25 Haziran 2021

Dan Brown "Son Söz"

 The author Dan Brown, at home in Rye Beach, N.H.
Robert Langdon yavaşça uyandı. Birtakım yüzler kendisine bakıyordu. Neredeyim ben? Bir saniye sonra nerede olduğunu hatırladı. Göğe Yükselimin altında yavaşça doğruldu. Sert platformun üstünde yattığından sırtı tutulmuştu. Katherine nerede? Langdon, Mickey Mouse saatine baktı. Neredeyse vakti gelmişti. Korkuluktan dikkatli bir şekilde aşağıdaki boş alana bakarak, ayağa kalktı. "Katherine?" diye seslendi. Bu isim, ıssız Rotunda'nın sessizliğinde yankılandı. Tiivit ceketini yerden alıp silkeledi ve üzerine giydi. Ceplerini kontrol etti. Mimar'ın ona verdiği demir anahtar yoktu. Geçitin etrafından yürüyerek, Mimar'ın onlara gösterdiği açıklığa, dar karanlığa çıkan dik metal basamaklara doğru ilerledi. Tırmanmaya başladı. Gittikçe daha yükseğe çıktı. Merdiven giderek daralıp meyilli bir hal aldı. Langdon yine de kendini zorluyordu. Biraz daha ileri. Basamaklar artık neredeyse portatif merdiven haline gelmiş, geçit ürkütücü derecede daralmıştı. Basamaklar sona erdiğinde Langdon, küçük bir merdiven sahanlığına çıktı. Önünde ağır bir metal kapı duruyordu. Demir anahtar, kilitteydi ve kapı hafif aralıktı. Langdon itince kapı gıcırdayarak açıldı. Kapının arkasındaki hava soğuktu. Langdon eşikten kasvetli karanlığa girerken, artık dışarıda olduğunu fark etti. Katherine, ona gülümseyerek, "Ben de seni almaya geliyordum," dedi. "Neredeyse vakti geldi." Langdon nerede olduğunun farkına varınca, irkilerek derin bir nefes aldı. Kongre Binası Kubbesi'nin tepesini çevreleyen küçük bir cam tavanın üzerinde duruyordu. Tam üzerinde, uyuyan başkenti izleyen bronz Özgürlük Anıtı bulunuyordu. Anıtın yüzü, şafağın ilk kızıllıklarının ufku boyamaya başladığı doğu yönüne dönüktü. Katilerine, Langdon'ı balkondan geçirip. Ulusal l'ark'la aynı hizaya gelen batı tarafına götürdü. Uzakta, sabahın ilk ışıklarında Washington Anıtı'mn silueti dikiliyordu. Bu bakış açısından, yüksek dikilitaş hiç olmadığı kadar etkileyici görünüyordu. Katherine, "İnşa edildiğinde," diye fısıldadı. "Dünyanın en yüksek yapısıydı." Langdon, yerden yüz elli metreden daha yüksekte, yapı iskelesinin üzerinde, her bir bloku elleriyle tek tek yerleştiren taş ustalarının eski sepya fotoğraflarını gözünün önüne getirdi. Bizler yapıcıyız, diye düşündü. Yaratıcılarız. Dünya var olduğundan beri, insanoğlu kendisinin özel bir tarafı... bilinenden daha fazlası olduğunu hissetmişti. Sahip olmadığı güçleri istemişti. Uçmayı, şifa vermeyi ve dünyasını hayal edilebilir her şekilde değiştirmeyi hayal etmişti. Ve bunu yapmıştı da. Bugün, insanoğlunun başarılarının göstergesi olan mabetler, Ulusal Park'ı donatıyordu. Smithsonian müzeleri icatlarımızla, sanatımızla, bilimimizle ve büyük düşünürlerimizin fikirleriyle filiz veriyordu. İnsanoğlunun yaratıcılık tarihini -Ulusal Tarih Müzesi'ndeki taş aletlerden. Ulusal Havacılık ve Uzay Müzesi'ndeki jetlere ve roketlere kadar- anlatıyorlardı. Eğer atalarımız bizi bugün görebilseydi, kesinlikle Tanrı olduğumuzu düşünürlerdi. Langdon şafaktan öncesinin pusunda, önünde duran müze ve anıtların genişleyen geometrisine bakarken, gözleri Washington Anıtı'na çevrildi. Gömülü köşe taşının içindeki İncil'i gözlerinin önüne getirdi ve Tanrı'nın Kelimesi'nin gerçekten de insanlığın kelimesi olduğunu düşündü. Noktalı daireyi ve onun Amerika'nın dörtyol ağzındaki anıtının altında bulunan dairesel meydanın içine nasıl gömüldüğünü düşündü. Langdon'ıri aklına aniden Peter'ın kendisine emanet ettiği küçük taş kutu geldi. Küpün menteşelerinin söküldüğünü ve açılıp aynı geometrik şekli -ortasında noktalı daire bulunan bir haç- oluşturduğunu şimdi fark ediyordu. Langdon gülmemek için kendini zor tuttu. Bu küçük kutu bile bu dörtyol ağzım işaret ediyordu. 
 
 "Robert, bak!" Katherine anıtın tepesini gösterdi. Langdon başını kaldırıp, baktı ama hiçbir şey görmedi. Sonra, daha dikkatli bakınca fark etti. Parkın karşısında, altın renkli bir güneş ışığı huzmesi yüksek dikilitaşın en yukarıdaki ucunu parlatıyordu. Parlayan ufak nokta hızla daha da parlaklaşıp, ışınlar yaydı ve kapak taşının alüminyum tepesini aydınlattı. Langdon bu ışığın, karanlık şehrin üzerinde asılı duran bir uyarı ışığına dönüşmesini şaşkınlık içinde izledi. Alüminyum tepenin doğuya bakan tarafındaki minik oyma yazıyı gözünün önüne getirdi ve başkente vuran güneşin ilk ışınlarının, her gün iki kelimeyi aydınlatarak aynı şeyi yaptığını büyük bir hayranlıkla fark etti. Laus Deo Katherine, "Robert," diye fısıldadı. "Kimse buraya gün doğarken çıkmaz. Peter'ın tanık olmamızı istediği şey buydu." Anıtın tepesindeki parıltı yoğunlaşırken, Langdon nabzının hızlandığını hissetti. "Atalarımızın anıtı bu kadar yüksek inşa etmesinin nedeninin bu olduğuna inandığını söylemişti. Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum ama şunu biliyorum: Başkentimize daha yüksek bir bina inşa edilmesini sonsuza kadar yasaklayan çok eski bir kanun var." Güneş arkalarındaki ufkun üzerinden yükselirken, ışık kapak taşının aşağılarına doğru indi. Langdon olanları izlerken, uzay boşluğunda sonsuz yörüngelerini izleyen gökkürelerini adeta çevresinde hissedebiliyordu. Kainatın Ulu Miman'nı ve Peter'ın Langdon'a göstermek istediği hazinenin sadece Mimar tarafından gösterilebileceğini özellikle vurgulayışını düşündü. Langdon bunun Wanen Bellamy olduğunu sanmıştı. Yanlış Mimar. Güneş ışınları güçlenirken, altın rengi parıltı bin dört yüz doksan altı kilo ağırlığındaki kapak taşını tümüyle kapladı. Aydınlanma yaşayan insan aklı. Işık daha sonra anıtın aşağı taraflarına doğru inmeye, her sabah gerçekleştirdiği aynı düşüşü yapmaya başladı. Yeıyüzüne doğru ilerleyen cennet... İnsanoğluyla birleşen Tanrı. Langdon bu sürecin akşam olunca tersine döneceğini fark etti. Güneş batıda batacak ve ışık, yeryüzünden tekrar cennete doğru yükselecek, yeni bir güne hazırlanacaktı. Yanında duran Katherine titreyerek, ona yaklaştı. Langdon, ona sarıldı. Sessizce yan yana dururlarken, Langdon bu gece öğrendiklerini dü- şündü: Katherine'in her şeyin değişmek üzere olduğuna dair inancını ve Peter'ın Aydınlanma Çağı'nın yaklaşmakta olduğuna dair inancını düşündü. Ve bir peygamberin cesaretle söylediği sözleri hatırladı: Açığa çıkarılmayacak gizli hiçbir şey yoktur; bilinmeyecek, aydınlığa çıkmayacak saklı hiçbir şey yoktur. Güneş, Washington'ın üzerinde yükselirken, Langdon yıldızları yavaş yavaş kaybolmaya başladığı gökyüzüne baktı. Bilimi, dini, insanlığı düşündü. Farklı ülkelerin farklı kültürlerinin her zaman bir tek ortak noktası olduğunu düşündü. Hepimizin Yaradan'ı vardı. Farklı isimler, farklı yüzler ve farklı dualar kullanıyorduk ama Tanrı insanoğlunun evrensel değişmeziydi. Tanrı hepimizin paylaştığı semboldü... hayatın anlayamadığımız tüm gizemlerinin sembolüydü. Eski insanlar, Tanrı'ya sınırsız insan potansiyelimizin bir sembolü olarak hamdetmişlerdi, ama bu eski sembol zamanla yok olmuştu. Şu ana kadar. Robert Langdon, Kongre Binası'nın tepesinde durmuş, güneşin sıcaklığı tüm vücuduna yayılırken, içinde yükselen güçlü bir duygu hissetti. Bu, tüm hayatı boyunca hiç bu kadar içten hissetmediği bir duyguydu. Umut.
 
The Many Sides to Dan Brown - The New York Times 
"Kayıp Sembol"