23 Aralık 2019

Mustafa Kemak Atatürk “Mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen'deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadise”

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, 28 Aralık 1930'da orduya gönderdiği başsağlığı telgrafında, “Mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen'deki ahaliden bazılarının alkışla tasvipkar bulunmalarının bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadise” olduğunu belirtti. 

Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın ölümünden sonra da onunla ilgili yazışmalar yapıldı. İzmir Polis Müdürlüğü, Kubilay'ın “kanlı şapkası”nı aradı. İzmir Valisi Kazım Bey'in imzasıyla İçişleri Bakanlığı'na gönderilen “gizli” kayıtlı 20 Mayıs 1931 tarihli yazıda ise şöyle denildi: Menemen şehitleri için yaptırılan anıta,  

“İnandılar, dövüştüler, öldüler” yazıldı.

Menemen şehitleri için yaptırılan anıta, “İnandılar, dövüştüler, öldüler” yazıldı.



Zenaat - Aziz Nesin



Benim zenaatim yaşamak
Dolu dolu
Derin derin
Benim zenaatim sevmek
Gizli gizli
İçin için
Benim zenaatim yazmak
Yaprak yaprak
Halkım için
Benim zenaatim kavga
Ekmek için
Barış için 
Duisburg
24 Ekim 1978

John Steinbeck - İnci


Meksikalı inci avcısı Kino dünyanın en büyük incisini bulduğunda, yoksulluk içinde geçen hayatının nihayet bir son bulacağına inanır. Sonunda karısı Juana ile kilisede nikâh töreni yapabilecek, oğulları Coyotito’yu okula yollayabilecektir.
‘ “Artık varsıl bir adam olduğuna göre ne yapmayı planlıyorsun?”
Kino incisine baktı. Juana kirpiklerini indirdi, atkısıyla yüzünü örttü, coşkusu anlaşılsın istemiyordu. İnciye bakan Kino’nun belleğinde bir çok resim canlandı, geçmişte düşlediği ama gerçekleşmesi olanaksız bir sürü resim…”  Zenginlik hayalleri öylesine Kino’nun gözünü almıştı ki kendilerinin artık özgür olacaklarını düşünmeye başlamıştı.“Oğlum okuyacak, kitapları olacak. Sonra yazacak, yazmayı öğrenecek. Sayıları, hesap yapmayı… Ve bütün bunlar bizi özgür kılacak, çünkü o öğrenecek, biz de ondan öğreneceğiz.”
İnci öylesine kör eden bir parlaklığa sahipti ki, tüm kötülükleri aydınlatıp yeni umutlar yeşertiyordu. Hâlbuki bu göz alıcı sahte parlaklık, karanlıkların doğmasına sebep olacak, özgürleşmek için çırpınan bu fakir adamın yüreğini önce inatçı bir hırs sonra da yerini yakıp kavuran, güzel olan her şeyi yok eden bir mutsuzluğa bırakacaktı. İnci’nin kötülük getireceğini sezen karısı Juana, Kino’ya bu inciyi yok etmelerinin daha iyi olacağını söylediğinde Kino:
‘ “Yo”  dedi.  “Savaşacağım, yeneceğim! O inci bizim tek şansımız. Almaya çalışıyorlar.” Yumruğunu döşeğe indirdi. “Ama kimseye bırakmayacağım onu”  dedi’
Zamanla Kino’nun kendisi de bu incinin felaket kaynağı olacağını anladı ancak fakirliği öylesine kendisini güçsüz kılmıştı ki, hayallerinin parlaklığına yenildi Kino.
‘ “Satınca ilk işim tüfek almak olacak” dedi ve parlayan yüzeyde tüfek görmeye çalıştı, ancak yerde boylu boyunca uzanmış karanlık bir gövde gördü, Boğazından koyu kan sızıyordu. Hemen ekledi:
“Önce büyük bir kilisede evleneceğiz.” İncide Juana’nın yumruklanmış yüzünü, karanlıkta sürünerek eve gelişini gördü.
“Oğlumuz okuma yazma öğrenecek” dedi kendinden geçerek. Bu kez oğlu Coyotito’nun ilaçtan şişmiş ve kızarmış yüzünü gördü. Kino inciyi yeniden gömleğinin cebine yerleştirdi. Şimdi inci şarkısı uğursuzca çınlıyordu kulaklarında ve kötülük şarkısıyla karışıyordu, sanki iç içeydi.” ‘

Samuel Beckett’in faşizme karşı mücadelesi


Samuel Beckett, 1940’ta, Alman işgali sırasında Fransız Direniş Hareketi’ne katıldı; birkaç kere Gestapo’ya yakalanma tehlikesi atlattı; 1942’de sevgilisi Suzanne’le beraber yürüyerek güneye, Roussillon isimli kasabaya gitti ve bir yandan ikinci romanı Watt’ı yazarken bir yandan da evinin arka bahçesinde cephane saklayarak Direniş’e destek olmaya devam etti; Fransız hükümeti tarafından Direniş Madalyası’yla ödüllendirildi; sonraki yıllarda Direniş için yaptıkları sorulduğunda “izci oğlan işleri…” diye geçiştirdi...


Mehmet Akif Ersoy



 
Hayır, hayâl ile yoktur benim alış verişim...İnan ki: Her ne demişsem görüp de söylemişim. Şudur cihanda benim en beğendiğim meslek: Sözüm odun gibi olsun; hakikat olsun tek! 
 

Şeyh Bedreddin Yahut Tarihsel Bir Kimliğin Yeniden İnşası

Şeyh  Bedreddin’i  bir  mürşit    olarak    algılayıp    onun    öğretileriyle    yetişmeye    başlarlar. Şeyh Bedreddin’in  bu  süreçte  bir  kurtarıcı  olarak  görülmesinde  bu  iki  öğrencisinin etkisi  büyük  olur.  Bir  mürdinin  onun  hakkında  söylediği  sözler  bu  bağlamda önemlidir. “Şeyh Bedreddin devrimcidir yoldaşlarım. Ve dahi bilmekteyiz ki devrimciye ayak uydurmak güçtür” (Toy b2008: 97). İzmir ve Sakız Adası’na yaptığı yolculuklarda toplumun çeşitli tabakalarıyla görüşen Şeyh Bedreddin’in düşünceleri geniş  bir  zemine  yayılmaya  başlar.  Yazar,  onu  çeşitli  vesilelerle  konuşturarak düşüncelerini    ortaya    koyar.    Bu    düşüncelerde    doğrudan    yazarın Şeyh Bedreddin’e  yüklediği  ideolojik  anlam  açıkça  görülür.  Sakız  Adası’nda  papazlarla  yaptığı  konuşmada,  özelikle  Karl  Marks’ın  Tarihsel-materyalizm  kavramı altında  savunduğu  düşünceleri  ortaya  koyar.  Şeyh  Bedreddin,  toplumların inanç gereksinimlerini ekonomik yapının belirlediğini savunur. Bu anlamda alt yapı ve üst yapı ilişkisini Şeyh Bedreddin’in ağzından ortaya koyan yazar, tam bir anakronik yaklaşım sergiler.
“Toplum, eğer ekonomik kaynaklarını topraktan sağlıyorsa, toprağa ve gökyüzüne  bağımlı  kalıyor.  O  zaman,  Tanrısı  da  toprak  ve  gökyüzünde  oluşuyor... Yok,  ticarete  bağımlı  ise,  buna  bir  de  deniz  ekleniyor.  Ve  denizdeki  çeşitli  etkenler  tanrılaşıyor...  Homeros,  sitelerin  ticarete  yeni  başladıkları  zamanların peygamberi... O yüzden de Deniz, Fırtına gibi tanrıların ilk sezicisi. Onların yaratan  Homeros  değildir  ama.  Yazan  odur.  Neden?  Çünkü,  Homeros  inançların toplumunun insanıdır da ondan” (Toy b2008: 112). Şeyh Bedreddin’in romanda verilen eşitlik hakkında görüşleri de aynı bağlamda kaynağını sosyalist düşünceden alır. İnsanın toplumsal durumunu emek ve  üretim  koşulları  içinde  gören  Şeyh  Bedreddin,  eşit  emek,  eşit  pay  ilkesini  idealindeki toplumsal düzenin temel ölçütü olarak ortaya koyar. Üretim araçla-rına bütün çalışanların ortak olduğu sistemde eşitliğin tam manasıyla gerçekleşeceğini savunur.

Şeyh  Bedreddin’in  kişiliği  ve  düşüncelerinin  oluşma  süreci  verilirken,  din  ve  inanç  konularındaki  fikirlerine  roman  kurgusunda yer veren yazar, tıpkı Darağacı romanında olduğu gibi onun din ve Tanrı  anlayışını  ‘yabancılaşma’  bağlamı  içerisinde  ele  almış  gibidir.    Ancak  bu  romanda varlığın gelişim sürecinde Tanrı fikrinin nasıl oluştuğuyla ilgili meselede, Şeyh Bedreddin’in düşüncesi Feuerbach’in ‘yabancılaşma’ kavramına yüklediği anlama daha yakındır. Hegel’in ‘geist’ kavramıyla insanının ideayı içselleştirmesini  olumlu  bir  anlamda  düşünmesine  karşılık  Feuerbach’la  birlikte  ‘yabancılaştırma’  kavramı  daha  olumsuz  bir  anlamda  değişim  geçirmeye  başlamıştır.  (Özbudun...  2007:  20)    Feuerbach'a  göre  din  ve  dini  hayat,  insanın kendi  güçlerinin  kendisine  yabancı  bir  şey  olarak  görünmesinden  doğmuştur. İnsan  kendi  güçlerini  ve  yeteneklerini,  kendinden  başka  bir  varlığın  güçleri  ve  yetenekleri gibi görerek, Tanrı’yı ve dini yarat[mıştır.] Yoksa Tanrı insanı değil, insan tanrıyı yarat[mıştır] (Özbudun... 2007: 20). Şeyh Bedreddin Azap Ortakla-rı’nın  ilk  cildinde  Şeyh  Hüseyin  Ahlâtî  ile  insan,  varlık  ve  Tanrı  konularında tartışırken, İbn  Haldun’un  ismi  verilmeyen  bir  eseriyle  ilgili  değerlendirmeler-de bulunur. Onun varlığın kökeni ve oluşumuyla ilgili görüşleri ve bu görüşlerin  insanın  kendi  varlığını  temellendirme  biçimini  nasıl  etkilediğiyle  ilgili  yaklaşımlarını  dile  getirirken  Feuerbach’ın  ortaya  koyduğu  din  ve  Tanrı  fikrinin  oluşumuyla  ilgili  görüşler  doğrultusunda  konuşur. Şeyh  Bedreddin  de  Tanrıfikrinin oluşumunu bir tür “yabancılaşma” kavramı etrafına düşünür.

“Eski  bilgim  nasıl  çocukça  geliyor  bana.  Tanrı  isterse,  diyordum...Tanrı insan...Bende yansımış tümüyle. Beynimin ulaşamayacağı uzaklık yok. Elimin eremeyeceği  olguyu  tanımıyorum. İnsanla  başlıyor  her  şey.  “Bir  düşünelim şimdi...  Haldun’un  bilinçsiz  bulduğu  olguları  yeniden  gözden  geçirelim.  Ne  diyor kitabında. Madenin en yüksek gelişimi, bitkinin en ilkel biçimine yakındır. Bitkinin en gelişmişi ise, hayvanın ilkeline dönüştü dönüşecek... Hayvan ve  insan...  İlkelden  gelişmişe...  Tanrı...  Nerde  bunun  yeri...  İlk  yaratılma nasıl oluyor. Yine  Haldun ve öncüleri, Heredot, Batuta, Mesudi, diyorlar ki, gök  gürlemesine,  şimşeğe,  ulu  ağaçlara,  yırtıcı  hayvanlar  tapanlar  var..  Gördük bunları... Öyleyse... Bunlar Tanrı mı? Yaratan mı her biri? Yoksa yaratanın düzeninde basit birer olgu mu? İnsan ilkel olgulara da tapabildiğine göre, Tanrı yeteneği ve korkusu mu  yalnızca...  Coşkusu  ya  da  sevgisi  mi?  Olduğu  gibi    insan  mı  Tanrı?.. Tanrı insan mı?” (Toy a2008: 242)

Şeyh Bedreddin’in din anlayışı üzerinde  durulur.  Şeyh  Bedreddin,  kendi  kurguladığı  ideal  dünyanın şartlarına  uygun olan yeni bir dünya dini oluşturmayı tasarlayan bir düşünce adamı olarak verilir.  Hıristiyanlık  ve  Müslümanlığın  insanların  ihtiyaçları  doğrultusunda yeniden şekillendirilmesi gerektiğini düşünen Şeyh Bedreddin’in getirmek istediği bu yeni din, diğer dinlerden çok farklı olacaktır.  “İnsan kardeşliği, eşitliği ve çalışanın katkısı kadar pay aldığı yepyeni bir toplumun dini... Haklıydı  Bedreddin...  Yepyeni  bir  dinin,  ama  insanların  duygularına,  inanç  gereksinimlerine karşılık veren değil, tam tersine somut isteklerine cevap veren bir inancın başlatıcısı idi...” (Toy b2008: 191).

Feuerbach’ın  Tanrı  olgusunun  imgesel  bir  durum  olduğunu ve insanın Tanrı’yı kendi imgeleminden yarat[tığı] (Özbudun... 2007: 20) şeklindeki görüşü, Şeyh Bedreddin’in felsefî görüşüne hâkim olması Mâriye sayesindedir. “Dünya ve âhiret iki ayrı âlem değildir. Ölümden sonra dirilme yoktur. Haşrolan  bir  âlemden  gelmeyiz.  Çünkü  dünyanın  ötesinde  bir  başka  âlem  yoktur  cennet, cehennem kavram olarak dilde bir mânâ, zihinde bir ilhâmdır... Bütün manevî varlıklar, insan düşüncesinin özünden doğmuştur. Gerçek olan insandır...” (Karakoyun-lu 2010:  124).

Şeyh  Bedreddin’in  felsefî  ve  dinî  fikirlerini içeren ve Arapça olarak kaleme aldığı Varidat isimli eserinde ortaya koyduğu   düşüncelerinin   yansımalarını   bu   romanlarda   bulmak   mümkündür.   Bu   önemli eserin Türkçe tercümesini 1909 yılında el yazısı hâliyle yayımlayan Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi’nin tercümesinde Varidat’ın “Vahdet-i Vücûd” başlığını taşıyan bölümünde Şeyh Bedreddin’in söylediği, “her şey anda ve o her şeydir” (Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi: 1909: 21) cümlesi, bu romanlarda kurgusallaştırılarak  verilen  düşüncelerin  kaynağı  gibi  de  durmaktadır.  Tanrı’nın  yarattıklarından   ayrı   olduğunu   kabul   etmeyen   (Yaltkaya:   2001:   49)   Şeyh Bedreddin’in dünya ve âhiret, cennet ve cehennem konularındaki farklı düşünceleri de romanlara farklı biçimlerde yansımıştır. Âlemin başlangıcının olmadığını kabul eden Şeyh Bedreddin bu bağlamda âhiret ve kıyametin de olmadığıgibi İslam telâkkisinin dışında (Yaltkaya 2001: 50) bir görüş geliştirmiştir.

Sonuç 
Osmanlı  tarihinin  dönüm  noktalarından  biri  olarak  kabul  edilen  Fetret  Devri’nin  en  önemli  olaylarından  biri  olan  Şeyh  Bedreddin  olayının  ve  bu  olayın  baş  aktörü  Şeyh  Bedreddin’in  tarihsel  kişiliğinin,  düşünce  ve  macerasının daha  sonraki  dönemlerde,  özellikle  Cumhuriyet  devrinden  sonra  insanların dikkatini  çekmiş  olmasında,  onun  farklı  görüşlerinin ve öğretilerinin  etkisi  bü-yük olmuştur. Osmanlı tarih görüşünde devlete isyan etmiş, İslam düşüncesinde   yeri   olmayan   düşünceleri   savunmuş   bir   isyancı   olarak   görülen   Şeyh Bedreddin, edebî eserin konusu olarak da yazarların ilgisini çekmiştir. Özellikle romanlarda  anlatılan Şeyh  Bedreddin  kimliğinin  eserden  esere  farklılık  gösterdiğini  görmek  mümkündür  ki  bu  farklılıkların  temelinde  yine  yazarların  bağlıoldukları  ideolojik  düşünce  biçimlerinin  etkisi  belirleyici  olmuştur.  Örneğin Türkçü   ideolojiden   gelen   Mustafa   Necati   Sepetçioğlu’nun   yarattığı Şeyh Bedreddin imgesiyle, Marksist bir ideolojiden gelen Erol Toy’un yarattığı Şeyh Bedreddin  imgesi  birbirinden  çok  uzak  özellikler  göstermektedirler.  Yılmaz Karakoyunlu ise onu politik bir figür olmanın yanında insanî yönleriyle ön plâna çıkarmayı amaçlamış ve hayallerini, zaaflarını, ruhunu ve iç dünyasını yansıtmayı amaçlamıştır. Durali Yılmaz ise, onun hem bireysel yönünü hem de tarihsel  yönünü  ortaya  çıkarmaya  çalışmış  ve  Şeyh  Bedreddin’in  idamına  giden  süreçte yaşadığı trajik durumlar ve yanlış anlaşılmalar üzerinde durmuştur. Bu romanlarda Şeyh  Bedreddin’in  dinî  ve  felsefî  konulardaki  düşüncelerini  de  roman  kurgusu  içinde  değerlendirmeye çalışan yazarlar, onun eserlerinden özellikle  de  Varidat  adıyla  bilinen  tasavvufî  eserinden  ve  onun  düşüncesiyle  ilgili  diğer  kaynaklardan  edindikleri  bilgileri  kendi  muhayyilelerinde  yeniden  yorumlamışlardır. Özellikle Yılmaz Karakoyunlu’nun romanında Şeyh Bedreddin bir düşünce adamı olarak verilirken, onun çeşitli metafizik ve dinî konulardaki görüşlerinin   yanında   Tanrı,   insan   ve   evren   hakkındaki   fikirleri   çoğu   kez   varoluşsal  bağlamdaki  “yabancılaşma”  kavramı  etrafında  açıklanmaya  çalışıl-mıştır. Bunun yanında Erol Toy, Azap Ortakları’nda Şeyh Bedreddin’in düşüncelerini  ve  ideallerini  roman  dünyası  içinden  vermeye  çalışırken,  çoğu  kez  anakronizme düşmüş ve onu sosyalist düşüncenin kavramlarıyla konuşturmuştur.

Sonuç olarak Şeyh Bedreddin’i konu edinen bu romanlarda yazarların ideolojik tercihlerinin belirleyici olduğunu söylemek gerekir. Resmî Osmanlı tarihinin  devlete  baş  kaldırmış,  sapkın  fikirleri  olan  bir  imgeye  dönüştürdüğü Şeyh Bedreddin, bu romanlarda farklı farklı imgelere dönüştürülerek verilmiştir...dergipark.org.tr

Jean Genet - Cenaze Merasimi




"Asil davranmak için bir insan uzun süre düş görmelidir ve düşler gecenin koynunda beslenir" diyen Jean Genet, bu romanında evrensel bir insanlık hali olarak savaşa ve işgal dönemi Paris'indeki insan ilişkilerine odaklanıyor.

İnsanlar tıpkı aşkta olduğu gibi savaşta da politikanın, idealizmin ve etiğin sınırları aşar; yani aşkta ve savaşta her şey mubahtır. İşte Cenaze Merasimi her şeyin en uç noktalarda yaşandığı o günlerde, insanlar, onları ölüme gönderen hükümetler ve savaş alanlarında çözüme bağlanmaya çalışılan kişisel çatışmalar arasındaki benzerlikleri ve farklılıkları anlatan fantastik ama bir o kadar da ciddi bir roman.

Bu romanda anlatıcı olarak Jean Genet'nin kendisi var; Alman işgaline direnirken sokak savaşında ölen aşığı Jean var; aşığının Alman işbirlikçisi, Hitler'in de aşığı olan erkek kardeşi var; bir Alman subayını evinde saklayan, şahsında Genet'nin orta sınıfı yerden yere vurduğu Jean'ın annesi var. Bu kitapta tüm güzelliği ve çirkinliği, tüm çıplaklığı ve şiddetiyle aşk var, ihanet var.

"Bir halkın utandığı suçlar onun gerçek tarihini oluşturur. Aynı şey insan için de geçerlidir" diyen Jean Genet, ölüm ve belirsizlik karşısında her zaman iyi bir sığınak olmuş mizahı da bolca kullanarak, savaşta ve aşkta insana neler olduğunu anlatıyor.


Fransız düşünür; oyun, deneme ve roman yazarı; şair, politika aktivisti. Daha çok tiyatro oyunlarıyla tanınır. Camille Gabrielle Genet tarafından 1910 yılında kimsesizler yurduna bırakılan yeni doğmuş bebeğe Jean adı verilmişti. Jean, yedi yaşına geldiğinde zanaatçı bir ailenin yanına yerleştirildi. 10 yaşında hırsızlığa başladı, on üç yaşında bir zanaat okuluna kaydoldu. Ancak orada da çok kalmayacaktı; 1926'da, 3 ay süren ilk hapishane deneyimini yaşadığında 15 yaşındaydı. Serbest kaldığında uslanmamıştı; bu kez reşit olana kadar kalmak üzere ıslahevini boyladı. 1930'ların sertliği ile ünlü bu ıslahevi Genet’yi gerçek bir suçlu haline getirdi.

Islahevinden kurtulabilmek için yazıldığı askerlikten ve ardından Fransa'dan firar eden Genet, pek çok ülkeyi ve hapishaneyi ziyaret edeceği bir yıllık seyahatinin sonucunda 1937’de Fransa’ya geri döndü ve yeniden suç dünyasına daldı. Beş yıl boyunca ya hırsızlık yaptı ya fahişelik. 1942’de bir kez daha cezaevine düştüğünde olgunlaşmıştı artık. İlk şiirini yazdı, ilk kitabı Notre-Dame des Fleurs (Çiçeklerin Meryem Anası) yayımlandı. Ardından Miracle de la rose (Gülün Mucizesi) geldi. 1948 ylında yayımlanan Journal du voleur (Hırsızın Günlüğü) bir anlamda Genet'nin otobiografisi niteliğindedir. Le balcon (Balkon), oyunları ve hatta tüm eserleri içinde en çarpıcı olanı kabul edilir. Balkon adlı oyununda yeryüzü egemenlerini alaycı ve acımasız bir dille eleştirir. Bu oyun Türkçe olarak 1998 yılında Tiyatro Stüdyosu tarafından sahnelendi. Ölümünden kısa süre önce, atölyesinde ziyaret ettiği Alberto Giacometti ile yaptığı röportaj ve Giacometti'nin sanatı üzerine kendi yorumunun bulunduğu L'Atelier d'Alberto Giacometti Giacometti'nin Atölyesi adlı röportaj/sanat içerikli kitabı, Genet'nin son yapıtıdır.

Ölümü
1986'da Paris'te bir otel odasında ölü olarak bulunmuştur.
 

Düş - Paul Eluard



Yaşıyorsam işte
Yitirmesin diye yapraklarını ağaç
Yaşıyorsam işte
Suyun çarpsın diye yüreği
Yaşıyorsam işte
Gün yeniden doğsun diye.


Cahit Külebi "O Bütün Yaşamını Adadığı Ozanlık Katında Yücelecek"



Behçet Necatigil kırk üç yıllık arkadaşım. 1936‘da üniversitenin aynı bölümüne girdik. Yüksek Öğretmen Okulu‘nda bir sıranın gözlerini paylaştık. Şiir alanında o benden birkaç yıl öncedir. O sıkılgan yapısıyla, küçük yaşta nasıl cesaret etmişti, şaşırdım. Yine de, okuduklarımız yazdıklarımız birlikte oluştu. 
 
Sonrası, kırk yıla yakın bir yaşam. Şimdi, aynadan yansımanın birden çekilmesi gibi, dünyamızdan ayrıldığına inanamıyorum, ölülerden söz ederken, kendimizi araya koymak tatsız olmasa, yer de elverişli bulunsa, binlerce yaşam parçası, binlerce anı... Belki de ilginç olabilirdi. Ama, bugün buna olanak yok. 
 
Öte yandan, ölmüş bir akradaşın, bir meslektaşın daha vücudu soğumadan şiirlerini irdeleyip anlatmak da bana güç geliyor. Kısa birtakım notlarla yetineceğim. 
 
Necatigil, çocukluğunda, sanırım sıraca geçirmişti. Zayıf yapılıydı. Buna karşın çok çalışkan bir öğrenciydi. Ne zaman çalıştığı da görünmez, bilinmezdi. 
 
Gece derslerini bizden büyük sınıflarla birlikte yapardık. Şimdi hemen yarısı üniversite öğretim üyesi olan büyük sömestrlerdekilerden hiçbiri, hiçbir konuyu ondan iyi, ondan eksiksiz bilemezdi. 
 
Üniversiteyi bitirdiğinde, Türkolojide, Arap, Fars Dilleri bölümlerinde, daha sonra Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde ısrarla asistanlık önerilerinde bulundular. Hiçbirini kabul etmedi. Şairliğini sürdürmek istiyordu. 
 
Necatigil, öbür ozanlarımız gibi gençliğinde parlayıp sonra yavaş yavaş ya da birdenbire sönenlerden değildi. Şiirlerini bilimsel temellere dayandıran gittikçe geliştiren, batılı bir ozandı. Sonraları, çevirilerinde çoğu kez yapıtların en güçlerini seçtiği gibi, yaptığı birkaç inceleme de, okuyanların da, o tür yapıtlar hazırlayanların da çok yararlandıkları kaynaklar oldu. 
 
Necatigil beni, bense onu garip bulurduk. Ne var ki, o gerçekten özgün bir kişilikteydi. Bu kişilik hemen bütün şiirlerinde yansıdı. Konuşması gibi, kırık dökük, fakat sağlam temellere dayanan bir yapı. Alçakgönüllü, içe dönük, kendiyle de, başkalarıyla da bir bakıma alay eden acı bir dünya görüşü...
Necatigil’in şiirlerinde, “Güz Şarkısı” dışında, hemen hiç doğa yoktur, coğrafya da görülmez. Doğadan söz ettiğinde bile, yine kendini ve büyük kentin acılı insanını anlattı. Aslında, genel havası, insansal, toplumbilimseldi. 
 
Bir arkadaşımız, kent ozanı olmayı benimsemiş ve çevresine de öyle kabul ettirmiştir. Oysa, gerçek kent ozanımız Necatigil’dir. Oktay Rifat’la bir ara Zonguldak’da bulunmuşlardı. Oktay, Behçet’in denize arkasını dönerek oturduğunu gülerek anlatırdı. Gerçekten de Necatigil kendi iç dünyasını, çevresindeki kişileri ve orta halli yoksul İstanbul halkını irdeleyip çözümlemeyi severdi. Doğaya ilgisizdi. “Kapalı Çarşı”dan sonra, gittikçe soyutlaşarak, kimi kez ise “ Solgun Bir Gül Dokununca”da olduğu gibi parıltıların açıklığa kavuşturduğu şiirler de yazarak biçemini genişletti. 
 
Çok duygulu bir kişinin, bu duyguları saklama çabası Necatigil’in şiir biçeminin bir başka özelliği olmuştur, özlemler, iç sızlaması, bir acınma, hoşgörü işte Necatigil’in söylenebilecek özellikleri.
Eksiksiz kişi Necatigil’in, bütün yaşamını adadığı ozanlık katında, her geçen günle biraz daha yüceleceğine inanıyorum.
Milliyet Sanat Dergisi, 24 Aralık 1979

Ağaçlar Ağaçlar - Şükran Kurdakul



Bilinmez biçimler çiziyor
Havada sesi.
Kimi çiçeğe durdu,
Güzellendi kimisi.
Çağları emziren toprak
Çöllenirken acıdan
Kimi kurudu kaldı.
Ölümü yendi kimisi.