16 Kasım 2021

Dünya Hoşgörü Günü

ATATÜRK ve HOŞGÖRÜ
 
GİRİŞ
 
1995 yılı, dünyada "Hoşgörü Yılı" ilan edildi. Evrensel değerleri anlama ve yerleştirme açısından önemli adımdır. Ancak hoşgörü kavramını algılamadaki, özellikle uygulamadaki farklılıklar, iyi niyetle atılmış bu adımı sadece sözde bırakmaktadır. Görülen odur ki, hoşgörünün evrensel bir değer olarak yerleşmesi için daha çok zaman geçecektir. 

Evrensel değer denilenler, ulusal değerler arasında yer almadıkça evrenselleşemez. Bu nedenle "hoşgörü" öncelikle ulusal değer olarak algılanmalıdır. Evrensel değer yönü iseşimdilik konumuz dışıdır. 
 
Hoşgörü, Türk'ün tarihi bir niteliği olarak kabul edilir. İmparatorluklar kurabilmesi ve uzun süre yaşatabilmesi de buna bağlanır. Doğrudur. Ancak bu nitelik, süreklilik göstermemiş, zaman zaman kesintiye uğramıştır. Kesintiye uğradığı dönemlerde ise dini taassubun, cehaletin ve bazen de ırki taassubun ağırlık kazandığı görülmektedir. Sonucunda da siyasi değişiklikler meydana gelmiş, genelde devlet parçalanmıştır. 
 
Bugün de dini taassubun ağırlık kazanmaya başladığı, cehaletten kaynaklanan taassubun arttığı ve ırki taassubun körüklendiği görülmektedir. Tarihi tekerrür ettirmemek için bu kavram üzerinde önemli durulmalıdır. 
 
Hoşgörü kelimesi kişi seviyesinde sık kullanılır. Zora düşüldüğünde, bir hata yapıldığında, ilgiliden veya büyükten bu kelimeyi hatrlaması beklenilir. Affettiğinde hoşgörülü, kuralları uyguladığında ise hoşgörüsüz denilir ve genelde hoşgörü, kişi seviyesinde bu dar çerçevede algılanır. 
 
Acaba hoşgörü, gerçekten bu kadar mıdır, başka boyutlan yok mudur? Kişi seviyesinde nasıldır; toplum, devlet seviyesinde nasıldır? Atatürkçülük'te bu nasıl anlaşılmalı, uygulanmalıdır? Bu soruların yanıtlan için önce hoşgörünün anlamı üzerinde duralım. İşe de sözlük ve ansiklopedilerden başlıyalım. 
 
HOŞGÖRÜ'NÜN ANLAMI 
 
Hoşgörü, Türk Dil Kurumu sözlüğünde müsamaha, tolerans kelime- leriyle eşanlamlı gösterilmekte; görmezlikten gelme, göz yumma anlam- lan ile açıklanmaktadır. Türkçe sözlüğümüz hdşgörüyü sadece bir kelime olarak ele alıyor ve kavram ynüne yer vermiyor. 

Meydan Larousse ansiklopedisi de hoşgörüyü müsamaha ve tolerens kelimeleriyle eş anlamlı olarak ele alır ve bir kavram olarak şöyle açıklar: 
 
"Savundukları görüşler ve açığa vurdukları duygular bizimkilerle çelişen kimseleri sabırla karşılama, hoş görme." 
 
Osmanlıca-Türkçe sözlüklerde müsamaha için şu açıklama yapılır: 
 
Görmezliğe gelme, göz yumma; dikkat, aldırış etmeme ". 
 
 Enoyolopedia Britannica Ansiklopedisi toleransı şöyle açıklar: 
 
"Müsamaha etmek, tahammül etmek" 
 
 "Başka insanların hareket ve hükümlerinde serbest olm"alarına müsaade edilmesi; cemiyetin gidiş ve görüşlerine aykırı olan fikirlere karşı sabırla ve peşin hükümsüz tahammül ve müsamaha gösterilmesi".
 
Hoşgörü kelimesi eski dilde, mümahanın yanı sıra tesamuh ve hamuliyet kelimeleri ile de ifade ediliyor. 
 
Tesamuh hoşgörü, dikkatsiz, kayıtsız davranma anlamında; hamuliyet ise dayanma, sabırlılık, hoşgörü, tolerans anlamında kullanılıyor. 

Hoşgörünün eski dildeki zıt anlamlısı taassuptur. Taassup ise sözlükte şöyle açıklanır: 
 
"Birine taraflı olma; din işlerinde aşırı taraflılık edip başka dinde, inançta olanlara düşman oluş ". 
 
Taassubun yaşayan Türkçe'deki karşılığı bağnazlıktır. Bağnaz; "Bir düşünceye, bir inanışa aşırı ölçüde bağlanıp ondan başka düşünce ve inanışa karşı olan, onu kabul etmeyen, mutaassıp " anlamında kullanılır.
 
Bağnazın eş anlamlısı ise fanatikdir."Bir kimseye veya bir şeye aşarı düşkünlük ve tutkuyla bağlı olma" anlamını ifade eder. 
 
Hoşgörü ile ilgili kelimelerin birbirleriyle ilişkileri şöyle özetlenebilir: Hoşgörü taassupsuzluk, müsamaha, tolerans, tahammül. Hoşgörü hoşgörüsüzlük, taassup, bağnazlık, fanatiklik. Hoşgörülü hoşgörüsüz, mutassıp, bağnaz, fanatik. 
 
Görüldüğü gibi hoşgörü; duygu, düşünce, inanç, vicdan, tavır ve hareketlerle ilgili bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Ancak kaynaklar, hoşgörüye eş anlamlı olarak kullandıkları kelimenin durumuna göre birbirinden farklı anlam veriyorlar. Örneğin hoşgörünün zıt anlamlısı taassubu, sadece dine, inanca yönelik olarak açıklıyorlar. Başka bir kaynak ise hoşgörüyü sadece görüş ve duygu yönünden ele alıyor. 
 
Bunlar tek tek doğrudur ama noksandır. Hoşgörü bir kavramdır. Atatürkçülüğün ana kavramlarından biridir. Sosyal hayatın en faydalı ve şartı olan bir erdemdir, insanlığın devamı için zorunlu olan, gerek kişi gerekse toplum olarak huzur içinde yaşamanın, vatan ve millet bütünlüğünün devamını sağlamanın bir anahtarıdır. Demokrasinin şartıdır. Laikliğin şartıdır. Milliyetçiliğin şartıdır. Çağdaşlaşmanın şartıdır. Bu nedenle bu önemli kavram dar çerçevede ele alınmamalıdır. Bütün yönleri ile ele alınmalıdır ki anlaşılsın, uygulansın. 
 
Atatürkçülük'te hoşgörü sözlük ve ansiklopedilerde ifade edilen duygu, düşünce, inanç kavramlarının tamamını kapsar ve bunlara davranışı da ilave eder. 
 
Atatürkçülük'te hoşgörü şöyle anlaşılır ve anlaşılmalıdır. 
 
Hoşgörü; herkesin duygu, düşünce, inanç ve davranışlarında serbest olmasına izin vermek; kişilerin duygu, düşünce, inanç ve davranışlarındaki aykırılıklara, zıtlıklara ön yargısız katlanmak ve görmezlikten gelmektir. 
 
Atatürkçülükte hoşgörünün iki boyutu vardır. Biri tanımdaki serbest olmaya izin vermek açısından devlete yöneliktir. Diğeri ön yargısız katlanma ve göz yumma açısından kişilere, topluma yöneliktir. 
 
Devletimiz, anayasa ile hoşgörüyü bir ilke olarak benimsendiğini ortaya koymuş ve bunun sağlanmasını da devlet olarak üstlenmiştir. Anayasa, kişinin hakları ve ödevleri başlığı altında hoşgörüyü kapsamına alır ve bazı maddelerde şu ifadelere yer verir. 
 
"Madde 17: Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir." Bu maddeyle devlet, kişinin varlığını geliş- tirmesi için düşünce ve davranışına izin veriyor ve bunu bir hak olarak teslim ediyor. 
 
"Madde 24: Herkes, dini inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir... Kimse, ibadete, dini ayin ve törenlere katılmaya, dini inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz; dini inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz." Bu maddeyle de kişi vicdanının serbestliğini kabul ediyor ve bu serbestliği koruma altına alıyor. 
 
"MADDE 25: Herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kimse... Düşünce ve kanaatleri sebebiyle kınanamaz ve suçlanamaz" 
 
Bu maddeyle ise düşünce serbestliğine izin veriyor. 
 
"Madde 26: Herkes düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir." 
 
"Madde 27: Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir." Bu maddelerle de kişinin beyni, dili, kalemi ve eliyle ürettiklerini yayma serbestisine izin veriyor. 
 
Anayasa, belli başlılarını aldığımızı bu maddelerle hoşgörüyü, hoşgörünün esası olan duygu, düşünce, inanç ve davranışlarda sebrbestiyi, devlet ve toplum düzeninin vazgeçilmez bir unsuru olarak ortaya koyuyor ve bunların korunmasını da temel hak ve hürriyetlerin korunması başlığı altında güvenceye alıyor. Yani bu müsaadeleri hem veriyor, hem de bunların gerçekleşmesini, bu maddelerin işlemesini devlet güvencesi altına alıyor. 
 
Atatürkçülükte hoşgörünün devlete yönelik bölümünü böyle açıkladıktan sonra şimdi kişiye, topluma yönelik bölümüne bakalım. 
 
Hoşgörünün tanımında, kişi ve topluma yönelik bölümü "Kişilerin, duygu, düşünce, inanç ve davranışlardaki aykırılıklara, zıtlıklara önyargısız katlanmak ve görmezlikten gelmek" diye ifade etmiştik. 
 
Dikkat edilirse buradaki, duygu, düşünce, inanç ve davranışlar, anayasamızda serbestliğine izin verilen ve devlet tarafından konman hususlardır. O halde Atatürkçülük'te hoşgörünün kişiye, topluma yönelik bölümü için şunu diyebiliriz. Devletin izin verdiği bir hususu, bir kişinin veya bazı kişilerin kısıtlaması veya yasaklaması olamaz; devletin güvence altına aldığı bir hususu yine bir kişinin veya bazı kişilerin ihlali veya saldırması da olamaz. Devletin serbestliğine müsaade ettiği hususlara herkes eşit şartlarda uymaya zorunludur. Aksi davranış suç olduğu gibi insanlık dışıdır. Benim gibi düşünmüyor, benim inandığıma inanmıyor, benim dinimi benimsemiyor diye dövmek, öldürmek, yakmak ise vahşiliktir, çağ-dışılıktır. 
 
Atatürkçülük ve Atatürkçü bunları asla hoşgörüyle karşılamaz; Atatürkçülük bu çağdışı zihniyeti yok etmek için vardır, topluma hoşgörüyü yerleştirmek için vardır. 
 
Şimdi Atatürk'ün Hoşgörü-Taassupsuzluk üzerine yazdıklarını görelim. 
 
ATATÜRK'ÜN TAASSUPSUZLUK (TOLERANS) ÜZERİNE YAZDIKLARI 
 
Atatürk, bugünkü yurttaşlık bilgisi dersinin karşılığı olan "Vatandaş için Medeni Bilgiler" isimli ders kitabına düzeltme ve ilavelerinin dışında el yazısı ile 200 sayfalık katkıda bulunmuş, yani büyük bölümünü bizzat yazmıştır, işte bu ders kitabının vicdan hürriyeti konusunda taassupsuzluk başlığı altında, hoşgörüyü işlemiştir. Vicdan hürriyetine şöyle giriş yapılmıştır: 
 
"Vicdan hürriyeti, her fert, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, mensup olduğu bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına hakim olunamaz." 
 
"Vicdan hürriyeti mutlak ve taarruz edilmez, ferdin tabii haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır." 
 
Bu girişin arkasından Atatürk'ün taassupsuzluk konusundaki açıklamaları yer alır. Öneminden ve 1930'da yazılmasına rağmen bugünü yansıtmasından dolayı açıklamanın tamamını almayı faydalı buluyorum. 
 
TAASSUPSUZLUK (TOLERANS) 
 
"Hürriyet ihtimal ki zorla tesis olunur; Fakat herkese karşı, taassupsuzluk göstermekle ve aldırmamazlıkla muhafaza edilir."... 
 
"Türkiye Cumhuriyeti'nde, herkes Allah'a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimse dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti'nin resmi dini yoktur. Türkiye'de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkışacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez. Artık samimi dindarlar, derin iman sahipleri hürriyetin gereklerini öğrenmiş görünüyorlar. Bütün bunlarla beraber, din hürriyetine, genellikle vicdan hürriyetine karşı taassup kökünden kurumuş mudur? 
 *Bu bölüm. Medeni Bilgiler'in M.Kemal ATATÜRK'ün El Yazılan kısmından alınmıştır S.507-515 
 
Bunu anlayabilmek için, taassupsuzluğun ne olduğnu inceleyelim. Çünkü, bu kelimenin ifade ettiği manayı zihniyeti, herkes kendine göre anlamaya çok yatkındır. Dini hürriyeti bir hak olarak görmeyen, acaba kalmadı mı?
 
Vicdan hürriyetini, insan ruhunun, Allahın yüce hüküm ve nüfuzu al- tında, dini hayatı idare için, sahip olduğu haktan ibaret olduğunu belle- miş olanlar acaba bugün nasıl düşünmektedirler? Bu gibiler, kendileri gibi düşünmeyenlere içlerinden olsun kızmıyorlar mı? 
 
Bu saydığımız zihniyete sahip olduğu düşünülen kimselere, hür düşünürlerimiz, acaba bir acı hisle, bir üzüntü ile bakmıyorlar mı?
 
 Bu saydığımız gibi, çeşitli inanışlı kimseler, birbirlerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk yoktur, bunlar mutaassıptırlar (Bağnazdırlar). Vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdanı inanışlarına karşı, hiçbir kin duymayan, aksine saygı gösteren kimsede taassupsuzluk vardır. Hiç olmazsa, başkalarının, kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir. Taassupsuzluk budur. 
 
Fakat, gerçeği söylemek gerekirse diyebiliriz ki, hürriyeti, hürriyet için sevenler, taassupsuzluk kilimesinin ne demek olduğunu anlayanlar, bütün dünyada çok azdır. Her yerde, genel olarak geçerli olan, taassuptur. Her yerde görülebilen barış manzarasının temeli, taassup ile hür fikrin birbirine karşı kin ve nefreti üstündedir; temelin devrilmemesi, kin ve nefret tabanındaki dengeyi tutan fazla kuvvet sayesindedir. 
 
Bu söylediklerimizden şu sonuç çkar ki, aramızda, hürriyet engellerinin yok olduğuna, bizim gibi düşünün ve hissedenlerle birlikte yaşadığımız yargıstıa varmak zordur. O halde, görülen, taassupsuzluk değil, zayıflığın güçsüz bıraktığı taassuptur. 
 
Şüphesiz fikirlerin, inanışların başka başka olmasından, şikayet etmemek lazımdır. Çünkü, bütün fikirler ve inanşılar, bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik belirtisidir. Ölüm işaretidir. Böyle bir hal, elbette arzu edilmez- Bunun içindir ki, gerçek hürriyetçiler, taassupsuzluğun genel bir nitelik olmasını arzu ederler. Fakat, hatta, iyiniyetle bile olsa, taassup hatalarına karşı, dikkatli olmaktan vazgeçemiyorlar. Çünkü iyi niyetler, hiçbir zaman, hiçbir şeyi tamir edememişlerdir. İnsanların, ruhun selameti için yakıldıklarını biliyoruz. Herhalde bunu yapan engisizyon papazları, iyi niyetlerinden ve iyi iş yaptıklarından bahsederlerdi; belki de, cidden bu sözlerinde samimi idiler. Fakat, bir ahmaklağın, yahut bir hainliği iyi bir kılıfa uydurmak güç değildir; en nihayet bu, bir isim değiştirmek meselesidir. İşte, bu nedenledir ki, hoşgurüyü aldırmamazlık, kayıtsızlık derecesine kadar götürmemek önemlidir. Gerçi, hür olmak herkesin hakkıdır ve bunun için gerçek hürriyetçiler, hürriyetçi olmayanlara karşı da geniş davramlmasını isterler. Fakat, bunların hiçbir zaman elleri ayakları bağlı olduğu halde kurbanlık koyun durumuna razı olacakları asla kabul edilmemelidir. 
 
Unutulmamalıdır ki, bazı insanlar geleceği, geçmişin arasından görmekte ısrarlıdırlar. Bunlar, ilgimizi kestiğimiz geleneklere karşı mutlaka, bağlılığın iadesini isterler. Bu gibi insanlar, kendi inandıkları gibi inan- mayan kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse, kendilerini cenderede (sıkış- mış gibi) hissederler.
 
Herhalde taassupsuzluğun arzu edildiği gibi genelleşmesi, huy hali- ne gelmesi, fikri terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır." 
 
 Atatürk burada hoşgörüyü, hoşgörüsüzlüğü ve bunun tehlikelerini ve hoşgörünün sının konusunu da veciz olarak belirtmektedir, 
 
Şimdi biz bu sının biraz açalım 
 
 HOŞGÖRÜNÜN SINIRI 
 
Hoşgörünün anlamı ve içeriğinden herkesin her istediğini, her zaman, her yerde yapabilmesine müsaade etmek gibi bir anlam çıkabilir. Tabi ki bu mümkün değildir. Çünkü hoşgörü hürriyet kavramı ile iç içedir. Kişilere hakları olan hürriyetini kullanma imkanı veren bir kavramdır. Hürriyet ise hiç bir kişi için sınırsız değildir. Sınırsız hürriyet başkalannın hürriyetsizliği demektir. Toplum yaşantısında ise bu mümkün değildir. Kişi hürriyetine sınır, başkalannın hürriyet sinindir. Bu sınır aşılırsa hürriyetsizlik başlar. Bu nedenle insan hakları evrensel beyannamesine, hürriyeti yok edici hürriyetin tanınamayacağı maddesi konmuştur. Aynca toplumun, milletin ortak çıkarları ile devletin korunması hususlan da, kişi hürriyetine sınır getirir. 
 
Atatürk bu hususu 1931 yılında şöyle açıklamıştır. 
 
"Kişilerin hürriyeti, devletin hakimiyet ve idaresinin korunmasına bağlıdır. Devlet idaresi felç olursa kişilerin hürriyetini koruyacak hiçbir kuvvet ve vasıta kalmaz. Bu sebeple hürriyeti yalnız bir taraflı değil, her iki taraflı düşünmek gerekir. 
 
Kişi hürriyeti kutsaldır. Bunların korunması için devamlı çalışılır. Fakat bu çalışmada devletin kuvveti, otoritesi hiçe sayılırsa, belki hiçe indirilebileceği dahi sanılır-ancak bu takdirde bu gibi insanların snunda kesinlikle başka bir devletin otoritesi altına girmek aşağılığına düşeceklerini, yabancı bir devletin hakimiyetinin esaret zincirlerini, kendi elleriyle, boyunlarına takmağa mecbur olacaklarını hatırdan çıkarmamak gerekir:" 
 
Atatürk'ün ifade ettiği bu tehlikelerden dolayı, Anayasamız da, temel hak ve hürriyetlerini bazı durumlarda sınırlamış ve kötüye kullanılmasını önleyici hükümler koymuştur. Yani hoşgörüye sınır getirmiştir.
 
Anayasanın 14 ncü maddesi şöyle der: 
 
"Anayasada yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk Devleti'nin ve Cumhuriyeti'nin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetlerini yok etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesine veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzenini kurmak umacıyla kullanılamaz. " 
 
Bu açaklamalardan hareketle hoşgörünün sının konusunda şöyle bir senteze varabaliriz. 
 
Hürriyet ve hoşgörü kavranılan içiçe olduğuna göre; hürriyetin olmadığı yerde hoşgörüden, hoşgörünün olmadığı yerde hüniyetten bahsedilemeyeceği için; hoşgörünün sınırı hürriyetin sinindir. Yani hürriyetin bittiği yerde hoşgörü de biter. Bu sının en açık şekilde Anayasanın 14 ncü maddesi ifade etmektedir. Bu maddenin kapsamına giren hususlarda bazı kimselerin kişisel hak ve hürriyetlerimi kullanıyorum düşüncesiyle faaliyette bulunmalan Anayasa'ya göre suçtur; Bunlara göz yummak da hoşgörü değil yine anayasal suçtur. Bu maddenin içeriğini özetlersek, hiç- bir kişinin bütünlüğümüzü bölmeye, devleti ve cumhuriyeti tehlikeye düşürmeye, hak ve hürriyetleri yok etmeye, eğemenliğin kaynağını değiştirmeye, bölücülük ve ayrıcihk yapmaya, farklı bir devlet düzeni, yani dine dayanan, ırka dayanan, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti anlayışı dışında bir anlayışa dayanan devlet düzeni kurmaya yönelik hakkı ve hürriyeti yoktur. Dolayısıyla hoşgörü devlet, millet ve kişi seviyesinde de burada biter; Burada hoşgörü yerine kişinin, toplumun tepkisi, devletin kanunlan çalışmaya başlar. 
 
Atatürk'ün dediği gibi "Hoş görme kliği aldırmamazlık derecesine götürmemek önemlidir." Bu nedenle hoşgörü sınırlarım aşanlara karşı aldırmamazlık; yurdunu ve milletini seven, kendisinin ve toplumun ortak çıkarlarını görebilen, vatandaşlık görevlerinin bilincinde olan kişilerin davranışı değildir.  
 
Çünkü hoşgörü, kayıtsızlık ve adam sendecilik değildir. 
 
HOŞGÖRÜSÜZLÜK- TAASSUP 
 
Hoşgörünün karşıtı hoşgörüsüzlük, taassup, bağnazlıktır. Hoşgörüsü olmayan kişi de mutaassıptır, bağnazdır, hoşgörüsüzdür. 
 
Atatürk, Medeni Bilgiler'de mutaassıbı şöyle açıklar:
 
"Muhtelif inançlı kimseler, birbirlerine, kin nefret besliyorsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta sadece birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde taassupsuzluk (hoşgörü) yoktur, bunlar mutaassıptırlar."
 
Taassubun sebepleri ise:
 
a. Cehalettir, 
b. Menfaattir, 
c. Alışkanlıktır, 
d. Korkudur.
 
  Toplumumuzda hoşgörüsüz kişiler incelendiğinde görülür ki onlar ya cahildir, ya başka fikir sahiplerine hoşgörü ile davranmak çıkarlarına aykırıdır veya alıştıkları şeyden vazgeçmek onlara güç gelmektedir yahut şuuraltı, şuur üstü bir korkunun tesiri altındadırlar.
 
Hatta hoşgörüsüzlüklerin şiddeti de bu korkunun derecesine bağlıdır. 
 
Dünyanın dönmediğini iddia eden papazlara, döndüğünü söylemekten çekinmeyen Galile, hem cehaletin, hem de korkunn sebep olduğu bir taassup yüzünden zindana atılmş ve öldürülmüştür. Bu olayda papaz zümresinin menfaatlerinden doğan bir taassup da görülmektedir. Çünkü Avrupa'daki reform hareketlerinden sonra menfaatçci papaz zümresi ortadan kalkmak zorunda kalmıştır. 
 
Taasubun en ağırlıklı sebebi cehalettir. Atatürk, 1923 yılında İstanbul gazetecileri ile izmit'te görüşürken taassup hastalığın cehalete bağlar, ilaç olarak da ilmi tavsiye eder ve şöyle der: 
 
 "Taassup cahilliğe dayanır. Bundan dolayı taassubu olan cahildir. İlim mutlaka cahilliği yener. O halde halkı aydınlatmak lazımdır. "
 
Buradaki cahilin kim olduğunu, ilmin ne olduğunu anlamak için Ata- türk'ün 1923'te Tarsus'ta çiftçilerle yaptığı konuşmanın bir cümlesine bakalım: 
 
 "Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka mektepte okumamış olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz, ilim hakikati bilmektir. Yoksa okumuş olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi hiç okumak bilmeyenlerden de bilhassa sizlerin içinizde görüldüğü gibi, hakikati gören hakiki alimler çıkar. "
 
Demek ki taasssubu önlemenin çaresi ilimdir, yani gerçeği, doğruyu öğrenmek ve öğretmektir.
 
Burada kişilere düşen görev aydın olmaktır. Yani düşüncesini inan- cından; ilimi, bilimi dinden ayrı tutmaktır.
 
Her türlü fikre açık olmak, önyargısız dinleyebilmek, tartışabilmek; her duruma ve fikre, çağdaş insamn düşünme temelini oluşturan acaba, neden, niçin, nasıl sorulan ile yaklaşabilmek ve şüpheci olmaktır. 
 
Aynca kendi gerçeklerinin tek ve en doğru olmayabilceğini; kendi dünyasının dışında başka dünyalann olabileceğini; bu nedenle de herkes için geçerli olan bir tek dünya, bir tek doğru, bir tek gerçek olmadığını kabul etmelidir.
 
Aksi takdirde toplumun huzuru ve düzeni, iç banş, birlikte yaşama istek ve arzusu ortadan kalkar. Ayrılıklar gruplaşmalar başlar, milli birlik ve beraberlik duygulan zedelenir. Son aşamasında ise devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü tehdit altına girer.
 
Herkesin tek sesli bir toplum olamayacağını, tek sesliliğin faydadan ziyade zarar getireceğini çok sesliliğin bir doğa kanunu olduğunu kabullenmesi gerekir. Tek esli toplumlar gelişemezler, ilerleyemezler, Atatürk bunu şöyle açıklar:
 
"Fikirlerin, itikatlerin başka başka olmasından, şikayet etmemek lazımdır. Çünkü, bütün fikirler ve itikatler, bir noktada birleştiği takdirde, bu hareketsizlik alametidir. Öyle bir hal elbette arzu edilmez."
 
 Çünkü hareketsizlik durma, durma ise gerilemedir. Gerilemek iste- meyen toplumlar çok sesli olmak zorundadır. Çok seslilik ise taassubun ortadan kaldınlmasıyla mümkündür.
 
Taassup toplumu geriletmekle beraber, gerçeklerin, doğrulann ortaya çıkmasını da önler. Taassup; fikrin doğmasını," fikir alışverişini, kişilerin düşüncelerini istedikleri gibi söyleyebilmelerine engel olur. Atatürk'ün dediği gibi: 
 
"En büyük hakikatler ve terakkiler fikirlerin serbest ortaya konması ve teati edilmesi ile meydana çıkar ve yükselir. " 
 
O halde ilerliyebilmek için taassubu mutlaka ortadan kaldırmak gerekir. Mutaassıp bireylerden oluşan toplumlar gerilemeye mahkumdurlar.   Medeni Bilgiler, s.57 Medeni Bilgiler, s.58 
 
Taassup insanın doğasına aykırıdır. însan, düşünebilme, düşünce üretme, maddi birşeyler yapabilme yetenekleri ile donatılarak yaratılmıştır. Toplumların ilerlemesi de insanın bu yeteneğinden kaynaklanır. Taassup bu yeteneğin kullanılmasını frenler, zamanla söndürür. İnsanın doğasına saygı duyanın taassubu olamaz. Tassup, insamn yaraülış özelliklerine terstir, yaratanın insanı yaratma felsefesini inkardır. 
 
Taassup fikir ve hiürriyetini söndürür. Her nekadar yasalarda yer alsa dahi; taassup statikliği, dogmaları ön plana çıkardığından, ilkleri, yenileri hoşgörmediğinden; Fikir hürriyeti kağıt üzerinde kalır. Taassup ortamında fikirler korkusuzca ve serbestçe ifade edilemez.
 
Fikirlerin korkusuzca ve serbestçe ifade edilmesi, aslında fikir hürriyetinin son merhalesidir. Asıl fikir hürriyeti, fikirlerin doğru doğması yani doğru düşünebilme yeteneğidr. Yani beyin içinin hürriyetidir. Beyin içinin serbest olması, dogmalarla, kalıplarla doldurulmamış ve dondurulmamış olmasıdır. Bu da hoşgörü ile sağlanır. Hoşgörüsüzlük, davranışlardan önce beyin içinde çekingenlik ve zamanla tembellik yaratır. Çalışmayan bir beyinden ve sahibinden de hiçbir şey olmaz, hiç bir verim alınamaz. O nedenle fikri hoşgörüyü sadece dilin veya kalemin değil, beyin içinin serbest olması diye kabul etmek gerekir. 

 Beyin içi; hurafelerle, batıl itikatlarla, muhakemesiz, tartışmasız kabulü şarttır şeklindeki bilgilerle; tersini veya zararını, doğruluğunu, yanlışlığını düşündüğünde, manevi baskı altında kalınmasını sağlayacak hususlarla doldurulduğunda, fikri hoşgörü ortadan kalkar. Beyin içi serbestisini kaybeder. 
 
Atatürkçülüğün öngördüğü fikri hoşgörü, herşeyin doğrusuna, eğrisine, iyisine, kötüsüne, faydasına, zararına kişinin kendisinin karar vermesidir. Hertürlü baskıdan uzak olarak serbestçe düşünebilmesidir. Yani fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olmasıdır.
 
HOŞGÖRÜSÜZLÜĞÜN (TAASSUBUN) DOĞURACAĞI SONUÇLAR 
 
Taassup gelişmenin ilerlemenin düşmanıdır. Diyebiliriz ki Osmanlı Devleti'nin yıkılmasına sebep batıya, ayak uyduramamasından, ayak uyduramaması da din düşmanlığından, dini bağnazlıktan kaynaklanan taassuptur. Ayrıca kişilere hoşgörünün gereği olan serbestilerinin verilmemesidir.
 
Çarpıcı birkaç örnekle bu düşüncemizi kuvvetlendirelim. 
 
- Dini Taassup yüzünden matbaa 277 yıl sonra kullanılmaya başlandı. Bu bile başlı başına bir olaydır. Yaygın cehalet 300 yıl daha devam etti demektir.
 
 - 1575'de kurulan İstanbul Rasathanesi, 1580'de "rasat yapmanın, evrenin sırlarını öğrenmeye yönelik bir küstahlık olduğu ve rasathane kuran deletlerin mahkum olacağı" düşüncesiyle yıktırıldı.
 
- Hür düşünceye, akla ve bilime dayalı gerçekçi düşünmeye yer verilmemesi, bunun yerine sanki dinin gereğiymiş gibi bazı safsatalarla karar verilmesi sonucu çok şey kaybedilmiş, başta harpler kaybedilmiştir. 1839'da Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa'mn ordusuna Nizip Muharebesi'nde yenilmenin sebebi bundandır. Din adamları cuma günü savaşılmaz, bu dini aykarıdır deyince, askeri yönden durum Osmanlı Ordusu lehine iken taarruz edilmedi. Daha sonra, bir gece baskını için daha müsait bir durum doğdu. Din uleması buna da karşı çıkarak, haydutlar gibi baskın yapmamn padişah askerine yakışmayacağını söylediler.
 
Yakın tarihten bu anlayışa bir örnek daha verelim. Balkan Harbi'nde Makedonya'da yenilen ordumuz Arnavutluk'a doğru çekilir. Bu arada bir büyük grup istikametini kaybeder, hangi yöne çekilmeye devam edeceğini şaşırır. Komutanlar toplanır, karar vermek için Kuran'ı Kerim açarlar.
 
 - Tanzimat'tan sonra yeni açılan orta okullarda harita ile coğrafya dersi okutulmaya başlanır ancak bu "coğrafya derslerinde harita göster- menin kafir adeti olduğu ve şeriatın buna cevaz vermediği" fetvası ile kaldırılır. Oysa Piri Reis, dünyaca ünlü haritasını 1513'te, yani 3,5 asır önce çizmişti. 
 
 - 19 ncu yüzyılda camilere paratoner taktırılamamıştır.
 
 - 19 ncu yüzyılın ikinci yarısında batının kullandığı çiçek aşısı yerine merkep sütü içirilmesine cevaz verilmiştir.
 
 - Tıbbiyedeki anatomi derslerinde müslüman cesetlerinden yararlanmaya izin verilmemiştir.
 
 Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür. Bu örneklerden şunu çıkarıyo- ruz, dini taassup endişe edilecek bir durumdur. Türk tarihinde dini taassup çağdaşlaşmak için girişilen yeniliklerin karşısında güçlü bir engel oluşturabilmiştir. Türkiye'nin çağdaşlaşmada geri kalma sebebi taassuptur.
 
Bugüne baktığımızda 1993'te Sivas'ta 37 kişinin yanarak ölümüne sebep, taassuptur. 1980 öncesi K.Maraş ve Sivas olaylarının sebebi yine taassuptur. Bugün kendisini dini bütün görenlerin, dini yönden kendisi gibi olmayanlara karşı tavrının sebebi yine taassuptur. Bunların başka dinden, mezhepten olanlara duydukları kinin, düşmanlığın sebebi tassuptur. 
 
Taassup, hoşgörüsüzlük, düşmanlık doğurur, milleti gruplara, zümrelere ayırır, kavgaya, iç çatışmaya sebep olur, sonu bölünmelere kadar gider. Önemli bir tehlikedir.
 
SONUÇ 
 
Bu tehlikenin daha da büyümemesi, dini taassubun arkasından ırki taassubun gelmemesi için her Türk vatandaşı taassubun sonucu üzerine bilinçli olmalıdır. Sonucu görebilmelidir.
 
Bilincin doğmasımn anahtarı yasalara uymak, gıdası da şüpheci olmaktır.
 
Hoşgörünün dershanesi kütüphanelerdir, kitaplardır, hocası da tarihtir.
 
Eğer Cumhuriyeti korumak istiyorsak, eğer laik düzende yaşamaya devam etmek istiyorsak, eğer demokrasinin nimetlerinden yararlanarak insan gibi yaşamak istiyorsak, eğer herkesin yasalar önünde eşitliğini ve herkesin eşit haklara sahipliğini öngören çağdaş hukuk düzeni içerisinde yaşamak istiyorsak, eğer bize miras bıkarılan ata yadigarı güzel vatanımızı böldürmek istemiyorsak, eğer yurtta, ve dünyada barış içinde yaşamak istiyorsak, eğer refah düzeyimizi daha da artırmak istiyorsak hoşgörülü olmalıyız ve hoşgörüsüzleri de hoşgörülü yapmanın yollarını bulmalıyız. Hoşgörüsüzleri hoşgörü ile karşılamamalıyız. 
 
 Dr. İsmet GÖRGÜLÜ

Bertrand Russell - Özgürlük Yolu


Sahip olmaktan çok yaratmayı hedefleyen bir ruh hali içinde yaşanan yaşamın temelinde zor koşullar tarafından bile yok edilemeyecek bir mutluluk vardır.

Zulüm uygulayanı da uygulananı da alçaltır.
 
Eğer maddi açıdan rahat, fakat tarladaki koyun sürüsünden farksız bir toplumla, sefalet içinde yaşayan, fakat bazı ölümsüz gerçeklere ulaşmış bir toplum arasında seçim yapmak zorunda kalsaydım tercihimi ikinciden yana kullanırdım.

Yoksulluk bir belirtidir, kölelik ise hastalık. Zenginliğin ve yoksulluğun uç noktaları sahip olmanın ve köleliğin uç noktalarını takip eder.

İnsanlar fakir oldukları için köleleştirilmezler, köleleştikleri için fakirdirler.

Orta yaşların sonunda emekli olabilenler sıkılırlar, çünkü özgürken zamanlarını nasıl değerlendireceklerini öğrenmemişlerdir ve bir zamanlar iş dışında sahip oldukları ilgi alanları da yok olup gitmiştir.

Eğer insanlara para verilirse zaman içinde bunu biriktirip kapitalist olabilirler.

Eğitim, özgürlük ve özel sermayenin kaldırılması sayesinde işlenen suç oranı inanılmaz derecede azalacaktır.

Bizim hayal ettiğimiz dünyada korkular ve para ile ilgili umutlar yaşamdan çıkarılmış olacaktır. Hiç kimse yoksulluk korkusu ilse ezilmeyecek ve servet umudu ile merhametsiz biri haline getirilmeyecektir.

Hayalini kurduğumuz dünyada, çalışma özgürce yapılan bir faaliyet olacak, aşırıya kaçmayacak, en basit iş bile hızlı bir ilerlemenin olduğu kolektif bir girişime duyulan ilgi ile beraber yaratma zevki ile dolu olacaktır.

Ekonomik nedenler evliliği bir pazarlık ve sözleşme sorunu haline getirir, sevgi hep ikinci plandadır ve her ne kadar fark edilmese de sevgisizlik özgürlüğün olmayışının nedenidir.

Eğer bilim devlet tarafından düzenlenir ve denetlenirse kısa sürede basmakalıp bir hale gelecek ve ölü olacaktır.
 
Yaşam mücadelesi ve yapılan işlerin gerektirdiği ciddiyet, insanları şakalardan haz almayacak kadar ciddi ve sanatla uğraşmayacak kadar meşgul hale getirir. Daha iyi bir düzenle yaşam mücadelesinin kolaylaştırılması, çalışma saatlerinin azaltılması ve var olma yükünün hafifletilmesi yaşamdan alınan hazzı ve dünyadaki güzelliklerin farkına varmak için gerekli yaşamsal enerjiyi artıracaktır. Bu başarılabilirse, güzel şeylerden daha çok tat alınacak, sanatçıların eserleri daha çok takdir edilecektir.

Yaşamları kendileri, arkadaşları ve dünya için faydalı olanlar umutlu ve neşeli insanlardır. Hayal güçlerini olması mümkün şeyler için ve bunları hayata geçirme. yollarını bulmak için çalıştırırlar

Çalışma hayatlarındaki rakiplerini kıskanmaz yapılması gereken işle ilgilenirler. Siyaset alanında, sınıflarının ya da uluslarının haksız elde ettikleri ayrıcalıkları savunmak için zamanlarını ve enerjilerini harcamaz, dünyayı genel olarak daha mutlu daha az acımasız, birbiriyle çatışan hırslar arasındaki mücadelenin daha az olduğu ve gelişmeleri baskı yoluyla engellemeyen insanlarla dolu bir yer haline getirmeyi amaçlar.

Çok erken yaşta çocukların çalışmaları rekabet ruhunu aşılar; onların bilgiye, gerçekten ilgilendikleri için değil de sınavlarda faydalı olabileceği düşüncesiyle yaklaşmasına neden olur. Zorluklar üzerinde düşünme ve bir süre sessiz kalma yeteneğine değil de kalıplaşmış sorulara kolaya kaçan cevaplar verme şeklinde vaktinden önce gelişen yeteneğe prim verir. Bu kusurlardan belki daha da kötü olanı, gençlerin çok küçük yaşlarda aşırı çalışmasına, böylece ergenliğe eriştiklerinde isteksiz ve ilgisiz olmalarına neden olmasıdır. Hiç şüphesiz günümüzde birçok parlak zeka bu sebeple körleşmiş ve isteği sönmüştür.

En basit ve tek etkili çözüm, her tür eğitimin tüm insanlar için 21 yaşına kadar serbest kılınmasıdır.

Tüm zamanını sanata ayırmak isteyen sanatçılar temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek şekilde ücretlendirilmelidir. Ve canları istediğinde yürüyerek yabancı ülkelere gidebilecek, havanın ve güneşin tadını çıkartabilecek, en az kuşlar kadar özgür ve mutlu olacaklardır. Bu insanlar toplum yaşamına renk ve çeşitlilik kazandıracaklardır. Onların hayata bakış açısı sabit bir evde yaşayan insanlarınkinden farklı olacak ve bizim ağırbaşlı ciddi uygarlığımızı öldürmeye çalıştığı ve aslında çok da gerekli olan neşeyi ayakta tutacaklardır.

Ticarileşmiş bir toplumda bir sanatçı para kazanabiliyorsa, para kazandığı için saygı görür, fakat sayesinde para kazandığı sanat eserlerine duyulan içten bir saygı söz konusu değildir.

Her şeyi para ile ölçen bir toplumda, aynı şey sanatçı için de geçerlidir. Eğer zengin olabilirse milyarderden daha az da olsa bir saygı görebilir. Fakat kitaplarına, eserlerine duyulan saygı aynı oranda değildir.


Jose Saramago – Filin Yolculuğu

 José Saramago Filin Yolculuğu’na hastalığı nedeniyle sık sık ara vermek zorunda kaldı ve romanının bir bölümünühastane yatağında yazdı. Eşinin ifadesine göre, en büyük korkusu bu kitabı tamamlayamamaktı. Yapıtını bitirebilmesiyle hem edebiyat dünyası zenginleşti hem de Saramago’nun belki de son yapıtını okumaktan mahrum kalmadık. Yazarın üslubu ve çeviriyle ilgili birkaç noktaya dikkat çekmenin okura yararlı olabileceğini düşündüm: Saramago alışageldiğimiz dilbilgisi kurallarını reddeden bir yazar. Filin Yolculuğu’nda noktalama işareti olarak sadece nokta ve virgül kullanılmış. Büyük harfe yalnızca noktadan sonra ve diyalog başlarında yer veriliyor, özel adlar büyük harϐle başlamıyor ve özel adlara ulanan ekler de tepeden kesme işaretiyle ayrılmamış. Udžç-dört sesli harϐin yan yana gelerek okumayı hayli güçleştirdiği birkaç yabancı sözcükte özel adları kesme işaretiyle ayırmayı tercih ettim. Saramago’nun diyalog formunda olmayan diyalogları anlatıyla bütünleşerek, bir anlamda anlatıya kaynayarak örneğin bir betimlemenin ardına eklemleniyor, birinin söze girdiğini büyük harϐle başlayan sözcükten ve elbette metnin gidişinden kavrıyoruz. Alışageldiğimiz tırnaklar ya da konuşma çizgileri yok. Yazar çoğu kez kimin söz aldığını da belirtmiyor ve “dedi”, “ekledi” türünden diyaloğu kapatan ifadelere yer vermiyor. Türkçe sözcüklerde eril ve dişi ayrımı olmadığı için birkaç yerde özne eklemeye ihtiyaç duyduysam da, yazarın üslubuna elimden geldiğince sadık kalmaya özen gösterdim. Metinde yarım bırakılmış ya da virgüllerle birbirine eklenmiş uzun cümleler, bazen aynı cümle içinde bile değişen yüklem zamanları yine yazarın tercihidir. Saramago’nun kendi sesi, yani anlatıcı da sık sık araya girerek hikâyeyi 16. yüzyıldan günümüze çekmekte, şakalar, kıyaslamalar yapmakta, yorumda bulunmaktadır. Konuşan kişilerin eğitimsizliği, özellikle de ϐil terbiyecisi Subhro’nun Hintli olup Portekizceyi yarım yamalak konuşması nedeniyle, onların ağzından aktarılan kimi hikâyelerin dili okura ikircikli, tutuk, tuhaf gelebilir, kanımca bir o kadar da eğlencelidir. 

 Umarım okura da keyif verecektir. Son olarak, orijinal metinde hiç dipnot yoktur. Okumayı kolaylaştırmak amacıyla yazarın kutsal kitaplara, başka edebi metinlere, tarihi olaylara, coğrafyaya vb. gönderme yaptığı yerlerde aydınlatıcı olduğuna inandığım dipnotlar vermeyi uygun bulduğumu belirtmek isterim. Gilda Lopes Encarnação Salzburg Universitesi’nde Portekiz Dili Bölümü’nde öğretim görevlisidir, gittiğimiz lokantada bana Filin Yolculuğu’nu anlatmasaydı bu kitap var olmazdı. Ona Mozart’ın kentinde satılan ve Avrupa’nın belli başlı yapılarını temsil eden küçük, ahşap heykellerin ne olduğunu sordum. Aralarında bizim Belém Kulesi’nin de olması ilgimi çekmişti ve bir güzergâhı işaret eder gibi görünüyorlardı. Bana XVI. yüzyılda, III. Don João döneminde, tam olarak 1551’de bir ϐilin yaptığı yolculuktan söz etti. Fil Lizbon’dan Viyana’ya gitmişti. Burada bir hikâye olabilirdi. Gilda Lopes’den ipuçları toplamamda bana yardım etmesini istedim, gerekli tarihi bilgiyi bir araya getirmemde çok değerli yardımları oldu. Bu kitabı o masadaki dostlarıma borçluyum, herkesin önünde hepsine son derece minnettar olduğumu belirtmek ve en içten teşekkürlerimi sunmak isterim. Düzgün işleyen bir kamu yönetiminde yatak odaları kutsal, laik ya da yasadışı olarak nitelenebilir, bu odaların öneminin farkında olmayanlara son derece münasebetsiz gelebilirse de, burada anlatmaya niyetlendiğimiz, bir ϐilin avusturyaya yaptığı olağanüstü yolculuğun ilk aşamasıdır ve üç aşağı beş yukarı portekiz saray erkânının yatma saatinde şekillenir. 

 Burada üç aşağı beş yukarı gibi belirsiz bir ifadenin rastlantı eseri kullanılmadığı da kaydedilmelidir. Böylelikle belli bir zarafetle ϐiziksel ve ϐizyolojik mezhebin ayrıntılarına da girmiş olduk ki, biraz densiz, çoğunlukla da gülünçtürler ve böyle kâğıt üzerine aktarılmaları hem portekiz ve los algarbes {1} kralı üçüncü don juanın hem de zevcesinin, alcacer-quivirde savaşmaya gidip daha ilk çatışmada ölen ya da kimilerinin iddia ettiği gibi savaşa bile katılamadan arifesinde hastalıktan telef olan don sebastianın müstakbel büyükarınesi, avusturyalı dona catalinanın koyu katolikliğini de fena halde rencide ederler. Kral yüzünde somurtkan bir ifadeyle, kraliçeye dedi ki, Bana kalırsa hanımefendi, Ne size kalırsa efendim, Kuzen maximiliana dört yıl önceki düğününde verdiğimiz armağan soyuna sopuna ve meziyetlerine pek uygun görünmemektedir, hazır şimdi bu kadar yakınımızda, ispanya kralı naibi olarak valladolidde, yani bir taş atımı uzakta bulunuyor, yani demek istiyorum ki ona daha değerli bir şey versek, şöyle dikkat çekecek türden, Altın çanak öneririm efendim, kutsal ekmeğin konduğu altın ayin çanaklarının maddi değeri ve manevi anlamı bir arada düşünülünce, dalkavukluk edilecek kişinin hoşuna gittiğini gözlemlemişimdir, Kilisemiz böylesi bir cömertliği hiç de uygun bulmayacaktır, hiçbir kaydı silmeyen belleğinde kuzen maximilianın luther yanlısı protestanların devrimlerine sempatiyle bakmasını ilelebet saklamaktadır, luther miydi, calvin miydi sahi, hiçbir zaman emin olamadım ya neyse, Düşünmemeyi tercih ettiğim şeytanlardır hepsi de, diye cevap verdi kraliçe bir yandan da ıstavroz çıkartarak, yarın erkenden gidip günah çıkarmam gerekecek, Neden özellikle yarın hanımefendi, günah çıkarmak gündelik uğraşınız değil mi, diye sordu kral, Düşmanımın ses tellerime taktığı şu ağza bile alınmaması gereken ϐikirler yüzünden, baksanıza, sanki cehennemin buharı değmiş gibi yanıyor boğazım. Kraliçenin duyusal abartılarına alışkın olan kral omuzlarını silkerek avusturya arşidükü maximilianı memnun edecek hediye arayışına girişti, zorlu bir uğraştı doğrusu. Kraliçe dua ardına dua mırıldanırken aniden sustu ve handiyse çığlık attı, Süleymanımız var ya, musevi kralın durup dururken yardıma çağrılışına bir anlam veremeyen şaşkın don juan, Ne, diye sordu, Evet efendim, süleyman, ϐil, kral azarlar bir tavırla, Fili ne halt edeyim ben şimdi, dedi, ayağa fırlayan kraliçe, Hediye efendim, düğün hediyesi, diye yanıt verdi hem keyiϐliydi hem de heyecanlı mı heyecanlı, Aradığımız bir düğün hediyesi değil, Ne fark eder ki. Kral üç kez art arda başını yavaşça salladı, durakladı, üç kez daha salladı ve sonunda, Bana ilginç bir ϐikir gibi geldi diye kabul etti, Sadece ilginç değil, iyi bir ϐikir, hatta parlak bir ϐikir, diye ısrar etti kraliçe, sabırsız, neredeyse dikkafalı çıkışına engel olamayarak, Bu hayvan hindistandan geleli iki yılı geçti, yiyip içip yan gelip yatıyor, su yalağı hep dolu, önünde dağlar kadar saman yığılı, hiçbir işe yaramayan bir yaratığı besliyoruz, faydalanma umudumuz da yok, Suç zavallı hayvanın değil, burada ona uygun iş yok, kalas taşıması için bıçkıhanelere gönderebilirim ama zavallıcık çok ıstırap çeker çünküonun mesleki uzmanlığı kütük taşımak, eğriliği hortumunun yapısına çok daha uygun, Daha ne işte, viyanaya gidiversin, Peki nasıl gidecekmiş, diye sordu kral, Haa, bu bizim meselemiz değil, kuzen maximilian sahibi olacağına göre, bunu çözümlemek ona düşer, hâlâ valladoliddeyse elbette, Tersini haber almadım, Süleymanın valladolide dek yürümesi gerekecek kuşkusuz, yol fena sayılmaz, Ve viyanaya da yürüyecek çaresiz, Dura kalka, dedi kraliçe, Dura kalka, diye ciddiyetle onayladı kral, Yarın kuzen maximiliana yazacağım, armağanı kabul ederse bazı tarihleri kesinleştirip formaliteleri halletmemiz gerekecek, mesela ne zaman viyanaya doğru yola çıkmak niyetinde, Süleyman lizbondan valladolide kaç günde gidebilir, oradan sonrası bizim meselemiz olmadığına göre gerisine karışmayız, Evet, gerisine karışmayız, dedi kraliçe, ama yüreğinin derinliklerinde, ki varlığın çelişkilerinin kendini açık ettiği yerdir, süleymanı o kadar uzak topraklara, o kadar tuhaf insanların arasına yolladığı için keskin bir acı hissetti.