25 Haziran 2021

Kazım Koyuncu " Bir Şey Ürettim Ben "

   

Birbirimizi anlamamız için, aynı dili konuşmamıza gerek yok, ezildikten sonra, hepimiz aynı şarabız...”
“Ben bir müzisyenim, ondan sonra biraz Karadenizliyim ama hepsinin ötesinde ben bir devrimciyim. Ve gerçekten doğru bildiğim bir şeyi en azından çok zorlanırsam ortaya koymaktan çekinmem...”
“Devrimi düşlüyorsan ona göre yaşarsın. Yürüyüşün farklı olur. Bakkala, manava başka türlü davranırsın. Bunun için sana kimse puan yazmaz tabii; ama anlarlar. Orada birisi farklı yürüyordur...”

 
“Beni radyasyon değil, Türkiye’deki sistem kanser etti...”
“Sizin için ucuz olan nükleer enerji değil, insan hayatıdır...”
“O çayı içen biri geri zekâlıdır... Ben kendi zekâmla ve felsefemle ölümü, hayatı uzatabilirim, kısaltabilirim, her şeyi yapabilirim. Peki benim köyümdekiler, anasının kuzusu çocuklar, 16 yaşındaki kız o neyi düşünsün, hangi felsefeyi düşünsün? Onun annesi hangi felsefeyle acısını yumuşatsın? Sen kimsin, o acıları onlara tattırabiliyorsun? Bu ülkenin politikacılara, yalancılara ihtiyacı yok. Kendi onuruna sahip çıkmış, kendi kişiliğine sahip çıkmış hâline ihtiyacı var...”
“Savaşın ne kadar kötü bir şey olduğunu anlamak için savaşmak zorunda değiliz...” 

“Kürdüm dedim hadi lan bölücü dediler!
Laz’ım dedim hadi lan devşirme Rum dediler!
Çerkez’im dedim hain Ethem’in torunları dediler!
Alevîyim dedim dinsiz Kızılbaş dediler!
Êzîdîyim dedim Yezidin pis soyu dediler!

Arabım dedim pis yobazlar dediler!


Ben dedikçe onlar da bir şey dediler; İnsanım diyecektim ama insanlığa ait her şeyi yok ettiler...”
“Bir şey ürettim ben, üç beş kişilik değil, sevgi denen şey herhâlde. Bütün dünyanın, bütün toprakları hepimizindir. Bütün şarkılar, dünyadaki tüm insanlarındır, tüm topraklar da memleketimizdir. Şimdiye kadar verdiğim bütün mücadele ve rahatsızlık için kimseden özür dilemiyorum ve yaptığım her şeyden de gurur duyuyorum. Bundan sonra da hayatım ve sağlığım nereye giderse gitsin daha da gıcık, illet, muhalif, deli bir herif olmaya devam edeceğim,”

  

Cinselliğin Tarihi - Michel Foucault

 

Hiç tereddütsüz 20. yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olarak görülebilir Michel Foucault. Onun önemi, her şeyden önce, çağdaş Batı felsefesinde tarihdışı niteliğe sahip olduğu kabul edilen "özne" kavramını tarihselleştirme çabasından kaynaklanır. Düşünür, başta elinizdeki kitap olmak üzere birçok çalışmasında öznenin bir felsefi kategori olarak kuruluşuna dair kışkırtıcı sorular ortaya atar: "Özne" dediğimiz şey tarihsel süreç içinde nasıl kurulmuştur? Bu kuruluş sürecini hangi söylemsel çerçeveler, hangi bilgi/iktidar mekanizmaları, hangi hakikat oyunları kuşatır? Bireyselleştikçe, yani kendimizi eylemlerimizin birer "özne"si olarak gördükçe özgürleştiğimiz düşüncesini hangi devasa tertibatlar ayakta tutar?

Cinselliğin Tarihi, kariyeri boyunca akıl hastalığının, tıbbın ve hapishanenin tarihi üzerine kafa yoran Foucault'nun son çalışması olur. Ona göre cinsellik, baskıcı bir iktidarın altında özgürleşme mücadelesi veren doğal bir güdü değil, yeni bir iktidar biçiminin işleyişinde merkezi konumda bulunan bir tertibattır. Bu tertibat, kendimizi birer "özne" olarak kurmamızda vazgeçilmez işlevler yüklenir; seks etkinliğimizin bizdeki en "doğal", en "temel", dolayısıyla da en "öznel" boyut olduğunu tekrar tekrar anımsatır. Bu tertibata göre, bir "özne" olarak kendimizi tanımak istiyorsak, cinsellik denen şey üzerine kafa yormamız, onu alabildiğine anlaşılır kılmamız, söyleme dökmemiz ve ne olduğumuzu ona sormamız gerekmektedir. Ancak, der Foucault, söz konusu tertibat, içimizdeki o meçhul "otantik benliği" açığa çıkardığına inandığımız ölçüde bizimle bütünleşir, görünmez hale gelir ve elimizden kaçar.

Bu noktada, elinizdeki çalışmanın başta siyaset felsefesi olmak üzere sosyal bilimlerin tüm alanlarında çığır açan özelliği ortaya çıkar: Cinsellik sorunuyla birlikte ortaya atılan, her şeyden önce bir iktidar sorunudur. Ancak bu sorunu doğru anlayabilmek için de, Batı'daki klasik siyaset düşüncesinin yüzyıllardır kabul ettiği "baskıcı iktidar" düşüncesini bir kenara bırakmak, yepyeni bir iktidar kuramı geliştirmek; özgürleşmeye alternatif olarak kendini yaratmayı, arzunun özgürleşmesi yerine zevki yoğunlaştırmayı öne çıkarmak gerekir. İşte elinizdeki kitap, bu yeni iktidar kuramının ortaya atıldığı en önemli metinlerden biridir. Bütün ilişkilerde içkin olarak mevcut olan, yukarıdan değil aşağıdan gelen, sadece yok etmeyip aynı zamanda da üreten ve yeni direniş olanaklarını da beraberinde getiren bu yeni iktidar biçimi, en parlak ifadesini bu metinde bulur. Yazık ki tamamlanmamış bu çalışmanın, sadece olağanüstü bir tarih çalışması değil, aynı zamanda sosyal bilimleri derinden sarsan bir felsefe metni olduğunu unutmamak gerekir.

Burma Günleri - George Orwell

 "Bu ülkede bulunmamızın, hırsızlıktan başka bir nedeni olduğunu söyleyebilir misiniz? Bu öylesine kolay ki. İngiltere'nin memuru, Burmalı'nın kollarını tutar, tüccar da adamın ceplerini boşaltır. Britanya İmparatorluğu, İngilizlerin, daha doğrusu Yahudi ve İskoç çetelerinin ticaret tekelleri kurmalarını sağlayan bir aracıdan başka bir şey değildir."
Bu sözler, George Orwell'in Burma'daki İngiliz sömürgeciliğine bakış açısını yansıtıyor. Kendisi de Burma'da görev yapmış olan Orwell, en başarılı yapıtı olarak tanımlanan Burma Günleri'nde, İngilizlerin bu sömürgedeki yaşamını ve yaptıklarını, yerli işbirlikçileri ve fırsatçıları, yerli halka insanca yaklaşarak İmparatorluğun tutumuna karşı çıkanları, aşk, nefret, tutku çemberinde destansı bir anlatımla ele alıyor. Burma Günleri, ilk kez 1934 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde yayınlandı. Kitap ve yazarı hakkında herhangi bir dava açılmayınca, ertesi yıl İngiltere'de de basıldı. Ama sömürgecilik dönemi sona erinceye kadar kitabın Hindistan ve Burma'da satılması yasaklandı ve okuyanlar hakkında yasal işlemler yapıldı. Burma Günleri, İngiltere'nin, üzerinde güneş batmayan bir imparatorluk olduğu dönemdeki politik ve sosyal yaklaşımını göz önüne sererken, romandaki karakterlerin işlenmesindeki ayrıntılı ustalıkla da Orwell'in başarısını pekiştirdi.
 

İsmail Hakkı Tonguç "İnsanoğlunun kazanacağı en büyük zafer korkuları yenmesiyle elde edeceği zaferdir."

 


Günlerin Köpüğü - Boris Vian

Hayatta önemli olan, herşey hakkında önyargıya varabilmektir. Çünkü, görüldüğü gibi topluluklar haksız ve kişiler her zaman haklıdır. Herhangi bir yaşama kuralı çıkarmamalı bundan: Kurallar deyim şekline dönüşmeden bile bağlanabilecek güçte olmalıdır. Varolan iki şeydir aslında: Biri her şekilde ve bütün kızlarla sevişmek, öteki de New Orleans ya da Duke Ellington'un müziği. Geri kalan herşey kaybolmalıdır. Çünkü geri kalan herşey çirkindir ve şu birkaç sayfa bunu doğrulamak için yazılmıştır. Güçlüdür, çünkü yaşanmış bir olayı anlatır. Yaşanmış bir olaydır, çünkü başından sonuna kadar ben düşündün bunu. Gerçeğin ısıtılmış ve eğimli bir atmosfer içinde, düzensiz kıvrımları ve bükümleri olan bir yüzey üstüne yansıtılması yoluyla elde edilmiştir. Görüyorsunuz ya, hiç de açıklamakta sakınca görmediğim bir yol, eğer yol varsa.
 

Ahmet Hamdi Tanpınar Seçme şiirler

 2-ahmet-hamdi-huzur

Bütün Yaz

Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede…
Sen zambaklar kadar beyaz
Ve ürkek bir düşüncede,
Sanki mehtaplı gecede,
Hülyan, eşiği aşılmaz
Bir saray olmuştu bize;
Hapsolmuş gibiydim bense,
Bir çözülmez bilmecede.
Ne güzel geçti bütün yaz,
Geceler küçük bahçede.

Sabah

Serin rüzgârlara pencereni aç!
Karşında fecirle değişen ağaç,
Bak, seyret ağaran rengini ufkun
Mahmur gözlerinde süzülsün uykun.
Bırak saçlarınla oynasın rüzgâr.
Gümüş çıplaklığı bir başka bahar
Olan vücudunu ondan gizleme.
Ne varsa hepsini boyun, saç, meme,
Esîrden dudaklar okşasın sevsin
Mademki geceden daha güzelsin!

Hatırlama

Sen akşamlar kadar büyülü, sıcak,
Rüyalarım kadar sade, güzeldin,
Başbaşa uzandık günlerce ıslak
Çimenlerine yaz bahçelerinin.
Ömrün gecesinde sükun, aydınlık
Boşanan bir seldi avuçlarından,
Bir masal meyvası gibi paylaştık
Mehtabı kırılmış dal uçlarından.

 

Anna Ahmatova - Bilmiyorum, yaşamakta mısın, öldün mü?

Bilmiyorum, yaşamakta mısın, öldün mü?
Dünyada bir yerlerde bulabilir miyim seni
Yoksa, akşamın yaslı karanlığında
Bir ölüyü mü düşünmeli..
Her şey senin için: Gün boyunca dualarım,
Uyuşturan ateşi uykusuz gecelerin;
Şiirlerimin beyaz sürüsü,
Ve mavi yangını gözlerimin..
Hiç kimse daha yakın olmadı bana,
Hiç kimse böylesine üzmedi beni,

Çeviri: Ataol Behramoğlu

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk - İslam Nasıl Yozlaştırıldı


"Deneme" dememizin iki amacı var: Birincisi, bizim tespitlerimizin birer hüküm olmadığını, onların da eleştiriye açık olduğunu kabul ettiğimizi göstermektedir. İkincisi, İslam tarihinin daha birçok konuda, daha bir çok açıdan eleştirilebileceğine dikkat çekmektir.

Eser, bir Giriş ile iki ana bölümdün oluşmaktadır. Giriş'te, bid'at ve hurafe konusunda gerekli titizliği göstermemiş olmanın Müslümanlara hangi kayıplara mal olduğunu gözler önüne koyan ve Türk dinsel düşünce tarihi kadar Türk hukuk ve siyaset tarihinde de devrim sayılan bir konuşmanın önemli bölümleriyle o konuşmanın sahibinin iki makalesinden seçilen bazı parçalar verilmiştir. Bid'atlarla hurafe ve saptırmaların Müslüman dünyaya hangi zararları verdiği ve saptırmaların hangi maksatlarla hala korunmaya çalışıldığı, bu konuşmada büyük bir derinlik ve isabetle gözler önüne konmaktadır. Bu konuşma, Cumhuriyet Türkiyesinin ilk adalet bakanı ve İslam fıkhının müçtehit isimlerinden biri olan Seyit Bey'in T. B. M. M.'de yaptığı tarihsel konuşmadır.


Birinci bölümde, dinde yozlaşmaya vücut veren bid'at, hurafe, siyaset, rableştirme gibi temel yozlaşma sebepleri bağımsız başlıklar altında tanıtılmıştır.


İkinci bölümde, bid'at, hurafe ve saptırmaların özellikle kümelendiği 64 kavram, alfabetik sırayla ele alınmıştır. Birinci bölümdeki 4 kavramı da eklersek başlık atılarak incelenen kavram sayısı 68 olmaktadır. Ancak bu kavramlar incelenirken dolaylı olarak daha birçok konunun bid'at ve hurafe yanına değinilmiştir. Bu bakımdan, okuyucularımızdan şunu önemle rica ediyoruz: Konular listesinde bulamadığınız kitabın sonuna eklenmiş bulunan "Alfabetik İndeks" kısmına lütfen bakınız. Konu başlıklarına göre düzenlenen baş taraftaki "İçindekiler" kısmında adına rastlamadığınız birçok konu ve kavramın anılan indekste yer aldığını göreceksiniz...   Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk


Dan Brown "Son Söz"

 The author Dan Brown, at home in Rye Beach, N.H.
Robert Langdon yavaşça uyandı. Birtakım yüzler kendisine bakıyordu. Neredeyim ben? Bir saniye sonra nerede olduğunu hatırladı. Göğe Yükselimin altında yavaşça doğruldu. Sert platformun üstünde yattığından sırtı tutulmuştu. Katherine nerede? Langdon, Mickey Mouse saatine baktı. Neredeyse vakti gelmişti. Korkuluktan dikkatli bir şekilde aşağıdaki boş alana bakarak, ayağa kalktı. "Katherine?" diye seslendi. Bu isim, ıssız Rotunda'nın sessizliğinde yankılandı. Tiivit ceketini yerden alıp silkeledi ve üzerine giydi. Ceplerini kontrol etti. Mimar'ın ona verdiği demir anahtar yoktu. Geçitin etrafından yürüyerek, Mimar'ın onlara gösterdiği açıklığa, dar karanlığa çıkan dik metal basamaklara doğru ilerledi. Tırmanmaya başladı. Gittikçe daha yükseğe çıktı. Merdiven giderek daralıp meyilli bir hal aldı. Langdon yine de kendini zorluyordu. Biraz daha ileri. Basamaklar artık neredeyse portatif merdiven haline gelmiş, geçit ürkütücü derecede daralmıştı. Basamaklar sona erdiğinde Langdon, küçük bir merdiven sahanlığına çıktı. Önünde ağır bir metal kapı duruyordu. Demir anahtar, kilitteydi ve kapı hafif aralıktı. Langdon itince kapı gıcırdayarak açıldı. Kapının arkasındaki hava soğuktu. Langdon eşikten kasvetli karanlığa girerken, artık dışarıda olduğunu fark etti. Katherine, ona gülümseyerek, "Ben de seni almaya geliyordum," dedi. "Neredeyse vakti geldi." Langdon nerede olduğunun farkına varınca, irkilerek derin bir nefes aldı. Kongre Binası Kubbesi'nin tepesini çevreleyen küçük bir cam tavanın üzerinde duruyordu. Tam üzerinde, uyuyan başkenti izleyen bronz Özgürlük Anıtı bulunuyordu. Anıtın yüzü, şafağın ilk kızıllıklarının ufku boyamaya başladığı doğu yönüne dönüktü. Katilerine, Langdon'ı balkondan geçirip. Ulusal l'ark'la aynı hizaya gelen batı tarafına götürdü. Uzakta, sabahın ilk ışıklarında Washington Anıtı'mn silueti dikiliyordu. Bu bakış açısından, yüksek dikilitaş hiç olmadığı kadar etkileyici görünüyordu. Katherine, "İnşa edildiğinde," diye fısıldadı. "Dünyanın en yüksek yapısıydı." Langdon, yerden yüz elli metreden daha yüksekte, yapı iskelesinin üzerinde, her bir bloku elleriyle tek tek yerleştiren taş ustalarının eski sepya fotoğraflarını gözünün önüne getirdi. Bizler yapıcıyız, diye düşündü. Yaratıcılarız. Dünya var olduğundan beri, insanoğlu kendisinin özel bir tarafı... bilinenden daha fazlası olduğunu hissetmişti. Sahip olmadığı güçleri istemişti. Uçmayı, şifa vermeyi ve dünyasını hayal edilebilir her şekilde değiştirmeyi hayal etmişti. Ve bunu yapmıştı da. Bugün, insanoğlunun başarılarının göstergesi olan mabetler, Ulusal Park'ı donatıyordu. Smithsonian müzeleri icatlarımızla, sanatımızla, bilimimizle ve büyük düşünürlerimizin fikirleriyle filiz veriyordu. İnsanoğlunun yaratıcılık tarihini -Ulusal Tarih Müzesi'ndeki taş aletlerden. Ulusal Havacılık ve Uzay Müzesi'ndeki jetlere ve roketlere kadar- anlatıyorlardı. Eğer atalarımız bizi bugün görebilseydi, kesinlikle Tanrı olduğumuzu düşünürlerdi. Langdon şafaktan öncesinin pusunda, önünde duran müze ve anıtların genişleyen geometrisine bakarken, gözleri Washington Anıtı'na çevrildi. Gömülü köşe taşının içindeki İncil'i gözlerinin önüne getirdi ve Tanrı'nın Kelimesi'nin gerçekten de insanlığın kelimesi olduğunu düşündü. Noktalı daireyi ve onun Amerika'nın dörtyol ağzındaki anıtının altında bulunan dairesel meydanın içine nasıl gömüldüğünü düşündü. Langdon'ıri aklına aniden Peter'ın kendisine emanet ettiği küçük taş kutu geldi. Küpün menteşelerinin söküldüğünü ve açılıp aynı geometrik şekli -ortasında noktalı daire bulunan bir haç- oluşturduğunu şimdi fark ediyordu. Langdon gülmemek için kendini zor tuttu. Bu küçük kutu bile bu dörtyol ağzım işaret ediyordu. 
 
 "Robert, bak!" Katherine anıtın tepesini gösterdi. Langdon başını kaldırıp, baktı ama hiçbir şey görmedi. Sonra, daha dikkatli bakınca fark etti. Parkın karşısında, altın renkli bir güneş ışığı huzmesi yüksek dikilitaşın en yukarıdaki ucunu parlatıyordu. Parlayan ufak nokta hızla daha da parlaklaşıp, ışınlar yaydı ve kapak taşının alüminyum tepesini aydınlattı. Langdon bu ışığın, karanlık şehrin üzerinde asılı duran bir uyarı ışığına dönüşmesini şaşkınlık içinde izledi. Alüminyum tepenin doğuya bakan tarafındaki minik oyma yazıyı gözünün önüne getirdi ve başkente vuran güneşin ilk ışınlarının, her gün iki kelimeyi aydınlatarak aynı şeyi yaptığını büyük bir hayranlıkla fark etti. Laus Deo Katherine, "Robert," diye fısıldadı. "Kimse buraya gün doğarken çıkmaz. Peter'ın tanık olmamızı istediği şey buydu." Anıtın tepesindeki parıltı yoğunlaşırken, Langdon nabzının hızlandığını hissetti. "Atalarımızın anıtı bu kadar yüksek inşa etmesinin nedeninin bu olduğuna inandığını söylemişti. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum ama şunu biliyorum: Başkentimize daha yüksek bir bina inşa edilmesini sonsuza kadar yasaklayan çok eski bir kanun var." Güneş arkalarındaki ufkun üzerinden yükselirken, ışık kapak taşının aşağılarına doğru indi. Langdon olanları izlerken, uzay boşluğunda sonsuz yörüngelerini izleyen gökkürelerini adeta çevresinde hissedebiliyordu. Kainatın Ulu Miman'nı ve Peter'ın Langdon'a göstermek istediği hazinenin sadece Mimar tarafından gösterilebileceğini özellikle vurgulayışını düşündü. Langdon bunun Wanen Bellamy olduğunu sanmıştı. Yanlış Mimar. Güneş ışınları güçlenirken, altın rengi parıltı bin dört yüz doksan altı kilo ağırlığındaki kapak taşını tümüyle kapladı. Aydınlanma yaşayan insan aklı. Işık daha sonra anıtın aşağı taraflarına doğru inmeye, her sabah gerçekleştirdiği aynı düşüşü yapmaya başladı. Yeıyüzüne doğru ilerleyen cennet... İnsanoğluyla birleşen Tanrı. Langdon bu sürecin akşam olunca tersine döneceğini fark etti. Güneş batıda batacak ve ışık, yeryüzünden tekrar cennete doğru yükselecek, yeni bir güne hazırlanacaktı. Yanında duran Katherine titreyerek, ona yaklaştı. Langdon, ona sarıldı. Sessizce yan yana dururlarken, Langdon bu gece öğrendiklerini dü- şündü: Katherine'in her şeyin değişmek üzere olduğuna dair inancını ve Peter'ın Aydınlanma Çağı'nın yaklaşmakta olduğuna dair inancını düşündü. Ve bir peygamberin cesaretle söylediği sözleri hatırladı: Açığa çıkarılmayacak gizli hiçbir şey yoktur; bilinmeyecek, aydınlığa çıkmayacak saklı hiçbir şey yoktur. Güneş, Washington'ın üzerinde yükselirken, Langdon yıldızları yavaş yavaş kaybolmaya başladığı gökyüzüne baktı. Bilimi, dini, insanlığı düşündü. Farklı ülkelerin farklı kültürlerinin her zaman bir tek ortak noktası olduğunu düşündü. Hepimizin Yaradan'ı vardı. Farklı isimler, farklı yüzler ve farklı dualar kullanıyorduk ama Tanrı insanoğlunun evrensel değişmeziydi. Tanrı hepimizin paylaştığı semboldü... hayatın anlayamadığımız tüm gizemlerinin sembolüydü. Eski insanlar, Tanrı'ya sınırsız insan potansiyelimizin bir sembolü olarak hamdetmişlerdi, ama bu eski sembol zamanla yok olmuştu. Şu ana kadar. Robert Langdon, Kongre Binası'nın tepesinde durmuş, güneşin sıcaklığı tüm vücuduna yayılırken, içinde yükselen güçlü bir duygu hissetti. Bu, tüm hayatı boyunca hiç bu kadar içten hissetmediği bir duyguydu. Umut.
 
The Many Sides to Dan Brown - The New York Times 
"Kayıp Sembol"


Ingeborg Bachmann - Yazar Kişi Olarak «BEN»

Ingeborg Bachmann- Beyaza Bürünmüş Günler - Dutluk Dergi

Burada betimlemeye çalıştığım gibi bir «ben» rolü, antik çağdan itibaren günümüze kadar olan bu tür edebiyatta önemli rol oynamıştır. Buna, edebiyatın en üst düzeyinde olduğu gibi, en alt ve en bayağı biçimlerinde de rastlıyoruz. Eleştirel ve titiz bir okur, bu kendinden emin, gücünü yitirmeyen «ben»i, anı türünün tanınmış örneklerinde aynı doğallıkla kabul eder. Aptallaşmış ve şapşallaşmış bir okur kitlesi, bu okurların yüzlercesi, bugün anı yazınının döküntülerini yutarcasına okuyup SS-generallerinin, gangster ve ajanların «ben»inin etkisi altında kalıyor; çünkü kahramanların «ben»i, en basit rollerde de olduğu üzere (tarih, yakın ve çağdaş tarih), en fazla ikna edici ve ulaşılması en kolay «ben»dir. Kendini özel olarak tanıtmasına gerek yok, bu «ben»e güven duyulup kulak veriliyor, çünkü yazarın kahra­manlıkları veya işlediği suçlar, zaten toplumu etkilemiştir. Ancak bu en basit rol, yazarların çoğu tarafından canlandırılmıyor. 

İşte özellikle bu yazarlardan bahsetmek istiyorum, onların «ben»lerindcn, sadece çok genç yaşta içimizde şüphe uyandırmayan, bize özdeş bir «ben» gibi görünen bu «ben»lerden söz etmek istiyorum. Kim onaltı yaşlarındayken bir kitapta, bir şiirdeki «ben»e, daha doğrusu yazarın kendisine rastlamadı ki; neredeyse kendimizi onun yerine koyardık, çünkü o «ben» «sen» ve «sen» de «ben»di. O güven dolu, büyülü yaşlarda, tilııı sınırlar işte böylesine belirsizdi: Bir rol değişikliği bile söz konusu değildi, çünkü ortada rol yoktu. Burada sadece «ben» vardı ve o da çok basit görünüyordu. Sözgelimi bu «ben», açlık ve sıkıntı çekiyor, düşünüyor, hissediyor ve biiliin bun­ları biz de yaşıyorduk. Bu «ben» güçlü ya da zayıf, üstün ya da zavallı ya da hepsi birden oluyor, birkaç saat ya da bir ay için bunların hepsi­ni biz de yaşayabiliyorduk. Sonra bunu başka kitaplar ve başka şiirler izledi, diğer bir deyişle başka «ben»ler. Onlar da aynı şeyi yapıp sürekli kendi «ben»imizin yerine geçtiler. Ancak bu işgaller, bizlerin çok farklı birer «ben» olmamızı ve kısa bir süre sonra kitaplardaki yabancı «ben»lere karşı çıkmamızı, onları daha dikkatli,incelememizi ve bu «ben»lerle kendi aramıza mesafe koymamızı önlemedi. Bu «ben» bütünlüğünün dağılmasının ardından bu kez de yeni bir deneyim kazandık. Yazarın «ben»e yaptığı müdahaleleri fark ettik ve nihayet edebiyattaki bütün «ben» türlerini öğrendik. Kurmaca, gizli, sadeleştirilmiş, mutlak lirik olanını ve bir düşünme kişisi, eylem kişisi olarak «ben»i, yani içeriksiz ya da konuyla iç içe olan «bcn»i tanıdık. Bununla birlikte en basit ve basitliğinden dolayı da en fazla göze çarpan «ben» ile konuya girmek istiyorum. Biraz önce söylenenlerden sonra bir yazarın (eğer tarihi bir şahsiyet değilse) bizlere adını ve ken dişiyle ilgili bütün bilgileri de belirtmek suretiyle kendi «ben»ini tanıtması, pek mümkün görünmüyor. Sanki bu «ben», inanmaya değer, sanki bir kurmaca olmaksızın varlığı ilgimizi çekebilmekte ve sanki insan kendi kişiliğini, yaşamını bir kitaba aktarmadan taşıyabi lirmiş. Böyle bir «ben»i, yani «ben» kurgusundan kurtulmak gibi inatçı ve son derece tehlikeli bir girişimi Henry Miller'in eserlerinde görüp hayran kalıyoruz.

Bu, modern fransız edebiyatının çizgi dışı yazarlarından Louis Ferdinand Céline’de daha belirgindir. Henry Milin ve Céline’in eserlerinin tam anlamıyla otobiyografik olup olmadığı konumuzun dışında, ayrıca bunun sınanması da mümkün değil. Bi/ı sadece «ben» kurmacasından vazgeçme girişimi ilgilendiriyor. 

Anıtı törce gibi görünen bu girişim, daha az yetenekli olan yazarlar için blı sorun teşkil edebilir. Hatta bu girişim, Céline ve Miller için de, ö/ı I likle Miller için zaman zaman sorun oluyor.

Céline’in "Gecenin Sonsuzluğuna Seyahat" adlı romanında başından geçen olaylar, yaşantılar ve deneyimler, yazarın kendisi tarafından yaşanmışcasına anlatılır. Yoksullara ücretsiz olmalı bakmakla görevli bir hekim ve yazar olan Céline, kendini düşkünler doktoru olarak tanıtıyor.Adının Ferdinand olduğunu söyleyen bu doktoe,savaş sırasında cephede, ardından sömürgelerde, sonra New York'da bulunmuş ve daha sonra da Paris'in bir banliyösünde muayenehane açmıştır. Yarattığı kahraman, yani «ben», aynı adı taşıyıp aynı şeyleri yaşamaktadır. Céline gerçeğe nüfuz edip yazar ile «ben»i birbirinden ayırmamıza izin vermiyor. Yazar Céline, roman kahramanı Céline ile (aynen yazar Miller'in roman kahramanı Miller ile özdeş olması gibi) özdeş olduğundan, «ben» de konu da yönlendirilemiyor. Bütün olaylar son derece rastlantısaldır,«çünkü bireyin yaşamı, kendisine veya başkalarına ne kadar ilgi çekici ve hareketli, hatta anlamlı görünürse görünsün, seçim yapılmayan bir yerde, ham malzeme olan «yaşam»ın düzene sokulmadığı bir yerde, tümüyle anlamsız kalıyor. Salt yaşam, okuyucu için bir anlam taşımaz. Miller ve Céline'in «ben»lerinin sürekli kılınabilmesinin tek nedeni, kargaşayı abartılı bir şekilde tekrar eden bir dile sahip olmaları ve yaşamları dilin içinde eriyip kaybolana kadar konuşuyor, konuşuyor ve yine konuşuyor olmaları­ dır. Céline, külhanbeyi diliyle öylesine gürültü patırtı yapıp, sert tartışmalara girişerek hırgür çıkarıyor ki, sonunda başka zamanlarda kimsenin umursamayacağı fakir fukara öyküleri, bu laf kalabalığı sayesinde bütün yoksulların sefaletini temsil etmiş oluyor.

«Ben e'bette kendi geleceğimi de düşünüyor, fakat bunu yaparken bir çeşit hezeyan duyuyordum, çünkü sürekli olarak, bastırmaya çalıştığım, savaşta vurulup ölme ya da barışta açlıktan ölme korkusu­ nu duyuyordum. Mutlaka ölüme mahkûm edilmiştim ve âşıktım. Bu, bir kâbustan daha beterdi. Bizden fazla uzakta değil, yüz kilometreden daha yakın bir mesafede cesur, mert, silâhlı ve çakı gibi yetiştirilmiş milyonlarca insan beni öldürmek için bekliyordu. Eğer karşı taraftaki- lerin onu lime lime etmelerini istememiş olsaydım, bu sefer beni Fransız, lar sıkıştıracaktı.

Yoksulun önünde gebermek için iki mükemmel yöntem var: Ya barışla, çevresindekilere bütünüyle kayıtsız kalması, ya da savaşta çıl­ gınlık boyutuna varan bir öldürme kudurmuşluğu. Eğer seni düşünüyorlarsa, o zaman da sadece sana nasıl işkence edeceklerini düşünüyorlardır. Çaresizlik veya kan revan içindeysen, ancak o zaman ilgilenir seninle bu köpoğlular!»

Bir diğer sayfa: «Orada yapılanlar, yani insanların tereddüt etmeden, karşısındakini görmeden birbirlerinin üzerine kurşun yağdırmaları, yasak değildi! Öy­ leyse bütün bunlar bir yanılgı olamazdı! Bunlar, gürültü patırtı kopacak diye çekinmeden yapılabilecek şeylerdi? Bunlar, adeta bir lotarya, bir nişan töreni, bir şinitsel avı1 gibi ağırbaşlı kişilerce onaylanıyor, hatta düpedüz teşvik ediliyordu!... Hiçbir şey istememek Birdenbire savaşın tüm içyüzünü fark ettim. Masumiyetimi kaybet iniştim... Ah! Şu an, burası yerine hapishanede olmak için neler ver ınezdim. Ah aptal kafam! Keşke akıllıca bir önlem olarak bu işlcı henüz kolayken, daha vakit varken, bir yerlerden bir şeyler çalsaydıın ya. İnsanın aklına hiçbir şey gelmiyor! Hapishaneden canlı olarak çıkıyorsunuz, fakat savaştan canlı olarak çıkamıyorsunuz. Gerisi hava ile civa.»

Kitap bir çaresizlik çığlığına dönüşüyor ve çaresizlik onunsömürgelerde, Amerika'da ve Paris'in banliyösünde çığlık atmasına neden oluyor. Onu her zaman tanımlayan sözcük, çaresizliktir.

«Evlerin ucu bucağı gözükmeyen duvarlarına, o sonsuzluğa kadar uzanıyormuş gibi görünen kaldırım taşlarına, kiremit ve kirişlere, o abartılmış tek düzeliğe baktığımda, gittikçe daha fazla yorulup daha çok ümitsizliğe kapılıyordum. Bir de o adım başı ticarethaneler ve ticaret anlayışı, özenti dolu reklamların cerahat dolu çıbanları hiçi minde ortaya çıkan, bugünün dünyasındaki kangren.»

Miller'in kahramanı ile olan, yani yazar Miller ile olan ilişkisi daha karmaşıktır. Bu ilişki, yazarın uysal, şaşkın bir otodidakt olarak bizzat kendine ait gizli düşüncelerinin farkına varmadığı yerlerde, özel likle de bu yerlerde daha karmaşıktır; örneğin Plexus adlı romanda Benn'e, Dostoyewskiy'ye ya da Spengler'e olan hayranlığını sayfalarca anlattığı yerlerdeki gibi. Yaşadığı günlük, en sıradan olaylara dikka timizi çekmeyi başarmakta, ama kendi düşünsel gelişimi, bilgisi ve düşünceleri söz konusu olunca bu başarıyı gösterememektedir, çünkü bir kitapta gereksiz şeyler anlatılabilir, ama gereksiz düşünce dile gel i rilemez.

Düşünceler bir günceye kaydedilmiş olmak koşuluyla kabul edilebilir; ancak bir roman kahramanının, tutarsız bir şekildi düşüncelere boğulması uygun olmaz, çünkü günce yazarının. İm yazarın «ben»i, daha farklı bir dayanıklılığa ve kapasiteye salıipllı Hu «ben», aynen André Gide’de olduğu gibi, Jammes'in ıııisalııhr* gelmiş olduğunu, bir seyahat için hazırlık yapıldığını not alabilir,hangi kitapların okunmuş olduğunu, hangilerinin okunması gerekti­ğini kaydedebilir. Bu «ben», düşüncelerden, baş ağrısından, havadan bahsedip hemen ardından, mevcut siyasî ya da yazınsal durum hakkında bir fikir ortaya koyabilir. Her ne kadar günce «ben»i gelişigüzel hareket ediyor gibi bir izlenim uyandırıyorsa da, doğuştan seçicidir, çünkü «ben», bütün bir André Gide olarak ortaya çıkmayıp öyleymiş gibi poz vermektedir. Bunu yazar Gide'i küçümsediğim için söylemiyorum.

Güncedeki «ben», daha başka bir özelliğe de sahiptir. Onun, aynen mektuptaki «ben»de olduğu gibi, «ben» kişisini yaratması gerekmez. Metnin içine «ben»i almaktan başka çaresi yoktur. Hiçbir şeyi yerinden oynatması da gerekmez, sırtına birtakım ilişkiler yüklenmez, adım adım ilerlemekte veya koşmakta, ara verebilmekte, her şeye el atabilmekte ve her şeyden yine vazgeçebilmektedir. Çünkü bu «ben», metne yaşam olarak, üç boyutlu biçimde girmez. Bu, bize bir çelişki gibi görünür; bunun nedeni ise, günce biçiminin en öznel, en doğru­dan tür olarak kabul ediliyor olmasıdır. Tüm öznelliğine, ifade ve açıklamaların samimi olmasına rağmen, kişiyi gizler. Güncelerde «ben», sürekli olarak «ben» diye geçer, fakat buna rağmen yazar, akıl sır ermeyen bir şekilde, gözlerden ırak kalmış ve zorunlu olan biçimin, yani «ben» biçiminin arkasına sığınmıştır.

Günce, zorunlu olarak «ben» biçimindedir. Roman ve şiir böyle değil; roman ve şiirin seçme hakkı bulunup daha başka imkânları olduğundan, pek çok «ben» seçeneği, «ben» sorunu var. Ayrıca, yal­nız bu iki türde «ben»i ya da yeni «ben» anlayışını tahrip etme ya da ortadan kaldırma işleği çıkar karşımıza. Neredeyse kanıttan güç alma­yan bir roman «ben»inin, bir şiir «ben»inin bulunmadığını iddia ede­bilirim: Konuşuyorum, o halde varım. Bu kanıtlama, eğer metin «ben» biçiminde değilse yazarların sıkça karşılaştığı şu soruyu geçer­siz kılar: Aslında konuşan kimdir? Kişiler hakkında şunu ya da bunu kim biliyor, onları kim yönlendiriyor, onları kim getirip kim götürüyor ve hangi hakla, anlatılacak olan konuyu kim seçiyor? Makul bir soru. Yarım yüzyıl önce hu soruyla köşeye sıkışan Tutarlı Naturalizm, dalın ayrıntılı, özenli bir nesnellik istiyordu. Bugün Fransa'da bazı genç roman yazarları davranışçı bir tarzda düzyazı yazıyorlar. Bu düzyazı, zan altında kalmamak için davranış ve nesnele­ri abartılı bir biçimde betimler

Neyse, «ben» konusuna gen donelim. -Oldukça eski bir kitap var; bu kitap, bir tren kompııılimanındaki yolcuların betimlendiği bir sahne ile başlar. Bu sahne, hakkında başkaca bir şey öğrenemediğimiz bir «ben» tarafından anlatılıyor. —Bu «bcn»in, yazarın bizzat kendisi mi, yoksa yazar tarafından kullanılan bir «ben» mi olduğunu bilıııiyo ruz. Buradaki «ben», yolcuların evlilik üzerine yaptıkları bir sohbeti anlatmaktadır. Yaşlıca, kır saçlı bir beyin müdahalesi sonucu, sohbet ansızın edepsizlik boyutlarına varacak derecede hararetli bir tartışmaya dönüşüverir.

«Kır saçlı bey, sessiz, ve görünürde sakin bir şekilde: 'Benim kim olduğumu tahmin etmişsinizdir herhalde?' der. 

  'Hayır, henüz o şerefe nail olmadım.'

Acele bir şekilde hepimizi sırayla süzerek: 'Bu, o kadar büyük bir şeref değil. Ben Pozdnişev’im, sizin imâ ettiğiniz bölümün kahrınım nıyım. Kahramanın kendi karısını öldürdüğü şu bölüm' der.»

 İki sayfa sonra anlatıcı kır saçlı bey ile baş başa kaldığı zaman sözüne devam eder:

 «'Madem öyle, peki size anlatayım. -Ama gerçekten duymak isli yor musunuz?'

İkinci kez, kendisini seve seve dinlemek istediğimi söyledim. Ilır süre sustu, elleriyle yüzünü ovuşturdu ve söze başladı:...»

Şimdi gelecek olan itirafı, Lev Tolstoy'un Kröyçer Somı/ı'ndun tanıyoruz.

Size bu öykünün girişini sunmak istedim, çünkü bu, modern bir «ben» anlatısı, hatta çift «ben» anlatısı konusunda klasikleşmiş bir örnektir: Daha önemli olan diğer bir «ben» kişisini dinlemek ve iliralı bize gizli bir şekilde aktarmak için çerçeve eylemin içinde bir «hem* öne sürülüyor.

«Ben» anlatısının daha ilginç bir çeşidi de var: Bir yayımcı-«bcıt» öne sürülüp eserdeki esas «ben» gizlenmeye veya yabancılaştmlmııyıı çalışılmaktadır. Dostoyevskiy, «ben» anlatısının bu çeşidine simittirkorkusundan dolayı başvurmuştur. «Ölüler Evinden Manzaralar» mili romanında, iki kez «ben» olarak yer almakta ve yayımcı olarak, t’|lltl öldürmek suçundan dolayı Sibirya’da on yıl hapis yatmış Alex«ml(MPetroviç Goryançikof diye biriyle tanışmış olduğunu ileri SÜrfooMU dir. Dediğine göre kendisi, bu hükümlü öldükten sonra mahkûmların yaşamını betimleyen bir defter bulmuş -ne var ki, biz. bugün Dostoyevskiy'nin kendini kamufle ettiğini, bizzat kendisinin, hemde daha başka nedenlerden ötürü Sibirya'da hapis yattığını elbette biliyoruz. Hazırlayıcı olarak önsözde çok temkinli bir ifade kullaniyor.

«Bana, bütün bunların birbirleriyle pek bir ilgisi yokmuş gibi geliyordu... Bu bölük pörçük kısımları birkaç kez olkudum ve bunla­rın neredeyse anormal bir durumda iken yazılmış oldiuğuna kanaat ge­tirdim. Buna rağmen -kitabın bir yerinde bizzat ketndisinin 'Ölü Bir Evden Manzaralar' diye adlandırdığı -bu notların ilgimi çekmediğini de pek söyleyemem. Kendisinin betimlediği, amcak bizim için bütünüyle yeni ve şimdiye kadar henüz hiç betiımlenmemiş olan dünya, bazı olaylardaki tuhaflık, orada mahvolup gidien halk hakkında bazı özel düşünceler, işte bütün bunlar beni cezbettti ve bazılarını il­giyle okudum. Elbette yanılmış olabilirim. Onun için şimdilik, sı­namak üzere birkaç bölüm seçiyorum; varsın okuyucular kendileri karar versin...» 

Dostoyevskiy'nin zorunlu olarak başvurduğu bu yöntem, bir bece­rinin doğmasına neden olmuştur. Hangi vesileyle oırtaya çıktığı çok­tan unutulmuş olsa bile bu beceri ilginç olmaya dlevam ediyor. Bu herkesçe bilinen düzenlemeye, bu «elbette yanılmuş olabilirim» ve «onun için, sınamak üzere birkaç bölüm seçiyorum» sözlerine bugüne kadar romanlarda ne kadar da sık rastlamışızdır. Bu (düzenleme, üzeri­mizdeki etkisini hiçbir zaman yitirmeyip merakimizi! uyandırıyor; biz- ler, bu «ben» ile oynanan saklambaç oyunu üzerine Itahmin yürütmek­ten hoşlanıyoruz. Bu «ben»in gerektiği biçimde ortaya çıkabilmesi için saklanması gerekiyor.

Italo Svevo, Zeno Cosini adlı romanında çıok farklı bir yol izlemiyor. Hastalarını psikanalizle tedavi eden bir doktor, hastaların­dan Triesteli bir tüccar olan Zeno Cosini'nin tutmuş olduğu notlan belli bir art niyet besleyerek yayınlamıştır. Bu notlar, hastanın psikanalizi ciddiye almaması, divana uzanmak istememesi ve yaşamını kendi başına incelemek istemesi sonucu ortaya çıkmış. Fakat biz Italo Svevo ile yine XX. yüzyıldayız ve işte bu nedenden dolayı önümüzde yalnızca anlatan ve böylece ruhunu arındırmayı uman (Rus anlatıcılarının itiraflarında olduğu gibi) bir «ben» değil, artık kendi «ben»i kendisine ürkütücü görünerftıir ben var. Zaten ese­rin İtalyanca başlığı La coscienza di Zeno idi, yani «Zeno'nun Bilin­ci». Eserde egemen olan soru ise: «Ben kimim?» sorusundan başkaca bir soru değil! Gerçi görünürde, sadece sıradan bir insanın çocuklu­ğundan bu yana olan gelişimini izliyor ve ilk kez gizli olarak nasıl sigara içmeye çalıştığını, boşa geçirdiği öğrencilik yıllarından babasının ölümüne kadar olan olayları, Ada'ya duyduğu karşılıksız aşkı ve şaşırtıcı bir şekilde onun çirkin kızkardeşiyle nişanlanmasını, onu aldatmasını, fakat bu ihanetinin burjuva aile yaşamını hiç mi hiç olumsuz etkilemediğini, bir şirketin kurulmasını, Birinci Dünya Savaşı'nın patlak verişini ve bu sayede kararsız bir şekilde günlerini geçiren Zeno Cosini'nin «hareket»e geçip karaborsacılığa bulaşmasını öğreniyoruz. Bir Chaplin karakterine sahip bu boş yaşamın ve her­hangi bir sonuç doğurmayan, dramatik dahi olmayan olayların şaşırtıcı komikliği, yüceliğini bu «ben»in saçtığı ışık sayesinde elde eder. Yakalandığı hastalığın ne olduğunu öğrenmeye çalışıp ögrene- meyen, gerçeği arayıp bulamayan, yaşamını hem öyle, ama çok daha değişik bir şekilde anlatabilen bu hastalık hastası Cosini, şöyle haykırır

«Yazılı bir itiraf hep yalan doludur. Dilsel açıdan arı olan her sözcük ile yalan söyleriz! Eğer o (burada kastedilen psikanalizcidir), eğer o, konuşurken yalnızca dilsel olarak kendimizi yeterli bulduğu­muz konuları seçtiğimizi, sözlük kullanmamızı gerektirecek diğer tüm konuların neredeyse tamamını atladığımızı bir bilseydi. Yaşamımızda yer etmiş olan bölümler arasından anlatmak istedikleri­mizi bu şekilde seçiyoruz. Sözgelimi, eğer yaşamımı kendi lehçemde (burada kastedilen Triest lehçesidir) anlatmama izin verilmiş olsaydı, hayatım çok daha farklı bir görünüme sahip olurdu.

 Italo Svevo'nun «ben»inin bizlere neleri keşfettirdiği, ne gibi olanaklara el attığı, bugüne kadar pek anlaşılamamıştır. Triesteli bir soytarının kılığında dolaşan bu «ben», neredeyse hiç kullanılmamış, tükenmemiş bir «ben»dir. Bu ben haylaz, yalancı, çok bilmiş, sözünü hiç mi hiç esirgemeyen bir «ben»dir; bir bakmışız ki bizimle dalga geçiyor, çünkü düşümüzde ona ait olarak canlandırdığımız yüz, kâh ideal bir yüz, kâh bir maske, sonra da ansızın yine kendi gerçek yüzü oluvermiş. Bu «ben», kendi yoğunluğu ve sahip olduğu özelliklerin hiç farkında değildir, zaten başka bir yazarın ortaya çıkıp, kendi «Niteliksiz Adam»2mı ayrıntılarıyla gözler önüne sermesine de ramak kalmıştır. Svevo'nun trajikomik kahramanı bir doktordan ötekine koşup, tedavileri peşi sıra tamamladığı, doktorun yanılmasına neden olan psikanalizin onu bir anılar serüvenine sürüklediği, ama bundan oldukça tuhaf bir şekilde kendi yöntemiyle kurtulduğundan ölürü, Svevo'dan daha ünlü olan dostu ve hayranı James Joyee, şöyle yazmıştır: Onu esas ilgilendiren konu, romanda zamanın ele alınış biçimiymiş. Gerçekten de Italo Svevo'nun «ben»i, bu yüzyılda yazın alanında elde edilen en önemli başarılardan sayılan zamanın ele alın­masına imkân tanıyor.

Bizzat kendisi şunu söyler: «Geçmiş, her zaman yenidir: Yaşam nasıl ilerliyorsa, geçmiş de sürekli değişiyor. Geçmişin unutulmuş gibi görünen bazı kısımları yeniden ortaya çıkmakta, başka kısımları ise, daha az önem taşıdıkla­rından unutulmaktadır. Şimdiki zaman, bir orkestrada yer alan müzisyenleri idare ediyormuşçasına geçmişi yönlendiriyor. İşte, geçmişin özellikle bu seslere ihtiyacı var, başka seslere değil. Böylece geçmiş, kimi zaman uzun, kimi zaman kısa görünür; bazen tınlar, bazen suskunluğa gömülür. Geçmişte kalan olaylardan bugünü etkile­yecek olanlar, o çağı sadece aydınlatmak veya karartmak üzere belir­lenmiş olanlardır.»

Bundan dolayı, XIX. yüzyıldaki «ben» ile (hatta romanlardaki olaylara ışık tutan biricik merci olan ve bu özelliğinden dolayı bu konudaki en güzel örneklerden sayılabilen Goethe'nin Werther'indeki «ben» ile), yani eski «ben» ile Coscienza di Zeno gibi bir eserdeki «ben» arasında derin bir uçurumun bulunduğu, bu «ben» ile daha sonra sözünü edeceğim Samuel Beckett'in «ben»i arasında da yine bir uçurumun var olduğu görüşündeyim. «Ben»in uğradığı ilk değişim, onun artık hikâyenin içinde yer almayıp «ben»in içinde hikâyenin yer almasıdır. Bunun anlamı şudur: «Ben»in kendisine soruyöneltilmediği ve hikâyesini anlatabileceğine inanıldığı sürece, hikâyesi de garanti ediliyor, bu garantiye, kişi olarak kendisi de dahil ediliyordu. «Ben» dağılmaya başladığından beri, «ben» ve hikâye, «ben» ve anlatı artık güvence altına alınmıyor. Ne okuyucu, ne de yazar Italo Svevo, Zeno Cosini'nin bu «ben»i için kefil olmaya razı olur. Fakat buna rağmen, belki özellikle de bundan dolayı «ben», güvenliğini yitirdiğinden ötürü avantaj elde etmiştir. Svevo'nun «ben»inin olanaklı kıldığı zamanın yeni işlenişi ve bununla birlikte «malzeme»nin yeni bir şekilde ele alınışı, bu yolu açan bir örnektir sadece. Bu yolda gerçek anlamda ilerleyen yazar, Yitik Zaman Peşindeadlı romanı ile Marcel Proust olmuştur. Eğer Proust «ben»ini, şu romanımsı «ben»ini görevlendirip bir arayışa çıkartarak omuzlarına dev bir roman yüklüyorsa, bu, bir kişi, hatta eylem yaratıcısı olarak güvendiği için başrolü verdiği anlamına gelmez; aksine «ben»in hatır­lama yeteneği -yalnızca ve yalnızca bu meziyetidir bunun nedeni,yoksa başkaca bir nedenden ötürü değil. Örnekselliği sadece tanık olarak başaran bu «ben», artık sorgulanmıyor, daha önceki anlamıyla konuşturulmuyor, itiraf ettirilmiyor, aksine olay mahallerinin hepsin­de -olay cereyan etse de etmese de Combray'da, Balbec’de, Paris'de, Guermantes Düşesi'nin evinde, tiyatroda-, kısacası olay mahallerinin hepsinde bulunmuş olduğundan, katil olan zaman tarafından yoluna devam etmeye ve unutmaya zorlandığından ve eğer bir koku, bir tat, bir sözcük, bir sada geçmişi -yer ve simaları- geri getirdiği takdirde zamanı ortadan kaldırabileceğinden, bizzat görüp yaşadığımız ve «ben»i haberdar ettiğimiz şeylere gerisingeri dönüşüveriyor. «Ben»in uzun bir süre için ortadan kaybolması, Proust'un romanlarında görülen bir özelliktir. Swann-kitabının tamamı ve bazı başka bölüm­ler, bağımsızlaşmış ve üçüncü şahısla anlatılıyormuş gibi görünüyor. Oysa yerini alan, zaman içindeki yerini alan ve bugüne dek hiç kimse tarafından araştırılmamış anısal derinliği fetheden, bu «ben»dir. Bun­dan dolayı anlatıcı «ben», birinci kitabın sonunda ardından gelen Swann-kitabını şu sözlere dayandırır:

«Böylece çok kez sabahlara kadar, Combray'deki günlerimi, hüzünlü, uykusuz geçen akşamları düşünüyordum. Ayrıca, yaşadığım pek çok günü de düşünüyordum; bunları çok sonradan, bir fincan çayı yudumlarken aldığım o tat, sırasında tekrar hatırlamıştım -Combray'de buna çayın 'aroma'sı derlerdi. Bu günleri tekrar hatırlayışımın bir başka nedeni de, bazı anılarım ile, bu küçük kenti terkettikten uzun yıllar sonra, ben doğmadan önce Swann'ın başından geçmiş bir aşk macerası hakkında öğrendiklerimi biraraya getirmem olmuştu. Nasıl ki, bazen yüzyıllar önce ölmüş biri hakkında en ince ayrıntılara kadar bilgi edinebiliyor, fakat bu, en yakın arkadaşımızın yaşamı söz konusu olduğunda pek mümkün değilmiş gibi görünüyorsa, nasıl ki, bir insanın bir şehirden başka bir şehire sesini duyurması, iletişim araçları icat olup da, bu sorunun üstesinden gelininceye kadar mümkün olmamışsa, benim doğumumdan önce meydana gelmiş olan Svvann'ın bu aşk macerası hakkında öğrendiklerim, olayın en ince ayrıntısına kadar uzanır. Birbirine geçercesine birleştirilen bütün bu anılar, bir tür yekpare bir kitleye dönüşmektedir. Buna rağmen eski ile yeni anılar arasında, bir fincan çayı yudumlarken alınan o tat sırasında yeniden hatırlanan anılar ile aslında daha başka insanlara ait olan ve benim sonradan devraldığım anılar arasında, yarıklar değilse de, küçük çatlaklar ya da kaynağın, yaşın veya 'formasyonun' farklı olmasından dolayı bazı taşlarda, özellikle de mermer çeşitlerde rastlanılan damar oluşumları ve renk farklılıkları bulunuyordu.»

 Acaba bu «ben», şu Marcel, bir roman-«ben>i dendiğinde genelde düşündüğümüz şey ile en fazla hangi noktalardaîenzerlik göstermek­te. Bu benzerlik belki de, Albertine'ye olan aşkinn anlatıldığı Tutuk­lu adlı eserde en yoğun biçimi alıyor. Bu eserd; samimiyet ve itiraf okuyucuyu hiçbir zaman büyülemiyor -çünkü bu «ben», sanki bu konuda uzmanlaşmış gibi her tekil deneyimini lir deneyim bütününe aktarıp bu bütünü çok düzenli bir bilgi ışığıyla lydınlatmaktadır. Bir «ben» bildirisinin aktarılması, öznel olanın nesnele dönüşerek çözülmesi konusunda Proust'un, Guermantes Ilüşesi'ne olan aşkını dile getiren cümleler belirgin bir örnektir:

«Ona hemen orada âşık oldum, çünkü bazeı bir kadını sevebil- memiz için onun bize küçümseyerek bakması, bizim hiçbir zaman ona sahip olamayacağımızı düşünmemiz yet;rüyken -Matmazel Swann'm. bana öyle baktığını zannediyorum-, bazen de, Madam Guermantes'in yaptığı gibi, onun bize dostça bıkması ve bizim, bir gün gelip onun bize daha da yakınlaşabileceğin düşünmemiz yeterli olabilir.»

Kısacası, «ona hemen orada âşık oldum» sözı, ardından gelen biz- cümleleri ve açıklama cümleleri ile hemen d»stekleniyor. Sadece «ben» açıklamalarında bulunmak isteyişimi, hein yalnızca Proust'un- ki gibi bir «ben» hakkında böyle çok şey söylenebileceğini, sıradan deneyimlerimiz arasında sadece istisna olarak )er alan özel bir algı­lama becerisine sahip bu «ben»i böyle çabucak terketmek zorunda kalışımızın insanın zoruna gideceğini anlıyorsurmzdur umarım. Ernst Robert Curtius bu konuda şöyle der:

«O (bu tür bir algılama kastedilmektedir), -ıormal bilincin daha başka bilinç hallerine geçiş yaptığı sınırda yer alır. Bu algılama, mistik ruhbiliminin ayrıntılı bir şekilde 'derin bakış' olarak tanımla­dığı durum ile örtülmektedir: Gören ile görülen şey arasında gerçek ilişki kuran bir tutum.»

 Proustçu «ben'in pek çok görevi var, ama fer şeyden önce o bir araçtır, bir bilmece değil Sakin davranıp kendi kavrama yeteneğine güveniyor. Geçmiş zamanı ararken bu «ben», bir bilgiyi aktaracak olan kişinin rolünü üstlenir. Elbette ki o, parça parça sonuçlar elde etmeyip tüm yaşantımızı yeniden canlandırıyor; bu nedenle bir «toplam»dır.

Bizleri zamanın derinliklerine değil de varoluş lâbirentine, ruhun içinde bulunan canavarların yanına götüren esrarengiz bir «ben»i, al­man romanı Hans Hcnny Jahnn'ın Fluß ohne Ufer1 adlı eserinde yarattı. Eserin kahramanı olan Gustav Anias Horn, kırk dokuz yaşına basmasının ardından, sürekli bir ümitsizlik içinde kendi geçmişi ile ilgili gerçeklerin, işlemiş olduğu ve aydınlığa kavuşmamış bir suçun izini bulmak için, kimseye başvurmadan, yazı yazan kendi «ben»ini parmaklarında şüpheyle gözetleyip yalnız kendisi için yazmaktadır. Önemli olan, çoğalan, arsızca çoğalan eylem öğeleri değil, hikâyesini hiç kimseye anlatmayan, yalanlardan ve geleneklerden sakınmak suretiyle kendi kendisinin yargıcı yapıveren yazan kişinin konumudur. Ancaİc Hans Henny Jahnn için «ben» durağan bir değer değil de bir bilmece olduğundan, sürekli değişip coşkun bir denizin içinde çağlaya­rak geçici bir şekilde kendini yenilediğinden ve vaktiyle bu «ben»in nasıl göründüğünü, kim olduğunu belirlemek artık mümkün olmadı­ğından, zorluklar aşılmaz gibi görünmektedir. Sorumlu tutulup yargılanabilmesi için özün değişmeyen biçimini bulmak mümkün değildir. Titizlik tutkusu onun belirgin olan tek özelliğidir; bu tutku, «ben»in geçmişteki bazı münferit olayları aydınlığa kavuşturabilecek kişilerle ilişki kurması derecesine varır. Böylece geçmiş, şimdiki za- mada devam edecek ve Horn kendisini öldürecek insana rastlayacaktır. Horn, şu fikre saplanıp kalmıştır: «Bir mahkeme duruşmasının orta- sındayım; olup biten her şey, mahkeme önlemleriyle ilgilidir; soruşturma ve mahkeme kararının konusunu ise, benim yaşamım oluşturuyor. Kaçıp kurtulmak mümkün değil.»

 Horn'un «ben»i, duyduğu özlemi şöyle ifade ediyor:

 «Şu kalleş dünyada benim güvenebileceğim bir şey olmalı -yazgımızın ve davranışlarımızın imajı çarpıtılamamalı.

«Ben», artık belirli bir kişi olamayışından dolayı dertlidir, kendi­sini bir kişi olarak tanıyabilecek her türlü bağlantı, yakın ilişki kop­muş durumdadır. Rastlantısal bir olayın içinde kendisinin bir araç olduğunu fark etmektedir.

 «Ben, bireyin o zayıf konumundayım, düşünmeye çalışan bir dönek -bağımlılığını, yaşadığı çağdaki gelişen hareketlerden ve alman önlemlerden tanıyan, kulaklarında telâffuz edilen, öğretilen ve ilân edilen sözcükler çınlayan, bu sözcüklere göre yargılanan, onların arasında ölen ve artık onlara inanmayan bir dönek. Elektrik santralle­rine, kömür ocaklarına, petrol yataklarına, maden ocaklarına, yüksek fırınlara, hadde fabrikalarına, katran ürünlerine, toplara ve film ve tel­graflara inanmayan- bir yanlışlık olduğunu varsayan biri.»1Bu «ben», hiç karşısında bile bir arayışa yönelip, bir şeyler bulup kendini yargılamaktadır; acıklı durumunu yalnızca bir alın yazısı olarak görüyor. Fakat bir şeyi daha, Jahnn'ın «yazgı» dediği şeyi de tanıyor.Sözünü etmek istediğim son «ben» olan Samuel Becektt'in «ben»i için bunların hiçbiri söz konusu değil. Adsız adını taşıyan ve başı sonu olmayan son romanında o, yaptığı bir monologda umutsuz bir şekilde kendini arar. Mahood adını taşıyan bu «ben», artık hiçbir şey yaşamıyor, anlatacağı bir hikâyesi de yoktur. Bundan böyle sadece baş ve gövdeden, bir kol ve bir bacaktan oluşan bir varlık olup çıkmıştır. Bir çiçek saksısının içinde yaşamakta ve soru sorabilmek için dikkati­ni toplamaya, düşünmeye, yalnızca düşünmeye çalışmakta, -iyi de nesoracak, zaten sorun da budur!- işte böylece soru sorarak hayatta kalmaya çalışmaktadır. O sadece kişiliğini, hatta kimliğini, belirgin değerlerini, özgeçmişini, çevresini ve geçmişini yitirmekle kalmamış, suskunluğa olan tutkusu onu ortadan kaldırıp mahvedecek bir tehdit oluşturmuştur. Dile olan güveni öylesine sarsılmıştır ki, alışılagelen bir «ben»in ve dünyanın sorgulanması gereksiz kalır. Daha önce de belirttiğim gibi «ben» önce kendisini çevreleyen hikâyenin içinde yer alıyor; Svevo'da, Proust'da ise hikâyeler, «ben»in içinde yer almakta­dırlar. Başka bir deyişle, sonraları bir yer değiştirme olmuş. Nihayet Beckett'te herhangi bir içerik kalmamış.«Hele o insanlar, beni kendi saflarına katma lütfunda bulunmadan önce bana insanlar hakkında vermiş oldukları o öğütler. Üzerinde konuştuğum, konuşurken kullandığım her şey, hepsini onlardan aldım. Bence hava hoş, fakat bu hiçbir işe yaramıyor, bir son bulmu­yor. Onların diliyle konuşmak zorunda olsam bile, şimdi kendi hakkımda konuşacağım. Bu bir başlangıç olacak, suskunluğa doğru, çılgınlığın sonuna doğru atılan bir adım, konuşmaya mecbur olmak ve konuşamamak çılgınlığı, konuşabildiğim şeyler, beni ilgilendirıııeyen, önem taşımayan, inanmadığım şeylerdir, ben kimim, neredeyim dememi, yapmam gerekeni yapmamı engellemek için beni bunlarla tıka basa beslediler. Beni sevmiyorlaıdır mutlaka. Ah, beni adamakıllı benzettiler, ama beni elde edemediler, tam olarak elde edemediler, henüz değil. Geberene kadar onlar için çalışmak -sanki in­san böyle bir oyunda geberebilir de- işte onlar için yapmam gereken şey budur. Onları dile getirmeden ağzını açamamak, bir soydaşları olarak, işte beni içine düşürdüklerini sandıkları aşağılayıcı durum bu. Kafama zorla bir dili sokup öğrettiklerini sanıyor ve zannediyorlar ki, kendi cemaatlerine katılmadan bu dili kullanmam asla mümkün ol­mayacak, çok zekice bir hile. Onların kullandığı Misingceyi1 bir düzene sokarım. Üstelik ben, bu dildeki tek bir sözcüğü bile anlama­dım, aynı şekilde, ölü it muamelesi yapılan hikâyelerden de bir şey anlamadım. Bir şeyi kavrama konusundaki yeteneksizliğimi ve bir şeyi unutma konusundaki yeteneğimi küçümsediler. Ey değerli kalın kafa, benim ben olmamı ne de olsa eninde sonunda sana borçluyum. İçime doldurdukları o şeyden yakında pek bir şey arta kalmayacak. Ondan sonra nihayet kusacağım, bir dilencinin o yankılanan, halis geğirtisi ile kusacağım ve bu bir virgül ile, uzunca, mükemmel bir virgül ile son bulacak.»2Beckett'in «ben»i mırıltılar arasında kayboluyor, üstelik kendi mırıltısı bile ona şüpheli görünüyor, fakat konuşma zorunluluğu buna rağmen mevcut; teslimiyet ise mümkün değil. Dünya tarafından lekelendiği, aşağılandığı ve içerikten yoksun bırakıldığı için dünyadan soğuyup uzaklaşmışsa da, kendinden uzaklaşamaz ve tüm yoksullu­ğuna, içinde bulunduğu sefalete rağmen o, oldum olası yiğit oluşuyla, dışarıya pek belli etmediği ve en büyük meziyeti olan yiğitliğiyle yine de bir kahramandır, o kahraman «ben». [Mahood'un son sözleri şunlar olmuştur;]«... o halde, ben devam edeceğim; varolduğu sürece sözler söylenmeli, beni bulana, bana açıklayana kadar bunlar söylenmeli, tuhaf bir çaba, tuhaf bir suç, buna devam edilmeli, belki oldu bitti bile, belki bana söylemişlerdir bile, belki de beni hikâyemin eşiğine kadar, hikâyeme açılan kapının önüne kadar taşımışlardır; olur ya, eğer bu kapı açılacak olursa, hayret ederim doğrusu, bulunduğum yerde kendim olacağım, suskunluk olacak, bilmiyorum, hiçbir zaman da bilemeyeceğim, suskunlukta bilinmez, devam etmeli, ben devam edeceğim.»1Eserdeki «ben»in bizim bildiğimiz en son kederli açıklamaları bunlardır. Oysa diğer taraftan her gün inatla ve bir şeye tümüyle inanıyor olmanın verdiği tok bir sesle «ben» diyoruz ve bunu söylerken isimsiz özneler2, bize tebessüm edip sanki ortada konuşan biri yokmuş gibi bizim «ben»lerimizi duymamazlıktan geliyorlar. Fakat taşıdığı anlamın ve konumunun belirlenememesine rağmen «ben», yeni bir duruma uygun şekilde, yeni bir sözcüğe dayanarak edebiyat tarafından yeniden yaratılmayacak mı hep? Çünkü son açık­lama diye bir şey yoktur. Nerede konuşursa orada yaşıyor olması, «ben»in kir mucizesidir; teminatı olmayan bu «ben» -güven telkin etmez ve sakat bir şekilde ister yere serilsin, ister kuşku içinde olsun- ölemez! Ona kimse inanmasa ve kendi kendine inanmasa da, ortaya çıkar çıkmaz, söz alır almaz, tekdüze korodan, o suskun topluluktan ayrılır ayrılmaz, kim olursa olsun, ne olursa olsun, yine dc ona inanmak gerekir, o kendine inanmalı. İnsanın sesi olan «ben», eski­den olduğu gibi bundan böyle de zaferini kutlayacaktır. 

20. Yüzyıl Edebiyat Sanatı   Prof. Dr. H üseyin Salihoğlu