01 Temmuz 2021

Emma Goldman - Hayatımı Yaşarken

Cilt I   Çeviri: Beril Eyüboğlu Cilt II Çeviri: Emine Özkaya
 
Anılarımı yazmam konusunda çevremden gelen ısrarlar daha hayata henüz adım atmışken başlamış ve yıllarca sürmüştü. Ne var ki ben o zamanlar bu ısrarları hiç önemsemedim. Hayatımı dolu dizgin yaşarken yazmaya ne gerek vardı? Ayak dirememin bir başka nedeni de, fırtınanın orta yerindeyken yazmanın doğru olmayacağı düşüncesinde olmamdı. Arkadaşlarıma, "Değerli bir hayat hikâyesi ancak hayattaki trajedilerin de, komedilerin de tarafsız ve hiçbir şeye –özellikle de kişinin kendi hayatına– bağlı olmaksızın görülebildiği olgun bir yaşa erişildiğinde yazılabilir," diyordum. İlerleyen yaşıma rağmen kendimi hâlâ genç hissettiğimden, böyle bir işi yüklenmek için kendimi yeterli görmüyordum. Üstelik bu yoğunluktaki bir çalışma için gerekli zamanı bulmak da kolay değildi benim için.

Avrupa'daki zorunlu eylemsizlik yıllarım bana okumak için bol zaman sağladı; bu arada çok sayıda biyografi ve otobiyografi okudum. Eskiden düşündüğümün aksine, yaşlılığın, zihni kemale erdirip olgunlaştıracak yerde, çoğu zaman tehlikeli ölçüde bunaklık, dar kafalılık ve nefret getirdiğini gördüm hayretle. Böyle bir felaketi göze alamazdım; bu yüzden ciddi ciddi hayatımın hikâyesini yazmayı düşünmeye başladım.

Karşıma çıkan en büyük engel, çalışmam için gerekli tarihsel bilgilerin elimin altında bulunmayışıydı. Birleşik Devletler'deki otuz beş yıllık hayatımda toplamış olduğum ne kadar kitap, mektup ve benzeri malzeme varsa, Adalet Bakanlığı korsanlarınca bir daha geri verilmemek üzere gasp edilmişti. On iki yıl boyunca yayınlamış olduğum Mother Earth dergisinin kendime ait ciltlerinden bile yoksundum. Nasıl çözeceğimi bilemediğim bir sorunla karşı karşıyaydım. Ne var ki kılı kırk yaran kişiliğim yüzünden, hayatımda sık sık dağları yerinden oynatmış olan dostluğun sihirli gücünü göz ardı etmiş olduğumu fark ettim çok geçmeden. Vefalı dostlarım Leonard D. Abbott, Agnes Inglis, W. S. Van Valkenburgh ve başkaları kuşkularımdan dolayı utandırdılar beni. Radikal ve devrimci yayınlar açısından Amerika'nın en zengin kütüphanesi olan Detroit'teki Labadie'nin kurucusu Agnes her zaman olduğu gibi imdadıma yetişti. Leonard payına düşeni yapmaktan geri kalmadı, Van da boş zamanlarını benim için araştırma yapmaya adadı.

Avrupa'yla ilgili belgeler konusunda saflarımızın en değerli tarihçilerinden Max Nettlau ile Rudolf Rocker'a başvurabileceğimi biliyordum. Böyle sağlam bir ekip kurduktan sonra kaygı duymaya gerek yoktu artık.

Gene de içimi kemiren bir şey vardı. Özel hayatımın atmosferini yaratmamı sağlayacak gerekli malzemeden yoksundum: Zamanında duygularımı alt üst eden irili ufaklı hadiseleri neye dayanarak yansıtacaktım? Mektup yazmak bende iflah olmaz bir alışkanlıktı; yazmış olduğum dağ gibi mektuplar sayesinde bu sorun da çözüldü. Sevgili Alexander Berkman, nam-ı diğer Saşa ve öteki dostlarım kendimi bu şekilde ifade etme eğilimimden ötürü her zaman benimle dalga geçerlerdi. Beni ödüllendiren iffetim değil günahlarım oldu; geçmiş günlerin, çok ihtiyaç duyduğum hakiki havasını bu mektuplardaki içtenliğim sağladı. Ben Reitman, Ben Capes, Jacob Margolis, Agnes Inglis, Harry Weinberger, Van, romantik hayranım Leon Bass ve daha pek çok dost mektuplarımı geri istememi olumlu karşıladılar. Yeğenim Stella Ballantine, Missouri Cezaevi'nde tutukluyken ona yazdığım ne varsa korumuştu. Rusya'yla ilgili yazışmalarımı da gene Stella ile sevgili dostum M. Eleanor Fitzgerald saklamıştı. Uzun sözün kısası, çok geçmeden hislerimi coşkunlukla döktüğüm binin üstünde mektup bana geri döndü. İtiraf etmeliyim ki, insan ancak mahrem yazışmalarda duygularını hiç saklamadan açıkladığı için, içlerinden birçoğunu yeniden okumak çok acı verdi bana. Ama girişeceğim iş için değerleri paha biçilmezdi.

Böylece donanmış olarak, sekreterliğimi üstlenen Emily Holmes Coleman'la birlikte, Fransa'nın güneyinde şirin bir balıkçı köyü olan Saint-Tropez'in yolunu tuttum. Yakınları tarafından Demi diye anılan sekreterim, yanardağ mizaçlı vahşi bir orman perisi olmanın yanı sıra asla art niyet ve kin beslemeyen sevecen bir kadındı. Sonsuz hayal gücü ve duyarlılığıyla bir şairdi aslında. Doğuştan isyankâr ve anarşist olduğu halde benim düşünce dünyam ona yabancıydı. Tartışırken öfkeden gözlerimiz kararır, sık sık birimiz ötekinin hayatının Saint-Tropez körfezinde son bulacağı hayalini kurardı. Ancak çekici kişiliği, çalışmama duyduğu derin ilgi ve iç çatışmalarımı kavrayışı yanında bunlar bahsetmeye bile değmezdi.

Yazmak hiçbir zaman kolay gelmemiştir bana; üstelik kalkıştığım iş sadece yazmaktan ibaret de değildi. Uzun zamandır unutulmuş geçmişimi yeniden yaşamak, hatırlamak istemediğim anıları bilinçaltının derinliklerinden kazıp çıkartmak demekti bu. Yaratıcı yeteneğimden duyduğum kuşkular, bunalımlar, hayal kırıklıkları demekti. Bu süreç boyunca cesareti, inancı ve yüreklendirici tutumuyla Demi, serüvenimin ilk yılında huzur ve esin verdi bana.

Hayatımı Yaşarken'in önündeki engelleri aşmakta pek çok vefalı dostun katkısı oldu; bu bakımdan kendimi çok talihli sayıyorum. Bir fon oluşturarak beni maddi kaygılardan kurtarmayı ilk akıl eden Peggy Guggenheim oldu. Öteki yoldaşlar ve dostlar da sınırlı imkânlarını zorlayarak hiç koşulsuz bana destek oldular. Genç Amerikalı dostlarımdan Miriam Lerner, Demi İngiltere'ye gitmek zorunda kalınca onun yerini aldı. Dorothy Marsh, Betty Markow ve Emmy Eckstein metnin önemli bir bölümünü daktiloya çekerken emeklerine sevgilerini de kattılar. Dünyanın en iyi yürekli ve açık elli adamı olan Arthur Leonard Ross, tükenmeyen bir gayretle hukuki temsilciliğimi ve danışmanlığımı üstlendi. Böyle dostların hakkı ödenebilir mi?

Ya Saşa? Metnin redaksiyonuna başladığımızda yeniden kuşkular yakama yapıştı. Onu kendi bakış açımdan anlatmama tepki göstereceğinden korkuyordum. "Yeterince tarafsız kalabilecek mi? Nesnel yaklaşması mümkün mü?" diye soruyordum kendi kendime. Hikâyemin başlıca kişilerinden biri olmasına rağmen şaşılacak kadar tarafsız olduğunu gördüm. Tıpkı eski günlerde olduğu gibi Saşa'yla on sekiz ay boyunca baş başa çalıştık. Elbette eleştirilerini esirgemeden, olgun ve anlayışlı bir tutum sergiledi. Kitaba Hayatımı Yaşarken (Living My Life) adını vermek de onun fikriydi.

Yaşadığım hayatı her şeyiyle, ister kısa, ister uzun süre bu hayata katılmış, sonra da çıkıp gitmiş olan insanlara borçluyum. Sevgileri kadar nefretleri de hayatımı yaşanası kıldı.

Hayatımı Yaşarken takdirimin ve şükranımın bir ifadesi hepsine.

 🌹

Bunu izleyen haftalar mutlu ve sakin geçti. Çokça beraber oluyor, kırlarda yürüyüşler yapıyor, opera ve konserleri izliyorduk. Yeniden birlikte kitap okumaya başladık. Ed, Racine'i, Corneille'i, Moliere'i anlamama yardımcı oldu. Sadece klasiklerden hoşlanıyordu. Zola ve çağdaşları itici geliyordu ona. Ben de gündüz evde yalnız kaldığım zamanlar kendimi modern edebiyata veriyor, konferanslarımla ilgili metinleri tasarlıyordum.

Tam bu hazırlıklar sırasında İspanya'dan, Montjuich cezaevinden işkence haberleri aldık. Çoğu sendikacı olan ve aralarında anarşistlerin de bulunduğu üç yüz kadın ve erkek Barcelona'da dinsel bir tören sırasında patlayan bir bombadan sorumlu tutularak 1896'da hapse atılmıştı. Tutuklular günlerce aç, susuz bırakılarak kırbaçlanmış, bedenleri kızgın demir çubuklarla dağlanmış; tüm dünya yeniden hortlayan bu engizisyon uygulamasından dehşete kapılmıştı. İtirafta bulunmaları için yapılan bu işkencelerde tutuklulardan birinin dili kopartılmıştı. Bazıları çıldırıp masum arkadaşlarına iftira atmış, onlar da hemen idam edilmişti. Bu vahşetin sorumlusu İspanya başbakanı Canovas del Castillo'ydu. Avrupa'da, Frankfurter Zeitung ve Paris'teki Intransigeant gibi liberal eğilimli gazeteler, bu on dokuzuncu yüzyıl engizisyonuna karşı halkı duyarlığa davet ediyordu. Avam Kamarası'nın, Reichstag'ın ve Temsilciler Meclisi'nin ilerici üyeleri Canovas'ın vahşetini durdurmak için eylem çağrısında bulunuyordu. Bir tek Amerika sessizliği sürdürüyordu. Radikal yayınların dışındaki basın, işbirlikçi bir suskunluk içindeydi. Arkadaşlarımla birlikte bu duvarı delmenin zorunlu olduğunun bilincindeydik. Ed, Justus, John Edelman ve Boston'dan gelen Harry Kelly ile görüş alış verişinde bulunduktan sonra, İtalyan ve İspanyol anarşistlerin katılımıyla kampanyamıza kitlesel bir mitingle başlamaya karar verdik. Ardından New York'taki İspanyol Konsolosluğu'nun önünde bir protesto gösterisinde bulunacaktık. Bu tasarılarımız duyulur duyulmaz gerici basın, "Kızıl Emma"nın (bu san bana Union Square mitinginden bu yana yakıştırılır olmuştu) engellenmesi için yetkilileri kışkırtmaya girişti. Toplantının yapılacağı akşam polis olağanüstü bir gövde gösterisiyle her yeri işgal etmiş bulunuyordu; öyle ki, konuşmacıların bir güvenlik görevlisine değmeden elini kolunu kıpırdatması bile imkânsızdı. Konuşma sıram geldiğinde, Montjuich'de kullanılan yöntemleri ayrıntılı bir biçimde anlattıktan sonra, oradakileri İspanyol vahşetini kınamaya çağırdım.

İzleyicilerin heyecanı doruktaydı; sözlerim son bulurken bir alkış tufanı koptu. Alkışlar henüz dinmeden, salondan bir ses, "Bayan Goldman, Washington'daki İspanyol Büyük Elçiliği'nden ya da New York' taki heyetten birinin az önce açıklamış olduğunuz duruma misilleme olarak öldürülmesi gerektiğini düşünmez misiniz?" diye bağırdı. İçgüdüsel olarak soruyu soranın beni tuzağa düşürmek amacındaki bir hafiye olabileceği geçti aklımdan. Yanı başımdaki polislerde beni yakalamaya hazırlanıyormuşçasına bir kıpırdanma vardı. İzleyiciler gerilimli bir sessizlik içinde bekliyordu. Bir saniye duraladıktan sonra sakin ve net bir biçimde yanıtladım soruyu: "Hayır, Amerika'daki İspanyol temsilcilerden hiçbirinin öldürmeye değecek kadar önemli olduğunu düşünmüyorum. Ama şu anda İspanya'da olsaydım, Canovas del Castillo'yu öldürebilirdim."

Bunun üzerinden birkaç hafta geçtikten sonra, Canovas del Castillo'nun Angiolillo adında bir anarşist tarafından vurularak öldürüldüğü haberi geldi. New York basını önde gelen anarşistlerin bu konudaki düşüncelerini almak, adamı tanıyıp tanımadıklarını öğrenmek için gerçek bir ava girişti. Gazeteciler gece gündüz demeden bir söyleşi yapabilmek için başımın etini yiyiyordu. Adamı tanıyor muydum? Onunla mektuplaşmış mıydım? Ona Canovas'ın öldürülmesi gerektiğini ima etmiş miydim? Onları hayal kırıklığına uğrattım ister istemez. Angiolillo'yu tanımıyordum ve onunla hiç mektuplaşmamıştım. Tek bildiğim bizler lâfazanlık ederken onun eyleme geçtiğiydi.

Angiolillo'nun Londra'da yaşadığını, arkadaşlarının onu duyarlı bir genç, müziğe ve kitaplara düşkün çalışkan bir öğrenci, özellikle bir şiir tutkunu olarak bildiklerini öğrendik. Montjuich işkenceleri aklından çıkmıyordu; Canovas'ı öldürmeye kararlıydı. İspanya'ya gitti; başbakanı parlamentoda bulacağını umuyordu. Oysa Canovas "yoğun devlet işlerinden" yorulmuş, dinlenmek üzere ünlü bir sayfiye olan Santa Agueda'daki villasına çekilmişti. Angiolillo hemen oraya gitti. Çok geçmeden yolda rastladı adama; ne var ki yanında karısı ve iki çocuğu vardı. Duruşmada, "Hemen oracıkta vurabilirdim onu," demişti. "Ancak masum bir kadının ve çocuklarının hayatlarını tehlikeye atmak istemedim. Canovas'tı hedefim. Montjuich'teki vahşetin sorumlusu oydu." Bunun üzerine Castillolar'ın villasına gitti. Kendini muhafazakâr bir İtalyan gazetesinin muhabiri olarak tanıttı. Başbakanla karşılaşır karşılaşmaz da onu tek kurşunla öldürdü. O anda içeri giren Bayan Canovas, Angioillo'nun üzerine yürüyerek ona bir tokat attı. "Kocanızı öldürmek değildi amacım," diye özür diledi Angiolillo, "Ben Montjuich'teki işkencelerden sorumlu devlet görevlisine ateş ettim."

Angiolillo'nun Attentat'ı ve dehşet verici ölümü 1892 Temmuzu'nda yaşadıklarımı yeniden hatırlattı bana. Saşa'nın çilesi beşinci yılını doldurmuştu. Benim de aynı kaderi paylaşmama ramak kalmıştı! –elli doların bulunamayışı Saşa'yla Pittsburgh'a gitmemi engellemişti– insan böyle bir tecrübenin yaratacağı ruhsal bunalımı ve acıyı tahmin edebilir miydi hiç? Ne var ki, Saşa'nın eyleminden aldığım ders, ödenen bedele değmişti. O zamandan beri, başka bazı devrimciler gibi, siyasal eylemleri sadece faydacılık yönünden ya da propaganda açısından değerlendirmekten vazgeçmiştim. İdealist bir insanı, çoğu zaman kendi hayatına mal olan bir şiddet eylemine iten iç güçler bana daha anlamlı gelmeye başlamıştı. Bu türden siyasal eylemlerin her birinin ardında, kolay etki altında kalan, çok duyarlı bir kişilik, çok soylu bir ruh olduğundan kuşkum yoktu artık. Böyle kimseler, insanlığın uğradığı büyük haksızlıklar ve yoksunluklar karşısında, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarını sürdüremezdi. Yeryüzündeki acımasızlığa ve haksızlığa karşı tepkileri, kaçınılmaz olarak, azap içindeki ruhlarını kurtaracak bir şiddet eylemi şeklinde ortaya çıkıyordu.

Providence'da birkaç kez olay çıkmadan konuşmuştum. Rhode Island hâlâ konuşma özgürlüğünün, eskiden olduğu gibi hiçbir kısıtlamaya uğramadığı az sayıda eyaletten biriydi. Binlerce izleyicinin katıldığı ilk iki mitingimiz başarılı geçmişti. Ancak polisin son toplantıyı baltalamaya kararlı olduğu anlaşıldı çok geçmeden. Arkadaşlarla toplantının yapılacağı alana geldiğimizde, Sosyalist İşçi Partisi'nden bir üye konuşma yapıyordu. Onu rahatsız etmemek için kürsüyü oldukça uzağına yerleştirdik. Eylemci bir işçi olan değerli yoldaşım John H. Cook, toplantıyı açarak sözü bana verdi. Tam konuşmaya başlayacakken, koşarak bize doğru gelen bir polis, "Kes sesini! Sus diyorum duymuyor musun! Yoksa kürsüden aşağı alırım seni!" diye bağırıp çağırmaya başladı. Konuşmaya devam ettim. Kalabalıktan bir ses, "Zorbaya pabuç bırakma – sen devam et!" diye yüreklendirdi beni. Bu sırada soluk soluğa kürsüye yetişen polis hırlayarak, "Sağır mısın nesin! Sus demedim mi sana? Yasalara karşı çıkmaya ne hakkın var?" dedi. Ben de, "Sen misin yasaların uygulayıcısı? Görevin yasaların gereklerini yerine getirmek; aksi değil. Bu eyaletin yasalarının bana özgür konuşma hakkı tanıdığını bilmiyor musun?" diye karşılık verdim. "Nah tanır, yasa benim anlamıyor musun?" deyince izleyiciler yuhalamaya ve dalga geçmeye başladı. Polis beni durduğum yerden aşağı çekmeye çalışıyordu. Kalabalık ise tehdit ediciydi ve etrafındaki çemberi giderek daraltıyordu. Tam o sırada polis düdüğünü çaldı. Alana bir devriye arabası daldı; çok sayıda polis coplarıyla sağa sola saldırarak kalabalığın üzerine doğru yürüdü. Yakama yapışmış olan polis, "Şu lanet olası anarşistleri uzaklaştırın burdan ki, kadını getireyim; tutukladım onu," derken itiş kakış polis otosuna götürülerek içeri tıkıldım.

Karakolda konuşmama hangi hakla engel olduklarını sordum. Kürsüde oturan çavuş, "Çünkü sen Emma Goldman'sın," diye cevap verdi. "Bu toplumda anarşistlere yer yok, anlamıyor musun?" Bu sözlerden sonra beni hücreye kapatmaları için emir verdi.

1893'ten beri ilk kez tutuklanıyordum. Ne var ki polisin pençesine düşme ihtimalini hiçbir zaman göz ardı etmediğimden hazırlıklıydım, toplantılara yanımda bir kitapla gitmeyi âdet edinmiştim. Eteklerimi topladım, yatak niyetine konmuş kereveti demir kapıdan sızan ışığa doğru itip üzerine çıktım, kitabımı açıp okumaya başladım. Bir süre sonra bitişikteki hücrede birinin inlediğini fark ettim. "Nen var? Hasta mısın?" diye sordum fısıltıyla. Bir kadın, "Çocuklarım... Anasız kaldı çocuklarım. Kim bakacak şimdi onlara? Kocam hasta! Ne olacak onun hali?" diyerek hıçkırıklar arasında yakınıyordu. Giderek feryatları yükseldi. Bir yerden, kadın gardiyanın, "Kes sesini ayyaş orospu!" diye bağırdığı duyuldu. Haykırışlar yavaşladı. Kadının, kafese kapatılmış bir hayvan gibi hücresinde ileri geri gidip geldiğini duyuyordum. Bir süre sonra, bana derdini açarsa, belki ona yardım edebileceğimi söyledim. En büyüğü on dört en küçüğü bir yaşında altı çocuğu vardı. Kocası on aydır hasta olduğundan çalışamıyordu. Çaresizlikten bir zamanlar çalıştığı bakkaldan bir somun ekmekle bir şişe süt çalarken yakalanmış, polise teslim edilmişti. Ailesinin telaşa kapılmaması için karanlık basmadan bırakılması için yalvarmıştı. Ne var ki polis karakola götürmekte direnmiş, eve bir haber iletmesine bile izin vermemişti. Akşam yemeğinden sonra karakola getirilmiş. Parasını öderse yemek verilebileceği söylenmiş, bütün gün ağzına bir şey koymamıştı; kaygıdan ve açlıktan bayılacak gibiydi ama parası da yoktu hiç.

Kapıya vurarak görevliyi çağırdım ve yemek istedim. On beş dakika sonra salam, yumurta, haşlanmış patates, ekmek, tereyağ ve kahveyle donatılmış bir tepsiyle geri geldi. Verdiğim iki dolardan on beş sent artmıştı. "Burdaki fiyatlara diyecek yok, doğrusu!" dedim. "Ne yani, aş ocağı mı sandın burayı kızım?" diye karşılık verdi. Keyfinin yerinde olduğunu anlayınca yemeğin bir kısmını komşuma vermesini rica ettim. Bunu kabul ettiyse de, "Adi bir hırsıza böyle bir ziyafet çekmek ancak avanakların harcıdır, " demekten geri kalmadı.

Sonraki gün komşum ve öteki sanıklarla birlikte yargıç önüne çıkarıldım. Kefaletle serbest bırakılacaktım ama istenen miktar hemen toplanamadığı için karakola geri gönderildim. Öğleden sonra birde, Vali'nin benimle görüşmek istediğini haber verdiler. İri cüssesi ve abullabut haliyle beni tutuklayan polisten pek farkı olmayan bu zat, Providence'a bir daha ayak basmamaya namusum üzerine yemin edersem beni serbest bırakacağını söyledi. "Dava açmayı gerektirecek bir suç işlemediğime göre, bu öneriniz göründüğü kadar cömert değilmiş gibi geliyor bana!" dedim. Asla bu türden bir söz vermeyeceğimi, ancak içini rahatlatacaksa eğer, bundan sonra bir dizi konferans vermek üzere California'ya gideceğimi söyledim. "Bu belki üç ay, belki de daha fazla sürer. Ne sizin ne de kentinizin, benden daha çok ayrı kalmaya dayanamayacağını biliyorum; onun için de tekrar gelmeye kararlıyım." Bunu duyan Vali ve yağcıları kahkahayı bastı; çok geçmeden serbest bırakıldım...