her zevk peşinen onsuz var olamayacağı bir tür etkinliği, bir tür güç sarfiyatını gerektirir. Aristoteles’ in insanın mutluluğunun en yüksek melekelerin hiçbir engelle karşılaşmaksızın özgürce tatbikine dayandığı yolundaki öğretisi, Stobaeus’un Peri patetik felsefe için kaleme aldığı açıklamada da telaffuz edilir: Mutluluk, der, giriştiğiniz her şeyde muktedir ve muzaffer olmaktır:; ve muktedir (dinç ve zinde olmak anlamında Grekçe: Aretae) olmak ile her ne olursa olsun, herhangi bir şeyde hakimiyeti (ustalık ve maharet sahibi olmayı) kastettiğini açıklar10. Demek ki tabiatın insanı mücehhez kıldığı kuvvetlerin asli amacı onu her taraftan kuşatmış olan güçlüklere karşı mücadele etmesini sağlamaktır. Fakat eğer bu mücadele sona ererse, kullanmadığı güçleri onun için bir yük haline gelecektir; ve onun bunları işe koşması ve bunlarla oynaması —demek istediğim bunları, insan ıstırabının diğer kaynağından, artık açık ve korunmasız kaldığı ıstıraptan uzak durmanın dışında— herhangi bir amaç gözetmeksizin kullanması gerekecektir.
Can sıkıntısının en büyük kurbanları yüksek sınıflar, varlıklı insanlardır. Lucretius uzun zaman önce bunların içler acısı durumunu gözler önüne sermişti ve sunduğu tablonun hakikati bugün bile herhangi bir büyük şehrin hayatında tespit edilebilir: Burada zenginler can sıkıntısı peşlerini bırakmadığı için nadiren görkemli konaklarında durabilirler, fakat dışarıda kendilerini avutacak daha iyi bir şey bulamadıklarından yine de buralara dönerler; yahut olmadı sanki alevler içerisinde kalmışlar gibi koştura koştura sayfiyedeki konaklarına giderler; fakat can sıkıntısı burada da peşlerini bırakmadığı için çok geçmeden çaresiz geri dönerler ve uyku ile her şeyi unutmaya çalışırlar, olmadı alelacele yeniden şehir hayatına karışırlar.
Çev. M. Sırrı Erer