Doğal kanun, doğanın tüm insanlara belirttiği şeydir. Çocuklarınızı yetiştirirsiniz: Onlar size bir baba ve onlara hayırda bulunan kişiler olarak müteşekkir olurlar. Sizler kendi ellerinizle ekip-biçtiğiniz toprakta yetiştirdikleriniz üzerinde haklara sahipsiniz. Size bir söz vaad edilmiş, onu almışsınız ve ona sahip olmalısınız.
İnsan hakları, her koşulda doğal hukuka dayanmak zorundadır ve her yerde, her ikisinin de en büyük ve evrensel ilkesi “Sana yapılmasını istemediğin şeyleri başkasına yapma”dır. Bu günlerde, bu ilkeyi göz önüne aldığımızda, insanların diğerlerine “Benim inandığım gibi inan, inanmazsan seni öldürürüm” diyebilmesini anlamak çok zordur. Bu, insanların Portekiz, İspanya ve Goa’da söyledikleri şeydir. Diğer bazı ülkelerde, şu şekilde şeyler söylemekten hoşnut olanlar vardır: “Benim inandığım gibi inan yoksa senden nefret edeceğim; ya inan ya da elimden geldiği kadar sana zarar veririm. Sizi gidi canavarlar! Benim dinimden değilsiniz; öyleyse dinsizsiniz. Sizler komşularınız için, kasabanız için ve şehriniz için nefret uyandıran kişilersiniz”.
Bu şekilde davranılarak insan haklarına sahip olunsaydı Japonlar Çinlilerden iğrenmezdi; Çinliler Siyamlılardan nefret etmezdi; onlar Hint yerlilerini def eden Gang halkını sürmezdi; bir Moğol karşı karşıya kaldığı ilk Malabar’lının kalbini söküp atmazdı; Malabar’lılar Türkleri katleden İranlıları katletmezdi ve bunların üçü birlikte kıtlıktan çıkmış gibi birbirlerini yiyip bitiren Hıristiyanların üzerine saldırmazdı.
Bu nedenle, hoşgörüsüzlük hukuku son derece saçma ve barbarcadır. Kaplanların hukukudur; ancak, daha fazla dehşet vericidir zira kaplanlar sadece yemek için öldürürler biz ise birbirimizi paragraflar için yok ediyoruz.
75’inci yaşını kutlayan piyanist İdil Biret, repertuvarındaki 130’a
yakın konçerto, yayımlanmış 125 CD, olağanüstü hafızası ve çalışma
azmiyle müzik dünyasının fenomenlerinden. Hep ileriye bakıyor, hayatında
geçmişe dair pişmanlıklara yer vermiyor. Chopin, Beethoven, Brahms,
Liszt, Rahmaninof, Schumann’ın ardından geçen ay külliyat serisinin
sonuncusu yayımlandı: Bach/Mozart kayıtları 12 CD ve belgesel DVD’sinden
oluşuyor. Biret “Bir parçayı defalarca baştan çalabilir, yani başa
dönebilirsiniz; belki bu yüzden geçen seneleri asla düşünmem” diyor.
Zaman kavramıyla ilişkiniz yıllar içinde nasıl gelişti, dönüştü?
– Geçen zamanın hiç farkında değilim. Halbuki müzik zamana bağlıdır.
Ancak bir parçayı defalarca baştan çalabilirsiniz; yani başa
dönebilirsiniz. Belki de bu yüzden geçen seneleri asla düşünmem. Bir
yerde yaşım yoktur. Her gün yeniden dünyaya gelirim. Çocukluğumda bir
söyleşi sırasında yaşımı soran gazeteci beye 100 yaşında olduğumu
söylediğimde adamcağız bu kelimelerdeki derin anlamı bulmaya çalışmıştı.
Aslında 100, 25, 12 veya 3 benim kafamda hep aynıydı, bunu anlatmaya
çalışmıştım. Yaş kompartmanına insanları zorla koymak kanımca çok
kısıtlayıcı. Maalesef moda olan bir davranış.
75’inci Yaş konserleri organizasyonu ve katılımıyla,
orkestralarımızdan müzikseverlerimize Türkiye’nin size saygı selamı
gibiydi. Bu vesileyle sormak istiyorum: Türkiye’de sizi bugüne kadar en
mutlu eden jest, en çok üzen tavır neydi?
-Çok keyifli ve güzel bir sene geçirdim. İlham verici ve duygulandırıcı
da… Üstünlük nitelemelerinden hep kaçınmışımdır. Bu yüzden “en”le ilgili
konudan bahsetmeyeceğim. Ancak ülkemizde kaliteli sanatçıların giderek
çoğalması beni ne kadar mutlu ediyorsa, onların karşılaştığı giderek
artan ilgisizlikten kaygı ve üzüntü duyuyorum.
Bestelerim hâlâ çekmecede
Kompozisyon ve orkestra şefliği öğrenimi de almıştınız, fakat
bu alanlardaki çalışmalarınızı görmedik. Bestelerinizi ortaya
çıkarmayı, orkestra yönetmeyi düşünüyor musunuz; doğaçlamalardan oluşan
resitalleri sürdürecek misiniz?
– Bestelerimi yeterince ilginç bulmadığımdan çıkarmıyorum. Ama yine de
çalışmaya devam ediyorum. Doğaçlama yapmayı hep sevmişimdir. 20. yy’ın
ortalarına kadar, emprovizasyon hakiki müzik istidatı olan her
müzisyenin vazgeçilmez uğraşıydı. Büyük bestecilerin hepsi olağanüstü
doğaçlama yeteneğine sahipti. Örneğin genç Beethoven’in eserlerinin,
yaptığı emprovizasyonların yanında sönük kaldığı söylenir. Hocam Wilhelm
Kempff, 11 yaşında verdiği ilk resitalin son parçasının dinleyiciler
tarafından kendisine verilen bir tema üzerine emprovize ettiği
çeşitlemeler ve füg’den oluştuğunu anılarında anlatır. Ne yazık ki 20.
yy’da doğaçlama yapmak eski önemini kaybetti. Bu asrın sonlarına doğru
caz müzisyenlerinin etkisiyle doğaçlama daha serbest bir şekilde
yapılarak tekrar canlandı. Şimdi daha fazla kısa parçalardan oluşan
emprovizasyonlara rastlanıyor. Günümüzde bir piyanistin belirli klasik
formları kullanarak güçlü bir yapıt emprovize etmesinin çok ilgi
çekeceğini sanmıyorum. Belli de olmaz…
Birçok “ilk”e imza attınız, en çok hangisi size gurur veriyor?
– Gurur duymak aklımın köşesinden bile geçmez. Ben bir plak projesini
bitirince, hiçbir zaman ona geri dönmem. Yeni kayıtlarımı düşünerek,
planlar yaparım. Yine de birkaç önemli etaptan bahsetmem lazım gelirse,
aklıma ilk başta Beethoven’in Liszt tarafından piyanoya uygulanan 9
senfonisi kayıtlarım, Chopin’in tüm eserlerini kapsayan 15 CD ve
Boulez’in üç sonatının bulunduğu kayıttan bahsedebilirim.
“İdil Biret 100” serisindeki son külliyatın Bach/Mozart’a
ayrılmasının, yıllar sonra tekrar Bach’a dönüşünüzün, serinin son
CD’sinde ise sadece Schubert’e yer vermenizin özel nedeni var mı?
– Bach her zaman yaşamımda büyük rol oynadı. Bir aralık o devirde
yapılan süslemeler barok müzik uzmanları arasında şiddetli münakaşalara
sebep oldu. Bir yerde müziğin yorumundan fazla süslemelerin doğru veya
yanlış yapılmasına odaklanıldı. Ben de bu yüzden programlarımda ancak
piyano için bestelenmiş eserlere yer vermeye karar verdim. Seneler
geçtikçe barok süslemelerle ilgili polemik hızından biraz kaybetti. Ben
de bu çok sevdiğim eserleri kaydetmeye karar verdim.
Schubert’in bestelerine eşsiz liedleri ve oda müziğine hayranım.
Dinleyici olarak ilham dolu oda müziği eserleri daima tercihimdir.
Empromptüler, “müzikal anlar” ve bazı dört el için yazılmış nefis
eserlerinin dışında Schubert’in piyano müziği nedense beni pek çekmez.
Bu dahi kompozitör özellikle sonatlarında piyanonun bütün imkanlarını
kullanmaz. Büyük blokları andıran akorlarla mücadele eden piyanist
tınısının sertleşmemesi için epey uğraşır. Anlatılana göre besteci
Wanderer Fantezisi’ni yazarken çok kez içinden duyduğunu
gerçekleştirememenin çaresizliği içinde hiddetle çalışmayı bırakırmış.
Böyle bir olayın piyanoyu tümüyle ehlileştiren, örneğin Liszt gibi bir
bestecinin başına gelebileceğini düşünemiyorum. Kanımca Liszt’in
Schubert’in lied’lerinden yaptığı derleme ilham ve klavye bilgisini
birleştiren, piyano repertuvarının en güzel ve başarılı sentezlerinden
biridir.
125 CD’ye rağmen bugüne kadar seslendiremediğiniz için üzüldüğünüz, haksızlık ettiğinizi düşündüğünüz besteci var mı?
– İlk aklıma gelen, fantezi dolu yazı tarzıyla arı müziğin birleştiği Haydn’ın birbirinden değişik, enfes sonatları.
Maraton konserler sansasyona dönüşmemeli
Biret, 2016’da New York’taki Carnegie Hall’da konser vermişti
Olağanüstü repertuvarınıza karşın çok nadiren maraton
konserler veriyorsunuz; geçen yıl İstanbul Festivali’ni resitallerle
açmıştınız; yakında yeni proje var mı?
– Bence hakiki maraton, örneğin bir seri resitalde piyano repertuvarının
en önemli eserlerini çalmaktır. Çocukluğumda Paris’te Artur Rubinstein
birkaç konserde 17 önemli piyano konçertosunu icra etmişti. İşte bunlar
maratondur. Ben de 1976’da Montpelier Festivali’nde 3 konserde 9
Beethoven senfonisini, aradaki boş günde de Liszt’in az bilinen
eserlerine ayrılmış biraz çılgın bir program çalmıştım. İki Brahms
konçertosunu da aynı konserde birkaç kez çaldım. Tek konserde Boulez’in
2’nci Sonatı’yla, Structures’ların ikinci kitabını La Rochelle çağdaş
müzik festivalinde icra etmiştim. Çok konsantrasyon ve güç ister maraton
tipi konserler. Asıl mesele icracıların işin sansasyon tarafını
dinleyicilere unutturup, hakiki müzik yapmalarıdır.
Defalarca seslendirdiğiniz eserleri bile her konser öncesinde
baştan çalıştığınıza göre, anılar da canlanıyor olmalı; en çok hangi
hocanızın sesi kulağınızda, hangi besteci omzunuzun başından ayrılmıyor?
– Rahmaninof’un icralarındaki mükemmeliyet ve çalışındaki asalet bana
her dinlediğimde hayranlık vermiştir. Scriabin’in son eserlerinde
kullandığı armonilere de yakınlığım vardır. Bach ise çocukluğumdan beri
yanımdadır.
Günde ortalama kaç saat çalışırsınız?
– Piyano başına oturmadan, notaları okuyarak da eser öğrenilebilir.
Ancak egzersiz için klavye şarttır. Lüzum olduğunda, özellikle plak
kaydında, günde 10 saat durmadan çalıştığım olmuştur.
Tanıştığınız büyük virtüözlerin ses dünyasından, kaybettiğimiz değerlerden neleri özlüyorsunuz?
– Eski büyük piyanistlerin her birinin kendine özgü bir tınısı var.
Kişilikleri belirgindi. Ayrıca legato (müzikal cümleleri birbirine bağlı
çalma) sanatına vakıftılar. Nüans yapmayı bilirlerdi. Günümüzde çok kez
olduğu gibi FFF’den (fortissimo, mümkün olan en yüksek sesle çalmak),
duyulmayan PPP’lere (pianissimo, mümkün olan en yumuşak çalış)
geçmezlerdi. Onlar için başta eserin anlamı önemliydi; çaldıkları
besteden faydalanıp, kendilerini ortaya çıkarmak değil…
Son 25 yılda yaşadığımız elektronik devrim sizce klasik müziğe neler getirdi, neler götürdü?
– Götürdüklerini şöyle sıralayabilirim: Bu teknoloji esasen pop müziği
için gerçekleştiğinden uzun zaman pianissimolar (pp ve ppp) analog
teknoloji kadar iyi kaydedilemedi. Sonraları teknoloji ilerledikçe daha
iyileşti. Burada çarpıcı bir örnek Magda Tagliaferro’nun 1955 kaydı
Saint-Saens’in 5. Konçertosu. LP kaydındaki ses kalitesi olağanüstü.
1990’larda yayımlanan CD transferi ise adeta başka bir kayıt. Bütün
incelikler, pianissimolar kaybolmuş. Ayrıca LP koleksiyonu yapmak büyük
bir zevkti. 1950’lerde yayımlanan plaklar, özellikle kutular birer sanat
eseriydi. Örneğin: Gieseking yorumuyla Mozart’ın tüm solo piyano
eserleri kutusu. İçindeki kitabın kalitesini, zarafetini anlatacak
kelime bulmak zor. O dönemdeki Angel (EMI) kayıtlarının Fransa’da
hazırlanan kapaklarının her biri ayrı güzellikteydi. Bu kalite LP
devrinde giderek azaldı. CD döneminde tekrar bir canlanma oldu, anlamlı
kutular yapıldı. Fakat MP3, internet, YouTube döneminde bu koleksiyon
yapma keyfi tamamen kayboldu. Müziğe erişim çok kolaylaştı Bu da bir
bakıma değer kaybına yol açtı. Dijital teknolojinin kazançlarına
gelince… Kayıt ve dağıtımı tekeline alıp oligopol oluşturan DG, EMI, RCA
Columbia/Sony gibi büyük firmaların müzik dünyası üzerindeki hakimiyeti
kırıldı. İstedikleri sanatçıyı yıldız yapan, diğerlerini önleyen düzen
yıkıldı. Değerli sanatçılar bu firmalara ihtiyaç olmadan kayıt yapma,
dinleyiciye ulaşma imkanı buldu. LP döneminde kolay bulunmayan 20. yy’ın
ilk yarısına ait efsane kayıtların hemen tamamı tekrar gün ışığına
çıktı. Internetten erişim kolaylaşınca, efsane kayıtları dinleyen genç
müzisyenler müziğin sadece büyük plak firmalarının kendilerine empoze
ettiği yeni yıldızların tekelinde olmadığını mukayese ederek görebildi.
Böylece, örneğin, 1960’larda büyük reklam kampanyalarıyla lanse edilen
piyanistlerin Chopin kayıtlarının 1930’lardaki Raoul von Koczalsky,
Ignaz Friedman, Artur Rubinstein gibi piyanistlerin efsane kayıtları
yanında ne kadar sönük kaldığı da görüldü. Gizlenen gerçekler ortaya
çıktı. Bunu anlayabilmek için Ignaz Friedman’ın kaydettiği Chopin’in Op.
55, No. 2 Noktürn icrasını, 1960 sonrası kayıtlarla mukayese etmek
yeterli.
Türkiye’de çağdaş müziğin yarınları adına size en çok umut veren gelişmeler, kişiler?
– Bu başlı başına bir söyleşi konusu olabilir ancak…
Kültür Bakanlığı’na ait tüm orkestraların kapatılması gündemde. Sizce klasik müziğimiz, kültürümüz bu darbeden sağ çıkabilir mi?
– İki yıl önce TÜRSAK gündeme geldiğinde Sabancı Üniversitesi’nde
yaptığım konuşmada bu konuya değinmiştim. Aynı şeyleri söyleyeceğim:
Tasarı gerçekleşirse Türkiye 90 yıl süren olağanüstü çaba ile geldiği bu
ileri noktadan Tanzimat Devri, hatta 3. Selim dönemi öncesine
dönebilecek, ülkemiz müzik festivallerimize davet edilen yabancı
orkestra, şef ve solistlerle yetinmek zorunda kalacak, giderek, müzisyen
ithal eden Basra Körfezi şeyhliklerine benzeyecektir.
100’üncü yaş için hayaliniz?
– İyi sıhhatte olup uğraşımı, yenilerini de katarak, devam ettirmek.
Kitaplar ve iyimserlik
Son okuduğunuz 3 kitap?
– Ce Que J’ai Voulu Taire (Sandor Marai), The Journal of a Tour To the
Hebrides with Samuel Johnson (James Boswell), Yeni Hümanistler (John
Brockhan derlemesi), Huzursuzluğun Kitabı (Fernando Pessoa).
Bir gence hayata atılmadan önce mutlaka okuması, dinlemesi gereken hangi 3 kitap ve 3 albümü önerirdiniz?
– İlyada ve Odysseia, Shakespeare’in oyunları, Goethe’nin Faust’u
(Birinci bölüm)… Müzik olarak Rahmaninov’un tüm kayıtları,
Furtwangler’in idare ettiği Wagner icraları (özellikle Tristian ve
Isolde), Pablo Casals yorumuyla Bach’ın solo çello için süitleri…
Bir gün gençliğimin o on yıllık dönemini kapsayan dokunaklı ve öğretici hayat hikayemi anlatacağım. Sanırım pek çok kişi de benimle aynı deneyimden geçti. Bütün ruhumla iyi bir insan olmayı arzuluyordum. Ama iyi bir insan olmanın peşinde koşmak için çok genç*, tutkulu ve yalnız, yapayalnızdım. Bu samimi arzumu, yani ahlaki bakımdan iyi bir insan olma arzumu her dile getirişimde aşağılanma ve alayla karşılaştım. Ne zaman adi ihtiraslara teslim oldum, o zaman insanlar beni övdüler ve teşvik ettiler.
Hırs, iktidar düşkünlüğü, açgözlülük, şehvet, kibir, öfke ve intikam – bunların hepsi saygı gören şeylerdi.
Bu hırslara teslim olarak ben de büyüklerim gibi oldum ve bu şekilde onların beni onayladıklarını hissettim.
Yanında kaldığım müşfik teyzem, ki kendisi insanların en hasıdır, bana daima benim için hayatta evlenmemden daha çok istediği bir şeyin olmadığını söylerdi. ‘Rien ne [orme un juene homme, comme une liaison avec une [emme comme il [aut’: (Hiçbir şey bir erkeğin kişiliğini iyi aile terbiyesi almış bir kadınla kuracağı yakınlık kadar geliştiremez.) Teyzemin benim için dilediği bir başka mutluluk da benim emir subayı ve de mümkünse İmparatorun emir subayı olmamdı. Ama benim için dilediği mutlulukların en büyüğü benim zengin bir kadınla evlenip mümkün olduğu kadar çok sayıda serfe (tarım işçisi) sahip olmamdı. O yılları dehşet, nefret ve de yüreğimde bir sızı olmaksızın hatırlayamıyorum. Savaşta insanlar öldürdüm ve gene öldürmek amacıyla insanları düelloya davet ettim. Kumarda kaybettim, köylülerin emeklerini çar çur ettim, onları cezalara çarptırdım, ahlakSız bir hayat sürdüm ve insanları kandırdım. Yalan, soygun, her türlü zina, sarhoşluk, şiddet, cinayet, işlemediğim tek bir suç bile kalmamıştı, ama benim çağdaşlarım beni nispeten ahlaklı bir insan olarak gördüler ve de görüyorlar.
Bu şekilde on yıl yaşadım.
O dönemde kendini beğenmişliğe, açgözlülüğe ve kibre dair yazmaya başladım. Yazarken de hayatta yaptığımın aynısını yapıyordum; üne ve paraya kavuşmak için yazıyordum ve bunun için iyiyi saklamam ve kötüyü göstermem gerekiyordu. Ben de öyle yaptım. Hayatıma anlamını veren iyi insan olma düşüncesine yönelik gayretlerimi aldırmazlık ve hatta şaka yollu alaya alma maskesi altında az mı giz1emeye çalıştım?! Bunda da başarılı oldum ve övgüler aldım.
Savaştan sonra yirmi altı yaşında’ Petersburg’a geri döndüm ve yazarlarla tanıştım. Beni kendilerinden biriymiş gibi karşıladılar ve pohpohladılar. Ben daha alternatiflerimi araştırmadan, aralarına girmiş olduğum bu yazarlar grubunun hayat görüşlerini benimsemiş oldum ve bu görüşler benim daha iyi bir insan olma yolundaki eski çabalarımın izlerini bütünüyle ortadan kaldırdı. çünkü bu görüşler benim sürdüğüm sefih hayatı haklı çıkaran bir kuram ortaya koyuyorlardı.
Bu insanların, yani yazar yoldaşlarımın hayat görüşleri şu şekildeydi: Genel olarak hayat tekamül etmeye devam etmektedir ve bu tekamülde en büyük rol, biz fikir üreten insanlara düşmektedir. Bu fikir üreten insanlar arasında en büyük nüfuza ise biz sanatçılar sahibiz. Bizim mesleğimiz insanlığa öğretmenlik yapmaktır. Akla hemen şu soru gelebilir: Ben ne biliyorum ve ne öğretebilirim? Bu kuralında açıklandığına göre bunun bilinmesine gerek yoktu. Sanatçı kendisi farkında olmadan öğretir, Hayranlık uyandıran bir sanatçı olarak kabul ediliyordum ve bu kuramı benimsememden doğal bir şey olamazdı. Bir sanatçı olarak ben yazıp çiziyor ve insanları eğitiyordum. Ama ne öğrettiğimi ben de bilmiyordum ve bu işin karşılığında belli bir ücret alıyor, nefis yemekler yiyor, harika bir yerde kalıyor, muhteşem kadınlarla birlikte oluyor ve mükemmel bir camianın içinde yer alıyordum. ünlü biriydim, bu da öğrettiklerimin doğru şeyler olduğunu gösteriyordu.
Sanatın anlamına ve hayatın tekamülüne olan bu inanç bir dindi ve ben bu dinin papazlarından biriydim. Bu dinin papazlarından biri olmak eğlenceli ve karlı bir şeydi. Epeyce bir süre bu inancın içerisinde doğruluğundan şüphe duymadan yaşadım. Ama bu hayatın ikinci, daha çok da üçüncü yılında bu dinin yanılmazlığından şüphe duymaya başladım ve araştırmaya giriştim. Şüphe duymama yol açan ilk sebep bu dinin papazlarının kendi aralarında anlaşamadıklarını fark etmeye başlamamdı. içlerinden bazıları şöyle diyordu: En iyi ve yararlı öğretmenler bizleriz, biz gerekli olan şeyleri öğretiyoruz, ama diğerleri yanlış şeyler öğretiyor. Diğerleri de şöyle söylüyordu: Hayır! Gerçek öğretmenler bizleriz, asıl siz yanlış şeyler öğretiyorsunuz. Ve bu şekilde birbirleriyle tartışıyor, kavga ediyor, birbirlerine küfrediyor, birbirlerini faka ve tongaya bastırıyorlardı. Aramızdaki pek çok kişi ise kimin haklı kimin haksız olduğunu umursamadan, mesleğimizi kullanarak açgözlü emellerine ulaşmayı hedefliyordu sadece. Bütün bunlar karşısında inandığımız şeylerin doğruluğunu sorgulamaya mecbur kaldım.
Dahası, bu inancın fikir babasının ilkelerinin doğruluğundan şüphe duymaya başladıktan sonra ona bağlı papazları da daha bir yakından gözlemlemeye başladım. Ve şuna ikna oldum ki, bu dine mensup olan neredeyse bütün papazlar, yani yazarlar ahlaksız kimselerdi ve çoğu eski sefil ve askerlik hayatımda tanıdıklarımdan çok daha aşağılık, kötü, değersiz kişilikte insanlardı. Ama sadece çok kutsal kişilerde ya da kutsallığın ne demek olduğunu bilmeyen insanlarda rastlanabilecek bir şekilde, kendilerine güvenleri ve kendilerinden memnun bir halleri vardı. Bu insanlardan tiksinmeye başladım, kendimden de tiksinmeye başladım ve bu inancın sahtekarlıktan başka birşey olmadığını anladım.
Ancak söylemesi tuhaftır, bu sahtekarlığı fark etmiş ve reddetmiş olmama rağmen bana bu insanların vermiş oldukları unvanı, sanatçılık ve öğretmenlik unvanını reddetmedim. Bir sanatçı olduğumu ve ne öğrettiğimi bilmesem de herkese öğretmenlik yapabileceğimi saf bir şekilde düşünüyor ve düşündüğüm gibi de hareket ediyordum.
Bu insanlarla kurduğum yakınlıktan yeni kötü huylar – anormal derecede büyük bir kibir ve ne öğrettiğimi bilmesem de, insanlara öğretmenlik yapmanın benim mesleğim olduğuna dair delice bir özgüven – edinmiştim.
O zamanları, kendirinin ve o insanların halet-i ruhiyelerini hatırlamak (gerçi o insanlardan bugün binlerce var) korkunç, üzücü ve gülünç bir şey ve bende insanın bir tırnarhanede hissedebileceği türden duygular uyandırıyor.
O zamanlar hepimiz mümkün olduğunca kısa sürede ve mümkün olduğunca çok miktarlarda konuşmamız, yazmamız ve eser yayınlamamız gerektiğine ve bütün bunların insanlığın iyiliği için olduğuna inanıyorduk, Ve binlercemiz birbirimizle ters düşerek, birbirimize küfürler ederek eserler yayınlamaya, yazmaya ve diğerlerine öğretmenlik yapmaya devam etti. Hiçbir şey bilmediğimizin farkına varmaksızın ve de hayattaki en basit soru olan, “iyi nedir ve
de kötü nedir?”e verecek yanıtımız olmaksızın, hep bir ağızdan konuştuk, birbirimizi dinlemedik. Bazen sonradan kendimiz desteklenmek ve övülmek için birbirimizi destekledik ve övdük, bazense birbirimize öfkelendik -tıpkı bir tırnarhanede olabileceği gibi-o
Binlerce işçi gece gündüz güçlerinin son damlasına kadar çalışıyor, harfleri diziyor ve posta servisinin bütün Rusya’ya dağıttığı milyonlarca sözcüğü basıyorlardı. Biz de öğretme işine devam ediyor, yeteri kadar öğretebilecek vakti asla bulamıyor ve bizlere yeterli ilginin gösterilmemesine öfkeleniyorduk.
Müthiş tuhaf bir durumdu, ama şimdi oldukça anlaşılır geliyor.
Gerçekte bizi en çok ilgilendiren konu, mümkün olan en çok parayı ve övgüyü almaktı. Bu uğurda kitap ve makale yazmak dışında bir şey yapamazdık. Biz de kitaplar ve makaleler yazdık. Ancak böylesi faydasız bir işi yapabilmek ve çok önemli insanlar olduğumuza emin olabilmek için faaliyetlerimizi haklı çıkaran bir kurama ihtiyacımız vardı. Kendi aramızda bu kuramı geliştirdik: “Var olan her şey akılla açıklanabilir. Var olan her şey tekamül eder. Ve her şey kültür yoluyla tekamül eder. Kültürün ölçütü ise kitap ve gazete tirajlandır, Bizlere bir ücret ödeniyor ve saygı gösteriliyor, çünkü bizler kitap ve gazetelere yazılar yazıyoruz. Bu yüzden de insanların en faydalısı ve en iyisi biziz.” Hepimiz aynı fikirleri paylaşıyor olsaydık bu kurama bir diyeceğimiz yoktu, ama içimizden herhangi birisinin söylediği bir fikir tamamen zıt bir fikirle karşılaşıyordu. Aslında bu durum karşısında enine boyuna düşünmemiz gerekirdi. Ancak biz bu durumu görmezden geldik; insanlar bize para ödemeye ve de bizim tarafımızda olanlar bize övgüler düzmeye devam ettiler. Bu yüzden de herkes kendisini haklı gördü zaten.
Şu an apaçık görebiliyorum ki bütün bu olanların bir tımarhanedekinden hiçbir farkı yokmuş, ama o zamanlar bunu ben sadece belli belirsiz sorguluyordum ve bütün deliler gibi ben de kendim dışındaki herkese deli diyordum.