24 Şubat 2019

Pico della Mirandola - İnsanın Değeri Üzerine Söylev Ya Da Rönesansın Manifestosu

Mirandola, insanı Tanrı’nın bu dünyadaki benzeri olan onurlu bir varlık olarak görmüş ve bilgiye ulaşmada sürekli araştırmanın önemini vurgulamıştır.

İnsanın görevi üç aşamalıdır; 1. Zorunlu ahlaksal gelişim, 2. Ussal bilgilenme, 3. Mutlak gerçeklikle özdeşleşip yetkinleşme.

“Oratio de Hominis Dignitate”,Türkçesi “İnsanın Değeri Üzerine Söylev”,on beşinci yüzyılın temel düşüncesini açığa vurdu. O, başka başka felsefeleri yalnızca diyalektiğin uyumlu kılabileceğini, din ile bilimin bileşiminin olsa olsa diyalektikle yapılabileceğini, büyü dizgelerinin özünde saklı duran bilgeliğin onunla açığa çıkarılabileceğini öğretti. Pico, Rönesans’a seçme özgürlüğü kavramını getirdi. Özgürlük,bizim evrenimizin yasalı olduğunu yadsımaz,tersine evrenin yasalılığına dayanır. İnsanda dünyadaki her varlığın,canlının tohumu vardır. Duyumun tohumlarının gelişmesine izin verilirse insan hayvanlaşacaktır;ussal tohumlar çimlenirse o göksel bir canlı olacaktır. Gelgelelim onda anlama yetisinin tohumları çiçeklenecek olursa insan melek gibi olur.”O herhangi bir yaratığın payına düşenle yetinmez,kendi birliği içinde kendini yukarı kaldırırsa Tanrı ile bir tek tin yapılır,”her şeyin üzerinde”,”bütün şeylerin başında”olur. Oysa törel felsefe sevi,barış getirecektir. Biz Yakup’un merdivenlerine ancak o zaman tırmanmaya başlayabiliriz. Bu merdiven”aşağıdaki yeryüzünden göğün yücelerine yükselir,art arda gelen birçok basamağa ayrılmıştır.”Tanrının merdivenine hiç kimse kirli ayaklarla,yıkanmamış ellerle dokunamaz. Gizemin belirttiği gibi,”saf olmayanın saf olana dokunması kutsala saygısızlıktır”.Ne ki saflığa ulaştığımızda bütün varlıkları sevebiliriz. Bunu başarırsak ”Birdenbire saf gibi alev alev yanmaya başlarız”

Gerçek bir dalınççı gövdesini unutur,usun en derin yerlerine erişir,o dünyasal değildir,göksel bir hayvan da değildir,insan etine bürünmüş Tanrıdır daha çok.

İnsan evrenin bir yerini doldurmak için rastgele yaratılmamıştır. O, Tanrının bir benzeridir. Kendince bir dünyası vardır,büyük dünya içinde bir küçük bir dünyadır. Mirandola’nın bu düşüncesinde,yaygın bir Rönesans anlayışıyla karşılaşırız. Artık insan bir organ değil,yasası,ağırlık merkezi kendisinde olan özgür,küçük bir dünyadır. Dünya içinde Tanrı neyse gövde için de can odur. Dolayısıyla tanrı gibi insan da çevresinde olup biten her şeyin odağındadır. Bu yaklaşım,insanın evrenin merkezinde yer aldığı düşüncesine götürür, Bu da Hümanizmanın ayırıcı özelliğidir.

Spinoza’nın dediği gibi insanların usu türlü türlü,birinde kutsallık duygusu uyandıran ötekine gülünç gelir.

“Ey Adam!Biz sana ne hazır bir yüz ne de özgün,doğuştan gelen bir özellik verdik,ta ki kendi yerini,biçimini,yeteneklerini kendin seçesin,onları kendi yargın,kendi kararın ile edinebilesin. Bütün öteki yaratıkların doğası bizim koyduğumuz yasalarla belirlenip sınırlanmıştır. Oysa senin önünde böyle sınırlamalar yok,kendi yüzünün çizgilerini sana koruma görevini verdiğimiz özgür isteğinle çizebilirsin. Seni dünyanın tam ortasına koyduk,baktığın yerden dünyadaki her şeyi daha kolay görebilsin diye. Seni ne yersel ne gökse,ne ölümlü ne ölümsüz olarak yarattık;özgür olağandışı bir yontucu gibi kendini,kendi seçiminle biçimleyebilesin diye, Aşağıya,yaşamın kaba biçimlerine inmek de tanrısal yaşam sürenlerin düzenine çıkmak da senin elinde.”Pico Della Mirandelo
 
Nice basamakla yerden göğün yücesine çıkan bir merdiven vardı.Tanrı,bu merdivenin doruğunda oturur. Düşünceli melekler merdivenin basamaklarında inip çıkar. Meleklerin yaşamına öykünen bizlerin yüzümüzü çevirmemiz gereken merdiven buysa, sorarım size:Tanrının basamaklarına çamurlu ayaklar, topraklı ellerle oturmayı kim göze alır? Gizin öğrettiği gibi, saf olmayanın saf olana dokunması yasaktır. Peki bizim sözünü ettiğimiz bu eller,bu ayaklar da ne? Elbette onlar ruhun ayaklarıdır:Açıkçası,ruhun,toprağa tutunan kökler gibi yeryüzüne tutunduğu en değersiz bölümü. Demek istediğim şu:yanan kösnü ateşini o doyurup besler, duyusal güçsüzlüğün öğretmeni odur.Ruhun kolayca öfkeleniveren  bu gücünü niye “el”diye adlandırmayalım? El,isteme yetisinin savaşçısıdır, istek uğruna dövüşür, tozda,güneşte ona yiyecek sağlamaya uğraşır. Gölgede yatan her şeyi,onun yutması için ele geçirir. Bu eller,bu ayaklar gövdenin bütün duyusal bölümleridir. Dedikleri gibi ruhu geriye çeken dikkat bunlarda barınır. Onları akan bir ırmakta yıkar gibi törel felsefede yıkayalım da kirli,bulaşık olduğumuz için merdivenden çıkmamızı önlemesinler.

Daha dünyaya gelmeden,dirimin Tanrısıyla sözleşme yapan dürüst Eyüp’ü de inceleyelim.Yüce Tanrının onu kuşatan on binlerce varlıktan ne istediğini araştıralım. O,Eyüp’ün sayfalarında yazdığı gibi,sallantısızca”barış” diye yanıtlayacaktır: O,göğün ulaştığı uzak yerlerde barışı kurar. Felsefeci Empedokles,tanrıbilimci Eyüp’ün sözlerini bizim için yorumlayabilir pekala. Çünkü ortadaki düzen,yukarıdan aşağı doğru sıralanan düzenlerin uyarısını,öğüdünü yorumlar.Empedokles bize ruhumuzunn ikili bir yapısı olduğunu öğretir,bunlardan biri bizi yukarı göksel bölgelere taşır. Oysa öteki cehennem bölgelerine taşınırız.her şey dostluk-düşmanlık,savaş-barış aracılığı ile olur.

Önce Zerdüşt’ün, ondan sonra da Platon’un Alkibiades’de yazdığı gibi-“kendini bilen,kendinde olan her şeyi bilir.”

İnsanların en bilgesi Pisagor’un görüşünü de araştıralım.Pisagor,kendisinin bilge diye adlandırılmaya değer olduğunu düşünmedi hiçbir zaman.Onun bilge bir adam dile tanınmasının nedeni kesinlikle budur.O,ilk olarak hiçbir zaman kovaya oturmamayı;açıkçası hiçbir zaman uslamlama gücümüzü yitirmemizeneden olacak tembel bir kımıltısızlık içinde olmamayı buyurdu.Us,her şeyi sınayan,yargılayan,ölçen yetidir.Ne var ki diyalektiğin kuralları,alıştırmaları usun her şeye doğrudan yönelişini,onun çevikliğini korumasını daha güçlü kılar.

Başaracak olursam dokuz yüz tez savunduğum için övülmekle on tez savunduğum için övülmek arasında bir fark görmem.Başaramazsam,benden nefret edenler beni kötülemek için bir dayanak bulur,beni sevenler de affetmek için bir fırsat yakalar.Bence böyle büyük,böyle önemli bir tartışmayı yeteneksizlik ya da öğrenme isteği nedeni ile yitiren bir genç,kınanmaktan çok hoşgörülür.Çünkü şairin dediği gibi

Güçler yenilse bile cesaret övülecektir / Büyük bir tartışmada,istemiş olmak yeter

“Yeryüzünün bütün gökleri onun şanının parıltısının görkemiyle dolduruldu.”

Bundan daha fazlasını da söyleyebilirdim;çünkü onu anlamadıkları için ondan nefret eden,onu kınayan nice kişi var,nitekim köpekler de her zaman yabancılara havlar.

Paul’un dediği gibi,bilge kişinin sözleri insana özgü sağduyu değil,Tanrı buyruğudur.

Bu kitap haklı olarak “Rönesansın Manifestosu”diye adlandırıldı.İnsanı bir mikrokozmoz olarak gören Pico,kendini kuran bireyin bir dünya kurduğunun farkındaydı…

Pico, Kabalayı Avrupa’ya sokan kişi olmakla kalmadı, istemenin uzun bir aradan sonra açıkça duyulan sesi oldu. Schopenhauer’in dediği gibi insan isterken, geride ki, içeride ki yaratıcı güce, dürtüye çok benzer.

Ferit Edgü - „Kış‟

öyküsünde anlatıcı karakter ile annesi arasında geçen diyalog

“Kış gelse de ölsek, demişti durduk yere annem.

Oysa, henüz eski eylüle bile girmiş değildik. Çok iyi anımsıyorum, kasvetli bir gündü, yağmur yağdı yağacak.

Durup dururken, bu da nerden çıktı? Dedim.

Yeterince yaşamadım mı sence? Diye sordu. Bak damağımın tadı kalmadı. Yediğim et, tavuk mu, kuzu mu bilemiyorum. İçtiğim su, Taşdelen mi, Karakulak mı, anlamıyorum. Güller, karanfiller leş gibi kokuyor. Güneşte üşüyor, geceleri terliyorum. Günler karanlık, geceler daha da karanlık. Gürültüden gözüme uyku girmiyor. Sessizliği özledim. Kimsesizliği özledim. Onu özledim.


O dediğin de kim? Diye sordum.

O işte, dedi.

Üstelemedim.

Daha kışa çok var, demekle yetindim. 

Hadi, şimdi kapa gözlerini.”

Ferit Edgü'nün 'Kış' Adlı Öyküsünde Ölüm İzleği 2007


Aşkın Metafiziği Schopenhauer'in Felsefesi

 Schopenhauer, geçen yüzyılın en büyük felsefeci-yazarlarından biri. Özellikle denemeleriyle, edebiyat alanında günümüze kadar uzanan derin etkiler bırakmış. Ayrıca, Kant'tan sonraki filozoflar arasında en önemlilerinden biri. Aşkın Metafiziği, Schopenhauer'ın, alışılagelmiş düşünceleri irdeleyici zekasıyla, nasıl altüst ettiğini açıkça gösteriyor. Selahattin Hilav'ın incelemesi ise, bu ilginç filozofun yaşamına, yapıtlarına ve felsefesine toplu bir bakış. Schopenhauer'dan Seçmeler bölümünde de, filozofumuz, hayatın acıları, ölüm, sanat ve ahlak konusundaki görüşlerini açıklıyor.


Stefan Zweig'in intihar mektubu

Zweig, kendi parlayan yıldızını ise Rio de Janeiro'da bir otelin soğuk odasında karısıyla birlikte intihar ederek söndürmüş, arkasında ise şu satırları bırakmıştı:

"Özgür iradem ve açık bir bilinçle bu yaşamdan ayrılırken, son bir sorumluluk yerine getirilmeyi bekliyor: Bana ve işimi yapmama huzurlu bir ortam sunan harika ülke Brezilya'ya içten teşekkürlerimi sunmak. Her yeni günle bu ülkeyi daha çok sevmeyi öğrendim, ruhsal anavatanım Avrupa kendi kendini yok ettikten ve ana dilimin dünyası yok olduktan sonra, dünyanın hiçbir yerinde hayatımı bu kadar severek yeniden kuramazdım. Ama altmışıncı yaştan sonra tam anlamıyla yeniden başlamak çok özel bir güç gerektiriyor. Ve benim gücüm yıllar süren vatansız yolculuklardan sonra iyice tükendi. Bu nedenle hayatımı doğru zamanda ve doğru bir şekilde sonlandırmamın iyi olacağına inanıyorum. Ki hayatım boyunca tinsel uğraşım en büyük haz kaynağım ve kişisel özgürlüğüm en yüce değerim oldu. Bütün dostlarımı selamlarım! Hepsine uzun geceden sonra gelen tanın kızıllığını görmek nasip olsun! Ben, her zamanki sabırsızlığımla önden gidiyorum."

Stefan Zweig Petropolis 22.11.1942