29 Ekim 2020

Mustafa Kemal Atatürk "Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir."

 

Bugün cumhuriyetimizin onuncu yılını doldurduğu en büyük bayramdır. Kutlu olsun! Bu anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak bu kutlu güne kavuşmanın en derin sevinci ve heyecanı içindeyim. Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, Temeli, Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyetidir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak azimkara ne yürümesine borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kafi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve en medeni memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah, vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Milli kültürümüzü muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız. Bunun için, bizce zaman ölçüsü geçmiş asırların gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket mefhumuna göre düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle, daha çok çalışacağız. Daha az zamanda, daha büyük işler başaracağız.  Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur. Çünkü, Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir. Ve çünkü, Türk milletinin yürümekte olduğu terakki ve medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir. Şunu da ehemmiyetle tebarüz ettirmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihi bir vasfı da, güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtri zekasını, ilme bağlılığını, güzel sanatlara sevgisini, milli birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek milli ülkümüzdür. Türk milletine çok yaraşan bu ülkü, onu, bütün beşeriyete hakiki huzurun temini yolunda, kendine düşen medeni vazifeyi yapmakta, muvaffak kılacaktır.

              Büyük Türk Milleti,

        On beş yıldan beri giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vaadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki, bu sözlerimin hiçbirinde, milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir isabetsizliğe uğramadım. Bugün, aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, milli ülküye, tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin büyük millet olduğunu, bütün medeni alem, az zamanda bir kere daha tanıyacaktır. Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki inkişafıyla, atinin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş doğacaktır.

              Türk Milleti!

       Ebediyete akıp giden her on senede, bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.

   Ne mutlu Türküm diyene!
 Ankara, 29 Ekim 1933

 


Bir Milleti Baştan Yaratan Nutuk (10. Yıl Nutku) - YouTube  


28 Ekim 2020

Walt Disney "Animasyon, dünyanın her yerinde her yaştan insana zevk ve bilgi kazandırabilecek bir hikaye anlatımı ve görsel eğlence ortamı sunuyor."


Dünya Animasyon Günü

Sylvia Plath - Gece Dansları


Çimene bir gülüş düştü.
Doldurulamaz yeri!
Ve nasıl yitirecek kendilerini
Gece dansları? Matematikte mi?
Nasıl da saf sıçrayışlar ve sarmallar -
Kuşkusuz dolanırlar
Bütün dünyayı sonsuzca, büsbütün
Yoksun oturmam güzelliklerden,
Küçük nefesinin hediyesinden, ıpıslak çimenden,
Uykularının kokusundan, zambaklardan, zambaklardan.
Tenleri ilgisizdir.
Egonun soğuk kıvrımları, Güney Afrika zambağı,
Ve kendini süsleyen kaplan –
Benekler, ve sıcak yaprakların bir örtüsü.
Kuyrukluyıldızların
Geçip gidecekleri öyle bir uzayı vardır ki,
Öyle bir soğukluğu, unutkanlıkları.
Bundandır el işaretlerinin soyulması kat kat -
Sıcak ve insansı, sonra onların pembe ışıkları
Kanıyor ve soyuluyor
Cennetin siyah hafıza kaybetmeleri arasından.
Niçin verilmiş bana
Bu lambalar, bu gezegenler?
Düşer nimet misali, kar taneleri gibi
Altı köşeli, beyaz.
Dokunurlar ve erirler.
Gözlerime, dudaklarıma, saçlarıma.
Hiçbir yere.
 

Günaha Son Çağrı - Nikos Kazancakis


Günaha Son Çağrı’yı yazdığım gündüz ve geceler boyunca, İsa ile birlikte Golgota Tepesi’ne çıkarken duyduğum dehşeti, hayatını ve ölürken çektiği acıları yaşarken duyduğum yoğunluğu, anlayışı ve sevgiyi başka hiçbir zaman duymadım. İçimi kemiren bu duyguları ve insanlığın büyük umudunu yazarken gözlerim dolu dolu oldu heyecandan. İsa’nın kanının bu denli tatlı ve acı olarak yüreğime damla damla aktığı olmamıştır hiç. İsa’nın hayatının her anı, bir çatışmadır, bir zaferdir. Basit insan zevklerinin yenilmez, büyüleyici niteliğine sürekli olarak ruhsallaştırmış, sonunda göğe yükselmiştir. Golgota Tepesi’ne varmış ve Çarmıh’a çıkmıştır.  Bu kitap bir hayal hikayesi değildir; mücadele eden herkesin itirafıdır. Yayımlamakta ödevimi yerine getirdim; hayatta çok acı çekmiş, büyük umutları olan birinin ödevini.  Nikos Kazancakis

 

Aşık Veysel'in 126. doğum günü

🎂

 

TRT Arşiv 

 Doğum günü 25 Ekim

 

Pablo Picasso " Everything you can imagine is real."


Hayal edebildiğin her şey gerçektir.

Arşiv Odası:Adalet Ağaoğlu

Adalet Ağaoğlu

Sokağa çıkıyoruz. Ağır aksak yürüyoruz. Adımlarımızda bir yanlışlık. Hızlanıyoruz. Hızlı yürüyüşümüzdeki uçarılığa yakışmıyoruz. Bir tanıdığa rastlamak istemiyoruz. Rastlanan her tanıdığın yanlış bir tanıdık olacağını sanıyoruz. Kimseleri sevmiyoruz. Kimselersiz edemiyoruz. Yanlış işer yapıyoruz...Yüksek Gerilim 

Tam başlandı, bir yerde koptu anlatılmak istenen. Ya kendimizden korkuyoruz ya çevremizden. Ne olduysa şöyle iyi bir açılıp dökülemedik...Bir Düğün Gecesi 

Kendi hayatını yaşayamayan, başkalarınınkini de o öldürür...Hayır 

Her şeyin çift ölçülü, ikiyüzlü yaşandığı bu toplum hayatıyla nasıl baş edeceğimi bulmalıyım...Hayır 

Ben de kalan ise hep o küskün yüzün. Beni bana suçlu kılan yüzün...Ruh Üşümesi

   

ARŞİV ODASI: Adalet Ağaoğlu, 1993 - BBC TÜRKÇE - YouTube 

 

22 Ekim 2020

Atatürk'e Saldırmanın Dayanılmaz Hafifliği - Ahmet Taner Kışlalı


 

 

 

Mustafa Kemal'e saldırmanın elbette tutarlı bir yanı vardır. Ama "çağı yakalama" arayışında görünürken aynı şeyi yapmaya kalkarsanız; belki - her garip şeyi yapanlara olduğu gibi- bazı dikkatleri üzerinize çekersiniz, ama inandırıcı olamazsınız."



Deepak Chopra Seçme sözler


 Eğer sevgi evrensel bir şeyse, hiç kimse bunun dışında kalamaz.

Sorunları çözmek bir sevinç, yaratıcılığımıza hoş bir meydan okuma olmalıdır.

Zaman zaman hatalar da yapabilen bir insanoğlu olduğunuzu anladığınız sürece, kendinizi büyük görme hastalığından kurtulursunuz.

Her güne, yeni bir dünyaya doğuyormuş gibi başla; çünkü zaten öyle...

Tesadüfler yoktur, sadece henüz anlamadığımız bazı amaçlar vardır.

Anlamlarını bilmeden korku ve öfkeden kurtulmaya çalışırsanız, daha da güçlenecek ve geri döneceklerdir.

Çektiğiniz bütün acılar, bir boş inançtan doğar; kendinizin dünya üzerinde yaşadığınıza inanırsınız, oysa dünya sizin içinizde yaşar.

Bir su damlası sadece okyanustan ayrıldığında güçsüzdür; onu yerine bıraktığınızda tüm okyanus kadar güçlü olur.

Hayatın amacı, amaçlı bir hayattır.

İnsanlar, kendi bilinçlilik düzeylerinden gelen, yapabildiklerinin en iyisini yaparlar.

İçinize ne kadar çok ışık girmesine izin verirseniz, yaşadığınız dünya da o kadar parlak olur.

Bir su damlası sadece okyanustan ayrıldığında güçsüzdür; onu yerine bıraktığınızda tüm okyanus kadar güçlü olur.

İyileşmek istemeyen bir aklı iyileştirecek hiçbir sihirli dokunuş yoktur.

İçinize ne kadar çok ışık girmesine izin verirseniz, yaşadığınız dünya da o kadar parlak olur.

Hareketin ve kaosun orta yerinde, içinizdeki durgunluğu koruyun.

Her başarısızlıkta, başarının tohumları atılır.

Geçmiş ve gelecek imgelemin içindedir; gerçeklik ise bu anın içindedir.

Sağlık sadece bir hastalığın yokluğu değildir. O, her zaman içimizde olması gereken pozitif bir iyi olma halidir.


Jack Kerouac - Deniz Benim Kardeşim


Deniz kabarıyor, ufuk bulanıyor, tehlike kol geziyor belki ama Kerouac’ın kahramanları, ölümün gölgesine inat, bazen bir arabanın yolcu koltuğuna kurulup bazen de bir geminin güvertesinde dikilip bilinmezliğe meydan okuyor. Şişeler devrilir, kalpler kırılır ve kafalar her daim karışırken yaşam, olanca temposu, sınırsız coşkusuyla kahramanları sarıp sarmalıyor ve onları mucizesine ortak ediyor. Öyle bir mucize ki bu, toz toprak içinde bir yolun kenarında bekleyerek geçirilen huzursuz saatleri, izbe barlarda içilen biraları ve hayal kırıklıklarının duvarlarda paralanan şişelere yansımasını kapsıyor, fakat her daim, ‘daha, daha, daha’ dedirtiyor. Öyle bir mucize ki, ölümünden onca yıl sonra, bizleri Kerouac’ın bu ilk romanıyla buluşturuyor. Dünya bunca büyük, hayat bunca kısayken Kerouac, Deniz Benim Kardeşim’e dostluğu, macerayı, mana arayışını, yaşamın tüm o sıradan anlarının güzelliğini atlamadan sığdırıyor. Yıllarca karanlıkta kalmış, Deniz Benim Kardeşim, Kerouac’ın bir şişeye koyup zaman denizinin enginlerine fırlattığı bir mesaj bizler için ve şişeden çıkan kâğıdın üzerinde şöyle yazıyor: “Yaşa!”  
 
Basit bir hayat! Ciddi bir hayat! Denizi sahiplenmek, ona göz kulak olmak , ruhunu salt ona teslim etmek, denizi sanki sadece o varmışçasına, tek önemli olan onun varlığıymışçasına kabullenmek, sevmek! 
 

Dünyanın Kıyısında Dans - Ursula K. Le Guin


“Basılan kitapların fikirlerini hiçbir zaman değiştirmemek gibi bir sıkıntıları var,” diyor Le Guin, Dünyanın Kıyısında Dans’ın önsözünde ve “feminizm, edebiyat, seyahat ve sosyal sorumluluk” başlıkları altında topladığı elli metninde modern edebiyattan menopoza, ütopya düşüncesinden rodeoya, aile planlamasından sansüre, J.R.R. Tolkien’den Italo Calvino’ya kadar çeşitli fikirlerini güçlü, kıvrak ve oyunbaz üslubuyla bir araya getiriyor. Kelimelerin kadim büyücüsü Le Guin 1976-1988 arasında yazdıklarıyla, onlarca sene sonra dahi günümüzü doğrudan etkilemeye devam ediyor… 

 “…ister sanat, ister bilim, ister teknoloji, ister şirket yönetimi, ister yatağın altını süpürmek olsun, neye yeteneğiniz varsa onu yapmanızı; size sırf bir kadın yaptığı için bunun ikinci sınıf bir iş olduğunu söylediklerinde cehenneme kadar yollarının olduğu yanıtını vermenizi ve eşit işe eşit ücret kazanmanızı umuyorum. Hükmetme ve hükmedilme ihtiyacı duymadan yaşamanızı umuyorum. Hiçbir zaman kurban olmamanızı umuyorum ama başkaları üzerinde erk sahibi olmamanızı da umuyorum. Başarısız olduğunuzda, yenildiğinizde, acı çektiğinizde, karanlıkta kaldığınızda karanlığın sizin yurdunuz, hiçbir savaşın olmadığı ve hiçbir savaşın kazanılmadığı ama geleceğin olduğu, yaşadığınız yer olduğunu hatırlamanızı umuyorum…”

 

Alphonse de Lamartine


 

 

 

 

 

Tek bir kişiyi özlersiniz ve her yer ıssız gelir.


Dörtlük - Arif Damar




Bir elim ekmekte bir elim sende

Bir elim gerçekte bir elim sende 

İki el bir baş içinmiş masal 

Bir elim gelecekte bir elim sende

 

Ata Sözü - Ruhi Su

 



Dinleyin arkadaşlar
Bir ata sözümüz var
Biri yer biri bakar
Kıyamet ondan kopar

Kıyamet dedikleri
Ha koptu ha kopacak
Yoksuldan, halktan yana
Bir dünya kurulacak

Görmüşler ileriyi
Atalarımız demek
Herkese yeter dünya
Herkese yeter ekmek.

  

Ruhi Su Dostlar Korosu - Atasözü - YouTube

 

 

Ortega y Gasset - Sevgi Üstüne "İlginç Erkeğin Ruhsal Yapısına Doğru"

 

Bir erkeğin gururunu en çok okşayacak şey, kadınların kendisini ilginç bulduklarını söylemeleridir. İyi ama bir erkek kadınların gözünde ne zaman ilginç olur? Bu, en incelikli ve en zor sorulardan biridir. Bu soruyu dizgesel olarak irdeleyebilmek için, yepyeni ve bugüne dek hiç el atılmamış bir disiplinin, benim yıllardır üzerinde düşünüp durduğum bir disiplinin geliştirilmesi gereklidir. Ben, bu disipline İnsan Bilgisi ya da Düşünsel İnsanbilim diyorum. Bu disiplin bize, bedenler gibi ruhların da değişik biçimleri olduğunu gösterecektir. Rastladığımız insanlarda, bireysel sezgilerimize dayanarak, hepimiz kişilik yapısındaki bu çeşitliliği değişik derecelerde açıkça algılarız. Bununla birlikte, yüzeydeki bu algılarımızı açık seçik kavramlara, eksiksiz bilgilere dönüştürmek zordur. Başkalarını sezgiyle algılarız, ama onları tanımayız.

Bununla birlikte, gündelik dilde, çok yüksek anlamlar anıştıran sözel kapsüller aracılığıyla taşınan çok zengin bir ince sezgiler bütünü vardır. Aslında, dayanıklı ruhlarla ince ruhlardan, ekşi ya da tatlı, derin ya da yüzeysel, güçlü ya da zayıf, sebatlı ya da kaçamak ruhlardan söz ederiz. Yüce gönüllü ya da yüreksiz insanlardan söz eder, böylelikle bedenlere olduğu gibi ruhlara da bir boyut getirmiş oluruz. Birisi için, onun bir eylem insanı olduğunu, öte yandan bir başkasının düşünmeye yatkın biri olduğunu, birisinin "beyinsel" ya da duygusal vb. olduğunu söyleriz.

İnsan fauna'sının harika çeşitliliğini sınıflandırmakta kullandığımız değişik tanımların tam anlamını yöntemsel bir çözümlemeden geçirme çabasına kimse girişmemiştir. Bütün bu adlandırmalar, yalnızca içteki kişinin yapısal farklılıklarına anıştırma yapar; bir ruhbilimsel anatomi oluşturmaya yöneliktir. Bir delikanlının ruhunun, yaşlı bir adamınkinden farklı bir yapıya sahip olacağı, hırslı bir insanın ruhunun, düşlerle yaşayan bir insanınkine göre değişik bir tinsel yapıda olacağı açıktır. Biraz dizgeli bir yaklaşımla ele alındığında, bu incelemenin bizi yepyeni bir biçemle oluşturulmuş, bilişsel bir kişilik yapılanmasına götürmesi, bunun da bizi insandaki içsel yapıların çeşitliliğini bugüne dek hiç düşünülmemiş bir incelikle tanımlamamızı sağlaması olanaklıdır. Bu ruhsal yapılar arasında, kadınların ilginç erkek dedikleri erkek tipi de ortaya çıkabilir.

İlginç erkeğin baştan aşağıya çözümlemesine girişmek, içimi korkuyla dolduruyor; çünkü hemen bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya buluyoruz kendimizi. İlginç erkekle ilgili olarak söylenecek ilk önemli şey şu: İlginç erkek, kadınların âşık oldukları erkektir; ama bu gözlem, bizi alıp hemen bilinmeyen yerlere götürüyor ve büyük tehlikelerin içine atıyor. Doğrudan, sevgi denen o yabanıl ormanın içine savruluyoruz. Gerçek şudur ki, insan topografyasında, sevgi alanı kadar az araştırılmış başka bir alan yoktur. Aslında şu bile söylenebilir: Sevgi konusunda henüz hiçbir şey söylenmiş değildir; daha doğrusu bu konuda hiçbir şey üzerinde henüz düşünülmemiştir.

İnsanların kafalarına çakılıp kalmış olan bir yığın kaba düşünce, gerçekleri normal durulukta görmelerini engeller. Her şey karmakarışık ve çarpık görünür. Bunun pek çok nedeni vardır. Her şeyden önce, sevgi, doğası gereği, insanın gizli yaşamının bir parçasıdır. İnsan, sevgisinden söz edemez; söz ederken sevgi yok olur ya da buharlaşıp gider. Herkes, hemen her zaman gayet az olan kişisel deneyimlerine yaslanmak zorundadır, çünkü bu konuda komşunun deneyimlerinden yararlanmak kolay değildir. Oysa, her fizikçi yalnızca kendi kişisel gözlemlerine yaslanacak olsa, neler olurdu? İkinci olarak, durum şudur: Sevgi üzerinde en iyi düşünebilecek olanlar, sevgi deneyimini en az yaşamış olanlardır; oysa sevgiyi yaşamış olanlar, bu konuda düşünme yetisi olmayanlar, sevgiyi saran o yanar döner, hiçbir zaman yakalanamayacak renkli tüyleri inceden inceye çözümlemeden geçirme yetisi olmayanlardır. Son olarak da, sevgi üzerine bir deneyime girişmek, en nankör işlerden biridir. Bir doktor, sindirim zorluğu hakkında konuşacak olsa, insanlar onu uslu uslu ve merakla dinlerler.

Ama bir ruhbilimci, sevgiden söz edecek olsa, herkes onu eleştirel bir havayla dinler ya da hiç dinlemez; bu insanlar, onun ne söylediğini öğrenme zahmetine bile katlanmazlar çünkü hepsi kendisinin bu konuda uzman olduğu kanısındadır. İnsanların alışkanlık haline gelmiş aptallıklarının, böylesine açık seçik görüldüğü başka bir alan hemen hemen hiç yoktur. İnsanlar sanki, sevgi de, eninde sonunda öbürleri kadar kuramsal bir konu, yetersiz araçlarla yaklaşan birinden sır kutusu gibi mühürlenmiş olarak saklı kalacak bir konu değilmiş gibi davranırlar!

Don Juan konusunda da durum aynıdır. Herkes, Don Juanlık'ın, zamanımızın o en karanlık, en anlaşılmaz, en nazik sorunu nun en doğru yorumunu kendisinin yaptığına inanır. Gerçek şudur ki, birkaç istisna dışında, erkekler üç sınıfa ayrılabilir: Kendilerini Don Juan sananlar; daha önce Don Juan olduklarına inananlar; Don Juan olabileceklerine inanan ama bunu istememiş olanlardır. Bu sonuncular, hatırı sayılır bir kararlılıkla, Don Juan'a saldırılması gerektiğini öneren, belki onun ölüm fermanını imzalamak isteyenlerdir.

Öyleyse, herkesin anladığını sandığı bilimlerin -sevginin ve siyasetin- en az ilerlemiş bilimler olması için sayısız neden vardır. Sevgi ve siyaset konusunda konuşmaya en yetkili olanlar, bu konulardan biri açıldığında, bilgisiz kişilerin aceleyle söyleyiverdikle-ri basmakalıp sözleri dinlemekten kaçınmak için susmuşlardır.

Bu nedenle, Don Juanlar'ın da, âşık olanların da, Don Juan ya da sevgi konusunda özellikle bir şeyler bilmedikleri açıkça belirtilmelidir. Bu iki konuda, belli bir doğrulukla konuşabilecek tek kişi, belki her iki konudan da uzakta yaşayan, gene de güneşin karşısında gökbilimcinin durumu gibi, her şeyi dikkatle ve merakla seyreden kişidir. Bir şeyler bilmek, o şey olmak demek değildir; o şey olmak da onu bilmek demek değildir. Bir nesneyi görebilmek için, ondan kopmuş olmak zorunludur. Kopmuş olmak, o nesneyi deneyimle yaşanan gerçeklikten çıkarıp bir bilgi nesnesine dönüştürür. Bunun dışında bir görüş, bizi örneğin şu inanca götürür: Hayvanbilimci, bir devekuşunu incelemek için kendisi devekuşu olmak zorundadır; Don Juan da kendisinden söz ederken tamı tamına aynı konuma girer.

Bana soracak olursanız, üzerinde çok düşünmüş olmama karşın, bu önemli konuda yeterli durulukta bir görüşe ulaşamadım. Çok şükür ki şu anda tartıştığımız Don Juan değil. Burada belirtilmesi gereken, belki de Don Juan'ın, düşmanlarının bizi bunun tersinin doğru olduğuna inandırmaya çalışmalarına karşın, her zaman ilginç bir erkek olmasıdır.

Oysa, açıkça ortadadır ki her ilginç erkek Don Juan değildir - onunla ilgili bu yorumdan sonra isterse niz tehlikeli profilini bu notların dışında bırakalım. Sevgiye gelince, sevgiyi konumuzun içine sokmaktan kaçınmak bu kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle, konuyu inceleyip geliştirmeden ya da kanıt sunmadan, sevgiyle ilgili olan ve benimsenmiş fikirlerden köktenci bir biçimde ayrılan bazı düşüncelerimi açıkça ortada olan bir bağnazlıkla özetlemek zorunda hissediyorum kendimi. Okur, bun ları yalnızca ilginç erkek konusunda söyleyeceklerimin zorunlu bir açıklaması olarak görmeli ve şimdilik bu görüşlerin doğru olup olmadığına karar verme konusunda ısrar etmemelidir.

Daha önce de önerdiğim gibi, ilginç erkek konusunda söylenecek ilk şey, onun, kadınların âşık olduğu erkek olduğudur. Ama insan buna hemen, bütün normal erkeklerin kadınlarda sevgi bulduğunu, bu nedenle de bütün erkeklerin ilginç olması gerektiğini söyleyerek karşı çıkabilir. Bu karşı çıkışa, önceden hazırlanmış iki yanıtım var. Birinci yanıt: İlginç erkeğe, tek bir kadın değil, birçok kadın âşık olur. Burada "hep" ve "hiçbiri", "çok sayıda" ve "hiç kimse" eksiksiz anlatımı amaçlamayan yalınlaştırmalar olarak anlaşılmalıdır. Yaşamın herhangi bir sorunuyla uğraşırken, eksiksizliğe ulaşmak, çok eksikli kalmak demektir; niceliksel yargılar da, daha çok tipik durumları, normları, eğilimleri dile getirmek için verilir.

Sevginin, sıkıcı ve sıradan bir iş olduğu inancı, erotik görüngülerin anlaşılmasında en büyük engellerden biridir. Bu görüş, çok yaygın bir belirsizlikten kaynaklanır: Tek bir sevgi sözcüğüyle son derece çeşitli ruhsal durumları anlatırız. Bu nedenle, bizim kavramlarımız ve genellemelerimiz hiçbir zaman gerçeklikle çakışmaz. Sözcüğün bir anlamında sevgi açısından geçerli olan şey, öbür anlamında geçerli değildir; bizim, bu gözlemin yapıldığı erotizm alanında geçerli olan gözlemimizin de başka bir alana yaygınlaştırıldığında yanlış olduğu görülür.

Bu karışıklığın kökeni açıktır. Kadın ve erkek arasındaki her türlü çekim, genel anlamda söylersek, sınırlı toplumsal ve kişisel davranışlarda ortaya çıkar. Bir kadının bedeninden hoşlanan erkek; bir kadına, kendini beğenmişliği nedeniyle kapılan erkek; kadının usta bir çekicilik ve aşağılama manevrasıyla üzerinde yarattığı bayağı etkinin kurbanı olarak aklını yitiren erkek; bir kadına salt şefkat, sadakat, acıma, "sevecenlik" nedeniyle bağlı kalan erkek; tutkunun pençesine düşen erkek; son olarak da, gerçekten âşık olan erkek, aşağı yukarı özdeş davranışlar içindedirler.

Birisi, onların eylemlerini uzaktan gözlemlese, "aşağı yukarı" gibi incelikli nitelendirmeleri gözden kaçırabilir. Yalnızca geniş çaplı davranış örüntülerine dikkat ederek bu davranışlarda bir farklılık bulunmadığı yargısına varır; bu nedenle, bu davranışı esinleyen duygunun da ayrıcalıklı bir yanı bulunmadığı kararını verir. Ama o kişinin yapması gereken tek şey, bir büyüteç alıp bu davranışları yakından incelemektir; böylece yalnızca genel eylem örüntüsünde benzerlik bulunduğunu, bunların arasında düşünülebilecek en farklı çeşitlemelerin yer aldığını görecektir. Bir sevgi ilişkisini, yalnızca eylemlerine ve sözlerine bakarak çözümlemek çok büyük bir hatadır. Genelde, sevgiyi ne eylemler, ne de sözler yansıtır; bunlar, toplum tarafından yaratılmış, abartılı jestler, ayinler ve formüller birikimidir; sevgi bunları, aradığı yerde, eline tutuşturulan ve kullanmak zorunda hissettiği hazır bir araç olarak buluverir. Sevginin çeşitli türleri arasındaki ayrımı görebilmemizi sağlayan şey, ta baştaki küçük jestler, tonlar ve yakalanması güç ince davranış göstergeleridir.

Artık yalnızca gerçek romantik sevgiden söz ediyorum; bu tür sevgi şehvetli arzudan, amour-vanit denp bayağı ilişkilerden, "şefkatken ve "tutku"dan farklıdır. İşte burada, karşımızda, bin bir çeşitlilik taşıyan bir aşk/awna'sı var; bu fauna'nın çokbiçimli yapısı pekâlâ sınıflandırılabilir.

Romantik sevgi -kanımca her türlü erotizmin ilk örneğini ve doruğunu oluşturur- aynı anda şu iki öğeyi içermesiyle kendini belli eder: Üzerimizde tam bir "yanılsama" yaratan başka bir kişi tarafından "büyülenme" duygusu; sanki o kişi, bizi varoluşumuzun derinliklerinde, canlı köklerimizden koparmış da diri diri başka bir yere aktarılmışız ve canlı köklerimiz onun içine ekilmiş gibi, varlığımızın özüne dek onun tarafından soğurulmuşluk duygusu. Bunu dile getirmenin başka bir yolu da seven kişinin, kendisini, sevdiği kişiye bütünüyle teslim olmuş gibi hissetmesidir; öyle ki burada, aslında bedensel teslim oluşun mu, tinsel teslim oluşun mu söz konusu olduğu hiç önemli değildir. Sevgi içindeki bir kişi, yaşadıkları üzerinde dikkatle düşünerek -toplumsal kurallar, her türden güçlükler- istemini sevdiği kişiye teslim etmemeyi başarabilir. Önemli olan, isteminin verdiği karar ne olursa olsun, kendisini teslim olmuş hissetmesidir.

Burada bir çelişki yoktur, çünkü temeldeki teslim olma durumu, istem düzleminde gerçekleştirilmiş değildir; tersine kişinin daha derinlerinde yer alır. Teslim olma isteğinde istem yoktur: İstem dışı bir teslim oluş söz konusudur. İstemimiz bizi nereye sürüklerse sürüklesin, ondan uzaklaştırılmak için dünyanın öbür ucuna bile götürülsek, hiç farkında bile olmadan, sevgiliye teslim olmuş durumda kalırız.

İstemle sevgi arasındaki bu aşın kopma, bu çekişme durumu, sevginin kendine özgü yanını vurgular ve olanaklı bir karışıklık olarak görülmelidir - olanaklı ama kesinlikle olmayacak bir şey değil. Sevgiliye karşı kendini savunma konusundaki düşünceler, gerçekten seven birinin istemini pek etkilemez. Bu, öylesine doğrudur ki, uygulamada sevgilinin isteminin etkin olduğunu görürsek, sevgili "bir takım düşünceler ileri sürüyorsa", sevmemek ya da daha az sevmek için "çok saygın" nedenler buluyorsa, aslında bunlar onun sevmediğinin en kesin göstergesidir. Böylesi bir ruh, karşısındaki kişiye belli belirsiz bir çekilme duyar, ama kökleri kendisinden kopanlmamıştır - bu da o kişi âşık olmamış demektir.

Öyleyse, bu iki öğenin, büyülenme ile teslim olmanın birleşmesi, burada tartışmakta olduğumuz sevgi açısından temel önemdedir. Bu birleşme hiç de rastlantısal değildir. Bunların ikisi salt rastlantıyla biraraya gelmemiştir; tersine biri öbüründen doğmuştur ve ondan beslenir. Sevgide varolan şey, büyülenme nedeniyle teslim olmaktır.

Bir anne çocuğuna, bir dost dostuna teslim olur, ama "yanılsama" ya da "büyülenme" nedeniyle değil; anne bunu tinsellikle hemen hemen hiç ilişkisi olmayan derin içgüdüsü nedeniyle yapar. Dost, isteminin açıkça verdiği bir karar nedeniyle yapar. Dostta sadakat vardır; bu da, özü gereği düşünceye dayalı bir erdemdir. Dostun, kendisini, bir bakıma tepsiye koyup bir başkasına sunduğunu söyleyebiliriz. Oysa sevgide olan, ruhumuzun elimizden kaçması, başka birisi tarafından soğurulmasıdır. Başka bir kişiliğin, insan yaşamı üzerinde uyguladığı bu soğurma eylemi, soğurulanı bir yücelmişlik durumu içinde tutar, varlığının köklerinden koparır ve sevgilinin içine eker; önceki kökler, yeni bir topraktaymışçasına buraya kök salar. Bu sayede seven kişi, kendisinden beslenerek değil, öbüründen beslenerek yaşar; tıpkı doğmadan önce, çocuğun bedensel olarak rahmine tutunduğu ve gömüldüğü annesinden beslenerek yaşaması gibi.

Sevenin, sevgili tarafından böyle soğurulup içe alınması, düpedüz büyülenmenin sonucunda olur. Başka bir varlık bizi büyüler; biz bu büyülenmeyi, yumuşak ve esnek bir çekilme olarak sürekli içimizde duyarız. Aşırı yıpranmış bir sözcük olan "büyülenme", gene de sevgilinin seven üzerinde yaptığı etkiyi en iyi anlatan sözcüktür. Büyü sözcüğünün kullanımı, başlangıçta taşıdığı yan anlamların yeniden yerine konmasıyla gerçek yerine oturtulmalıdır.

Cinsel çekmede gerçek bir çekim yoktur. Cinsellik anıştıran bir beden, insanda ona karşı bir iştah, bir arzu uyandırır. Bununla birlikte arzumuz, arzulanan nesneye doğru gitmez; tam tersine ruhumuz, kendisini arzulanan nesneden uzaklaştırarak kendi içine doğru çekilir. İşte bu nedenle bir nesnenin arzu uyandırdığı'm. söylemek çok doğrudur; sanki, arzulanan nesne, kendisinin arzulanması sürecine katılmıyormuş da arzuyu uyandırmasıyla birlikte görevini tamamlıyor ve gerisini bize bırakıyormuş gibidir. Arzuyu belirleyen ruhsal görüngüyle "büyülenme"yi belirleyen ruhsal görüngü birbirine karşıt tepkiler oluşturur. Arzuda, nesne soğurulma eğilimine girer, oysa "büyülenme"de "ben" soğurulur; bu nedenle iştah, insanın kendisini teslim etmesine yol açmaz; tam tersine, nesnenin ele geçerilmesine yol açar.

Benzer biçimde, "tutku"da da gerçek bir teslim olma yoktur. Son zamanlarda, bu bayağı sevgi türü hiç hak etmediği bir değer ve yaygınlık kazandı. Bazıları, sevginin derecesinin, Werther'in ya da Othello'nun intiharına ya da cinayetine yakınlık derecesiyle ölçülebileceğini sanıyorlar; bunu yaparken de, bunun dışında kalan sevgi biçimlerinin hayali ve "beyinsel" olduğunu düşündürmek istiyorlar. Bence tam tersine, "tutku" terimi, çok eskiden taşıdığı küçültücü anlama indirgenmelidir. Kendisine ya da bir başkasına tabanca doğrultmak, bir tutkunun niteliğini, hatta niceliğini en küçük derecede bile güvence altına almaz. "Tutku", ruhun sakatlığını gösteren hastalıklı bir durumdur.

Saplantı düzeneğine yakalanmaya açık olan biri ya da çok yalın, kaba yaratılışta olan kişi, içinde doğan her duyguyu "tutku"ya, yani maniye dönüştürecektir. Tutkuyu süsleyen romantik tuzakların tümünü söküp atalım. Bir erke ğin sevgisinin, ne kadar aptallaştığı ya da aptallaşmak istediğiyle ölçüldüğünde inanmaktan vazgeçelim.

Tam tersine: sevginin ruhbiliminde genel bir ilke olarak şu öz-sözü yerleştirmek yerinde olacaktır: Sevgi, ruhun en incelikli ve en kapsayıcı edimi olduğundan, ruhun durumunu ve özünü yansıtır; sevgi içindeki insanın nitelikleri ister istemez sevginin kendisine atfedilmelidir. Eğer o birey duyarlı değilse, sevgisi nasıl duygu yüklü olabilir? O kişi derinlikten yoksunsa, sevgisi nasıl derin olabilir? İnsan nasılsa, sevgisi de öyledir. Bu nedenle, bir insanın nasıl birisi olduğu konusunda en kesin belirtiyi sevgide bulabiliriz. Bütün öbür edimler ve görünüşler, o kişinin özniteliğiyle ilgili olarak bizi yanıltabilir ama sevgi ilişkileri, varlığının dikkatle saklanmış sırlarını ele verebilir. Bu, özellikle de sevgilinin seçimi açısından geçerlidir. Başka hiçbir edimde, en içte saklı olan kişiliğimizi, erotik seçimimizde olduğu ölçüde açığa vuramayız.

Sık sık zeki kadınların aptal erkeklere ya da tersine, aptal kadınların akıllı erkeklere âşık olduğunu duyarız. Açıkça söylemek isterim ki, pek çok kez duymuş olmama karşın bu düşünceye hiç inanmamışımdır; sonra, yaklaşıp ruhbilimsel büyüteçle bakabildiğim her durumda o erkeklerle o kadınların aslında zeki olmadığını ya da seçtikleri kişilerin aptal olmadığını görmüşümdür.

Bu nedenle tutku, sevgi duygusunun en yüce noktasını değil, tam tersine bayağı ruhlarda yozlaşmasını gösterir. Tutkunun içinde büyülenme de, teslim olma da yoktur - hiç değilse, bulunması gerekmez. Ruh hekimleri, saplantılı kişinin saplantısına karşı savaştığını, onu kabul etmediğini, gene de onun egemenliği altında kaldığını bilirler. Nitekim, içinde hemen hemen hiç sevgi bulunmayan büyük tutkular olabilir. Bu, sevgi görüngüsü konusundaki yorumumun, şu yanlış mitolojiye taban tabana zıt olduğunu okura gösterecektir: Bu yanlış mitolojiye göre tutku, insanın hayvan yanından, bağrının karanlıklarından doğmuş temel, ilkel bir güçtür; bu güç, insanı kaba bir biçimde pençesine alır ve ruhun, daha yüce, daha ince kesimlerinin oynayabileceği her türlü rolü göz ardı eder.


Sevgiyle varlığımızın derinliklerinde gizil olarak bulunan belli kozmik içgüdüler arasındaki olası bağıntıyı şimdilik bir yana bırakırsak, kanımca sevgi, ilkel bir gücün gerçekten de tam karşıtı olan bir şeydir.

Sevginin, ilkel bir güç olmaktan çok -elbette, yapacağım hata payının farkındayımneredeyse bir yazın türüne benzediğini söylemek istiyorum. Bu, okurları üzerinde düşünmeye vakit bulamadan -doğal olarak- kışkırtacak bir formüldür. Elbette, bu konuda söylenecek son söz olma iddiasındaysa, aşırı ve kabul edilemez bir formül olur bu. Gene de burada önermek istediğim, sevginin bir içgüdü değil; bir yaratım, insanda hiç de ilkel olmayan bir yaratım olduğunu önermektir. Vahşilerde, sevgiye yatkınlık diye bir şey yoktur. Çinliler'le Hintliler sevgiyi tanımazlar; Pericles dönemindeki Yunanlılar, sevginin varlığını hemen hemen hiç kabul etmezlerdi. Bu iki özelliğin ikisi de -tinsel bir yaratım olması ve insan ekininin yalnızca belli evrelerinde ve biçimlerinde ortaya çık ması- sevginin bir yazın türü olarak tanımlanmasına uygun düşmüyor mu?

Sevgi, öbür yalancı'biçimleri olan şehvet ateşinden ve "tutku"dan da aynı açıklıkla ayrımlanabilir. Bunlar arasında, "şefkat" dediğimiz şey de vardır. "Şefkaf'te -çoğu zaman olsa olsa evlilikteki sevgi biçiminde çıkar bu karşımıza- iki insan karşılıklı sevecenlik, sadakat, bağlanma, duyguları içindedirler; ama büyü ve teslim olma diye bir şey söz konusu değildir. Çiftlerden her biri kendi içine gömülmüş olarak yaşar, öbüründe kendinden geçmez; her biri, son derece yumuşak düşüncelilik, esirgeme ve onaylama ışınları yayar.

Buraya kadar söylenenler, şu önermeyi anlamlı kılmaya -şimdi bunu yapmaya çalışıyorum- yetecektir sanıyorum: İnsan, sevgi denen görüngüyü, ta içinden açık seçik görmek isterse, her şeyden önce, sevginin, hemen herkesin ulaşabileceği, içinde yaşadığımız toplum, ırk, ulus ve dönem söz konusu olmadan her dakika her yerde olan evrensel bir duygu olduğu yolundaki yaygın fikirden kendisini kurtarmak zorundadır. Önceki sayfalarda özetlenen nitelikleri, sevginin ortaya çıkma sıklığını, yanlışlıkla eklenen pek çok şeyi alanından çıkararak, büyük ölçüde azaltıyor. Son bir adım daha atıp hiçbir abartmaya gitmeden şunu söyleyebiliriz: Sevgi az rastlanan bir olay, ancak belli ruh yapısındakilerin yaşamayı umabilecekleri bir duygudur: Aslında, bazı bireylerde bulunan, normalde başka yeteneklerle birlikte bahşedilen ama tek başına da görülebilen özgül bir yetenektir.

Gerçekten de âşık olmak, bazı yaratıklarda bulunan harika bir yetenektir; tıpkı Tanrı vergisi koşuk düzme yeteneği, kendini kurban edebilme ruhu, ezgiler yaratma esini, kişisel gözüpeklik yeteneği, denetimi ele almayı bilme becerisi gibi. Herkes âşık olamaz; âşık olabilseler de herhangi birine âşık olamazlar. Bu ilahi olay, ancak bazı güçlü koşulların hem öznede hem de nesnede bulunmasıyla ortaya çıkar. Çok az kişi âşık olabilir; gene, çok az kişi sevgili olabilir. Sevginin, kendi ratio'su,^ kendi yasası, hiç değişmeyen bir birleştirici özü vardır ki bu, sayısız ahlaksal ayrımcılığı ve değişebilirliği, kutsal yazıtının dışında bırakmaz. 

Aşırı seyrek ortaya çıktığını apaçık ve düpedüz gösterebilmek için yapılması gereken tek şey, âşık olma durumunun koşullarından ve varsayımlarından bazılarını sıralamaktır. Son sözü söyleme iddiasında olmadan, bu koşulların üç sınıfta toplandığını önerebiliriz, çünkü sevginin üç bileşeni vardır: sevilecek kimseyi görebilmek için gerekli olan algılama; sevgilinin görüntüsüne duygusal tepki verebilmek için gerekli olan coşku; varlığımızın, toplam ruhumuzun yapı'sı. Algılarımızla coşkularımız doğru dürüst işlediği zaman bile, ruhumuzun yapısı özsüz ve esneklikten yoksunsa, dağınıksa, canlı kaynaklardan beslenmiyorsa, sevginin, kişiliğimizi köklerinden sökmesi, kaplaması ya da kalıplaması olanaksızdır.

Büyülenebilmek için her şeyden çok başka birisini görme yetisine sahip olmamız gerekir - yalnızca gözlerimizi açmak buna yetmez. İnsanda, nesnelerle ilgili saltık bir merakın ötesinde, daha kapsayıcı, daha köklü, daha geniş, kendine özgü bir başlangıç merakının bulunması gerekir (bilimsel, teknik ya da turistik merak gibi ya da "dünyayı görme" merakı vb.); ya da insanların kendine özgü edimleri konusundaki merak gibi (örneğin, dedikodu).

Kişinin, insanlık konusunda, daha somut söylersek, yaşayan bir bütünlük olarak birey, bir varoluş modus'u olarak birey konusunda gerçekten canlı bir merakla dolu olması gerekir. Bu merak olmadan, önümüzden en değerli insanlar gelip geçseler bile, bizde hiçbir izlenim bırakmazlar. Protestan bakirelerin hiç söndürmedikleri lambaları, bir bakıma sevgiye girişin eşiğini oluşturan bu erdemin simgesidir.

  Ama unutmayalım ki, böyle bir merak aslında pek çok şeyi öngörüyor demektir. Bu, ancak yüksek derecede canlılığı olan organizmalara özgü bir lükstür. Zayıf birey, kendisinin dışında olup bitenlere, çıkarsız bir ilk dikkat yöneltemez. Yaşamın, kabarık eteğinin katmanları arasında saklamış olabileceği beklenmedik şeyle rinden korkar; başkalarıyla, tam bir ilgiyle anında ilişki kuramadığı ölçüde içine kapanır. Bu "çıkarsız" ilgi karşıtlamı, İngiliz Kraliyet Donanması'ndan gelen telgraflara vurulan damgadaki kırmızı mürekkep gibi, gerçekleştirdiği tüm işlevler ve eylemlerde sevginin içine sızar.

Simmel -Nietzsche'yi izleyerek- yaşamın özünün, daha çok yaşam özleminden oluştuğunu söylemiştir. Yaşamak, daha çok ya şamaktır; insanın kendi yürek atışlarını artırma arzusudur. Yaşam böyle olmadığı zaman hastadır ve kendi ölçüleri içinde yaşam değildir. Bir şeye/bize getireceği kazanç açısından değil de neyse o olduğu için ilgi duyabilme yetisi, ancak canlılığın en yüce katmanlarında bize sunulan görkemli ve cömertçe bahşedilmiş bir Tanrı armağanıdır. Tıp açısından bakıldığında zayıf bir beden, kendi başına ille de canlılığı eksik bir bedeni göstermez; tersinden bakacak olursak, benzer biçimde, Herkülvari bir beden yapısı da örgensel erki güvence altına almaz (atletler konusunda, bu gözlem çoğu zaman geçerlidir).

Neredeyse tüm erkekler ve kadınlar (bazıları, kuşkusuz güzel ve saygın olsalar da) kendi ilgi alanlarına gömülmüş olarak yaşar, dışlarında olup biten şeylere doğru göç etme itkisini duymazlar. Kendilerini çevreleyen manzara, onlara iyi davransın davranmasın, ufuk çizgileriyle tam bir yetinme duygusu içinde yaşarlar; ancak bir bedel karşılığında gerçekleştirebilecekleri belirsiz olasılıklara atılmaya hiç özlem duymazlar.

Bu sınırlı, dar ufuk, derinlere işleyen bir merakla bağdaştırılamaz; bu tür merak, sonunda, bitip tükenmek bilmeyen bir göç etme içgüdüsü, kendinden koparak öbürüne gitme yolunda yabanıl bir itkidir.


İşte petit bourgeois'laım ve petite bourgeoise'larm, has bir biçimde âşık obuaları bu nedenle güçtür. Onlar için yaşam, bilinenler ve anlaşılanlar üzerinde direnmekten, hep o aynı günlük tekdüzelikten alınan sarsılmaz doyumdan oluşur.

 . Aynı anda yaşam için de bir heves demek olan bu merak, ancak özgür havanın -yıldız tozlarıyla yüklü kozmik havanın- herhangi bir engelleyici duvar olmaksızın estiği gözenekli ruhlarda bulunabilir. Ama, bir kişinin incelikli, karmaşık yapısını "görmemiz" için bu merak yetmez; merak, gözün bulunmasını gerektirir ama görüşte ince ayrımları yapabilme gücü de bulunmalıdır. Böylesi ince ayrımları yapabilme gücü, gerçekten de sevgide etkin bir bileşen olarak en başta gelir ve Tanrı vergisi olağanüstü bir yetenektir. Başkaları hakkında, bedenlerinde dışa vurulan anlamla birlikte, ruhlarının özü hakkında, hemen içten bilgi edinmemizi sağlayan özel bir sezgidir bu. Bu sezgi sayesinde, insanlar arasındaki "ayrım'ları görür, onların niteliklerini, önemsizliklerini ya da eksiksizliklerini, kısacası canlılık açısından hangi mükemmellik derecesinde olduklarını değerlendiririz. Burada, sevgi duygusunu entelektüelleştirmeye çalıştığımı sanmayın. İnce ayrımları sezmenin, zekâ ile hiç ilgisi yoktur; bu yetinin duru kafalı yaratıklarda bulunma olasılığı daha yüksek olsa da, çoğu zaman ahmak erkeklerde bulunabilen şiir yazma yeteneği gibi tek başına da bulunabilir. Aslında bu yetinin, belli bir zekâ keskinliğinden nasibini almış kişiler dışında bulunması pek olası değildir, ama ince ayrımları yapabilme sezgisi zekâ derecesine bağlı değildir. Bu nedenle, görürüz ki, bu sezgiye erkeklere göre kadınlarda daha sık rastlanır. Oysa zekâ yetisine daha çok erkeklerde rastlanır.

Sevgiyi yarı büyülü, yarı mekanik bir etki olarak düşünenler, ince ayrımları sezme yetisinin, sevginin temel özelliklerinden biri olduğu yolundaki önermeme karşı çıkacaklardır. Onlara göre, sevgi her zaman "nedensiz" çiçeklenir. Mantıksızdır, usdışıdır ve aslında her türlü ayırım yapabilme sezgisini dışta bırakır. İşte kendimi, benimsenmiş fikirlerden kesinlikle kopmuş gördüğüm ana noktalardan biri budur.

Boşluktan fışkırmayan, tersine, ruhsal kaynak'ını oluşturan başka düşüncelerimizden beslenerek geliştiğini ve beslendiğini gördüğümüz bir düşünceye mantıksal deriz. Bunun klasik örneği sonuç'tur. İlk önermelere inandığımız için, sonucu da kabul ederiz: İlk önermelere kuşku düşerse, sonucun taşıdığı yargı da boşlukta kalır. O sonuca inanmaktan vazgeçeriz. Reason temeldir, kanıttır, açıklamadır; kısacası, düşünceye ussallığını kazandıran logos'tur. Ama aynı zamanda, düşünce ussallığı üreten ruhsal kaynaktır; ussallığı, tinimizde başlatan ve sürdüren gerçek güçtür.

Hiçbir entelektüel yanı olmasa bile, sevgi de şu bakımdan us yürütmeye benzer: Sevgi, boşluktan, bir bakıma ex nihilo doğmaz; tersine, ruhsal kaynağını sevgilinin niteliklerinden alır. Bu niteliklerin bulunması, sevgiyi doğurur ve besler; başka türlü söylersek, kimse nedensiz sevmez; seven herkes baştan sona, sevgisinin haklı bir nedeni olduğuna kuvvetle inanır. Dahası, sevmek, aslında sevilenin, kendi içinde sevilesi olduğuna "inanmak" (bunu hissetmek) demektir; tıpkı düşünmenin, şeylerin gerçekte, taşıdıkları olanaklar ve sundukları şeyler olmalarına inanmak gibi. Her iki durumda da yanılıyor olabiliriz; ne sevilen şey, sandığımız şeydir; ne de gerçek olan, olduğunu sandığımız şeydir; gene de, inancımızı yitirmediğimiz sürece sevmeye ve inanmaya devam ederiz. Düşünmenin mantıksal niteliği, işte bu kendini haklı hissetme niteliğinden oluşur; insanın, yaslandığı bu gerçeklerden yola çıkarak yaşaması, her an ona yaslanması, onu usunun kamuyla desteklemesi demektir. Leibniz aynı şeyi şöyle dile getirir: Düşünce, kör değildir ama bir şeyi, o şeyin düşündüğü gibi olduğunu gördüğü için düşünür. Aynı biçimde, sevgi de o nesnenin sevilesi olduğunu gördüğü için sever. Böylece âşık, edinebileceği tek olanaklı tutum olan kaçınılmaz sevme tutumu içine girer; başkalarının da kendisiyle aynı şeyleri hissetmemelerini anlayamaz - bu da, bir ölçüde sevgiyle aynı özü taşıyan kıskançlığın kökenini oluşturur.

Bu nedenle sevgi, mantıksız ya da usa karşı değildir. Kuşkusuz, mantık dışı ve usdışıdır, çünkü logos ve ratio yalnızca ve. yalnızca kavramların bağıntılarını gösterir. Ama "us" teriminin, kör olmayan, nous anlamı içeren, her şeyi kapsayan daha geniş bir kullanımı vardır. Kanımca normal sevgilerin hepsi anlamlıdır, sağlam bir nedene dayanır, bunun sonucunda da logoide'dir.

Kendimi sürekli olarak, şeylerde nous anlamının bulunmadığına, her şeyin, yıkıcı bir düzeneğin ön tipi düzeyine yükselttiği atom devinimleri gibi körü körüne olduğuna inanma yolundaki çağdaş eğilimden gittikçe uzaklaşmış hissediyorum. Bu nedenle, gerçek sevgide bu ince ayrıların sezildiği bir anın bulunması bence temel önemdedir; bu anın bulunması , o bireyde bu duygunun filizlenip serpilmesi için bir "neden" bulunduğunu gösterir. 

 İnce ayrımların sezilmesi büyük ya da küçük çaplı olabilir. Sıradan ya da esin yüklü olabilir. Nedenlerin en önemlisi olmasa da, beni sevgiyi, ahmaklıktan dehaya tüm derecelendirmeleri içeren, ama bedensel görme gücü ve zekâ gibi, elbette hata yapmaya yatkın olan sui generis bir yetenek olarak sınıflandırmaya götüren nedenlerden biri işte budur. Mekanik ve kör olan şey, hiçbir zaman hata yapmaz. Pek çok sapkın aşk örneği, âşığın sevgiliyi algılamadaki yanılgısına indirgenebilir: gözlerimizin çoğu zaman düştüğü, ama kendimizi kör saymamıza yol açmayacak yanılgılara göre açıklanması zor olmayan optik bir yanılsama ya da serap. 

İşte,-sanıldığından daha az olsa da- zaman zaman yanlışlar yaptığı içindir ki sevgide görme yetisinin bulunduğunu yeniden kabul etmek gerekir; çünkü Pascal'ın da dediği gibi: "Şairlerin, sevgiyi kör olarak göstermeye hiç hakları yoktur: Sevginin gözündeki bağ çıkarılmalı ve görme gücü, bundan böyle ona geri verilebilmelidir ." 

 

 

"Rastgele çekildiğimiz fotoğraflar daha güzel çıkıyor, tıpkı tesadüfen tanıştığımız insanlar gibi." Ara Güler

Bu kadar küçük bir şey sanat olmaz. İki adamı yanyana koydum, ben onları çektim biraz da estetik kattım diyelim... Bu sanat olur mu? Sanatçı Mozart'dır, Bethooven'dir, Picasso'dur. Bunların yaptığı sanattır, sanat bir mesaj verir. Düşün, fotoğraf hakikaten sanat olsaydı bir dijital çıktı diye, bu iş bu kadar ayağa düşer miydi? Şimdi herkes kendisine fotoğraf sanatçısı dedirtiyor. Bunlar sanatkar mı be, çöpçü bile olamazlar! Biz de enayi gibi onlara inanıyoruz.
    (Fotoğrafçılığın sanat olmadığı konusunda, 28 Ağustos 2005 tarihli mülakatından)
    Dünyada beş milyon tane sergi açılıyor ama bunlar her zaman açık kalmaz. Halbuki kitaplar kalır, yüz sene sonra da açıp bir kitaba bakabilirsin ama sergiyi gezemezsin. Tiyatro da öyledir... Oynadığın zaman vardır, perde inince biter. Çok nankör meslekler vardır hayatta, aktörlük de bunların başında gelir. Gerçi filmi yine oynatabilirsin ama tiyatro öyle değil.
    (28 Ağustos 2005 tarihli mülakatından)

16 Ekim 2020

Nutuk 93 yaşında!

     



Fazıl Hüsnü Dağlarca - Güneşi Doğduran


Bu kitap bir çocuğun geri kalmış saatleri düzeltme çabasını anlatır. Ülküdeşi olan öbür çocuklarla kentte yayılmalarını , bütün saatleri geri kalmışlıktan kurtarmalarını anlatır. Sonunda ülke “çağdaş uygarlık düzeyine” ulaşacaktır.

Geri kalmış benimki dedi
Avucu parmakları gerçekle sızlamış
İleri aldı bir bir
Kendi saatini çabucak

Oscar Wilde'ın Portresi

İrlandalı oyun yazarı, şair ve öykücü Oscar Wilde'ın, 1882 dolaylarında Amerikalı litografyacı ve fotoğrafçı Napoleon Sarony tarafından üretilen portresi. Dönemin ünlü simalarını, alışılagelmişliğin dışına çıkan pozlarıyla sergileyen Sarony, Wilde'ın Amerika Birleşik Devletleri'nde bulunduğu bu dönemde bir dizi fotoğrafını çekebilme fırsatını yakaladı.

wikipedia.org

Hümeyra - Beyhude

Şah desen kul desen beyhudedir beyhude
Bu dünyanın işleri beyhudedir beyhude
Zengin olsan fakir olsan aşkın yeri bellidir
Sen sen ol seven ol başka alem yok

Dünya yalan dünyadır üstü altı rüyadır
Özü aslı hayatın aşka olan yolundur
Çul desen altın desen beyhudedir beyhude
Yok desen tamam desen beyhudedir beyhude


  Hümeyra - Beyhude - YouTube

 

 

Michel Foucault “Bir yerde herkes birbirine benziyorsa; orada kimse yok demektir.”

 
 

Italo Calvino - Zor Sevdalar

Italo Calvino “Zor Sevdalar” kitabında arzunun nesnesine yapılan on üç yolculuk hikâyesi anlatıyor. Yalnızlık, iletişim sorunları ve sessizlik eşliğinde aşkın hep bir kavuşamama hali olduğunu yalın ve etkileyici bir dille fısıldıyor.

Kavuşamazsan, aşk…

Rekin Teksoy’un çevirdiği “Zor Sevdalar”, Calvino ile varlığın derinliklerinde müthiş bir gezinti…

“Düşte belleğin derinliklerinden gelen bir varlığın ilerleyip kendini tanınır kılması, ardından hemen beklenmedik bir şeye dönüşmesi, neye dönüşebileceği bilinmediği için, daha dönüşmeden önce bile korku vermesi gibiydi.”

 

Friedrich Nietzsche - Güç istenci

Friedrich Nietzsche tarafından evrenin her türlü devinimindeki en temel istenç olarak tanımlanan kavram. Mikro ve makro kozmosu kaplayan bu kavram, tüm değişim ve dönüşümlere de kaynaklık etmektedir. Her detayda bu istencin izlerini yakalamak mümkündür. Nietzsche bu olguyu şöyle tanımlamaktadır:

Nietzsche'ye göre insan doğası da tamamen güç istencinin bir şeklidir. Her türlü hareket ve eylem, güç istencinin hiyerarşik olarak üstünlük kurma tasarısından ibarettir.

        Peki benim için "dünyanın" ne olduğunu biliyor musunuz? Aynamda göstereyim mi? Bu dünya:
        Enerji canavarı, başlangıcı olmayan, sonu olmayan; sağlam ve demirden, büyümeyen ya da küçülmeyen, kendini genişletmeyen, yalnızca dönüştüren bir güç büyüklüğüdür;
        Bir bütün olarak, değiştirilemeyen boyutta, harcamaları ya da yitirileri olmayan, ama aynı zamanda artışı ya da geliri de olmayan bir ev;
        Bir sınır gibi çevresi "hiçlikle" çevrilmiş; bulanık ya da harcanmış bir şey değil, sonsuza kadar uzatılmış bir şey değil, ama belirli bir güç olarak kendini belirli bir yere oturtulmuş ve orası-burası boş olabilecek bir yere değil, her yerde güç olarak, güçlerin bir oyunu ve güçlerin bir dalgası olarak, aynı zamanda hem tek, hem çok, burada artan ve aynı zamanda başka bir yerde azalan; yinelenme yılları, kendi biçimlerinde bir gelgit ile birlikte sonsuza kadar değişen, sonsuza kadar geri akan, birbirine akan ve koşturan bir güçler denizi;
        En basit biçimlerinden en karmaşık biçimlere doğru, en sessiz, en sağlam, en soğuk biçimlerden en sıcak, en karışık, en kendi içinde çelişkili biçimlere doğru gitmek için çaba göstermek ve daha sonra bu bolluklardan çıkıp, kendini hala bu dönem ve yılların aynı kalışında onaylayarak, kendine sonsuza kadar dönmesi gereken bir şey, doymak bilmeyen, gizlenmek bilmeyen, tükenmişlik bilmeyen bir oluş olarak basite doğru, çelişkiler oyunundan uyum zevkine geri dönmektir:
        İşte bu benim Dionyssos tarzı dünyamdır; benim iki kat haz veren gizemli dünyam; benim, çemberin zevki bizzat bir hedef durumuna gelene kadar hedefi olmayan "iyinin ve kötünün ötesinde"liğimdir; bir halka kendine karşı iyi bir istenç duyana kadar istençsiz--
        Bu dünya için bir ad mı istiyorsunuz? Tüm bilmeceleri için bir çözüm? Siz kendini en iyi gizleyen, en güçlü, en yılmaz, en gece yarısı insanlar için bir ışık?--
        Bu dünya güç istencidir- ve başka hiçbir şey değildir! Ve siz kendiniz de bu güç istencisiniz-- ve başka hiçbir şey değil!

14 Ekim 2020

Lokman Hekim "İyilik için kullanıldığında yürekten ve dilden daha iyi bir şey yoktur. Kötülük için kullanıldığında da yürekten ve dilden daha kötü bir şey yoktur."





E. E. Cummings "Güneş ışığını yalnızca sevgililer giyer."




Haydar Ergülen - Resim

mavi deniz yeşil ağaç mor sokak duvarda duvarda 

yaşlı atların çektiği bir fayton 

palmiyeler örtmüş aşı boyalı evin yüzünü 

soluk turuncu ceketiyle yorgun bir adam 

yüzüne bir kimlik gibi düşürmüş hüznünü 

öyle yorgun ki girivermiş resmin içine 

elinden tutmuş bir aşkı gezdiriyor.

 

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı) - Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek

Yaşasın Deniz
Büyük Sali Adasının, Bodrum Yarımadası kıyılarına bakan geniş bir koyuydu. Ay şeklindeki kıyısı kuşak kuşak beyaz, açık yeşil, koyu yeşil, mavi ve menekşe renkleriyle kıvrılıyordu. Hafif hafif üflemek- te olan sağnaklar, bu maviler kuşağının üzerinden yol yol leylak renkli pırıltılar yürütüyordu. Arada sırada yelpazeleyen esintiler ise açıklarda koyu mavi ürpertiler gezdiriyordu. Deniz fısıldıyor, susuyor, mırıldanıyor, gargara ediyordu. Üç balıkçı, iki üç mil uzunluğundaki paraketelerini derin sulara döşedikten sonra yemek pişirmek ve geceyi geçirmek için bu koya geldiler. Paraketeleri ertesi sabah kaldıracaklardı. 
 
Dağ taş mavi mavi tütüyordu sıcakta. Üç balıkçı güneş batarken, kıyı kumlarının üzerine iki taştan bir ocak yaptılar ve ateş yaktılar. Balık çorbası pişireceklerdi. En yaşlıları, vadilerde yükselen açık mavi gölgeleri göstererek, "Buna, günün elvedası derler. Eh, biz de yaşımızı başımızı bulduk. Artık dünyaya elvada diyecek yaşa vardık," dedi, durdu Sesi kırılır gibi oldu. "Sanki neye yaradı," diye ekledi yorgun argın. "Çocukluğumda köydeki evimizde bir pencere vardı, denize bakardı. Saatlerce denizi seyrederdim. Kaptandı babam. Denize öyle bakma, o her şeyi kırar; tahtayı da, çeliği de, senin kemiklerini de, yüreğini de kırar da kırar. Onu ise hiçbir şey kıramaz," derdi. 
 
Büyüyor, gürbüzleşiyordum. Deniz gürül gürüliçime dolarken, babamın sözleri de öylesine çıkıp uzaklaşıyordu benden. Gemici yazıldım. Geminin arkasına gittim, dümen suyunu gördüm. İşte hayatımın iziydi bu. Uzayan dümen suyu nerede bitecektiacaba? Gördüğüm engin neydi? Böyle düşünürken enseme bir yumruk yedim. Gemici çavuşuydu. "Senin postan çalışıyor, sen neden aylak aylak dolaşıyorsun buralarda," diye çıkışıyordu. İşte ondan sonra suyuyla, dalgasıyla, ufkuyla, gökkuşağıyla hep denizde bulundum. Güneye, kuzeye gittim. Güneşi, ayı kovaladım. Bu denizden şudenize vardım. Bugün iliklerime dek dondum, ertesi gün gövdemin bütün suyunu terledim. Deniz beni bir yukarıya savurdu, bir aşağı çöktürdü. Bir gemiden başka birine geçtim. Limandan yolculuğa, yolculuktan bir başka limana çıkıp girdim, girip çıktım. İki üç yılda bir, çocukluk düşlerimin yığıldığı pencereye gidip otururdum. Deniz orada bir başka türlü görünüyordu. 
 
Serpilip gelişmiştim, anam çökmüştü, incelmişti. Elleri bir deri bir kemik kalmış, sırtı kamburlaşmıştı. "Denizcilikten başka iş göremez misin?" diye sordu bir gün bana. Sustum. "Ne zaman gideceksin?" dedi bu kez. Yine ses çıkarmadım. Çıkıp kapının eşiğine oturdum. Bir şey düşünemiyordum. Denizlerle dolu gözlerimi denizlerden ayıramıyordum. Yüreğim bir o yana, bir bu yana çekiliyordu. Kalkıp içeri girdim. Ocağın yanına dikildim. Babam da öyle yapardı sağlığında. Annem, aynı babama sorduğu gibi, "Evde birkaç hafta kalacaksın, değil mi oğlum?" dedi. "Hayır" dedim, "gidiyorum yarın." Bir yıl sonra anam, gidip onu göremeyeceğim bir yere gitti. İyi oldu ama. Çünkü artık hangi denizde olduğumu düşünüp üzülmez, geriye dönüşümü beklemezdi. Torbamı hazırlarken, yamaladığı kaba saba çoraplarımla birlikte, sanki yüreğini yırtıp sevgisini de koyardı. Babam gibi ben de ertesi günü çıkar, giderdim denizlere. Kulaklarım, onun hüngür hüngür ağlayışlarıyla dolardı. 
 
Yol ıssızlaşır, içim donup kalırdı. Artık dönüp gideceğim ev yoktu. Yabancısı olduğum koca kentlere çıkardım. Yüksek, büyük binaların arasında yürürdüm. Bir gün, bir kadına rastladım. Gülümsedi, gülümsedim. Tanımıyordum. Ama gülümsüyordu ya bana... Varsın para için olsun. Hem para için olmayacakmış da ne için olacakmış? "Konyak içini ısıtır," dedi. Asıl gülümsemesi ısıtıyordu içimi. Bir de gövdesi... Bütün insanlar onun gülümsemesinden, dudaklarından bana doğru gülümsüyorlardı sanki. İçimin buzları eriyordu. Ona sesim değil, yüreğim konuşuyordu. Donmuş yüreğimin dili çözülmüştü. Bir ses, "Duyduğun iç soğukluğu zamandan da eskidir. Deniz aldığı her insanın yüreğini bununla doldurur," diyordu içimden. Isındım o gece. Bütünüyle aydı, yıldızdı, güneşti, sıcaklıktı, yumuşaklıktı o gece. O gece uyudum. Uykudan da derin bir uykuyla... Başımdan harıl harıl boşanıyordu deniz. Planlar yaptım, parçaladım. Güldüm, katıldım, türkü söyledim. "Evlenelim," dedim sonra. Kadın, uzun uzun denize baktı pencereden. İçini çekti. "Seferden dönüşte yine gel," dedi. "Sana gelmem bir daha." "Zarar yok," dedikten sonra durdu, sonra devam etti, "bilirim sen ne denizcisin!" dedi. Yürüdüm çıktım. Limana gittim. Bir kaptanla konuştum, ateşçi yazıldım. 
 
Gemicilerin birisi, rastladığı age 152 sarışın bir şişmandan, öteki kapkara bir karabiberden, birisi ipincesinden, daha başkası irikıyım anaç bir izbanduttan söz etti. Ben artık, buralarda yurdumun özlemini çekiyordum. Burada evleneceğimi söyledim, bana, "Budala," diye güldüler. İçki içtik. Türkü söyledik, denize küfrettik, "Deniz, deniz, zehirli deniz!" dedik, gemi­ den gemiye, limandan limana geçtik. Denizi ne kadar çok seversen, o kadar da çok sevmezsin! Neyse, geldik evlendik. Elimizden ne gelir? Denizcilik! İşte şimdi eğreti kayıkta balıkçılık ediyoruz. Artık güneş batıyordu. Sali Adalarının küçükleri koyu çelik mavisi bir denizin üzerinde kırmızı meşaleler gibi yanıyorlardı. Yaşlı balıkçı, "Balıkçılığa başlayalı yirmi yıl geçti. Şu madrabaz Kazdağlı Süleyman'a bir türlü borcumu ödeye- medim. Belki on bin kez balığa açılmışımdır, belki beş yüz mil kürek çekmişimdir, hiç olmazsa üç bin fırtınaya göğüs germişimdir ve denizin saniyesi saniyesine uymayan hırçın huyuna bin bir türlü beceriklilikle karşı koymuşumdur... 
 
Artık kollarım sıska, gözlerim bulanık. Bunca zamandır tuttuğum balık da,haydi bilemedin beş altı bin okka! Onlardan da, balık madrabazı Kazdağlı Süleyman kazançlı... Eh, artık yaşımızı başımızı bulduk... Hey gidi deniz, hey' Artıkelveda sana..." dedi. Ötekiler, "hımm, humm" diyerek ağızhrıyla "evet” deyici gürültüler yaptılar. İçlerinde orta yaşlısı: "Şu karşıki Torba kıyılarına bakınca, rahmetli Kara Yusuf'u hatırladım. Küllükten pupa yelken Tor- ba'ya gelmiştik. Kayığı bağladık. Gece Bodrum'a yürüyecektik. Şu Torba'dan öte, yokuş başına doğru incirlikler yok mu? Orada zavallı Kara Yusuf durdu, gözleri yaşlarla doldu. Bana: Dört yaşındaki oğlumla buradan geçiyordum. İncirler kurumuş gibiydi. Çocuk, yerde bir incir buldu, yuttu. Boğulup öldü. Kurta­ ramadım, parmaklarımı soktum, çıkaramadım. Kucağıma aldım, koştum! Ama nereye yetişecektim? Boğuldu gitti yavrucak, solup öldü. Yardım edemedim diye anlattı..." Balıkçıların en genci, "Kara Yusuf Amcaya ne oldu?” diye sordu. Orta yaşlısı anlattı: "O Küllük'te (bugünkü Güllük), sandalıyla vapurdan yolcu çıkartır, öteye beriye yük taşırdı. Bir gün kızıyla düğüne gidecek oldu. Düğün de, deniz kıyısındaki Kazıklı köyündeymiş. Baba, gece kadar esmerdi ama, kızı inadına güneşin altın sarısıydı. 
 
Yavrucak anasına çekmişti. Kızın rüzgârda uçuşan saçları hâlâ gözümün önüne gelir... Babasına, 'Baba, hava çok kötü bugün, gitmeyelim' dermiş! Kız, denizden, babası kadar anlardı. Alimallah, küreklere yapıştı mıydı, otuz kırk mil denize deniz demez... Yusuf, 'Hayır kızım, bir şey yok' falan demiş. Kız da razı olmuş. Baba kız sandala binmişler, açılmışlar, gözden ıramışlar... Gidiş o gidiş. Onlan bir daha gören olmadı. Düğün olmuş ama, onlar oraya hiç uğramamışlar. Ne kayık bulundu, ne de Kara Yusuf'la kızının ölüleri... Denizde sır oldular..." Yaşlı balıkçı, kendi kendine konuşur gibi, "Deniz büyüktür, sır saklar" dedi... Artık gece olmuştu. Engin bir Ege gecesiydi. O koca gece bile, yıldız kalabalığına dar geliyordu. Balıkçılar, ateşe her dal atışta, havaya bir alev dili fırlıyordu. Alacakaranlıkta üç balıkçının yüzleri hayal meyal, ölülerin kuru kafalarına benziyordu. Kuru kafalardaki gibi, kapkara kararan göz yuvaları, her alev sıçrayışında, birdenbire kıpkızıl çakıyordu. Koyun bir noktasında, bir muratkuşu ötüyordu. Balıkçılar, yemeklerini yediler, ateşin çevresinde uykuya uzandılar. Ateş kül olmuş, kararmıştı. Üç balıkçı, birer loş leke gibiydiler. 
 
Deniz gidip geldikçe, yarı fısıltı yarı iç çekişine benzeyen bir ses çıkartıyordu. Bu ses, sessizliği bozmuyor, ıssız kıyıda bir kat daha ıssızlık yaratıyordu. Geceleyin denizlerden buğular kalkar gibi oldu. Bu buğular, denizden çıkan insan hayaletlerine benziyordu. Yoksa, engin gece, sırlarını mı açıklıyordu? Bu heyulalardan biri Kara Yusuf'a, öteki kızına benziyordu. En genç balıkçıya gittiler. Kız gülümseyerek, "Bana acıma” diye konuşmaya başladı. "Ben boğulurken hiç sıkıntı çekmedim. Babam, benden önce ölen erkek kardeşimin yardımına koşamadığı için, bizim kayık alabora olur olmaz boğulacağımızı anladı, sıkıntı çekmemem için, uzun denizci bıçağını çıkararak, yıldırım gibi yüreğime sapladı. Öldüğümün hiç farkında olmadım." Genç kız güldü, genç denizciyi alnından öptü. Kara Yusuf da mutlu görünüyordu. "Cennete gitmektense, biz denizlerde kaldık," dedi. İkisi de kayboldular. Balıkçılar uyanınca genç balıkçı, "Kara Yusuf’la kızını düşümde gördüm," dedi. 
 
Ötekiler, "Hayırdır inşallah," dediler. Balıkçılar, şafaktan önce kayığa binip açıldılar. Ortada çıt yoktu. Yan yana duran üç balıkçı, ayakta göğüsleriyle, elleri ve kollarıyla ite ite kürek çekiyorlardı. Salamastıralar gıcırdıyor, çıplak ayaklar her itişte farsların üzerine vuruyor, kürekler düzenli "fış- şıyuu. fışşıy..y"larla denizi dövüyordu. Hiç kimse, yanı başındakine bir söz söylemiyordu. Birdenbire dimdik durdular. Şafak, cam gibi denize yankılanmış ve orada ikinci bir şafak yaratmıştı. Kayık, sanki göklere asılmış, tan ışığında ilerliyordu. Gün yeni yeni yaratılmaktaydı. Upuzun bir sur, kırmızı ötüşüyle bütün ufukları aradı. Karanlıktan kurtulmakta olan denizler, dağlar, kuşlar, böcekler,çiçekler, ağaçlar seslerini evrenin çağrışma kattılar. 
 
Gün doğuyordu, sessizlikten müzik doğarmış gibi, birden üç balıkçının titreyen dudaklarından aynı zamanda bir türkü yükseldi. Uyanan ışığa onlar da seslerini kattılar. Yalşlı balıkçı, ötekilere döndü: "Deniz şanlı şeydir, vesselam!" Sonra önüne döndü. Ciğerlerini doldurdu ve "Merhaba deniz!" diye bağırdı. Öteki iki denizci de, olanca güçleriyle haykırdılar: "Yaşasın deniz!.." Sesleri, uçurumlardan angılandı, bir kaya ötekine, "Yaşasın deniz!" diye ünledi... 
 

Nilgün Marmara - Yabancı

En yakın yabancı sendin,
Daha sürülmemişken ışığın biberi
yaramıza,
Yaslanırken boşlukta duran bir merdivene
henüz.

Güzdü sonsuz bir çöle takılan bakışımız,
ilkyaz derken - kışı gözden kaçıran
yüzlerce eller yukarı, saygı duruşlarımız
en güçsüz kollarla -
Çözüldü aşkın zarif ilmeği
bulandı aynalar duruluğu.
Çok gizli bir doğru gecenin toyluğunda
bilmedik çekenin yanlış bir uzaklık
olduğunu...

Yabancıların en yakınıydın sen!

Haziran, 85

12 Ekim 2020

Oğuz Atay ciddi ve disiplinli bir düşünce adamı, sanat olaylarının meraklı, ama iddiasız bir takipçisiydi.

 HALİT REFİĞ
( 28 Ocak 1984)
Akıllı ve Namuslu Bir Aydındı ve Çok Yalnızdı

“ (...) Tanıdığımız Oğuz Atay ciddi ve disiplinli bir düşünce adamı, sanat olaylarının
meraklı, ama iddiasız bir takipçisiydi. Kitaplarını okuyana kadar onun yaratıcı kişiliğinin
farkına varmadığımı itiraf etmeliyim. Bu bakımdan kitaplarının etkisi şaşırtıcı ve çarpıcı
oldu. Karmaşık ama çok sağlam kuruluşlu roman mimarisi, dil ustalığı ,zeka ve
duyarlığın incelikle dengelendiği bir ifade gücü, geniş bir kültür, bu kitaplara olağanüstü
özellikler kazandırmaktaydı.

“Tutunamayanlar”, kendisinin de bana bir vesileyle söylediği gibi, memleketi kurtarma
günlerinde tanıdığı çevrenin alayla örtülü acılı bir eleştirisiydi. “Tehlikeli Oyunlar” ise
kadın ilişkilerinin duygusal tepkilerinden ve çok boyutlu kişilik yapısından
kaynaklanıyordu. Bu iki kitabı yücelten asıl değerleri, bir sanatçının yaşadıklarını
biyografik bir şekilde dile getirme kolaylığına kapılmadan, yarattığı karakterleri
kendinden ve tanıdığı insanlardan farklı roman kahramanları haline getirebilmesindeki
başarıydı.”

ENİS BATUR
( Şubat 1984)
Geleceği Elinden Alınan Adamın Geçmişi de Elinden Alınacak Diye Korkuyorduk

“ Tutunamayanlar’ın yazarı önsözlerle, bakış açıları ne olursa olsun “Hayatı ve Eserleri”
türünden bönsözler üreten kalem efendileri ile inceden inceye alay ediyor. Aklıma
çağdaş bir düşünürün, Jacques Derrida’nın, önsözün anlamsızlığını vurgulamak için
önszöler üzerine bir kitabına yazdığı uzun önsöz geliyor :Oğuz Atay’a gönülden
katılıyorum aslında; gene de “Hayatı ve Eserleri” için birkaç ön ya da son söz, daha
doğrusu sondan bir önceki söz yazma gerekliliğini duyuyorum. Bir “hak”sa bu,biraz da
şundan doğuyor: Yaşamamış, onun için de hiçbir şey yazmamış bir(kaç) kişinin ‘Hayatı
ve Eserleri’ üzerine yazdım daha önce, neden Oğuz Atay vahasına girmeyeyim,
diyorum.
(..) 1970’de TRT’nin açtığı yarışmaya katılacağı, bir juri üyesinin deyişiyle “484 sayfalık
bir emeğin ve tutkunun en açık belirtisi” elyazması (...) yazılmıştır. Cumhuriyet
döneminde yetişen aydın kuşaklarının biraz sarsak, daha çok da tutarsız, gamlı, traji-
komik tarihini 32 kısım tekmili birden kucaklar Tutunamayanlar. İlk cildin yayımlanışında
bile gizli bir ürpertiyle, hoşgörüyle maskelenmiş atıl bir öfkeyle karşılanmış olması
şaşırtıcı değildir aslında: Kıdem esasına göre düzenlenmiş bir “edepiyat ortamı”na,
okulsuz ve alaysız onun için de okursuz ve alaycı bir konuk geldi sanılmış, bu amatör
hayaletin nasıl olsa ‘tek’ kitapta kalacağı düşünülmüş, gene de bu ‘tek’ kitapla (bile)
kalacağı fikri kolay kolay sindirilememiştir.

Oysa konuk değildi Oğuz: Yüreğindeki kadar dağlayıcı bir acı vermeyen ama onu usul
usul ölüm koridoruna ihbar eden beynindeki ur ile yolcuydu düpedüz. Onun için de,
“Yedinci Mühür”deki gibi sonlu bir oyunla biraz kendini, daha çok da ölümü oyalamayı
seçti: 1970’den 1977’nin son ayına dek programına zorla giren hastalık ve ameliyatla,
zorunlu olarak giren acı, alay ve hüzünle iki roman, bir düzineye yakın öykü, bir oyun ve
bir günlük yazdı. Öldüğünde on dördüncü romanından 60 sayfa kadar yazmış, Geleceği
Elinden Alınan Adam adını verdiği bir anlatıyı da bütünüyle tasarlamış durumdaydı.
Bu küçük önsözü açıkçası büyük bir sıkıntıyla, üstelik Oğuz’u kıs kıs gülerken
görürmüşçesine bir duygu içinde yazdım, şu garip Orwell yılında. Bir iki özel tutamağım
vardı, avuntum da orada. Oğuz Atay’ın çift portreli bir insan olarak düşünülebileceği
kanısındayım: Biri neredeyse “pozitivisit”, temel inançlarından soyutlanması güç,
“dayanıklı” insan: Topografya kitabını, belki de Mustafa İnan’ın yaşam öyküsünü yazan,
1960’ların başında bir fikir dergisi çıkartmak için çırpınan kişi. Öteki, tam tersi oysa:
Korkuyu beklerken tehlikeli oyunlara bile tutunamayan, gene de o oyunlarla yaşayan,
geleceği elinden alınmış beyaz mantolu adam: Dipten sarsılmış, kırgın, hatta umutsuz
biri: Günü geldiğinde yzadıklarının anlamına bile yetişemeyen Oğuz Atay. Biri gülüyorsa
bu önsöze, öteki yalnızca bakıyordur. İkisi de inanmıyordur şüphesiz. İkisi de soruyordur
sonra:
“Ben buradayım sevgili okurum, sen nerdesin?”

(...) Romandan hemen hiç söz etmedim, kimse yazar ile okur arasına girmemelidir;
Oğuz Atay’dan, o yaşarken olup bitenlerden birkaç kıvılcım sürdüm önünüze: Bu
kıvılcımlardan başkalarını çıkartmak daha kolay olabilir, diye düşündüm:
“Tutunamayanlar” belli biri tarafından, belli tarih ve coğrafya enlem-boylamında, belli bir
bağlamdan çıkıp belli bir bağlama doğru yazılmıştır- onu kuşatan gerçekliği onun
gerçekliğinden soyutlamak gerek. “

AFŞAR TİMUÇİN
(Milliyet Sanat Dergisi)
Aydın İnsanın Düşünsel Bunalımlarını Eleştiren Yazar: Oğuz Atay

“ Oğuz Atay nesir edebiyatımızda çok değişik bir ses, yer yer yadırgatan çok değişik bir
anlatım, çok değişik, biraz karmaşık da olsa çok değişik bir üslup getirmişti. İnsan
yaşamının olgularını -daha çok da ruhsallığımızın olgularını- doğdukları andan
saptamaya ve belirlemeye çalışan, bu olguları önceden iyi düzenlenmiş, ilkeleri ve
kuralları iyice belirlenmiş bir mimarlığın yasalarına göre değil de kendiliğindenliğin
savruk çarpıcılığına göreve bir çeşit çağrışım düzeninde bir araya getiren bir anlatım
tekniği geliştirmişti Oğuz Atay.

(...)Oğuz Atay’ın tutarlığı kendini sınıfsal konumu içinde alıp değerlendirmeye,
değerlendirirken de eleştirmeye çalışan insan duyarlılığında ortaya çıkıyordu. Kendi
dünyasını anlatmaya çalışıyordu o, kendisini çevresiyle, ortamıyla, sınıfıyla sınırlıyordu,
kendi dışındakini, yaşamadığı, duymadığı, görmediği, bilemeyeceği şeyleri anlatmayı
düşünmüyordu. Bu yüzden çabası daha anlamlı ve saygıdeğer oluyordu. (...)O, küçük
burjuva aydınının özeleştirisini getirmeye çalışıyordu diyebilir miyiz?Diyebiliriz sanırım.
Ama getirmeye çalıştığı o kadar değildi. Oğuz Atay, daha ileriye giderek, genel aydın
insan örneğinin bunalımlarını, her şeyden önce düşünsel bunalımlarını ortaya
koyuyordu.

(...) Yazdığı şeyler kurulu düzenin iteceği şeyler değildi, baş tacı edeceği şeyler de
değildi. Toplumsal ya da sınıfsal özeleştiri eleştiriden daha acımasız ama daha yapıcı
olur genellikle. Öte yandan, özeleştiriyle güçlenir, gelişir eleştiri. Her eleştiride birazcık
özeleştiri, her özeleştiride birazcık eleştiri vardır. Onun yazısı eleştiriden çok
özeleştiriydi. Ancak, aydın insanın toplumsal, sınıfsal, kişisel düzeydeki zorluklarını ben
süzgecinden geçirerek görmek ve göstermek hiç de ters bir anlam taşımıyordu. Hele
birçok kalemin yurt sorunlarını bilir bilmez çözümleme çocukluğu uğruna kendilerini
boşa harcadıkları bir ortamda, böyle bir çaba hem değerli, hem yararlı bir çabaydı.
Eleştirmeciler Oğuz Atay’ın üstünde durmalıydılar, gene de durmalılar, onlar böyle bir
çabayı göze almış olsalardı sınıfsal özeleştiri açısından çok verimli bir kaynağı açığa
çıkarmış olurlardı. “

OKTAY AKBAL
(19 Aralık 1977)
Oğuz Atay İçin

“(...) Öyle kitaplar vardır, baştan sona dek bir serüveni izlemez. Yaşamı veriri, insanı
verir, bir çağın görüntüsünü, anlamını verir. “Tutunamayanlar” öyle bir romandı.
“Tehlikeli Oyunlar” da öyle. Üslub, Türkçesiyle biçem, ağır basıyordu bu romanlarda.
“Kendini” anlatıyordu yazar. Öyle denilebilirdi, dışarıdan bakan bir okur olarak. Olsa olsa
baş kahraman, yazardır. Öyle midir acaba, kendimizi tanıyabilir miyiz iyice? Ne denli, ne
ölüde, nereye dek? Büyük yazarlar kendilerini anlatarak tüm insanlığın gerçeklerini
ortaya çıkarmışlar. Bir ucundan başlamışlar işe, ne kadar ortaya koymuşlarsa, işte o
kadarıyla bir insan gerçeğini öğrenmişiz onlardan. Atay’ın kahramanı da kendi sandığı
bir kişiydi. Onun içi ve dış evreniydi baş konusu.

Kolay okumalar,hızlı sevgiler, beğeniler, alışkanlıklardan koptuğumuz, kopabildiğimiz,
rahat ve geniş zamanlarımızı güç bir kitabı çözmeye, sevmeye, ondan bir şeyler
almaya, öğrenmeye ayırabildiğimiz bir gün Atay’ın romanlarını çok seveceğiz. Onlarla
çağımız insanının, daha doğrusu büyük kentte yetişmiş kentsoylu bir aydının tüm
duyarlığı, iç muhasebesi, kendi kendisiyle tartışması, kendini eleştirmesi, çok değişik bir
güldürü havasıyla bizlere ulaştırması, sunması var...Yeri olan, değeri olan,
edebiyatımızda önemi olan romanlar bunlar...”