Behçet Necatigil kırk üç yıllık
arkadaşım. 1936‘da üniversitenin aynı bölümüne girdik. Yüksek Öğretmen
Okulu‘nda bir sıranın gözlerini paylaştık. Şiir alanında o benden birkaç
yıl öncedir. O sıkılgan yapısıyla, küçük yaşta nasıl cesaret etmişti,
şaşırdım. Yine de, okuduklarımız yazdıklarımız birlikte oluştu.
Sonrası, kırk yıla yakın bir
yaşam. Şimdi, aynadan yansımanın birden çekilmesi gibi, dünyamızdan
ayrıldığına inanamıyorum, ölülerden söz ederken, kendimizi araya koymak
tatsız olmasa, yer de elverişli bulunsa, binlerce yaşam parçası,
binlerce anı... Belki de ilginç olabilirdi. Ama, bugün buna olanak yok.
Öte yandan, ölmüş bir akradaşın,
bir meslektaşın daha vücudu soğumadan şiirlerini irdeleyip anlatmak da
bana güç geliyor. Kısa birtakım notlarla yetineceğim.
Necatigil, çocukluğunda, sanırım
sıraca geçirmişti. Zayıf yapılıydı. Buna karşın çok çalışkan bir
öğrenciydi. Ne zaman çalıştığı da görünmez, bilinmezdi.
Gece derslerini bizden büyük
sınıflarla birlikte yapardık. Şimdi hemen yarısı üniversite öğretim
üyesi olan büyük sömestrlerdekilerden hiçbiri, hiçbir konuyu ondan iyi,
ondan eksiksiz bilemezdi.
Üniversiteyi bitirdiğinde,
Türkolojide, Arap, Fars Dilleri bölümlerinde, daha sonra Alman Dili ve
Edebiyatı bölümünde ısrarla asistanlık önerilerinde bulundular.
Hiçbirini kabul etmedi. Şairliğini sürdürmek istiyordu.
Necatigil, öbür ozanlarımız gibi
gençliğinde parlayıp sonra yavaş yavaş ya da birdenbire sönenlerden
değildi. Şiirlerini bilimsel temellere dayandıran gittikçe geliştiren,
batılı bir ozandı. Sonraları, çevirilerinde çoğu kez yapıtların en
güçlerini seçtiği gibi, yaptığı birkaç inceleme de, okuyanların da, o
tür yapıtlar hazırlayanların da çok yararlandıkları kaynaklar oldu.
Necatigil beni, bense onu garip
bulurduk. Ne var ki, o gerçekten özgün bir kişilikteydi. Bu kişilik
hemen bütün şiirlerinde yansıdı. Konuşması gibi, kırık dökük, fakat
sağlam temellere dayanan bir yapı. Alçakgönüllü, içe dönük, kendiyle de,
başkalarıyla da bir bakıma alay eden acı bir dünya görüşü...
Necatigil’in şiirlerinde, “Güz
Şarkısı” dışında, hemen hiç doğa yoktur, coğrafya da görülmez. Doğadan
söz ettiğinde bile, yine kendini ve büyük kentin acılı insanını anlattı.
Aslında, genel havası, insansal, toplumbilimseldi.
Bir arkadaşımız, kent ozanı
olmayı benimsemiş ve çevresine de öyle kabul ettirmiştir. Oysa, gerçek
kent ozanımız Necatigil’dir. Oktay Rifat’la bir ara Zonguldak’da
bulunmuşlardı. Oktay, Behçet’in denize arkasını dönerek oturduğunu
gülerek anlatırdı. Gerçekten de Necatigil kendi iç dünyasını,
çevresindeki kişileri ve orta halli yoksul İstanbul halkını irdeleyip
çözümlemeyi severdi. Doğaya ilgisizdi. “Kapalı Çarşı”dan sonra, gittikçe
soyutlaşarak, kimi kez ise “ Solgun Bir Gül Dokununca”da olduğu gibi
parıltıların açıklığa kavuşturduğu şiirler de yazarak biçemini
genişletti.
Çok duygulu bir kişinin, bu
duyguları saklama çabası Necatigil’in şiir biçeminin bir başka özelliği
olmuştur, özlemler, iç sızlaması, bir acınma, hoşgörü işte Necatigil’in
söylenebilecek özellikleri.
Eksiksiz kişi Necatigil’in, bütün yaşamını adadığı ozanlık katında, her geçen günle biraz daha yüceleceğine inanıyorum.
Milliyet Sanat Dergisi, 24 Aralık 1979