Bununla birlikte, gündelik dilde, çok yüksek anlamlar anıştıran sözel kapsüller aracılığıyla taşınan çok zengin bir ince sezgiler bütünü vardır. Aslında, dayanıklı ruhlarla ince ruhlardan, ekşi ya da tatlı, derin ya da yüzeysel, güçlü ya da zayıf, sebatlı ya da kaçamak ruhlardan söz ederiz. Yüce gönüllü ya da yüreksiz insanlardan söz eder, böylelikle bedenlere olduğu gibi ruhlara da bir boyut getirmiş oluruz. Birisi için, onun bir eylem insanı olduğunu, öte yandan bir başkasının düşünmeye yatkın biri olduğunu, birisinin "beyinsel" ya da duygusal vb. olduğunu söyleriz.
İnsan fauna'sının harika çeşitliliğini sınıflandırmakta kullandığımız değişik tanımların tam anlamını yöntemsel bir çözümlemeden geçirme çabasına kimse girişmemiştir. Bütün bu adlandırmalar, yalnızca içteki kişinin yapısal farklılıklarına anıştırma yapar; bir ruhbilimsel anatomi oluşturmaya yöneliktir. Bir delikanlının ruhunun, yaşlı bir adamınkinden farklı bir yapıya sahip olacağı, hırslı bir insanın ruhunun, düşlerle yaşayan bir insanınkine göre değişik bir tinsel yapıda olacağı açıktır. Biraz dizgeli bir yaklaşımla ele alındığında, bu incelemenin bizi yepyeni bir biçemle oluşturulmuş, bilişsel bir kişilik yapılanmasına götürmesi, bunun da bizi insandaki içsel yapıların çeşitliliğini bugüne dek hiç düşünülmemiş bir incelikle tanımlamamızı sağlaması olanaklıdır. Bu ruhsal yapılar arasında, kadınların ilginç erkek dedikleri erkek tipi de ortaya çıkabilir.
İlginç erkeğin baştan aşağıya çözümlemesine girişmek, içimi korkuyla dolduruyor; çünkü hemen bir sorunlar yumağıyla karşı karşıya buluyoruz kendimizi. İlginç erkekle ilgili olarak söylenecek ilk önemli şey şu: İlginç erkek, kadınların âşık oldukları erkektir; ama bu gözlem, bizi alıp hemen bilinmeyen yerlere götürüyor ve büyük tehlikelerin içine atıyor. Doğrudan, sevgi denen o yabanıl ormanın içine savruluyoruz. Gerçek şudur ki, insan topografyasında, sevgi alanı kadar az araştırılmış başka bir alan yoktur. Aslında şu bile söylenebilir: Sevgi konusunda henüz hiçbir şey söylenmiş değildir; daha doğrusu bu konuda hiçbir şey üzerinde henüz düşünülmemiştir.
İnsanların kafalarına çakılıp kalmış olan bir yığın kaba düşünce, gerçekleri normal durulukta görmelerini engeller. Her şey karmakarışık ve çarpık görünür. Bunun pek çok nedeni vardır. Her şeyden önce, sevgi, doğası gereği, insanın gizli yaşamının bir parçasıdır. İnsan, sevgisinden söz edemez; söz ederken sevgi yok olur ya da buharlaşıp gider. Herkes, hemen her zaman gayet az olan kişisel deneyimlerine yaslanmak zorundadır, çünkü bu konuda komşunun deneyimlerinden yararlanmak kolay değildir. Oysa, her fizikçi yalnızca kendi kişisel gözlemlerine yaslanacak olsa, neler olurdu? İkinci olarak, durum şudur: Sevgi üzerinde en iyi düşünebilecek olanlar, sevgi deneyimini en az yaşamış olanlardır; oysa sevgiyi yaşamış olanlar, bu konuda düşünme yetisi olmayanlar, sevgiyi saran o yanar döner, hiçbir zaman yakalanamayacak renkli tüyleri inceden inceye çözümlemeden geçirme yetisi olmayanlardır. Son olarak da, sevgi üzerine bir deneyime girişmek, en nankör işlerden biridir. Bir doktor, sindirim zorluğu hakkında konuşacak olsa, insanlar onu uslu uslu ve merakla dinlerler.
Ama bir ruhbilimci, sevgiden söz edecek olsa, herkes onu eleştirel bir havayla dinler ya da hiç dinlemez; bu insanlar, onun ne söylediğini öğrenme zahmetine bile katlanmazlar çünkü hepsi kendisinin bu konuda uzman olduğu kanısındadır. İnsanların alışkanlık haline gelmiş aptallıklarının, böylesine açık seçik görüldüğü başka bir alan hemen hemen hiç yoktur. İnsanlar sanki, sevgi de, eninde sonunda öbürleri kadar kuramsal bir konu, yetersiz araçlarla yaklaşan birinden sır kutusu gibi mühürlenmiş olarak saklı kalacak bir konu değilmiş gibi davranırlar!
Don Juan konusunda da durum aynıdır. Herkes, Don Juanlık'ın, zamanımızın o en karanlık, en anlaşılmaz, en nazik sorunu nun en doğru yorumunu kendisinin yaptığına inanır. Gerçek şudur ki, birkaç istisna dışında, erkekler üç sınıfa ayrılabilir: Kendilerini Don Juan sananlar; daha önce Don Juan olduklarına inananlar; Don Juan olabileceklerine inanan ama bunu istememiş olanlardır. Bu sonuncular, hatırı sayılır bir kararlılıkla, Don Juan'a saldırılması gerektiğini öneren, belki onun ölüm fermanını imzalamak isteyenlerdir.
Öyleyse, herkesin anladığını sandığı bilimlerin -sevginin ve siyasetin- en az ilerlemiş bilimler olması için sayısız neden vardır. Sevgi ve siyaset konusunda konuşmaya en yetkili olanlar, bu konulardan biri açıldığında, bilgisiz kişilerin aceleyle söyleyiverdikle-ri basmakalıp sözleri dinlemekten kaçınmak için susmuşlardır.
Bu nedenle, Don Juanlar'ın da, âşık olanların da, Don Juan ya da sevgi konusunda özellikle bir şeyler bilmedikleri açıkça belirtilmelidir. Bu iki konuda, belli bir doğrulukla konuşabilecek tek kişi, belki her iki konudan da uzakta yaşayan, gene de güneşin karşısında gökbilimcinin durumu gibi, her şeyi dikkatle ve merakla seyreden kişidir. Bir şeyler bilmek, o şey olmak demek değildir; o şey olmak da onu bilmek demek değildir. Bir nesneyi görebilmek için, ondan kopmuş olmak zorunludur. Kopmuş olmak, o nesneyi deneyimle yaşanan gerçeklikten çıkarıp bir bilgi nesnesine dönüştürür. Bunun dışında bir görüş, bizi örneğin şu inanca götürür: Hayvanbilimci, bir devekuşunu incelemek için kendisi devekuşu olmak zorundadır; Don Juan da kendisinden söz ederken tamı tamına aynı konuma girer.
Bana soracak olursanız, üzerinde çok düşünmüş olmama karşın, bu önemli konuda yeterli durulukta bir görüşe ulaşamadım. Çok şükür ki şu anda tartıştığımız Don Juan değil. Burada belirtilmesi gereken, belki de Don Juan'ın, düşmanlarının bizi bunun tersinin doğru olduğuna inandırmaya çalışmalarına karşın, her zaman ilginç bir erkek olmasıdır.
Oysa, açıkça ortadadır ki her ilginç erkek Don Juan değildir - onunla ilgili bu yorumdan sonra isterse niz tehlikeli profilini bu notların dışında bırakalım. Sevgiye gelince, sevgiyi konumuzun içine sokmaktan kaçınmak bu kadar kolay olmayacaktır. Bu nedenle, konuyu inceleyip geliştirmeden ya da kanıt sunmadan, sevgiyle ilgili olan ve benimsenmiş fikirlerden köktenci bir biçimde ayrılan bazı düşüncelerimi açıkça ortada olan bir bağnazlıkla özetlemek zorunda hissediyorum kendimi. Okur, bun ları yalnızca ilginç erkek konusunda söyleyeceklerimin zorunlu bir açıklaması olarak görmeli ve şimdilik bu görüşlerin doğru olup olmadığına karar verme konusunda ısrar etmemelidir.
Daha önce de önerdiğim gibi, ilginç erkek konusunda söylenecek ilk şey, onun, kadınların âşık olduğu erkek olduğudur. Ama insan buna hemen, bütün normal erkeklerin kadınlarda sevgi bulduğunu, bu nedenle de bütün erkeklerin ilginç olması gerektiğini söyleyerek karşı çıkabilir. Bu karşı çıkışa, önceden hazırlanmış iki yanıtım var. Birinci yanıt: İlginç erkeğe, tek bir kadın değil, birçok kadın âşık olur. Burada "hep" ve "hiçbiri", "çok sayıda" ve "hiç kimse" eksiksiz anlatımı amaçlamayan yalınlaştırmalar olarak anlaşılmalıdır. Yaşamın herhangi bir sorunuyla uğraşırken, eksiksizliğe ulaşmak, çok eksikli kalmak demektir; niceliksel yargılar da, daha çok tipik durumları, normları, eğilimleri dile getirmek için verilir.
Sevginin, sıkıcı ve sıradan bir iş olduğu inancı, erotik görüngülerin anlaşılmasında en büyük engellerden biridir. Bu görüş, çok yaygın bir belirsizlikten kaynaklanır: Tek bir sevgi sözcüğüyle son derece çeşitli ruhsal durumları anlatırız. Bu nedenle, bizim kavramlarımız ve genellemelerimiz hiçbir zaman gerçeklikle çakışmaz. Sözcüğün bir anlamında sevgi açısından geçerli olan şey, öbür anlamında geçerli değildir; bizim, bu gözlemin yapıldığı erotizm alanında geçerli olan gözlemimizin de başka bir alana yaygınlaştırıldığında yanlış olduğu görülür.
Bu karışıklığın kökeni açıktır. Kadın ve erkek arasındaki her türlü çekim, genel anlamda söylersek, sınırlı toplumsal ve kişisel davranışlarda ortaya çıkar. Bir kadının bedeninden hoşlanan erkek; bir kadına, kendini beğenmişliği nedeniyle kapılan erkek; kadının usta bir çekicilik ve aşağılama manevrasıyla üzerinde yarattığı bayağı etkinin kurbanı olarak aklını yitiren erkek; bir kadına salt şefkat, sadakat, acıma, "sevecenlik" nedeniyle bağlı kalan erkek; tutkunun pençesine düşen erkek; son olarak da, gerçekten âşık olan erkek, aşağı yukarı özdeş davranışlar içindedirler.
Birisi, onların eylemlerini uzaktan gözlemlese, "aşağı yukarı" gibi incelikli nitelendirmeleri gözden kaçırabilir. Yalnızca geniş çaplı davranış örüntülerine dikkat ederek bu davranışlarda bir farklılık bulunmadığı yargısına varır; bu nedenle, bu davranışı esinleyen duygunun da ayrıcalıklı bir yanı bulunmadığı kararını verir. Ama o kişinin yapması gereken tek şey, bir büyüteç alıp bu davranışları yakından incelemektir; böylece yalnızca genel eylem örüntüsünde benzerlik bulunduğunu, bunların arasında düşünülebilecek en farklı çeşitlemelerin yer aldığını görecektir. Bir sevgi ilişkisini, yalnızca eylemlerine ve sözlerine bakarak çözümlemek çok büyük bir hatadır. Genelde, sevgiyi ne eylemler, ne de sözler yansıtır; bunlar, toplum tarafından yaratılmış, abartılı jestler, ayinler ve formüller birikimidir; sevgi bunları, aradığı yerde, eline tutuşturulan ve kullanmak zorunda hissettiği hazır bir araç olarak buluverir. Sevginin çeşitli türleri arasındaki ayrımı görebilmemizi sağlayan şey, ta baştaki küçük jestler, tonlar ve yakalanması güç ince davranış göstergeleridir.
Artık yalnızca gerçek romantik sevgiden söz ediyorum; bu tür sevgi şehvetli arzudan, amour-vanit denp bayağı ilişkilerden, "şefkatken ve "tutku"dan farklıdır. İşte burada, karşımızda, bin bir çeşitlilik taşıyan bir aşk/awna'sı var; bu fauna'nın çokbiçimli yapısı pekâlâ sınıflandırılabilir.
Romantik sevgi -kanımca her türlü erotizmin ilk örneğini ve doruğunu oluşturur- aynı anda şu iki öğeyi içermesiyle kendini belli eder: Üzerimizde tam bir "yanılsama" yaratan başka bir kişi tarafından "büyülenme" duygusu; sanki o kişi, bizi varoluşumuzun derinliklerinde, canlı köklerimizden koparmış da diri diri başka bir yere aktarılmışız ve canlı köklerimiz onun içine ekilmiş gibi, varlığımızın özüne dek onun tarafından soğurulmuşluk duygusu. Bunu dile getirmenin başka bir yolu da seven kişinin, kendisini, sevdiği kişiye bütünüyle teslim olmuş gibi hissetmesidir; öyle ki burada, aslında bedensel teslim oluşun mu, tinsel teslim oluşun mu söz konusu olduğu hiç önemli değildir. Sevgi içindeki bir kişi, yaşadıkları üzerinde dikkatle düşünerek -toplumsal kurallar, her türden güçlükler- istemini sevdiği kişiye teslim etmemeyi başarabilir. Önemli olan, isteminin verdiği karar ne olursa olsun, kendisini teslim olmuş hissetmesidir.
Burada bir çelişki yoktur, çünkü temeldeki teslim olma durumu, istem düzleminde gerçekleştirilmiş değildir; tersine kişinin daha derinlerinde yer alır. Teslim olma isteğinde istem yoktur: İstem dışı bir teslim oluş söz konusudur. İstemimiz bizi nereye sürüklerse sürüklesin, ondan uzaklaştırılmak için dünyanın öbür ucuna bile götürülsek, hiç farkında bile olmadan, sevgiliye teslim olmuş durumda kalırız.
İstemle sevgi arasındaki bu aşın kopma, bu çekişme durumu, sevginin kendine özgü yanını vurgular ve olanaklı bir karışıklık olarak görülmelidir - olanaklı ama kesinlikle olmayacak bir şey değil. Sevgiliye karşı kendini savunma konusundaki düşünceler, gerçekten seven birinin istemini pek etkilemez. Bu, öylesine doğrudur ki, uygulamada sevgilinin isteminin etkin olduğunu görürsek, sevgili "bir takım düşünceler ileri sürüyorsa", sevmemek ya da daha az sevmek için "çok saygın" nedenler buluyorsa, aslında bunlar onun sevmediğinin en kesin göstergesidir. Böylesi bir ruh, karşısındaki kişiye belli belirsiz bir çekilme duyar, ama kökleri kendisinden kopanlmamıştır - bu da o kişi âşık olmamış demektir.
Öyleyse, bu iki öğenin, büyülenme ile teslim olmanın birleşmesi, burada tartışmakta olduğumuz sevgi açısından temel önemdedir. Bu birleşme hiç de rastlantısal değildir. Bunların ikisi salt rastlantıyla biraraya gelmemiştir; tersine biri öbüründen doğmuştur ve ondan beslenir. Sevgide varolan şey, büyülenme nedeniyle teslim olmaktır.
Bir anne çocuğuna, bir dost dostuna teslim olur, ama "yanılsama" ya da "büyülenme" nedeniyle değil; anne bunu tinsellikle hemen hemen hiç ilişkisi olmayan derin içgüdüsü nedeniyle yapar. Dost, isteminin açıkça verdiği bir karar nedeniyle yapar. Dostta sadakat vardır; bu da, özü gereği düşünceye dayalı bir erdemdir. Dostun, kendisini, bir bakıma tepsiye koyup bir başkasına sunduğunu söyleyebiliriz. Oysa sevgide olan, ruhumuzun elimizden kaçması, başka birisi tarafından soğurulmasıdır. Başka bir kişiliğin, insan yaşamı üzerinde uyguladığı bu soğurma eylemi, soğurulanı bir yücelmişlik durumu içinde tutar, varlığının köklerinden koparır ve sevgilinin içine eker; önceki kökler, yeni bir topraktaymışçasına buraya kök salar. Bu sayede seven kişi, kendisinden beslenerek değil, öbüründen beslenerek yaşar; tıpkı doğmadan önce, çocuğun bedensel olarak rahmine tutunduğu ve gömüldüğü annesinden beslenerek yaşaması gibi.
Sevenin, sevgili tarafından böyle soğurulup içe alınması, düpedüz büyülenmenin sonucunda olur. Başka bir varlık bizi büyüler; biz bu büyülenmeyi, yumuşak ve esnek bir çekilme olarak sürekli içimizde duyarız. Aşırı yıpranmış bir sözcük olan "büyülenme", gene de sevgilinin seven üzerinde yaptığı etkiyi en iyi anlatan sözcüktür. Büyü sözcüğünün kullanımı, başlangıçta taşıdığı yan anlamların yeniden yerine konmasıyla gerçek yerine oturtulmalıdır.
Cinsel çekmede gerçek bir çekim yoktur. Cinsellik anıştıran bir beden, insanda ona karşı bir iştah, bir arzu uyandırır. Bununla birlikte arzumuz, arzulanan nesneye doğru gitmez; tam tersine ruhumuz, kendisini arzulanan nesneden uzaklaştırarak kendi içine doğru çekilir. İşte bu nedenle bir nesnenin arzu uyandırdığı'm. söylemek çok doğrudur; sanki, arzulanan nesne, kendisinin arzulanması sürecine katılmıyormuş da arzuyu uyandırmasıyla birlikte görevini tamamlıyor ve gerisini bize bırakıyormuş gibidir. Arzuyu belirleyen ruhsal görüngüyle "büyülenme"yi belirleyen ruhsal görüngü birbirine karşıt tepkiler oluşturur. Arzuda, nesne soğurulma eğilimine girer, oysa "büyülenme"de "ben" soğurulur; bu nedenle iştah, insanın kendisini teslim etmesine yol açmaz; tam tersine, nesnenin ele geçerilmesine yol açar.
Benzer biçimde, "tutku"da da gerçek bir teslim olma yoktur. Son zamanlarda, bu bayağı sevgi türü hiç hak etmediği bir değer ve yaygınlık kazandı. Bazıları, sevginin derecesinin, Werther'in ya da Othello'nun intiharına ya da cinayetine yakınlık derecesiyle ölçülebileceğini sanıyorlar; bunu yaparken de, bunun dışında kalan sevgi biçimlerinin hayali ve "beyinsel" olduğunu düşündürmek istiyorlar. Bence tam tersine, "tutku" terimi, çok eskiden taşıdığı küçültücü anlama indirgenmelidir. Kendisine ya da bir başkasına tabanca doğrultmak, bir tutkunun niteliğini, hatta niceliğini en küçük derecede bile güvence altına almaz. "Tutku", ruhun sakatlığını gösteren hastalıklı bir durumdur.
Saplantı düzeneğine yakalanmaya açık olan biri ya da çok yalın, kaba yaratılışta olan kişi, içinde doğan her duyguyu "tutku"ya, yani maniye dönüştürecektir. Tutkuyu süsleyen romantik tuzakların tümünü söküp atalım. Bir erke ğin sevgisinin, ne kadar aptallaştığı ya da aptallaşmak istediğiyle ölçüldüğünde inanmaktan vazgeçelim.
Tam tersine: sevginin ruhbiliminde genel bir ilke olarak şu öz-sözü yerleştirmek yerinde olacaktır: Sevgi, ruhun en incelikli ve en kapsayıcı edimi olduğundan, ruhun durumunu ve özünü yansıtır; sevgi içindeki insanın nitelikleri ister istemez sevginin kendisine atfedilmelidir. Eğer o birey duyarlı değilse, sevgisi nasıl duygu yüklü olabilir? O kişi derinlikten yoksunsa, sevgisi nasıl derin olabilir? İnsan nasılsa, sevgisi de öyledir. Bu nedenle, bir insanın nasıl birisi olduğu konusunda en kesin belirtiyi sevgide bulabiliriz. Bütün öbür edimler ve görünüşler, o kişinin özniteliğiyle ilgili olarak bizi yanıltabilir ama sevgi ilişkileri, varlığının dikkatle saklanmış sırlarını ele verebilir. Bu, özellikle de sevgilinin seçimi açısından geçerlidir. Başka hiçbir edimde, en içte saklı olan kişiliğimizi, erotik seçimimizde olduğu ölçüde açığa vuramayız.
Sık sık zeki kadınların aptal erkeklere ya da tersine, aptal kadınların akıllı erkeklere âşık olduğunu duyarız. Açıkça söylemek isterim ki, pek çok kez duymuş olmama karşın bu düşünceye hiç inanmamışımdır; sonra, yaklaşıp ruhbilimsel büyüteçle bakabildiğim her durumda o erkeklerle o kadınların aslında zeki olmadığını ya da seçtikleri kişilerin aptal olmadığını görmüşümdür.
Bu nedenle tutku, sevgi duygusunun en yüce noktasını değil, tam tersine bayağı ruhlarda yozlaşmasını gösterir. Tutkunun içinde büyülenme de, teslim olma da yoktur - hiç değilse, bulunması gerekmez. Ruh hekimleri, saplantılı kişinin saplantısına karşı savaştığını, onu kabul etmediğini, gene de onun egemenliği altında kaldığını bilirler. Nitekim, içinde hemen hemen hiç sevgi bulunmayan büyük tutkular olabilir. Bu, sevgi görüngüsü konusundaki yorumumun, şu yanlış mitolojiye taban tabana zıt olduğunu okura gösterecektir: Bu yanlış mitolojiye göre tutku, insanın hayvan yanından, bağrının karanlıklarından doğmuş temel, ilkel bir güçtür; bu güç, insanı kaba bir biçimde pençesine alır ve ruhun, daha yüce, daha ince kesimlerinin oynayabileceği her türlü rolü göz ardı eder.
Sevgiyle varlığımızın derinliklerinde gizil olarak bulunan belli kozmik
içgüdüler arasındaki olası bağıntıyı şimdilik bir yana bırakırsak,
kanımca sevgi, ilkel bir gücün gerçekten de tam karşıtı olan bir şeydir.
Sevginin, ilkel bir güç olmaktan çok -elbette, yapacağım hata payının farkındayımneredeyse bir yazın türüne benzediğini söylemek istiyorum. Bu, okurları üzerinde düşünmeye vakit bulamadan -doğal olarak- kışkırtacak bir formüldür. Elbette, bu konuda söylenecek son söz olma iddiasındaysa, aşırı ve kabul edilemez bir formül olur bu. Gene de burada önermek istediğim, sevginin bir içgüdü değil; bir yaratım, insanda hiç de ilkel olmayan bir yaratım olduğunu önermektir. Vahşilerde, sevgiye yatkınlık diye bir şey yoktur. Çinliler'le Hintliler sevgiyi tanımazlar; Pericles dönemindeki Yunanlılar, sevginin varlığını hemen hemen hiç kabul etmezlerdi. Bu iki özelliğin ikisi de -tinsel bir yaratım olması ve insan ekininin yalnızca belli evrelerinde ve biçimlerinde ortaya çık ması- sevginin bir yazın türü olarak tanımlanmasına uygun düşmüyor mu?
Sevgi, öbür yalancı'biçimleri olan şehvet ateşinden ve "tutku"dan da aynı açıklıkla ayrımlanabilir. Bunlar arasında, "şefkat" dediğimiz şey de vardır. "Şefkaf'te -çoğu zaman olsa olsa evlilikteki sevgi biçiminde çıkar bu karşımıza- iki insan karşılıklı sevecenlik, sadakat, bağlanma, duyguları içindedirler; ama büyü ve teslim olma diye bir şey söz konusu değildir. Çiftlerden her biri kendi içine gömülmüş olarak yaşar, öbüründe kendinden geçmez; her biri, son derece yumuşak düşüncelilik, esirgeme ve onaylama ışınları yayar.
Buraya kadar söylenenler, şu önermeyi anlamlı kılmaya -şimdi bunu yapmaya çalışıyorum- yetecektir sanıyorum: İnsan, sevgi denen görüngüyü, ta içinden açık seçik görmek isterse, her şeyden önce, sevginin, hemen herkesin ulaşabileceği, içinde yaşadığımız toplum, ırk, ulus ve dönem söz konusu olmadan her dakika her yerde olan evrensel bir duygu olduğu yolundaki yaygın fikirden kendisini kurtarmak zorundadır. Önceki sayfalarda özetlenen nitelikleri, sevginin ortaya çıkma sıklığını, yanlışlıkla eklenen pek çok şeyi alanından çıkararak, büyük ölçüde azaltıyor. Son bir adım daha atıp hiçbir abartmaya gitmeden şunu söyleyebiliriz: Sevgi az rastlanan bir olay, ancak belli ruh yapısındakilerin yaşamayı umabilecekleri bir duygudur: Aslında, bazı bireylerde bulunan, normalde başka yeteneklerle birlikte bahşedilen ama tek başına da görülebilen özgül bir yetenektir.
Gerçekten de âşık olmak, bazı yaratıklarda bulunan harika bir yetenektir; tıpkı Tanrı vergisi koşuk düzme yeteneği, kendini kurban edebilme ruhu, ezgiler yaratma esini, kişisel gözüpeklik yeteneği, denetimi ele almayı bilme becerisi gibi. Herkes âşık olamaz; âşık olabilseler de herhangi birine âşık olamazlar. Bu ilahi olay, ancak bazı güçlü koşulların hem öznede hem de nesnede bulunmasıyla ortaya çıkar. Çok az kişi âşık olabilir; gene, çok az kişi sevgili olabilir. Sevginin, kendi ratio'su,^ kendi yasası, hiç değişmeyen bir birleştirici özü vardır ki bu, sayısız ahlaksal ayrımcılığı ve değişebilirliği, kutsal yazıtının dışında bırakmaz.
Aşırı seyrek ortaya çıktığını apaçık ve düpedüz gösterebilmek için yapılması gereken tek şey, âşık olma durumunun koşullarından ve varsayımlarından bazılarını sıralamaktır. Son sözü söyleme iddiasında olmadan, bu koşulların üç sınıfta toplandığını önerebiliriz, çünkü sevginin üç bileşeni vardır: sevilecek kimseyi görebilmek için gerekli olan algılama; sevgilinin görüntüsüne duygusal tepki verebilmek için gerekli olan coşku; varlığımızın, toplam ruhumuzun yapı'sı. Algılarımızla coşkularımız doğru dürüst işlediği zaman bile, ruhumuzun yapısı özsüz ve esneklikten yoksunsa, dağınıksa, canlı kaynaklardan beslenmiyorsa, sevginin, kişiliğimizi köklerinden sökmesi, kaplaması ya da kalıplaması olanaksızdır.
Büyülenebilmek için her şeyden çok başka birisini görme yetisine sahip olmamız gerekir - yalnızca gözlerimizi açmak buna yetmez. İnsanda, nesnelerle ilgili saltık bir merakın ötesinde, daha kapsayıcı, daha köklü, daha geniş, kendine özgü bir başlangıç merakının bulunması gerekir (bilimsel, teknik ya da turistik merak gibi ya da "dünyayı görme" merakı vb.); ya da insanların kendine özgü edimleri konusundaki merak gibi (örneğin, dedikodu).
Kişinin, insanlık konusunda, daha somut söylersek, yaşayan bir bütünlük olarak birey, bir varoluş modus'u olarak birey konusunda gerçekten canlı bir merakla dolu olması gerekir. Bu merak olmadan, önümüzden en değerli insanlar gelip geçseler bile, bizde hiçbir izlenim bırakmazlar. Protestan bakirelerin hiç söndürmedikleri lambaları, bir bakıma sevgiye girişin eşiğini oluşturan bu erdemin simgesidir.
Ama unutmayalım ki, böyle bir merak aslında pek çok şeyi öngörüyor demektir. Bu, ancak yüksek derecede canlılığı olan organizmalara özgü bir lükstür. Zayıf birey, kendisinin dışında olup bitenlere, çıkarsız bir ilk dikkat yöneltemez. Yaşamın, kabarık eteğinin katmanları arasında saklamış olabileceği beklenmedik şeyle rinden korkar; başkalarıyla, tam bir ilgiyle anında ilişki kuramadığı ölçüde içine kapanır. Bu "çıkarsız" ilgi karşıtlamı, İngiliz Kraliyet Donanması'ndan gelen telgraflara vurulan damgadaki kırmızı mürekkep gibi, gerçekleştirdiği tüm işlevler ve eylemlerde sevginin içine sızar.
Simmel -Nietzsche'yi izleyerek- yaşamın özünün, daha çok yaşam özleminden oluştuğunu söylemiştir. Yaşamak, daha çok ya şamaktır; insanın kendi yürek atışlarını artırma arzusudur. Yaşam böyle olmadığı zaman hastadır ve kendi ölçüleri içinde yaşam değildir. Bir şeye/bize getireceği kazanç açısından değil de neyse o olduğu için ilgi duyabilme yetisi, ancak canlılığın en yüce katmanlarında bize sunulan görkemli ve cömertçe bahşedilmiş bir Tanrı armağanıdır. Tıp açısından bakıldığında zayıf bir beden, kendi başına ille de canlılığı eksik bir bedeni göstermez; tersinden bakacak olursak, benzer biçimde, Herkülvari bir beden yapısı da örgensel erki güvence altına almaz (atletler konusunda, bu gözlem çoğu zaman geçerlidir).Neredeyse tüm erkekler ve kadınlar (bazıları, kuşkusuz güzel ve saygın olsalar da) kendi ilgi alanlarına gömülmüş olarak yaşar, dışlarında olup biten şeylere doğru göç etme itkisini duymazlar. Kendilerini çevreleyen manzara, onlara iyi davransın davranmasın, ufuk çizgileriyle tam bir yetinme duygusu içinde yaşarlar; ancak bir bedel karşılığında gerçekleştirebilecekleri belirsiz olasılıklara atılmaya hiç özlem duymazlar.
Bu sınırlı, dar ufuk, derinlere işleyen bir merakla bağdaştırılamaz; bu tür merak, sonunda, bitip tükenmek bilmeyen bir göç etme içgüdüsü, kendinden koparak öbürüne gitme yolunda yabanıl bir itkidir.
İşte petit bourgeois'laım ve petite bourgeoise'larm, has bir biçimde
âşık obuaları bu nedenle güçtür. Onlar için yaşam, bilinenler ve
anlaşılanlar üzerinde direnmekten, hep o aynı günlük tekdüzelikten
alınan sarsılmaz doyumdan oluşur.
. Aynı anda yaşam için de bir heves demek olan bu merak, ancak özgür havanın -yıldız tozlarıyla yüklü kozmik havanın- herhangi bir engelleyici duvar olmaksızın estiği gözenekli ruhlarda bulunabilir. Ama, bir kişinin incelikli, karmaşık yapısını "görmemiz" için bu merak yetmez; merak, gözün bulunmasını gerektirir ama görüşte ince ayrımları yapabilme gücü de bulunmalıdır. Böylesi ince ayrımları yapabilme gücü, gerçekten de sevgide etkin bir bileşen olarak en başta gelir ve Tanrı vergisi olağanüstü bir yetenektir. Başkaları hakkında, bedenlerinde dışa vurulan anlamla birlikte, ruhlarının özü hakkında, hemen içten bilgi edinmemizi sağlayan özel bir sezgidir bu. Bu sezgi sayesinde, insanlar arasındaki "ayrım'ları görür, onların niteliklerini, önemsizliklerini ya da eksiksizliklerini, kısacası canlılık açısından hangi mükemmellik derecesinde olduklarını değerlendiririz. Burada, sevgi duygusunu entelektüelleştirmeye çalıştığımı sanmayın. İnce ayrımları sezmenin, zekâ ile hiç ilgisi yoktur; bu yetinin duru kafalı yaratıklarda bulunma olasılığı daha yüksek olsa da, çoğu zaman ahmak erkeklerde bulunabilen şiir yazma yeteneği gibi tek başına da bulunabilir. Aslında bu yetinin, belli bir zekâ keskinliğinden nasibini almış kişiler dışında bulunması pek olası değildir, ama ince ayrımları yapabilme sezgisi zekâ derecesine bağlı değildir. Bu nedenle, görürüz ki, bu sezgiye erkeklere göre kadınlarda daha sık rastlanır. Oysa zekâ yetisine daha çok erkeklerde rastlanır.
Sevgiyi yarı büyülü, yarı mekanik bir etki olarak düşünenler, ince ayrımları sezme yetisinin, sevginin temel özelliklerinden biri olduğu yolundaki önermeme karşı çıkacaklardır. Onlara göre, sevgi her zaman "nedensiz" çiçeklenir. Mantıksızdır, usdışıdır ve aslında her türlü ayırım yapabilme sezgisini dışta bırakır. İşte kendimi, benimsenmiş fikirlerden kesinlikle kopmuş gördüğüm ana noktalardan biri budur.
Boşluktan fışkırmayan, tersine, ruhsal kaynak'ını oluşturan başka düşüncelerimizden beslenerek geliştiğini ve beslendiğini gördüğümüz bir düşünceye mantıksal deriz. Bunun klasik örneği sonuç'tur. İlk önermelere inandığımız için, sonucu da kabul ederiz: İlk önermelere kuşku düşerse, sonucun taşıdığı yargı da boşlukta kalır. O sonuca inanmaktan vazgeçeriz. Reason temeldir, kanıttır, açıklamadır; kısacası, düşünceye ussallığını kazandıran logos'tur. Ama aynı zamanda, düşünce ussallığı üreten ruhsal kaynaktır; ussallığı, tinimizde başlatan ve sürdüren gerçek güçtür.
Hiçbir entelektüel yanı olmasa bile, sevgi de şu bakımdan us yürütmeye benzer: Sevgi, boşluktan, bir bakıma ex nihilo doğmaz; tersine, ruhsal kaynağını sevgilinin niteliklerinden alır. Bu niteliklerin bulunması, sevgiyi doğurur ve besler; başka türlü söylersek, kimse nedensiz sevmez; seven herkes baştan sona, sevgisinin haklı bir nedeni olduğuna kuvvetle inanır. Dahası, sevmek, aslında sevilenin, kendi içinde sevilesi olduğuna "inanmak" (bunu hissetmek) demektir; tıpkı düşünmenin, şeylerin gerçekte, taşıdıkları olanaklar ve sundukları şeyler olmalarına inanmak gibi. Her iki durumda da yanılıyor olabiliriz; ne sevilen şey, sandığımız şeydir; ne de gerçek olan, olduğunu sandığımız şeydir; gene de, inancımızı yitirmediğimiz sürece sevmeye ve inanmaya devam ederiz. Düşünmenin mantıksal niteliği, işte bu kendini haklı hissetme niteliğinden oluşur; insanın, yaslandığı bu gerçeklerden yola çıkarak yaşaması, her an ona yaslanması, onu usunun kamuyla desteklemesi demektir. Leibniz aynı şeyi şöyle dile getirir: Düşünce, kör değildir ama bir şeyi, o şeyin düşündüğü gibi olduğunu gördüğü için düşünür. Aynı biçimde, sevgi de o nesnenin sevilesi olduğunu gördüğü için sever. Böylece âşık, edinebileceği tek olanaklı tutum olan kaçınılmaz sevme tutumu içine girer; başkalarının da kendisiyle aynı şeyleri hissetmemelerini anlayamaz - bu da, bir ölçüde sevgiyle aynı özü taşıyan kıskançlığın kökenini oluşturur.
Bu nedenle sevgi, mantıksız ya da usa karşı değildir. Kuşkusuz, mantık dışı ve usdışıdır, çünkü logos ve ratio yalnızca ve. yalnızca kavramların bağıntılarını gösterir. Ama "us" teriminin, kör olmayan, nous anlamı içeren, her şeyi kapsayan daha geniş bir kullanımı vardır. Kanımca normal sevgilerin hepsi anlamlıdır, sağlam bir nedene dayanır, bunun sonucunda da logoide'dir.
Kendimi sürekli olarak, şeylerde nous anlamının bulunmadığına, her şeyin, yıkıcı bir düzeneğin ön tipi düzeyine yükselttiği atom devinimleri gibi körü körüne olduğuna inanma yolundaki çağdaş eğilimden gittikçe uzaklaşmış hissediyorum. Bu nedenle, gerçek sevgide bu ince ayrıların sezildiği bir anın bulunması bence temel önemdedir; bu anın bulunması , o bireyde bu duygunun filizlenip serpilmesi için bir "neden" bulunduğunu gösterir.
İnce ayrımların sezilmesi büyük ya da küçük çaplı olabilir. Sıradan ya da esin yüklü olabilir. Nedenlerin en önemlisi olmasa da, beni sevgiyi, ahmaklıktan dehaya tüm derecelendirmeleri içeren, ama bedensel görme gücü ve zekâ gibi, elbette hata yapmaya yatkın olan sui generis bir yetenek olarak sınıflandırmaya götüren nedenlerden biri işte budur. Mekanik ve kör olan şey, hiçbir zaman hata yapmaz. Pek çok sapkın aşk örneği, âşığın sevgiliyi algılamadaki yanılgısına indirgenebilir: gözlerimizin çoğu zaman düştüğü, ama kendimizi kör saymamıza yol açmayacak yanılgılara göre açıklanması zor olmayan optik bir yanılsama ya da serap.
İşte,-sanıldığından daha az olsa da- zaman zaman yanlışlar yaptığı içindir ki sevgide görme yetisinin bulunduğunu yeniden kabul etmek gerekir; çünkü Pascal'ın da dediği gibi: "Şairlerin, sevgiyi kör olarak göstermeye hiç hakları yoktur: Sevginin gözündeki bağ çıkarılmalı ve görme gücü, bundan böyle ona geri verilebilmelidir ."