01 Temmuz 2021

Denizcilik ve Kabotaj Bayramı 95 yaşında

Denizcilik ve Kabotaj Bayramı .. yaşında

1935 yılından itibaren kutlamaya başladığımız “Kabotaj Bayramı”, 2007 yılından itibaren Denizcilik Müsteşarlığı tarafından alınan bir kararla “Denizcilik ve Kabotaj Bayramı” olarak kutlanmaya başladı. Üstelik artık sadece bir gün değil, bir hafta boyunca kutlanan bir bayramımız var. Kabotaj, bir devletin kendi limanları arasında yük ve yolcu taşıma hakkıdır. 20 Nisan 1926 tarihinde TBMM'de kabul edilen bir kanunla Türklere ait olmayan gemilerin Türkiye sahillerinde yük ve yolcu taşımaları yasaklanmıştır. Yolcu taşımacılığında eskiye bir göz attığımızda Karadeniz’e, Akdeniz’e, Ege’ye giden o güzelim vapurlarımızı hatırlayanlar olacaktır. Şimdilerde anılarda kalan bu gemilerin yerine yenileri gelmedi, gelemedi… Oysa şimdilerde Denizcilik Bayramı sadece sahillerimizde değil, iç sularımızda da kutlanıyor. İç sularımıza yönelik tekneler yapılıyor. İç sularımızda su sporlarına gönül vermiş birçok gencimiz var. Artık bu bayramı bütün halkımızla ve daha fazla coşkuyla kutlama vaktidir. Denize dönen her yüz ve her gönül bu ülke için büyük kazançtır. Çünkü deniz bereket ve refah demektir.

Hasan Naiboğlu

T.C. Başbakanlık Denizcilik Müsteşarı

Denizcilik evrenseldir

1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı bütün denizcilik camiasının, denizle haşır neşir olan profesyonel ve amatör bütün denizcilerin, denizle ilgili herkesin bayramı. Denizcilik Bayramımızı artık bir gün olarak değil, bir hafta olarak kutluyoruz. Bütün dünya ve Türk denizcilerinin her zaman olduğu gibi bugün de denizlerimizi kullanmak ve denizciliğimizi daha ileriye götürmek için birlik ve beraberlik açısından iş birliği yapacağı gündür.

Deniz sevgisini kitlelere yayacağız

Denizcilik evrenseldir. Her ne kadar küçük bir camia olsa da, hepimiz birbirimizi tanısak da, denizcilik aynı zamanda evrensel bir olgudur. Bütün denizcilerin dilleri birdir. Denizciler bir millettir. Dolayısıyla biz aynı milletin fertleriyiz, denizciler olarak aynı denizleri paylaşıyor, aynı denizleri kirletiyor ya da koruyoruz. Aynı denizlerden faydalanıyoruz. Denizler veya denizcilik olmasa insanların yarısı soğuktan donar, yarısı da açlıktan ölürdü. Çünkü dünya ticaretinin yaklaşık yüzde 90’ı deniz yoluyla yapılıyor. Bütün dünya ve Türk denizcilerinin her zaman olduğu gibi bugün de denizlerimizi kullanmak ve denizciliğimizi daha ileriye götürmek için birlik ve beraberlik açısından iş birliği yapacağı gündür.

Küçük ilçelerimizde “Denizcilik Bayramı’nın daha bir şevkle kutlandığına şahit oluyoruz. Bir süredir, Ulaştırma Bakanımızın talimatı ile Denizcilik Müsteşarlığı olarak İstanbul dışındaki akarsu, göl ve göletlerin olduğu kentlerde de kutlamalar yapıyoruz. Amacımız bundan sonra özelikle denizciliğimizin profesyonel anlamda merkezini teşkil eden İstanbul gibi illerimizde de Denizcilik Bayramımızın halkın da katılımıyla coşkuyla kutlanması olacak. Sektörün gelişmesi, profesyonelce yapılan bir iştir. Kuzey ülkelerinde insanların evlerinin önünde tekneleri var. Deniz kültürünün ve sevgisinin yerleşmesi, ancak amatör denizciliğin gelişmesi ile mümkün olur. Önümüzdeki süreçte amatör denizciliği daha da geliştirmek konusunda daha fazla çalışacağız.

METİN KALKAVAN

Deniz Ticaret Odası Yön. Kur. Bşk.

“Denizcilerin temelini atıyoruz”

Deniz Ticaret Odası Başkanı Metin Kalkavan da, Türk denizciliğini marka haline getiren deniz şehitlerini şükranla andıklarını ifade ederek, son yıllarda büyük yol kat eden Türk denizciliğinin Barbaros Hayrettin Paşa’nın ışığında ilerlediğini ve yakılan meşalenin sonsuza dek devam edeceğini söyledi. 1 Temmuz Denizcilik ve Kabotaj Bayramı’nın sadece denizcilerin değil, herkesin bayramı olduğunu belirten Kalkavan, amaçlarının 2030-2050-2100 yılının yeni armatörlerini, yeni denizcilerini yetiştirmek olduğunu vurguladı. Piri Reis Üniversitesi ile bunu başaracaklarına inandığını belirten Kalkavan, “Armatörlüğün temelinde mutlaka yüzde 80-90 denizci temelinden gelen insanlar var. Esasında gemi adamı diye bakılıyor ama biz denizcilerin temelini atıyoruz" dedi. Kimsenin denize gitmek istemediği bir zamanda Türkiye’de büyük bir patlama yaşandığını kaydeden Kalkavan, denizcilik liselerinin sayısının hızla çoğaldığını, fakülte sayılarının arttığını belirterek, bu okullardan mezun olan öğrencilere iş olanağı sağladıklarını, bunun denizcilik sektörüne has bir özellik olduğunu aktardı. “Dünyaya damga vurmuş ender uluslardan biriyiz. Rüzgarla, bilek gücüyle Akdeniz’i Türk gölü haline getirmişler. Ama artık savaşlar ekonomik alanda yapılıyor. Bizler birer ekonomi savaşçısıyız. Korkunç bir mücadele veriyoruz ve bundan şikayet etmiyoruz” dedi.

ZİYA GÖKALP

İMEAK Gemi Sanayicileri Derneği Başkanı

“Denizcilik Bayramı ülkemizin bayramı olmalı”

İMEAK Gemi Sanayicileri Derneği (GESAD)’ın Yönetim Kurulu Başkanı Ziya Gökalp, “Tersanecilik ulu önder Atatürk’ün bize emanetidir, ileri taşımak için elimizden geleni yapmalıyız” dedi ve Türkiye’nin denizlerde bağımsızlığının ilanı olarak nitelediği 1 Temmuz Kabotaj ve Denizcilik Bayramı’nı bu coşkuyla kutlamanın kıvancı içinde oldukları söyledi. “1 Temmuz ülkemizin denizlerinde bağımsızlık kazanmasının günüdür” 

“Bu Türk gemi endüstrisinin gelişmesini sağladı. Kendi gemilerimizi yaptık. Limanlarımızı biz işlettik, taşımacılığı kendimiz yaptık, gemi inşa sanayimiz büyüdü. Denizcilik Bayramı’nın sadece biz denizcilerin değil, ülkemizin bayramı olması lazım. Bu olduğu zaman çok büyük hamleler yapacağız. Buna inanıyoruz”.

Dr. Özkan Poyraz

Deniz Ulaştırması Genel Müdürü

“Vatan sadece toprak değildir, ne mutlu ki Türkiye’nin deniz vatanı da vardır”

Denizciliği sadece bir taşımacılık metodu olarak görmek eksik bir bakış açısı. Poyraz’a göre denizler, ticaret, balıkçılık, enerji ve deniz dibi kaynakları, güvenlik gibi unsurları ile ortak deniz gücünün bir arenası. Son 10 yıllık dilimde denizcilik sektöründe teknik, idari ve mevzuat konularında önemli başarılara ulaşıldığına dikkat çeken Özkan Poyraz, bu çabalarla gemilerimizin yabancı ülkelerdeki denetimleri yönünden beyaz bayrak ülkesi haline dönüşüldüğünü, limancılıkta özellikle konteyner limanlarımızın alt yapısının geliştirilerek transit taşımalar da dahil olmak üzere Doğu Akdeniz’in en önemli destinasyonu haline gelindiğini, gemi adamı gücümüzün nitelik ve nicelik olarak arttığını, çevre denizlerimizde OTS, GTH gibi gözlem sistemlerin kurulmasıyla deniz resmine yönelik farkındalığımızın arttığını belirten Poyraz, ancak gerek halkın bilincinde gerekse bürokrasi ve siyasette denizciliğin hala yükün ya da yolcunun bir yerden bir yere taşınması olarak algılandığını, amatör denizcilik ve deniz sporlarının ise münhasıran gelir grubu yüksek kitlelere adreslendiğine dikkat çekti. Denizcilik Bayramı’nın tek başına bir anıtın etrafında 15 dakikalık konuşmalarla sonuçlandırılabilecek bir şey olmadığını vurgulayan Poyraz, denizin bir güç olduğunu ve vatanın rengi mavi olan bir parçası olduğunu anlamaya yönelik bir vizyon değişikliğine gereksinim olduğunu, Akdeniz ve Karadeniz Çanağı’ndaki Anadolu coğrafyasının geleneksel olarak denizci olduğunu ve deniz gücü eksikliğine tahammül edemeyecek kadar önemli bir jeopolitik duruma haiz olduğunu vurguladı. 

Yaşar Duran AYTAŞ

Denizcilik Müsteşarlığı Gemi İnşa ve Tersaneler Gen. Müd.

“Denizcilik bayramına halkın katılımı önemli”

Gemi inşa sanayinin ağır bir sanayi kolu olduğunu belirten Yaşar Duran Aytaş, “Gemi imalatı, hem zevkli, hem zorlu, hem de ekonomiye katkı payı çok olan bir sanayi koludur” dedi. Bütün denizcilik camiasının 1 Temmuz’da başlayan Denizcilik ve Kabotaj Bayramı haftasını kutlayan Yaşar Duran Aytaş, gemi inşa sanayinde yaşanan zor günlerin birlik ve beraberlik içinde aşılacağını vurguladı. Global krizin etkisindeki denizcilik sektöründe gemilerin suya indirilme günlerinin çok önemli günler olduğunu söyleyen Aytaş, “Denizcilik Müsteşarlığı olarak bakanımızın talimatıyla iç sularda taşımacılık amacıyla feribotlar yapıyoruz ve bu çalışmaları devam ettirerek, bu gemileri iç sulara göndermeye devam edeceğiz” şeklinde konuştu.

MEHDİ GÖNÜLALÇAK

Deniz Ticareti Genel Müdürü

1 Temmuz 1926 tarihinden bu yana ülkemizin uluslararası kazanımlarının başında gelen Kabotaj hakkı, ülkemizde denizciliğin gelişmesine azami fayda sağlamıştır. Bugün gelinen noktada sayı itibariyle dünya sıralamasında önlerde gelen bir deniz ticaret filosuna, uluslararası standartları yakalamış limanlara, modern tersanelere sahibiz. Etrafı denizlerle çevrili, neredeyse her bir ilinde bir barajı, gölü olan ülkemizin bu zenginliklerden daha fazla yararlanabilmesi için Müsteşarlığımızca iç sularımızda da düzenlenen çeşitli etkinliklerle deniz sevgisi ve denizciliğe olan ilgi artırılmaya çalışılmaktadır. Öyle ki çocuklarımız denizcilik festivalleri dahil düzenlenen çeşitli etkinlikler ile denizden kilometrelerce uzakta bile su kayağı yapabilmekte, rüzgârla dost olup yelkenli tekne kullanabilmekte veya dalış yapabilmektedir.

SALİH ORAKÇI

Kıyı Emniyeti Genel Müdürü

1 Temmuz 1926 günü, Türk Denizleri’nde 391 yıldan beri yabancılara verilmiş kapitülasyonların sona erdirildiği gündür.“Bağımsızlığını ve onurunu her şeyin üstünde tutan şanlı Türk Milleti’nin ulusal gurur yasalarından biri olan ‘Kabotaj Yasası’yla birlikte yurdumuzda, deniz taşımacılığı yalnızca Türk bayraklı gemiler ve Türk insanıyla yapılmaya başlanmıştır. Böylece bu yasayla genç cumhuriyetimiz, kendi kara sularında egemenlik ve bağımsızlığını ilan etmiştir. Bir yönüyle de 815 sayılı Kabotaj Kanunu, ekonomik alanda da bağımsızlığın yerleşmesini sağlayan adımlardan birini oluşturmuştur.

01.07.2011

Ayşe Olcay - Kara&Deniz Gazetesi

www.DenizHaber.Com.tr

Yaşamak - Cahit Zarifoğlu


Neden diye sormayın hemen. Onu ben kendi kendime de açıklayabilmiş değilim henüz.
Kişinin ihtiyaç duyunca aramasının binlerce çeşidi olmalı.

Aradığımızın ne olduğunu biliyorsak, arayacağımız yer bellidir. Bakınırız ve onun işaretlerini tanımakta güçlük çekmeyiz.

Sıkıntı kollarını göğsümde kavuşturmuş. Soluk alırken, genişleyip daralan kaburgalarım, zamanın boşuna ve nedensiz geçtiğini biliyor.

Çoktandır yabancı bir cismin kalbime sürtünmekte olduğunu biliyorum.

Yine de biri çıksa, nasılsın dese alışkanlıkla iyiyim diyeceğim.
Kederli olduğumda söylenemez zaten. Buna sebepte yok çünkü. Ne taze bir ölüye sahibim, ne felâket geçirenlerim var.
Dedim ya oturuyorum öylece. İyi ki etrafımda kalbimi tanıyanlar yok.

Hiç beklemiyordum, birden kadın bana çevirdi bakışını. Tanrım ne büyük bir merak içindeydi bu bakış. Durmadan sormaktaydı. Hayattan ne beklediğimi sormaktaydı...Günü birlik yaşama içinde elde edilebilen sayısız imkanlar kaçırmıştı.

Bu durumda ona bakmak zordu. Huzursuz kımıldayarak ondan kurtulmaya çalıştım. Fakat bakışımı tutmuştu, ondan ayrılamıyordum, tanışmıştık bir kere. Tekrar karşılaştığımız takrirde, sorularını, ikinci kez tekrarladığını bilerek, düşündü mü der gibi, başkalarının öğrenmelerine duyulan güvensizlikle, yine alay ederek tekrarliyacağını düşünüyordum. Fakat umulmadık bir anda başka, herhangi bir şeyle ilgilenmeye başladı... Birden sahipsiz kalmıştım. Bakışım, yere paralel durmak zorunda bulunan, fakat içindeki sertlik süratle yumuşayan bir bakır tel gibi eğiliyordu boyuna. Durumun saçmalığını kavrayıncaya kadar bir an bocaladım. Bu belki de devam edecekti ama, seni hissettim. Evet, bakıyordun, yanılmamıştım...Bunu hissetmemden ne kadar önce başlamıştım bilmiyorum ama, bakışlarımız karşılaşınca kaçtın, önüne döndün...ve dönmen için zamanın vardı. Fakat dönmemiştin. Omuzlarından bana dokunup kaldığını anladım.

Görüyordun, beni hissediyordun.

Ve o zaman başladı.

İste yine bir şey var.

Bakıyordum sana.

Şimdi birşeysin benim için...Varsın.
Fakat bocalıyordum.

Gizlice düşündüğüm, farkedilmesinden korktuğum hakikat sen miydin, yoksa ben, hatırasızlığı, boşluğu, en ucuz şekilde, sırtımdan korkakça, hiç bir teşebbüste bulunmadan birden bire atmak için yine hayal mi kuruyordum.

Dedim ya işte, bocalıyorum.

Yeniden yaşamaya başlamak kolay mı?

☆☆☆ 


Yeni Türkçe'deki hatıra türünün en yetkin örneklerinden biri olan Yaşamak, toplumsal olarak bir ışığa dönüştürmek istediğimiz acıya, bireysel bir dünyada aydınlık sağlamaktadır. Zarifoğlu, çevremizde gelişen olayların gözümüzü yorduğu ve bizim, hayatın bütünsel akışıyla olan bağlarımızı güçlükle koruduğumuz dönemde, o bağlara canlılık veren birkaç şairimizden biridir.

Yaşamak, şiirindeki derinliğin yol açtığı açılım getiren ve şaire ait iç dünyanın zenginliğini gözler önüne seren bir eserdir.  Şair, yaşamayı varlık ve oluşun özüne dokunan bir derinlik içinde algıladığı ve arka planındaki hikmetle anlaşarak yaşadığı için, aynı hikmetin onun anlatımında parıldaması pek tabiidir.


Tahsin Saraç - Otuzüç Menekşe


Bir morlukta alabora oldu gök
Tan söktü
Güneş dik doruklara konan bir öpücüktü.

Yürüyordu
Yürüyordu değil, sürülüyordu
Bir ak ölüme suçsuzlar, öbek öbek;
Korkunç bir önseziyle tanık tepeler
Utançtan eriyip küçülüyordu.
        Yatağında sütlü kahve içerken
        Karıcığı kırıtarak geçerken    
        Paşa orasını kaşıdı derken.

Otlar daha bir diridir şu an
Koyak daha bir can kokulu.
Öte yandan süngü, candarma, namlu
Bir de o paşadan gizli buyrultu;
Bir alçaklık göz kesilmiş, namludan

Gelincik yüreklere nişan alıyordu.
        At üstünde geçer başkent sırtından
        Ülkeyi kurtarmış derler yağıdan
        Daha bir yağı mı olurmuş ondan?

Göz bağlı, diz bağlı, dil bağlı
Sıralandı yanyana otuzüç karaltı
Ve nişancılar çöktü.
Şu ılık dağ yellerinde sabahın, mermiler
Bir kılıç komutla, yağmurca boşanıp
Koca çınarları biçti yere döktü.
        Ne horoz sesi, ne ezan, ne koyun
        Ala bir acılıkta tüm doğa suskun
        Bitti demir ağırlığı uykusuzluğun.

Bu dağ ne kıyımlar görmüştür bu dağ
Bu yöre ne açlıklar, kavgalar, kanlar...
Ve bu su, ne canlar almıştır bu su
Ne gelinler yutmuş, ne taylar, boğalar...
Ama bu kan var ya, otuzüç damla kan
Varan şu otuzüç sıcak pınardan
Akıp ezgi ezgi artık çağlara
Onu tüm kirlerinden arıtıyordu.
        Buyurdu ölenler: kin tutulmaya
        Son bula bu acı, bu kan, bu kıya
        Mutlulukta yaşana koyun koyuna.

Bir kızılda alabora oldu gök
Gün söktü
Ve otuzüç menekşe günle boyun büktü.


Antoine De Saint-Exupéry - Güney Postası

 Güney Postası

Antoine de Saint-Exupéry, bu ilk romanında, havacılığın kutsal değerleri olan geceye, gündüze, dağa, denize ve fırtınaya şiirsel bir dille saygısını sunarak, Fransa ve Kuzey Afrika arasındaki sıradan bir posta uçuşunu ticari havacılığın başlangıç destanına dönüştürüyor.

Gökyüzü her defasında engin bir serüven coşkusu yaşatıyor ona. Havada yol alırken iliklerine kadar insan sevgisini duyumsayan ve bunu arı, duru bir anlatıma kavuşturan yazar, öteki yapıtlarında da aynı coşkuyu paylaşıyor.  

 

Havacılığın kutsal değerleri olan geceye, gündüze, dağa, denize ve fırtınaya şiirsel bir dille saygısını sunarak, Fransa ve Kuzey Afrika arasındali sıradan bir posta uçuşunu ticari havacılığın başlangıç destanını dönüştürüyor.

Gökyüzü her defasında engin bir serüven coşkusu yaşatıyor ona. Havada yol alırken iliklerine kadar insan sevgisini duyumsayan ve bunu arı, duru bir anlatıma kavuşturan yazar tüm yapıtlarında aynu coşkuyu paylaşıyor.

Çevirmen: Azra Erhat  

Jean Jacques Rousseau - İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine

 İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine

 

Aydınlanma çağında yetişmiş olmakla birlikte, uygarlık eleştirisi ve doğaya dönüş önerisiyle romantik akıma öncülük etmiş, monarşiye karşı halkın egemenliğini savunmasıyla Fransız Devrimi’ni körüklemiş Rousseau’nun, Dijon Akademisinin "Eşitlik" temalı tartışması için hazırladığı Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine kitabı; insanlığın altın çağını yerleşik düzene geçmesiyle, toprak ve madenleri işlemesini öğrenmesiyle yitirdiği, "işbölümü" ve "özel mülkiyet"in uygarlaşma sürecini daha başından sakatladığı ve insanlar arasındaki eşitsizliğin temeli olduğu gibi savları yüzünden yayımlandığı yıl (1755) büyük ilgi ve tepkiyle karşılanmıştır.
Bir uygarlık eleştirisi olarak da kabul edilen bu kitap, doğuştan edindiğimiz zekâ ve beden eşitsizliğinin ötesinde, sonradan edindiğimiz eşitsizlikleri de tartışmaya açmıştır. 

 *

 
Jean Jacques Rousseau tarafından 1754 yılında yazılmış kitap. Türkiye'de baskısı Morpa Kültür Yayınları tarafından yapıldı. Hakan Zengin tarafından çevrilen kitap 192 sayfadır. Rousseau insanı ussal bir varlık olarak görmesi insanı ve kültürlerini yalnızca türleşebilir olarak değil ama gelişebilir ve eksiksizleşebilir olarak görmeye götürür. İnsanı "doğa durumu" diye bir şey yoktur, ya da "doğa durumundaki" insan salt bir hayvandır. Ama homo sapiens gelişebilirdir. Buna göre kültür hiçbir zaman dingin olmayan ve hiçbir aşamasında dingin kalmaması gereken her zaman eksik bir süreçtir ve yurttaşa genel bir kültür seviyesi sağlandığında eşitlik sağlanır. İnsanlığın gelişimi iyiliksever despotizim yoluyla değil salt bir özgürlükle mümkün olabilir. Aydınlamanın insanı değersizleştiren kuşkucu bakış açısı ile karşıtlık içinde, Rousseau için insan özgür bir varlıktır, ve ancak özgür bir varlık olarak moral bir varlıktır: Neyin iyi, doğru, haklı, türeli ve gerçek olduğunu ona ancak kendi özsel doğası bildirebilir.

 

Yusuf Atılgan - Siz Rahat Yaşayasınız Diye

 Siz Rahat Yaşayasınız Diye / Kitaplarına Girmemiş Yazıları, Şiirleri, Söyleşileri, Çevirileri

 

Kitap, yazarın elyazılarından derlenen notları, şiirleri, dergilerde kalmış kısa öyküleri ve yaptığı çevirilerden örnekler içeriyor. Ayrıca, Atılgan’ın yok ettiği ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’ adlı romanın sandığında bulunan giriş bölümü de kitapta yer alıyor. Kitaptaki metinlerden birinde yazar, “Kafamdaki romanı yazmak için işimden ve oğlumdan vakit ayıramıyorum, ama üzüldüğüm de yok. Bu koşullarda vaktim olsa da istediğim gibi yazacağımı sanmıyorum. Köyde, sessizlikte, üstünde dura dura çalışmaya alışmış biri için İstanbul çok hareketli; ama buna da alışacağımı, bu koşullarda yazacağım zamanın geleceğini sanıyorum. Yazmadığım için ne devleti ne de yayımcıları suçluyorum. Bunda bir suç varsa doğrudan benim suçum bu” cümlelerini içeriyor. 

 

Emma Goldman - Hayatımı Yaşarken

Cilt I   Çeviri: Beril Eyüboğlu Cilt II Çeviri: Emine Özkaya
 
Anılarımı yazmam konusunda çevremden gelen ısrarlar daha hayata henüz adım atmışken başlamış ve yıllarca sürmüştü. Ne var ki ben o zamanlar bu ısrarları hiç önemsemedim. Hayatımı dolu dizgin yaşarken yazmaya ne gerek vardı? Ayak dirememin bir başka nedeni de, fırtınanın orta yerindeyken yazmanın doğru olmayacağı düşüncesinde olmamdı. Arkadaşlarıma, "Değerli bir hayat hikâyesi ancak hayattaki trajedilerin de, komedilerin de tarafsız ve hiçbir şeye –özellikle de kişinin kendi hayatına– bağlı olmaksızın görülebildiği olgun bir yaşa erişildiğinde yazılabilir," diyordum. İlerleyen yaşıma rağmen kendimi hâlâ genç hissettiğimden, böyle bir işi yüklenmek için kendimi yeterli görmüyordum. Üstelik bu yoğunluktaki bir çalışma için gerekli zamanı bulmak da kolay değildi benim için.

Avrupa'daki zorunlu eylemsizlik yıllarım bana okumak için bol zaman sağladı; bu arada çok sayıda biyografi ve otobiyografi okudum. Eskiden düşündüğümün aksine, yaşlılığın, zihni kemale erdirip olgunlaştıracak yerde, çoğu zaman tehlikeli ölçüde bunaklık, dar kafalılık ve nefret getirdiğini gördüm hayretle. Böyle bir felaketi göze alamazdım; bu yüzden ciddi ciddi hayatımın hikâyesini yazmayı düşünmeye başladım.

Karşıma çıkan en büyük engel, çalışmam için gerekli tarihsel bilgilerin elimin altında bulunmayışıydı. Birleşik Devletler'deki otuz beş yıllık hayatımda toplamış olduğum ne kadar kitap, mektup ve benzeri malzeme varsa, Adalet Bakanlığı korsanlarınca bir daha geri verilmemek üzere gasp edilmişti. On iki yıl boyunca yayınlamış olduğum Mother Earth dergisinin kendime ait ciltlerinden bile yoksundum. Nasıl çözeceğimi bilemediğim bir sorunla karşı karşıyaydım. Ne var ki kılı kırk yaran kişiliğim yüzünden, hayatımda sık sık dağları yerinden oynatmış olan dostluğun sihirli gücünü göz ardı etmiş olduğumu fark ettim çok geçmeden. Vefalı dostlarım Leonard D. Abbott, Agnes Inglis, W. S. Van Valkenburgh ve başkaları kuşkularımdan dolayı utandırdılar beni. Radikal ve devrimci yayınlar açısından Amerika'nın en zengin kütüphanesi olan Detroit'teki Labadie'nin kurucusu Agnes her zaman olduğu gibi imdadıma yetişti. Leonard payına düşeni yapmaktan geri kalmadı, Van da boş zamanlarını benim için araştırma yapmaya adadı.

Avrupa'yla ilgili belgeler konusunda saflarımızın en değerli tarihçilerinden Max Nettlau ile Rudolf Rocker'a başvurabileceğimi biliyordum. Böyle sağlam bir ekip kurduktan sonra kaygı duymaya gerek yoktu artık.

Gene de içimi kemiren bir şey vardı. Özel hayatımın atmosferini yaratmamı sağlayacak gerekli malzemeden yoksundum: Zamanında duygularımı alt üst eden irili ufaklı hadiseleri neye dayanarak yansıtacaktım? Mektup yazmak bende iflah olmaz bir alışkanlıktı; yazmış olduğum dağ gibi mektuplar sayesinde bu sorun da çözüldü. Sevgili Alexander Berkman, nam-ı diğer Saşa ve öteki dostlarım kendimi bu şekilde ifade etme eğilimimden ötürü her zaman benimle dalga geçerlerdi. Beni ödüllendiren iffetim değil günahlarım oldu; geçmiş günlerin, çok ihtiyaç duyduğum hakiki havasını bu mektuplardaki içtenliğim sağladı. Ben Reitman, Ben Capes, Jacob Margolis, Agnes Inglis, Harry Weinberger, Van, romantik hayranım Leon Bass ve daha pek çok dost mektuplarımı geri istememi olumlu karşıladılar. Yeğenim Stella Ballantine, Missouri Cezaevi'nde tutukluyken ona yazdığım ne varsa korumuştu. Rusya'yla ilgili yazışmalarımı da gene Stella ile sevgili dostum M. Eleanor Fitzgerald saklamıştı. Uzun sözün kısası, çok geçmeden hislerimi coşkunlukla döktüğüm binin üstünde mektup bana geri döndü. İtiraf etmeliyim ki, insan ancak mahrem yazışmalarda duygularını hiç saklamadan açıkladığı için, içlerinden birçoğunu yeniden okumak çok acı verdi bana. Ama girişeceğim iş için değerleri paha biçilmezdi.

Böylece donanmış olarak, sekreterliğimi üstlenen Emily Holmes Coleman'la birlikte, Fransa'nın güneyinde şirin bir balıkçı köyü olan Saint-Tropez'in yolunu tuttum. Yakınları tarafından Demi diye anılan sekreterim, yanardağ mizaçlı vahşi bir orman perisi olmanın yanı sıra asla art niyet ve kin beslemeyen sevecen bir kadındı. Sonsuz hayal gücü ve duyarlılığıyla bir şairdi aslında. Doğuştan isyankâr ve anarşist olduğu halde benim düşünce dünyam ona yabancıydı. Tartışırken öfkeden gözlerimiz kararır, sık sık birimiz ötekinin hayatının Saint-Tropez körfezinde son bulacağı hayalini kurardı. Ancak çekici kişiliği, çalışmama duyduğu derin ilgi ve iç çatışmalarımı kavrayışı yanında bunlar bahsetmeye bile değmezdi.

Yazmak hiçbir zaman kolay gelmemiştir bana; üstelik kalkıştığım iş sadece yazmaktan ibaret de değildi. Uzun zamandır unutulmuş geçmişimi yeniden yaşamak, hatırlamak istemediğim anıları bilinçaltının derinliklerinden kazıp çıkartmak demekti bu. Yaratıcı yeteneğimden duyduğum kuşkular, bunalımlar, hayal kırıklıkları demekti. Bu süreç boyunca cesareti, inancı ve yüreklendirici tutumuyla Demi, serüvenimin ilk yılında huzur ve esin verdi bana.

Hayatımı Yaşarken'in önündeki engelleri aşmakta pek çok vefalı dostun katkısı oldu; bu bakımdan kendimi çok talihli sayıyorum. Bir fon oluşturarak beni maddi kaygılardan kurtarmayı ilk akıl eden Peggy Guggenheim oldu. Öteki yoldaşlar ve dostlar da sınırlı imkânlarını zorlayarak hiç koşulsuz bana destek oldular. Genç Amerikalı dostlarımdan Miriam Lerner, Demi İngiltere'ye gitmek zorunda kalınca onun yerini aldı. Dorothy Marsh, Betty Markow ve Emmy Eckstein metnin önemli bir bölümünü daktiloya çekerken emeklerine sevgilerini de kattılar. Dünyanın en iyi yürekli ve açık elli adamı olan Arthur Leonard Ross, tükenmeyen bir gayretle hukuki temsilciliğimi ve danışmanlığımı üstlendi. Böyle dostların hakkı ödenebilir mi?

Ya Saşa? Metnin redaksiyonuna başladığımızda yeniden kuşkular yakama yapıştı. Onu kendi bakış açımdan anlatmama tepki göstereceğinden korkuyordum. "Yeterince tarafsız kalabilecek mi? Nesnel yaklaşması mümkün mü?" diye soruyordum kendi kendime. Hikâyemin başlıca kişilerinden biri olmasına rağmen şaşılacak kadar tarafsız olduğunu gördüm. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi Saşa'yla on sekiz ay boyunca baş başa çalıştık. Elbette eleştirilerini esirgemeden, olgun ve anlayışlı bir tutum sergiledi. Kitaba Hayatımı Yaşarken (Living My Life) adını vermek de onun fikriydi.

Yaşadığım hayatı her şeyiyle, ister kısa, ister uzun süre bu hayata katılmış, sonra da çıkıp gitmiş olan insanlara borçluyum. Sevgileri kadar nefretleri de hayatımı yaşanası kıldı.

Hayatımı Yaşarken takdirimin ve şükranımın bir ifadesi hepsine.

 🌹

Bunu izleyen haftalar mutlu ve sakin geçti. Çokça beraber oluyor, kırlarda yürüyüşler yapıyor, opera ve konserleri izliyorduk. Yeniden birlikte kitap okumaya başladık. Ed, Racine'i, Corneille'i, Moliere'i anlamama yardımcı oldu. Sadece klasiklerden hoşlanıyordu. Zola ve çağdaşları itici geliyordu ona. Ben de gündüz evde yalnız kaldığım zamanlar kendimi modern edebiyata veriyor, konferanslarımla ilgili metinleri tasarlıyordum.

Tam bu hazırlıklar sırasında İspanya'dan, Montjuich cezaevinden işkence haberleri aldık. Çoğu sendikacı olan ve aralarında anarşistlerin de bulunduğu üç yüz kadın ve erkek Barcelona'da dinsel bir tören sırasında patlayan bir bombadan sorumlu tutularak 1896'da hapse atılmıştı. Tutuklular günlerce aç, susuz bırakılarak kırbaçlanmış, bedenleri kızgın demir çubuklarla dağlanmış; tüm dünya yeniden hortlayan bu engizisyon uygulamasından dehşete kapılmıştı. İtirafta bulunmaları için yapılan bu işkencelerde tutuklulardan birinin dili kopartılmıştı. Bazıları çıldırıp masum arkadaşlarına iftira atmış, onlar da hemen idam edilmişti. Bu vahşetin sorumlusu İspanya başbakanı Canovas del Castillo'ydu. Avrupa'da, Frankfurter Zeitung ve Paris'teki Intransigeant gibi liberal eğilimli gazeteler, bu on dokuzuncu yüzyıl engizisyonuna karşı halkı duyarlığa davet ediyordu. Avam Kamarası'nın, Reichstag'ın ve Temsilciler Meclisi'nin ilerici üyeleri Canovas'ın vahşetini durdurmak için eylem çağrısında bulunuyordu. Bir tek Amerika sessizliği sürdürüyordu. Radikal yayınların dışındaki basın, işbirlikçi bir suskunluk içindeydi. Arkadaşlarımla birlikte bu duvarı delmenin zorunlu olduğunun bilincindeydik. Ed, Justus, John Edelman ve Boston'dan gelen Harry Kelly ile görüş alış verişinde bulunduktan sonra, İtalyan ve İspanyol anarşistlerin katılımıyla kampanyamıza kitlesel bir mitingle başlamaya karar verdik. Ardından New York'taki İspanyol Konsolosluğu'nun önünde bir protesto gösterisinde bulunacaktık. Bu tasarılarımız duyulur duyulmaz gerici basın, "Kızıl Emma"nın (bu san bana Union Square mitinginden bu yana yakıştırılır olmuştu) engellenmesi için yetkilileri kışkırtmaya girişti. Toplantının yapılacağı akşam polis olağanüstü bir gövde gösterisiyle her yeri işgal etmiş bulunuyordu; öyle ki, konuşmacıların bir güvenlik görevlisine değmeden elini kolunu kıpırdatması bile imkânsızdı. Konuşma sıram geldiğinde, Montjuich'de kullanılan yöntemleri ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra, oradakileri İspanyol vahşetini kınamaya çağırdım.

İzleyicilerin heyecanı doruktaydı; sözlerim son bulurken bir alkış tufanı koptu. Alkışlar henüz dinmeden, salondan bir ses, "Bayan Goldman, Washington'daki İspanyol Büyük Elçiliği'nden ya da New York' taki heyetten birinin az önce açıklamış olduğunuz duruma misilleme olarak öldürülmesi gerektiğini düşünmez misiniz?" diye bağırdı. İçgüdüsel olarak soruyu soranın beni tuzağa düşürmek amacındaki bir hafiye olabileceği geçti aklımdan. Yanı başımdaki polislerde beni yakalamaya hazırlanıyormuşçasına bir kıpırdanma vardı. İzleyiciler gerilimli bir sessizlik içinde bekliyordu. Bir saniye duraladıktan sonra sakin ve net bir biçimde yanıtladım soruyu: "Hayır, Amerika'daki İspanyol temsilcilerden hiçbirinin öldürmeye değecek kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Ama şu anda İspanya'da olsaydım, Canovas del Castillo'yu öldürebilirdim."

Bunun üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra, Canovas del Castillo'nun Angiolillo adında bir anarşist tarafından vurularak öldürüldüğü haberi geldi. New York basını önde gelen anarşistlerin bu konudaki düşüncelerini almak, adamı tanıyıp tanımadıklarını öğrenmek için gerçek bir ava girişti. Gazeteciler gece gündüz demeden bir söyleşi yapabilmek için başımın etini yiyiyordu. Adamı tanıyor muydum? Onunla mektuplaşmış mıydım? Ona Canovas'ın öldürülmesi gerektiğini ima etmiş miydim? Onları hayal kırıklığına uğrattım ister istemez. Angiolillo'yu tanımıyordum ve onunla hiç mektuplaşmamıştım. Tek bildiğim bizler lâfazanlık ederken onun eyleme geçtiğiydi.

Angiolillo'nun Londra'da yaşadığını, arkadaşlarının onu duyarlı bir genç, müziğe ve kitaplara düşkün çalışkan bir öğrenci, özellikle bir şiir tutkunu olarak bildiklerini öğrendik. Montjuich işkenceleri aklından çıkmıyordu; Canovas'ı öldürmeye kararlıydı. İspanya'ya gitti; başbakanı parlamentoda bulacağını umuyordu. Oysa Canovas "yoğun devlet işlerinden" yorulmuş, dinlenmek üzere ünlü bir sayfiye olan Santa Agueda'daki villasına çekilmişti. Angiolillo hemen oraya gitti. Çok geçmeden yolda rastladı adama; ne var ki yanında karısı ve iki çocuğu vardı. Duruşmada, "Hemen oracıkta vurabilirdim onu," demişti. "Ancak masum bir kadının ve çocuklarının hayatlarını tehlikeye atmak istemedim. Canovas'tı hedefim. Montjuich'teki vahşetin sorumlusu oydu." Bunun üzerine Castillolar'ın villasına gitti. Kendini muhafazakâr bir İtalyan gazetesinin muhabiri olarak tanıttı. Başbakanla karşılaşır karşılaşmaz da onu tek kurşunla öldürdü. O anda içeri giren Bayan Canovas, Angioillo'nun üzerine yürüyerek ona bir tokat attı. "Kocanızı öldürmek değildi amacım," diye özür diledi Angiolillo, "Ben Montjuich'teki işkencelerden sorumlu devlet görevlisine ateş ettim."

Angiolillo'nun Attentat'ı ve dehşet verici ölümü 1892 Temmuzu'nda yaşadıklarımı yeniden hatırlattı bana. Saşa'nın çilesi beşinci yılını doldurmuştu. Benim de aynı kaderi paylaşmama ramak kalmıştı! –elli doların bulunamayışı Saşa'yla Pittsburgh'a gitmemi engellemişti– insan böyle bir tecrübenin yaratacağı ruhsal bunalımı ve acıyı tahmin edebilir miydi hiç? Ne var ki, Saşa'nın eyleminden aldığım ders, ödenen bedele değmişti. O zamandan beri, başka bazı devrimciler gibi, siyasal eylemleri sadece faydacılık yönünden ya da propaganda açısından değerlendirmekten vazgeçmiştim. İdealist bir insanı, çoğu zaman kendi hayatına mal olan bir şiddet eylemine iten iç güçler bana daha anlamlı gelmeye başlamıştı. Bu türden siyasal eylemlerin her birinin ardında, kolay etki altında kalan, çok duyarlı bir kişilik, çok soylu bir ruh olduğundan kuşkum yoktu artık. Böyle kimseler, insanlığın uğradığı büyük haksızlıklar ve yoksunluklar karşısında, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarını sürdüremezdi. Yeryüzündeki acımasızlığa ve haksızlığa karşı tepkileri, kaçınılmaz olarak, azap içindeki ruhlarını kurtaracak bir şiddet eylemi şeklinde ortaya çıkıyordu.

Providence'da birkaç kez olay çıkmadan konuşmuştum. Rhode Island hâlâ konuşma özgürlüğünün, eskiden olduğu gibi hiçbir kısıtlamaya uğramadığı az sayıda eyaletten biriydi. Binlerce izleyicinin katıldığı ilk iki mitingimiz başarılı geçmişti. Ancak polisin son toplantıyı baltalamaya kararlı olduğu anlaşıldı çok geçmeden. Arkadaşlarla toplantının yapılacağı alana geldiğimizde, Sosyalist İşçi Partisi'nden bir üye konuşma yapıyordu. Onu rahatsız etmemek için kürsüyü oldukça uzağına yerleştirdik. Eylemci bir işçi olan değerli yoldaşım John H. Cook, toplantıyı açarak sözü bana verdi. Tam konuşmaya başlayacakken, koşarak bize doğru gelen bir polis, "Kes sesini! Sus diyorum duymuyor musun! Yoksa kürsüden aşağı alırım seni!" diye bağırıp çağırmaya başladı. Konuşmaya devam ettim. Kalabalıktan bir ses, "Zorbaya pabuç bırakma – sen devam et!" diye yüreklendirdi beni. Bu sırada soluk soluğa kürsüye yetişen polis hırlayarak, "Sağır mısın nesin! Sus demedim mi sana? Yasalara karşı çıkmaya ne hakkın var?" dedi. Ben de, "Sen misin yasaların uygulayıcısı? Görevin yasaların gereklerini yerine getirmek; aksi değil. Bu eyaletin yasalarının bana özgür konuşma hakkı tanıdığını bilmiyor musun?" diye karşılık verdim. "Nah tanır, yasa benim anlamıyor musun?" deyince izleyiciler yuhalamaya ve dalga geçmeye başladı. Polis beni durduğum yerden aşağı çekmeye çalışıyordu. Kalabalık ise tehdit ediciydi ve etrafındaki çemberi giderek daraltıyordu. Tam o sırada polis düdüğünü çaldı. Alana bir devriye arabası daldı; çok sayıda polis coplarıyla sağa sola saldırarak kalabalığın üzerine doğru yürüdü. Yakama yapışmış olan polis, "Şu lanet olası anarşistleri uzaklaştırın burdan ki, kadını getireyim; tutukladım onu," derken itiş kakış polis otosuna götürülerek içeri tıkıldım.

Karakolda konuşmama hangi hakla engel olduklarını sordum. Kürsüde oturan çavuş, "Çünkü sen Emma Goldman'sın," diye cevap verdi. "Bu toplumda anarşistlere yer yok, anlamıyor musun?" Bu sözlerden sonra beni hücreye kapatmaları için emir verdi.

1893'ten beri ilk kez tutuklanıyordum. Ne var ki polisin pençesine düşme ihtimalini hiçbir zaman göz ardı etmediğimden hazırlıklıydım, toplantılara yanımda bir kitapla gitmeyi âdet edinmiştim. Eteklerimi topladım, yatak niyetine konmuş kereveti demir kapıdan sızan ışığa doğru itip üzerine çıktım, kitabımı açıp okumaya başladım. Bir süre sonra bitişikteki hücrede birinin inlediğini fark ettim. "Nen var? Hasta mısın?" diye sordum fısıltıyla. Bir kadın, "Çocuklarım... Anasız kaldı çocuklarım. Kim bakacak şimdi onlara? Kocam hasta! Ne olacak onun hali?" diyerek hıçkırıklar arasında yakınıyordu. Giderek feryatları yükseldi. Bir yerden, kadın gardiyanın, "Kes sesini ayyaş orospu!" diye bağırdığı duyuldu. Haykırışlar yavaşladı. Kadının, kafese kapatılmış bir hayvan gibi hücresinde ileri geri gidip geldiğini duyuyordum. Bir süre sonra, bana derdini açarsa, belki ona yardım edebileceğimi söyledim. En büyüğü on dört en küçüğü bir yaşında altı çocuğu vardı. Kocası on aydır hasta olduğundan çalışamıyordu. Çaresizlikten bir zamanlar çalıştığı bakkaldan bir somun ekmekle bir şişe süt çalarken yakalanmış, polise teslim edilmişti. Ailesinin telaşa kapılmaması için karanlık basmadan bırakılması için yalvarmıştı. Ne var ki polis karakola götürmekte direnmiş, eve bir haber iletmesine bile izin vermemişti. Akşam yemeğinden sonra karakola getirilmiş. Parasını öderse yemek verilebileceği söylenmiş, bütün gün ağzına bir şey koymamıştı; kaygıdan ve açlıktan bayılacak gibiydi ama parası da yoktu hiç.

Kapıya vurarak görevliyi çağırdım ve yemek istedim. On beş dakika sonra salam, yumurta, haşlanmış patates, ekmek, tereyağ ve kahveyle donatılmış bir tepsiyle geri geldi. Verdiğim iki dolardan on beş sent artmıştı. "Burdaki fiyatlara diyecek yok, doğrusu!" dedim. "Ne yani, aş ocağı mı sandın burayı kızım?" diye karşılık verdi. Keyfinin yerinde olduğunu anlayınca yemeğin bir kısmını komşuma vermesini rica ettim. Bunu kabul ettiyse de, "Adi bir hırsıza böyle bir ziyafet çekmek ancak avanakların harcıdır, " demekten geri kalmadı.

Sonraki gün komşum ve öteki sanıklarla birlikte yargıç önüne çıkarıldım. Kefaletle serbest bırakılacaktım ama istenen miktar hemen toplanamadığı için karakola geri gönderildim. Öğleden sonra birde, Vali'nin benimle görüşmek istediğini haber verdiler. İri cüssesi ve abullabut haliyle beni tutuklayan polisten pek farkı olmayan bu zat, Providence'a bir daha ayak basmamaya namusum üzerine yemin edersem beni serbest bırakacağını söyledi. "Dava açmayı gerektirecek bir suç işlemediğime göre, bu öneriniz göründüğü kadar cömert değilmiş gibi geliyor bana!" dedim. Asla bu türden bir söz vermeyeceğimi, ancak içini rahatlatacaksa eğer, bundan sonra bir dizi konferans vermek üzere California'ya gideceğimi söyledim. "Bu belki üç ay, belki de daha fazla sürer. Ne sizin ne de kentinizin, benden daha çok ayrı kalmaya dayanamayacağını biliyorum; onun için de tekrar gelmeye kararlıyım." Bunu duyan Vali ve yağcıları kahkahayı bastı; çok geçmeden serbest bırakıldım...

 

Max Stirner "Her sözcük boş laftır. En büyük boş laf Biricik'tir. Biricik ifade edilemeyendir."

 Max stirner.jpg

Neymiş benim üstlenmem gereken o bir sürü mesele? Öncelikle iyi meseleleri benimsemeliymişim, sonra Tanrı meselesini, insanlık, hakikat, özgürlük, insaniyet, adalet meselelerini; dahası halkımın, hükümdarımın, vatanımın meselelerini, ayrıca tin meselesini ve daha binlerce başka meseleyi... Bir tek Benim kendi meselem hiçbir zaman benim meselem olmamalıymış! "Tüh o egoiste! Yazıklar olsun, yalnızca kendini düşünene!

    ...Tanrısal şeyler Tanrı'nın meselesidir; insani şeyler ise insanın... Benim meselem ne tanrısaldır ne insani; hakikat, iyilik, adalet, özgürlük vs. de değildir, sadece ve sadece Benim olandır ve genel olmayıp tıpkı benim biricik olduğum gibi o da biriciktir.

    Benim için benden daha önemlisi yoktur!"

Benim Hiç’im gözle görünen, elle tutulan bir Varlıktır. Üstelik kırıcı olan bu Hiç, vakumu dolduracak kadar da yapıcıdır. Dünya benim dünyamdır, gerisi yalan. Hiçbir amacım yok benim, neredeyse bir bitki kadar yalın ve yaşam doluyum. Ancak benim bir mülkiyet düşkünü olduğumu sanmayın -bunu da ısrarla söylüyorum. Her düşkünlük beni tiksindirir. Meselemi Hiç’e bıraktığım için, hiçbir tutku umurumda değil. Ben tutkuların kölesi değil, efendisiyim. Beni var eden benim, çünkü benim nedenim benim. Kimse benden sorumlu değil ve kimseden’de ben sorumlu değilim. Bununla özgür olduğumu söylemiyorum, özgürlük kölelerin bir arzu ve tutkusudur, ben özgürlüğün nesnesi olacak kadar nesneci değilim. Özgürlük benimle birlikte doğdu ama ben başkaları gibi özgür olmaya mahkum değilim. Ben özgürlükten de arındım. Ben Biricik’im.

Hiçbir şey beni aşamaz.


Benim için Ben'in üstünde hiçbir şey yok.

 Sen kaçıksın be adam! Kafasında büyük şeyler ve tanrılar dünyası kuran ve kurduklarına da inanan sen, hayaletler ülkesi kurup kendini onlara karşı vazifelendiriyorsun, oysa o, sana el sallayan bir idealdir. Senin saplantın var!

 Tanrının da insanlığın da işi kendilerine dayanmaktadır, kendileridir. Benim meselem de benim. Tanrı gibi her şey ve hiçim, biriciğim.