30 Nisan 2021

"Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtan bir hal alır." M.Kemal Atatürk




H. G. Wells "kalıcı dünya barışı için uluslararası hükûmet" görüşü Nutuk'ta yer almıştır. Nutuk'tan ilgili kısım şöyledir:

 H.G. Wells by Beresford.jpg  

1920 yılında günün en önemli insanlık tarihi kitaplarından olan Outline of History eserini yayımlamıştır. Bu kitap Mustafa Kemal Atatürk tarafından değerlendirilmiş ve "kalıcı dünya barışı için uluslararası hükûmet" görüşü Nutuk'ta yer almıştır. Nutuk'tan ilgili kısım şöyledir:


" Millete, şunu da hatırlattım ki, kendimizi, dünyaya egemen sanmak aymazlığı, artık sürmemelidir. Gerçek konumumuzu, dünyanın durumunu tanımamaktaki aymazlıkla, aymazlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz yıkıntılar yetişir. Bile bile aynı acıklı durumu sürdüremeyiz."
"Efendiler, İngiliz tarihçilerinden Wells, iki sene evvel yayımlanan, bir tarih yazdı. Yapıtının son sahifeleri "dünya tarihinin gelecekteki evresi" başlığı altında birtakım düşünceler içeriyor. Bu düşüncelerde güdülen konu; "federal bir dünya devleti"dir. Wells, bu bölümde, birleşik bir dünya devletinin nasıl kurulabileceği ve böyle bir devletin önemli ayırıcı niteliklerinin neler olacağı üzerindeki düşüncelerini ortaya atıyor ve adaletin ve tek bir kanunun egemenliği altında dünyamızın alacağı durumu canlandırmaya çalışıyor. Wells, "bütün egemenlikler, tek bir egemenlik içinde eritilmezse, milliyetlerin üstünde bir güç yaratılmazsa dünya yok olacaktır" diyor ve "gerçek devlet, çağdaş hayat koşullarının bir zorunluk haline getirdiği dünya birleşik devletlerinden başka bir şey olamaz.", "Kuşku yoktur ki insanlar, kendi ortaya çıkardıkları şeyler altında ezilmek istemezlerse er geç birleşmek zorunda kalacaklardır." diyor. "         

tr.wikipedia.org

 

Sinan Meydan "Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sonlarına doğru birgün yine bu yurda gelip çocuklara “Dualarınız kabul oldu çocuklarım, vatanımız kurtuluyor” demiştir.

 http://www.dusunuyorumdergisi.com/wp-content/uploads/2018/05/sinan_meydan.jpg

Mustafa Kemal, Konya Yetimler Yurdu ziyaretinde çocuklarla birlikte yemek yemiş, her birinin tabağından birer kaşık pilav alıp saçlarını ve omuzlarını okşayarak yetim yavruları sevindirmiş, onların gönlünü kazanmıştır. Çocuklar yataklarına giderken Mustafa Kemal onlara, “Çocuklarım her gece dua edin” demiştir.

Birkaç gün sonra çocuklar Mevlana Türbesi’ni ziyarete götürülmüşlerdir. Bu sırada çocukların Mustafa Kemal Atatürk için dua ettikleri gözlenmiştir.

Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı sonlarına doğru birgün yine bu yurda gelip çocuklara “Dualarınız kabul oldu çocuklarım, vatanımız kurtuluyor” demiştir.

 

Prof. Dr. Kemal Çiçek "Osmanlı Ermenileri’nin 1915’teki Tehciri: Bir Değerlendirme"

Osmanlı Ermenileri’nin 1915’teki Tehciri:  Bir Değerlendirme

Önsöz
Barış ve Diyalog Çağrısı
1948 Tarihli BM Soykırım Sözleşmesinin Çarpıtılması
Tehcir: “Meşru bir Güvenlik Tedbiri”
Ermenilerin Transferindeki Sınırlamalar
Sözde “Ölüm Yürüyüşü” Efsanesi
“Yaşayan Hayaletler” Veya Üzerinde Oynanmış Rakamlar
Devletin Sorumluluğu: Nereye Kadar?
Sonuç

Prof. Dr. Kemal Çiçek
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Fen Edebiyat Fakültesi

Barış ve Diyalog Çağrısı
Bu bildirinin konusu Ermeni-Türk meselesidir. Ermeni tarihçiliğine göre her şey, Osmanlı güvenlik güçlerinin Ermeni Devrimci Partisi (EDP) Taşnaksutyan’ın önde gelen 235 üyesini tutukladığı 24 Nisan 1915 tarihinde başladı. Türk tarih yazıcılığında ise bu iddiaya karşı çıkılmakta ve meselenin kökeni 1878’de Ermeniler ve Müslümanlar arasındaki iç çatışmanın dönemin büyük güçleri tarafından uluslararası bir sorun haline getirildiği Berlin Kongresine kadar götürülmektedir. Her ne olursa olsun, Türk-Ermeni meselesinin tarih biliminin konusu olması gerektiği açıktır ve farklı bakış açıları tarihçiler tarafından ayrıntılı bir şekilde ele alınmalıdır. Bu bakış açısıyla, Türk Başbakanı 10 Nisan 2005’te Ermenistan Devlet Başkanı Robert Koçaryan’a resmî bir mektup göndererek şunları söylemiştir: 

 “Türk ve Ermeni halkları yalnızca dünyanın hassas bir bölgesinde ortak bir tarihi ve coğrafyayı paylaşmamaktadır, bu halklar aynı zamanda uzun bir zamandır bir arada yaşamışlardır. Yine de, ortak tarihimizin belirli bir döneminde gerçekleşen olaylarla ilgili farklı yorumlar yaptığımız bir sır değildir. Geçmişte uluslarımız için acılı hatıraların izlerini bırakan bu farklılıklar bugün iki ülke arasında dostça ilişkilerin gelişimini engellemeye devam etmektedir. Ülkelerimizin liderleri olarak temel görevimizin gelecek nesillerimize hoşgörü ve karşılıklı saygının hüküm süreceği barışçı ve dostça bir ortam bırakmak olduğuna inanıyorum…

Bu bağlamda, 1915’teki gelişmeleri ve olayları yalnızca Türkiye’nin arşivlerinde değil, aynı zamanda ilgili tüm üçüncü ülkelerin arşivlerinde incelemek ve elde ettikleri bulguları uluslararası kamuoyuyla paylaşmak üzere iki ülkenin tarihçilerinden ve diğer uzmanlarından oluşan ortak bir grubun meydana getirilmesi için ülkenize çağrıda bulunuyoruz. Böyle bir girişimin tarihin tartışmalı bir dönemine ışık tutacağına, ayrıca ülkelerimiz arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesine katkıda bulunma yolunda bir aşama oluşturacağına inanıyorum.” 

Bunun, iki ulus arasında yıllardır güvensizlik ve düşmanlığa neden olan bir çatışmayı ele almak için cesur ve yapıcı bir öneri olduğunu düşünüyorum. Maalesef, Ermeni liderleri Osmanlının 1915-1923 yılları arasında İmparatorluk içerisindeki Ermenilere karşı muamelesinin “soykırım” olduğunu ve bu gerçekten şüphe duyulamayacağını ileri sürerek söz konusu öneriyi reddetmişlerdir. Devlet Başkanı Koçaryan resmî olarak verdiği cevapta: “Bugün ve gelecek ele alınmadıkça, geçmişi ele alma öneriniz verimli olamaz” demiş, başka bir teklifte bulunarak iki ülke ilişkilerini engelleyen bu ve diğer problemlerle uğraşacak “hükümetler arası bir komisyon” oluşturmayı önermiştir. Benim görüşüme göre Koçaryan’ın mektubundaki en çarpıcı cümle şudur: “İkili ilişkileri geliştirme sorumluluğu hükümetlere aittir ve bunu tarihçilere devretme hakkına sahip değiliz.”  Bu cümleyle Başkan Koçaryan Türkiye ve Ermenistan arasındaki sorunun tarihî değil, siyasî bir sorun olduğunu ima etmiştir. Ermenistan’da bu şekilde düşünen tek kişi o değildir. Aslında Ermenistan’da önde gelen pek çok siyasî grup Başbakan Erdoğan’ın önerisini, uluslararası dikkati, “soykırımın” 90ncı yıldönümü anma faaliyetlerinden başka yöne çekmek için tasarlanmış bir plan olarak gördüklerini açıklamışlardır. Ermeni tarihçileri kendi tarihlerini yazmışlar ve kendi halkını bu tarihte anlatılan gerçeklerin değiştirilemeyecek kadar sağlam olduğuna inandırmışlardır.

2005 yılında Ermenistan’a yaptığım ziyarette maalesef Ermenistan halkının bu resmî görüşü paylaştığı ve 1915-1916 olaylarını “soykırım”dan başka bir terimle tanımlamaya hazır olmadıkları izlenimini edindim. Bu koşullar altında Ermenilerin kendi tezlerine bir dogma (sanal bir din) gibi inandıklarını söylemek abartma olmaz. Tesadüfen bir Türk’e rastladıklarında çok basmakalıp o bilinen soruyu soruyorlar: “Ermeni soykırımına inanıyor musunuz?” Ve genelde bir Ermeni için doğru yanıt olan “evet” yanıtını alamadıklarında o kişiyi derhal “inkârcı” diye nitelendiriyorlar.

1948 Tarihli BM Soykırım Sözleşmesinin Çarpıtılması
Kaynaklar Ermeni iddialarını hiçbir şüpheye mahal vermeden ispatlıyor mu? 1915-1916 olaylarıyla ilgili karşı yönde kabul edilebilir hiçbir şey yok mu? Ermeniler kendi tezlerini neden sorgulamıyorlar? 1915-1916’da Osmanlı yönetiminin Ermenilere karşı muamelesi 1948 BM Sözleşmesinde tanımlanan soykırımla aynı mı? Ermeni tarih yazıcılığına göre, her şey son derece açıktır ve yaşanan olaylar “soykırım”dır. Gerçekten de öyle midir? Elbette ki değildir ve “her parlayan altın değildir” diye de bir İngiliz atasözü vardır. Her şeyden evvel, tarihin bir dönemini ele alıyoruz. Bu nedenle, her gün yeni belgeler gün ışığına çıktıkça dönemle ilgili bilgilerimizin de değişmesi normaldir. 1915 ve sonrasında Ermeniler ve Müslümanlar arasında meydana gelen olayların oluşumu ile ilgili tartışmaya açık pek çok konu ve ayrıntı bulunmaktadır. Bu açıdan Osmanlı hükümetinin Ermenilere muamelesini BM’nin 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesi çerçevesinde değerlendirmek yanlıştır. Bu ne yasal ne de akademik bir tutum olur. Uluslararası hukuk çerçevesinden baktığımızda, sözde Ermeni soykırımı söz konusu iddialar elbette ki uluslararası yetkili bir yargı kuruluşunun yasal kararlarına dayandırılmadığı için tartışılmaktadır. Bu önemli bir konudur ve göz ardı edilemez, zira “soykırımın” tanınması BM 1948 Sözleşmesi gereğince yetkili bir uluslararası (ya da yerel) yargı kuruluşunun vereceği yasal bir kararı gerektirmektedir.

Bu gerçeğin Türkiye’ye yönelik suçlamaların yasa dışı olduğunu göstermeye yetecek olmasına rağmen, BM Sözleşmesi çerçevesinde 1915-1916 olaylarını anlatırken, “soykırım” kelimesinin kullanılmasına şüphe düşüren başka sebepler de mevcuttur. İlk olarak, 1948 tarihli BM Kararına göre, soykırım “ulusal, etnik, ırksal ya da dinî bir grubu tamamen ya da kısmen yok etme niyetiyle yapılan eylemler” şeklinde anlatılmaktadır. 1915-1916 olaylarını da bu tanım ışığında değerlendirmek gerekir.

Tehcir: “Meşru Bir Güvenlik Tedbiri”

Yeni ortaya çıkan belgeler ışığında, 1,5 milyon Ermeninin çeşitli sebeplerden ötürü yok edildiğinin ileri sürüldüğü tehcir kanunu uygulamasını daha iyi anlıyoruz. Daha da önemlisi, arşiv belgeleri Osmanlı hükümetinin kendi Ermeni nüfusunu yok etme niyetinin olmadığını ve Ermeni zayiatından dolayı sorumlu tutulamayacağını göstermektedir. Şimdiye kadar tehcirin uygulanmasıyla ilgili yapılan tüm çalışmalar, Osmanlıların Ermenileri tehcir ederek, Birinci Dünya Savaşına girmeden hemen önce, Erzurum, Zeytun ve Bitlis gibi merkezlerde ordu hattının gerisinde başlamış olan topyekûn bir isyanı önlemeye çalıştığını ortaya koymuştur.

Osmanlı ordusu 1914 Ağustosunda seferberlik ilân ettiğinde, EDP’nin ve diğer Ermeni siyasî partilerinin pek çok üyesinin gizli komite toplantılarında kararlaştırıldığı üzere, firar ederek Ruslara katıldığı bilinmektedir. Mesela, Osmanlı Parlamentosunda Ermeni bir mebus, aynı zamanda Taşnak partisinin bir üyesi olan Karekin Pastermadjian, gönüllü Ermeni kuvvetlerine önderlik etmek için bu birliklerden birine katılmıştı. Rus tarihçilerine göre, savaşın en başında Rus ordusu içerisinde Osmanlı Ermeni’si 23 birlik vardı. Bu ise kabaca 11.500 askere karşılık geliyordu. Ayrıca sadece Kafkas bölgesinde Ruslar için savaşan 40.000 silâhlı Ermeni gönüllü vardı.

(Belge-1: Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar Paşa’dan Fransa Dışişleri Bakanlığına) 

Aynı zamanda Türkiye’nin her yanına yayılmış Ermeni gönüllü birlikleri vardı. Osmanlı İmparatorluğu içerisindeki bu kaçakların ve/veya işbirlikçilerinin sayısı asla tam olarak bilinmeyecektir. Bogos Nubar Paşa Fransa Dışişleri Bakanlığına yazdığı mektuplarından birinde yaklaşık 200.000 Ermeni askeriyle Osmanlı İmparatorluğuna karşı İtilâf kuvvetlerinin tarafında savaştıklarını belirtmiştir. Bu rakamlar dikkate alındığında, Osmanlı Ermenilerinin, Osmanlı İmparatorluğunun işgâl edilen topraklarında Rusların “beşinci kolu” haline geldiğini yazan Toynbee’nin ne kadar haklı olduğunu gösterir. Bu “beşinci kol” denen kuvvet açıkçası Ağustos 1914 ve Mart 1916 tarihleri arasında 124.000 Müslüman’ın katledilmesinden sorumluydu. Bu gerçek aynı zamanda Ermenileri ordu hatlarının gerisinden almanın gerekliliğini de açıklamaktadır. Arthur Tremaine Chester, “The New York Times, Current History” adlı dergide dergisinde yayımlanan bir makalesinde tehcir kanununu Amerikan halkına açıklamak için şu satırları yazmıştır:

Ordunun gerisindeki vilayetlerde büyük bir Ermeni nüfusu vardı ve Rusların Türkleri yenilgiye uğratmaları için mükemmel bir fırsat olduğunu hisseden bu insanlar ordunun gerisinde ayaklanarak ve orduyu ikmal üssünden ayırarak bu şansı kesinleştirmeye karar verdiler. Buna paralel hayalî bir tablo oluşturmama izin verin. Meksika’nın savaştığımız güçlü bir rakip ülke olduğunu ve işgâlci düşmanı engellemek için Meksika sınırına ordu gönderdiğimizi düşünün. Bir de yalnızca ordumuzdaki zencilerin düşmana teslim olduğunu değil, aynı zamanda yurt içinde kalanların da teşkilâtlanarak ana ikmâl yolumuzu kestiğini düşünün. Bir halk olarak bizim, özellikle de Güneylilerin zencilere ne yapmasını beklerdiniz? Örneğimizdeki zencilerin Ermenilerin Türklere karşı tutumuyla karşılaştırıldığında beyazlardan nefret etmek için on kat daha fazla sebebi bulunmaktadır.

Ermenilerin Transferindeki Sınırlamalar

 “Savaş bölgesi” terimi kullanıldığında, bazıları tehcir kanunu ve bu kanunun Ermenilere uygulanması konusunda tam bir fikre sahip olmayabilir, ancak “savaş bölgesi” ifadesi bazı sebeplerden ötürü önemlidir. İlk olarak, tehcir kanunu yalnızca ordu açısından stratejik önemi olan alanlarla sınırlıydı. İkinci olarak, bu kanun aynı zamanda Ermeni nüfusunun önemli bir kısmını tehcirin dışında bırakmıştır. Aslında dönemin Osmanlı hükümeti Ermeniler için pek çok muafiyet kategorileri tanımlamıştı. Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün yayınladığı belgelere göre, aşağıdaki gruplar nakledilmeyecekti:

- Protestan ve Katolik Ermeniler,
(Başlangıçta tehcirden tamamen muaf tutulmuşlardı ancak zaman içerisinde değişen koşullardan dolayı bazı Katolik ve Protestan gruplarının uzağa gönderilmesi gerekiyordu. Yine de, bu gruplar arasında büyük nakiller olmadı.)
- İstanbul, Edirne, Aydın, Bursa, İzmir, Antalya, Kütahya, Kastamonu ve pek çok diğer batı şehirlerinde yaşayan Ermeniler,
- Ermeni askerleri ve aileleri,
- Osmanlı ordusunun sıhhiye kadrolarındaki subaylar ve diğer çalışanlar ve aileleri
- Osmanlı Bankasının İstanbul’daki ve vilayetlerdeki şubelerinde çalışan görevliler,
- Tekel (Reji) ve Duyun-u Umumiye’de çalışanlar,
- Yabancı konsolosluk çalışanları,
- Postane çalışanları,
- Ermeni ve misyoner okullarındaki öğretmenler ve aileleri,
- Hastalar, körler ve diğer özürlüler, vd.

Aslında Amerikan diplomatları ve misyonerlerinin raporları muaf tutulan Ermenilerin sayısının 300.000 – 350.000 arasında vermektedir. Dolayısıyla burada şu kritik sorunun sorulması gerekir: Osmanlı hükümetinin niyeti Ermeni halkını sırf dinî, etnik ya da ulusal kimliklerinden dolayı kısmen ya da tamamen yok etmek olsaydı, bu kadar çok Ermeni’yi neden tehcirden muaf tutmuştur? İstanbul’daki Ermeni nüfusu neden tehcirin dışında tutulmuştur? Bu sorulara cevap vermeden, Osmanlı İmparatorluğunu, Ermenileri etnik ya da dinî kimliklerinden dolayı tehcir etmekle suçlayamayız.

Sözde “Ölüm Yürüyüşü” Efsanesi

Ermeni tarihçiler İttihat ve Terakkinin merkezi kadrolarının bir imhâ programı başlattığını, bu amaçla da Anadolu’daki Ermeni nüfusunu “ölüm yürüyüşü” için Mezopotamya çöllerine gönderdiğini iddia etmektedir. Yolculuk için verilen sürenin çok kısa olduğu, gerekli hazırlıklar yapılmadan kitlelerin nakledildiği ve yetkililerin konvoyları bekleyen tehlikelerin farkında olduğunu iddia etmektedirler. Yine de, Türk ve Amerikan arşivlerindeki belgeler bu iddiaların yalan olduğunu ortaya koymaktadır. Her şeyden evvel, bazı şehirlerde 24 saat ile 48 saat arasında değişen sınırlı bir sürede tehcir edilen Ermeniler vardı. Fakat arşiv belgelerine göre, iki gün içerisinde nakledilenler köylüler değil, Ermeni komite üyeleriydi. Hepsi de erkekti. Güvenlik sebeplerinden ötürü tutuklanarak derhal farklı şehirlerdeki hapishanelere gönderildiler. Bununla birlikte, diğer yerlerde insanlara hazırlık yapmaları için en az iki hafta verildiği inkâr edilemez. Pek çok şehirde ilk konvoylar Temmuz’un ilk haftası içinde yola çıktılar. Bu ise kanunun Resmi Gazetede yayımlanmasından kabaca 35 gün sonrasına denk geliyordu. Bu nedenle, Ermenilerin bir yolculuğa apar topar gönderildikleri, hazırlanmak için yeterli zamanlarının olmadığı ve yolculuk sırasında çok sayıda zayiat verdikleri doğru değildir. 

Üstelik tehcir sürecini dışarıdan gözlemleyenler Osmanlı hükûmetinin tehcirin güvenli bir şekilde gerçekleştirilmesi için talimatlar yayımladığını belirtmişlerdir. Sevk edilecek insanlara yiyecek sağlanması, onları gidecekleri yere ulaştıracak ulaşım vasıtaları (tren ulaşımı dâhil) bulunması, nerelere yerleştirileceklerinin belirlenmesi, onlara yiyecek temin etmek ve geçimlerini sağlamak için gerekli paranın tedarik edilmesi ve buğday yetiştirebilmeleri için kendilerine tohum ve verimli toprak sağlanması için gerekli emirler verilmişti. Konya’daki Amerikan Hastanesi’nde doktor olan Dr. W. M. Post, 3 Eylül 1915’te ABD Büyükelçisine gönderdiği bir raporda, hükûmetin “Ermeni yetişkinlere günde 1 kuruş, çocuklara da 20 para verdiğini” belirtmiştir. Ermeni ve Süryanilere Yardım Komitesi, Kızılhaç ve diğer yardım örgütlerinin Ermenilere Suriye’ye vardıklarında mülteciler için kurulmuş kamplarda ve yerleştikleri yerlerde yaşamlarını devam etmeleri için yardım etmelerine izin verilmişti. Bütün Ermenilerin kamplara yerleştirilmediğini, pek çoğunun Şam, Halep, Ma’an, Resulayn (Ceylanpınar), Rakka ve Deyr-i Zor’daki evlere yerleştirildiğini söylemek gerekir. Yetimler devletin ve misyonerlerin kurduğu yetimhanelere gönderildi. Bunlardan bazıları da ailelerin himayesine verilerek masrafları devlet tarafından karşılandı. 

 (Fotoğraf-1: Deyr-i Zor’dan bir görünüm)

(Fotoğraf-2: Deyr-i Zor Köprüsü)

Son olarak; bu insanlar iddia edildiği gibi Mezopotamya’nın çöllerine sürülmemişlerdir. Tuğamiral Colby M. Chester, Eylül 1922’de The New York Times’ın çıkardığı aylık Current History dergisine şöyle yazmıştır:

…Ermeniler, yaşamaya elverişsiz ve gelişme imkânlarının olmadığı dağlık bölgelerden Suriye’nin en güzel ve verimli bölgesine gönderildiler. Dağları aşarak gelenler Mezopotamya’ya yönlendirildiler. Burada iklim New Yorklu milyonerlerin her yıl sağlık ve tatil için seyahat ettikleri Florida ve Kaliforniya’daki kadar yumuşaktır. Tüm sevk ve iskân uygulaması çok büyük para ve çabaya mal oldu. Dışarıda hakim olan genel düşünce Ermenilerin hepsinin, veya en azından pek çoğunun, öldürüldüğü yönündeydi… Bu sürede topyekûn katledilmeyen ve hali vakti yerinde olan mülteciler (isteyenler) geri döndüler. Önce Ermenilerin yerleştirildiği, sonra ise tahliye edilen kasabaların birine giden bir İngiliz savaş mahkûmu, bu kasabanın şaşırtıcı şekilde yaşayan hayaletlerle dolu olduğunu söyledi.

(Belge 2: The New York Times Current History, Eylül 1922)

“Yaşayan Hayaletler” Veya Üzerinde Oynanmış Rakamlar

Chester gözlemlerinde haklıydı. Maalesef savaş zamanında İngiliz ve Amerikan propagandaları tüm Osmanlı Ermeni nüfusunun öldüğünü açıklamıştı ve batıdaki insanların dindaşlarının acıklı hikâyelerine ve çetin bir savaş verdiklerine inanmaları sağlanmıştı. Bundan daha çarpıcı olan ise, savaş zamanında yapılan bu propagandanın hâlen itibar görmesi ve tehcir sırasındaki Ermeni zayiatının 1.5 milyon olduğunun iddia edilmesidir. Tüm bunların aksine, bu abartılmış rakamları çürüten nitelikte Batılı kaynaklar da bulunmaktadır. Ermenilerin tehcir yolculuğunun başlangıç noktası olan bazı şehirlerde ve yeni gittikleri bazı yerlerde Amerikan konsoloslukları veya büyükelçilikleri vardı. Bunlar kentten ayrılan ve kente yeni gelen insanların sayısını düzenli olarak rapor ediyorlardı. Örneğin, Halep’teki ABD Konsolosu Jesse J. Jackson şehre trenle veya yaya olarak gelen insanların sayısını her gün elçiliğe rapor ediyordu. Dolayısıyla, bu belgeler tarihçiler için son derece kıymetlidir. Mesela 8 Şubat 1916 tarihli raporunda, Halep’teki kamplara gelen Ermenilerin toplam sayısını şöyle belirtir:

…bu çevredeki, yani burayla [Halep] Şam arasındaki ve civar bölgelerdeki ve Fırat Nehri’nin aşağısından Deyr-i Zor’a kadar olan bölgedeki Ermeni göçmenlerle ilgili güvenilir kaynaklar yaklaşık 500.000 kişinin olduğunu göstermektedir.

(Belge 3: J. B. Jackson’dan ABD Büyükelçisi Henry Morgenthau’ya, 8 Şubat 1916)

Bu rakamları Bogos Nubar Paşa’nın rakamlarıyla yan yana koyduğumuzda anlamlı bir tablo ortaya çıkmaktadır. Bogos Nubar Paşa 1919’da Paris Barış Konferansında “tehcir edilenlerin sayısının 600-700.000 arasında olduğunu” söylemiştir. Bogos Nubar Paşa ayrıca, Rusya’nın Birinci Dünya Savaşından çekilmesinin ardından 250.000 Osmanlı Ermeni’sinin gönüllü olarak Rusya’ya gittiğini, 40.000 kadarının da İran’a doğru yola çıktığını yazmıştır.

(Belge 4: Ermeni Heyeti Başkanı Bogos Nubar Paşa’dan Fransa Dışişleri Bakanlığına) 

Türkiye’den Kafkasya’ya göç eden Ermeni mültecilerin sayısının 350.000 kadar olduğunu bildiren Near East Relief (Yakın Doğu Yardım Komitesi) gibi kaynaklar bulunmaktadır. Üstelik İstanbul’daki İngiliz Konsolosluğunun ve Near East Relief temsilcilerinin 1. Dünya Savaşı sonrasındaki nüfus durumuyla ilgili hazırladıkları istatistikler, Osmanlı İmparatorluğundan ayrılan Ermeni mültecilerin sayısının 817.873 kişi olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu belgede, bu sayının Türkiye’de yaşayan 281.000 ve Müslüman olan 95.000 Ermeni’yi kapsamadığı belirtilmektedir. 

 
(Belge 5: Dünyadaki Ermenilerin yaklaşık sayısı, Kasım 1922, NARA 867.4016/816)

Öyleyse, tehcirin ilk zamanlarında 1.000.000 kişinin öldüğü nasıl söylenebilir? Öyle görünüyor ki “gerçek” haline dönüşen rakamlar kaynağa göre değişmektedir ve bunlar kutsal kitapların ayetleri gibi düşünülmemelidir. Bu durum açıkça rakamların çarpıtıldığını ve Ermeni kurbanların sayısının abartıldığını göstermektedir. Ölüm oranını yükseltme yöntemi maalesef nüfus rakamlarını da şişirmekten geçmektedir. 

Pek çok bağımsız araştırmacı, 1914’ten önce Osmanlı İmparatorluğundaki Ermeni nüfusun 1.400.000 ile 1.700.000 arasında olduğunu tahmin etmektedir. Dr. Johannes Lepsius gibi Ermeni yanlısı birisi bile Ermeni Patrikhanesinin öne sürdüğü 2.1 milyon rakamını kabul etmemektedir. Lepsius Ermeni nüfusun 1.845.450 civarında olduğunu hesaplamıştır. Bu rakama, Osmanlı resmî rakamları ile Patrikhanenin rakamlarının ortalaması alınarak ulaşıldığı açıktır. Osmanlı Ermeni nüfusunun 2.1 milyon olduğunu gösteren tek bir belge bile yoktur.

Bu aşamada, iddia edilen 1.000.000 rakamının (daha sonra 1.5 milyon olmuştur) nereden ortaya çıktığı araştırılmalıdır. Ne ilginçtir ki, bu mantıksız rakam ABD’nin Harput konsolosu Leslie Davis’in bir raporundan alınmaktadır. Davis 24 Temmuz 1915’teki raporunda şunları yazmıştır: “Ne kadar Ermeninin öldürüldüğünü söylemek pek mümkün değildir, fakat bu rakamın bir milyondan fazla olduğu tahmin edilmektedir” (NARA 867.4016/269). Bu raporun, tehcir kanununun Resmî Gazetede yayımlanmasından yalnızca 54 gün sonra yazıldığına dikkat edilmelidir. Kısacası bu rakam, tıpkı Halep konsolosu Jackson’ın 19 Ağustos 1915’teki raporundaki rakam gibi sadece tahminîdir.  Jackson şöyle yazmıştır: “Meseleyle yakından ilgilenen kişiler, 15 Ağustos’a kadar hayatını kaybeden Ermenilerin sayısının 500.000’den fazla olduğunu düşünmektedirler.” Sonuç olarak, bu rakamlar gerçeğin peşinde olan tarihçiler için bir anlam ifade etmemekte, sadece Ermeni tarihçilerin gerçek olarak gördükleri şeyin tartışılabilir olduğunu ortaya koymaktadır.

Devletin Sorumluluğu: Nereye Kadar?

1915 ve 1916 olaylarını 1948 tarihli BM Soykırım Sözleşmesi ışığında değerlendirirken gözden kaçırılmaması gereken bir diğer önemli nokta da soykırım niyeti olup olmadığı konusudur. BM Sözleşmesi bir durumun soykırım olarak nitelendirilebilmesi için bir grubu yok etmeye yönelik belirgin bir niyetin olmasını şart koşmaktadır. Ulusal, etnik, dinî ve ırksal kimliğinden ötürü bir gruba karşı nefret durumunun söz konusu olması gerekmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin herhangi bir kademesinde Ermenilere karşı bir önyargı olduğu yönünde kanıt yoktur. Ayrıca, hiç kimse Ermenileri yok etmeye yönelik bir planın varlığını kanıtlayamamıştır. Tam tersine, İttihat ve Terakki Cemiyeti önemli ve hatta stratejik konumlarda Ermenileri istihdam etmeye devam etmiştir. 24 Temmuz 1917 tarihli bir memoranduma göre, Osmanlı bürokrasisindeki stratejik görevlerde 522 Ermeni bulunuyordu. Bu da, orduya sadık kalan, Taşnak ve Hınçak örgütleriyle herhangi bir bağlantısı bulunmayan veya Osmanlı hükûmetine bağlılıklarını sürdüren Ermenilerin 1917’de bile ordunun ve bürokrasinin çeşitli kademelerinde hâlen görevlerini sürdürdüklerini göstermektedir. Bu durum etnik bir grup olarak Ermenilere karşı herhangi bir nefret duygusunun olmadığının açık bir göstergesidir. Daha da önemlisi, İttihat ve Terakki cemiyeti tehcir edilen Ermenilere eşkıyalar, çeteler ve yetkililerce yolda yapılan kötü muamelelere şiddetle tepki göstermiştir.

Kısa süre önce Osmanlı Arşivleri Genel Müdürlüğünün yayımladığı belgeler, devletin tehcir konvoylarının güvenliği için her türlü imkânını seferber ettiğini göstermektedir. Her bir konvoyun başına jandarmalar görevlendirilmişti. Kullanılacak yollar mümkün olduğunca önceden belirlenmiş ve güvenlikleri sağlanmıştı. Yol boyunca konvoyların karşılaşacakları yasa dışı olaylardan askerî ve idarî yetkililerin sorumlu tutulacağı ilân edilmişti. Bununla birlikte alınan önlemlere rağmen, maalesef Doğu Anadolu çevresinde zaman zaman korkulan durumlar ortaya çıktı, çünkü o bölgede demiryolu bulunmuyordu ve insanları kağnılarla veya yaya taşımaktan başka çare yoktu.   

Bu çok önemli bir noktadır, çünkü devlet o dönemde kanunî sorumluluklarını yerine getiriyor ve Ermenilere yapılan kötü muameleler bu amaç için kurulmuş olağanüstü askerî mahkemeler tarafından şiddetle cezalandırılıyordu. Belgelere göre, 1915 ve 1916’da 1.673 kişi Ermenilere karşı suç işledikleri için tutuklanmış ve Osmanlı askerî mahkemeleri tarafından yargılanmıştır. Bunlardan 67’si idam edilmiş, 524’ü de çeşitli suçlardan dolayı hapse atılmıştır. Ayrıca 68 kişi ağır işlerde çalışmaya mahkûm edilmiştir. Bu yargılamalar ve verilen cezalar Osmanlı devletinin Ermenileri gidecekleri yere varana kadar koruma isteğinin bir kanıtı olarak görülmelidir. 

 
(Belge 6: Askerî Mahkemelerce yargılanan Müslümanların listesi)

Genel olarak, devlet pek çok saldırıyı gerçekleşmeden önce önlemede başarılıydı. Bu güvenlik tedbirleri nedeniyle, eşkıyalar tarafından saldırıya uğrayan Ermenilerin sayısı abartıldığı kadar yüksek olmadı. Bununla birlikte, pek çok Ermeni’nin tehcir sürecinin zorluğuna dayanamadığı ve hayatlarını kaybettikleri doğrudur. Ermenilerin taşınmasında karşılaşılan zorluklar, tehcir edilenlerin verdiği kayıplarda önemli bir faktördür. Mersin’deki Amerikan Konsolosu Edward Nathan, 27 Eylül 1915 tarihinde kaleme aldığı raporunda, “uygun taşıma koşullarının olmayışının bu kötü durumun ortaya çıkmasında en önemli faktör” olduğunu ifade etmektedir. Ayrıca, bulaşıcı hastalıkların yayılması tehcir edilen Ermenilerin içinde bulundukları koşulları daha da kötüleştirmiştir. Ancak, bu zorluklar ve sorunlar sadece tehcir edilen Ermenilere özgü değildir. Hem Türk askerleri, hem de Müslüman mülteciler benzer bir kaderle karşı karşıya kalmıştır. Amerikalı bir askerî tarihçi olan Edward J. Erickson tarafından yapılan gözlemler sorunun bu yönüne ışık tutmuştur:

“Türkler Ermenilere nazik davranmak istemişlerdir; sadece bu kadar büyük bir nüfus transferi gerçekleştirmek için gerekli ulaşım ve lojistik araçlarına sahip değildiler. İlk öncelikli olan askerî taşımacılık bu noktaya bir örnektir; birinci sınıf piyade birlikleri imparatorluğun bir başından öteki başına yolculuk ederken mevcutlarının dörtte birini hastalıklara, yetersiz yiyecek istihkakına ve elverişsiz sağlık koşullarına kurban vermiştir. Bu, iyi donanımlı, sağlıklı gençlerden oluşan ve askerlerin durumuyla yakından ilgilenen komutanlar tarafından yönetilen alay ve tümenlerin de sıkça karşılaştığı bir durumdu.”

Sonuç

Görüldüğü üzere, tarihçiler arasında tartışılması gereken pek çok husus vardır. Bu yüzden Türkiye, ilgili tarafları 1915 ve 1916 olaylarının incelenmesi için tarihî bir komisyon oluşturmaya resmî olarak davet etmiştir. Aslında Osmanlı Devleti 1919 yılında Hollanda, İspanya ve İsveç’e benzer bir teklif yapmıştır. Fakat o zaman hiçbiri olumlu bir cevap vermemiştir. Şimdi, uzlaşma için ikinci bir şans olabilir ve Ermenistan’ı masaya oturtmak için baskı yapmak barış ve diyaloga zemin hazırlayabilir. Maalesef, Ermenistan’ın konumu bu noktada uzlaşmacı olmaktan uzaktır. Sözde 3-T politikası olarak adlandırılan “Tanıma”, “Tazminat” ve “Toprak” amaçlarına ulaşma düşüncesinde olan Ermenistan, 1915-1916 olayları hususunda diyalog kurmayı reddetmektedir. Üstelik Ermeni Diasporası, 1973-1984 yılları arasında dünyanın çeşitli yerlerinde toplam 110 terörist saldırıda 42 Türk diplomatını ve vatandaşını öldüren ASALA gibi terörist grupları kurmuştur. Aynı gruplar, Ermeni iddialarına karşı herhangi bir şey yazma cesareti gösteren akademisyenlere baskı yapmaya devam etmektedirler. Örneğin, Ortadoğu tarihi konusunda seçkin bir akademisyen olan Bernard Lewis konuyla ilgili yaptığı araştırmalarının sonuçlarını bilimsel bakış açısıyla doğru bir yöntemle kaleme aldığı için, kendisi hakkında Ermeniler dava açmış ve Prof. Stanford J. Shaw’ın evi Ermeni teröristler tarafından bombalanmıştır. Ermenilerin tüm bu yaptıklarına rağmen, Türkiye ve Ermenistan’ın bir gün masaya oturması ve 1915-1916 olaylarını yeniden değerlendirmesi umulmaktadır. Tabi ki bu sürecin gerçekleştirilmesi Ermenistan’a ve Ermenistan’ın Türkiye üzerindeki tarihsel iddialarından vazgeçmesi ve komşularıyla barışçıl ilişkiler kurmasına bağlıdır.
 

BİBLİYOGRAFYA

Arşiv Belgeleriyle Ermeni Faaliyetleri 1914-1918, cilt 1-11, Genelkurmay Yayını, Ankara, 2005.
Artem Ohandjanian, 1915 Irrefutable Evidence: The Austrian Documents on the Armenian Genocide, Erivan, 2004.
 Edward J. Erickson, Ordered to Die: A History of the Ottoman Army in the First World War, Greenwood Pres, Westport, Conn., 2001.
Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, 2. Baskı, İstanbul, 1987.
Guenter Lewy, The Armenian Massacres in Ottoman Turkey, A Disputed Genocide, The University of Utah Press, Salt Lake City, 2005.
Haluk Selvi, Birinci Dünya Savaşı’ndan Lozan’a Ermeni Meselesi, Sakarya Üniversitesi yay. Sakarya, 2007.
Hasan Dilan, Fransız Diplomatik Belgelerinde Ermeni Olayları-Les evenements Armeniens dans Les documents diplomatiques Français, 1914-1918, Ankara, TTK yayını, 2005. cilt 1-VI.
Hikmet Özdemir ve diğerleri., Ermeniler Sürgün ve Göç, [Armenians: Exile and Migration, Turkish Historical Society Publications], TTK yayını, Ankara, 2004.
Hikmet Özdemir, Salgın Hastalıklardan Ölümler: 1914-1918, Ankara, TTK, 2005.
Hikmet Özdemir (ed.) Türk-Ermeni İhtilafı: Belgeler, TBMM yayını, Ankara, 2007.
Johannes Lepsius, Der Todesgang des Armenischen Volkes, Potsdam 1919.
Justin McCarthy, The Ottoman Peoples and the End of Empire, London, 2001.
Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, TTK yayını, Ankara, 1983.
Kemal Çiçek, Ermenilerin Zorunlu Göçü: 1915-1917, [Forced Migration of Armenians], TTK, yayını, Ankara, 2004.
Kemal Çiçek, “Ermenistan Penceresinden Türkiye ile Uzlaşma Şartları”, Türk-Ermeni İlişkilerinin Gelişimi ve 1915 Olayları Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, (ed. Hale Şıvgın), Ankara, 2006, ss. 357-362.
Osmanlı Belgelerinde Ermenilerin Sevk ve İskanı, [Relocation and Resettlement of Armenians in the Ottoman Documents], Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü, Ankara, 2007.
R. Colby M. Chester, “Turkey Reinterpreted”, The New York Times, Current History, vol. XVI., No: 6, September 1922, ss. 939-949. Eylül 1922.
Robert F. Zeidner, The Tricolor Over the Taurus 1918-1922, Turkish Historical Society, Ankara, 2005.
Salahi R. Sonyel, The Great War and the Tragedy of Anatolia, Turks and Armenians in the Maelstrom of Major Powers, Turkish Historical Society, Ankara, 2000.
Salahi R. Sonyel, The Turco-Armenian Imbroglio (Türk-Ermeni Anlaşmazlığı), Londra, 2005.
Yusuf Halaçoğlu, Sürgünden Soykırıma Ermeni iddiaları, [From Exile to Genocide: A Turk examines the Armenian claims against his country],  Babıali Kültür yay. İstanbul, 2006.
Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler: 1914-1918, Ankara, TTK yay. Ankara, 2002.
Yusuf Sarınay, “Ermeni Tehciri ve Yargılamalar 1915-1916” [Armenian Relocation and The Trials], Türk-Ermeni İlişkilerinin Gelişimi ve 1915 Olayları Uluslararası Sempozyumu Bildirileri, (ed. Hale Şıvgın), Ankara, 2006, ss. 257-265.
Yusuf Sarınay, “Decree of April 24, 1915 and Armenian Committee Members Arrested in İstanbul”, Ermeni Araştırmaları 15/16 (2007), ss.69-82.

Prof. Dr. Kemal Çiçek

1965 yılında Kastamonu’da doğan Prof. Dr. Kemal Çiçek, lisans eğitimini 1985 yılında Gazi Üniversitesi Tarih Bölümünde tamamladı. Aynı yıl Milli Eğitim Bakanlığı’ndan yurtdışı bursu kazandı ve İngiltere’ye gitti. Burada 1992’de Birmingham Üniversitesi’nden mastır ve doktora derecelerini aldı. 1993-2003 arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesinde Osmanlı ve Avrupa tarihi dersleri verdi.

Prof. Çiçek, “The Great Otoman Turkish Civilisation” (4 cilt) ve “Türkler” (21 cilt) gibi pek çok kitabın editörlüğünü yapmıştır. Ayrıca, TRT için hazırlanan “Tarihin Tanıklığında Türk-Ermeni Meselesi” başlıklı bir belgesel programın danışmanlığını ve metin yazarlığını yaptı.

2002’den beri Türk Tarih Kurumunda Ermenilerin tarihi ile ilgili araştırmalar yapmaktadır.

Prof. Çiçek, Osmanlı Toplumsal ve Ekonomik Tarihi konusundaki kitaplarının dışında, Türk-Ermeni İlişkileri ile ilgili pek çok makale ve kitap da yazmıştır. Konuyla ilgili en son eseri, 2005 yılında TTK tarafından yayımlanan “Ermenilerin Zorunlu Göçü [Forced Migration of Armenians]” adlı kitabıdır. 

 

Prof. Dr. Kemal Çiçek'in "Ermeni Yasa Tasarısı'nın İçeriği ve İddialara Verilen Cevaplar" aşağıdadır.


Muhsin Ertuğrul Türk tiyatro adamı; oyuncu, yönetmen, yönetici, eğitmen, çevirmen, makale yazarı, sinema yönetmeni; çağdaş Türk tiyatrosunun kurucusu.


1909'da profesyonel olarak sahneye çıktı. Çeşitli tiyatro topluluklarında çalıştı. Paris ve Berlin'e gitti. Buralarda tiyatro ve sinema konusundaki bilgi ve görgüsünü arttırdı. 1918'de Berlin'de "Beranien Düşesi" adlı filmde oynadı. Aynı yıl "Samson", "Kara Lale Bayramı" ve "Şeytana Tapanlar" filmlerini yönetti.

1921'de Darülbedayi'de yönetmen olarak çalışmaya başladı ve ülkemizin ilk özel film yapım şirketi olan Kemal Film'in yerli film yapımına başlaması için yardımcı oldu.  Türkiye'de ilk filmini 1922 yılında (İstanbul'da Bir Facia-i Aşk) yönetti. 1921-24 yılları arasında bu şirket adına 6 film çekti. 1924'te Sovyetler Birliğine gitti. Orada "Tamilla" ve "Spartaküs" adlı filmleri çekti. 1923 yılında çektiği Ateşten Gömlek filminde baş rolde oynayan Neyyire NEYİR ile evlendi.

Türkiye'ye dönüşünde yeniden Darülbedayi'de çalışmaya başladı ve 1928'de ülkemizin ikinci büyük yapım şirketi olan İpek Film'in kurulmasına öncülük etti.

İpek Film, 10 yılı aşkın bir süre Türkiye'nin tek film yapım şirketi olarak kaldı. Yeniliğe açık olmalarıyla tanınan İpekçiler, Ertuğrul'a her türlü harcama yetkisi vererek çağdaş düzeyde teknolojinin ülkemize girmesini sağladılar. Böylelikle Ertuğrul 1931 yılında ilk sesli Türk filmi olan "İstanbul Sokaklarında"yı çekti. Bu filmin hemen ardından İpekçiler ilk sesli film stüdyosunu kurdular.

1928-41 yılları arasında İpek Film adına 20 film çekti. "Aysel Bataklı Damın Kızı", "Şehvet Kurbanı", "Bir Kavuk Devrildi" gibi filmler ilgi gördüyse de genel olarak sinema alanında başarısız kabul edildiler.

Muhsin Ertuğrul, köklü bir tiyatro geleneğine sahip olduğu için filmlerinde daha çok tiyatral bir tarzla çalışıyordu. Zaten 1947 yılından sonra sinemadan uzaklaşmaya ve tiyatro alanında çalışmalarını yoğunlaştırmaya başladı.

1953 yılında çektiği ve büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan ülkemizin ilk renkli filmlerinden biri olan "Halıcı Kız" Muhsin Ertuğrul'un son sinema çalışması oldu.

SİNEMA FİLMLERİ
AKASYA PALAS
ANKARA POSTASI

ATEŞTEN GÖMLEK - 1923
Muhsin Ertuğrul'un Halide Edip Adıvar'ın Ateşten Gömlek adlı romanından uyarladığı filmde kamera önüne geçen Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir sinema filminde oynayan ilk Müslüman Türk kadınları oldu.

AYNOROZ KADISI
AYSEL, BATAKLI DAMIN KIZI - 1934
BİR KAVUK DEVRİLDİ
BİR MİLLET UYANIYOR - 1932
BOĞAZİÇİ ESRARI - NUR BABA
EVLİ Mİ BEKAR MI ?
FENA YOL - (O KAKOS DROMOS)



HALICI KIZ - 1953
İstanbul Sokaklarında - 1931
İstanbul'da Bir Facia-i Aşk - 1922
KAÇAKÇILAR - 1929 ( Başrol - Feriha TEVFİK )
KAHVECİ GÜZELİ
Kara Lale Bayramı - 1918
KARIM BENİ ALDATIRSA
KISKANÇ
KIZ KULESİNDE FACİA
LEBLEBİCİ HORHOR
MİLYON AVCILARI
NASREDDİN HOCA DÜĞÜNDE
NAŞİT DOLANDIRCI
Samson - 1918
SÖZ BİR ALLAH BİR
SÖZDE KIZLAR
Spartaküs - 1924
ŞEHVET KURBANI - 1940
Şeytana Tapanlar - 1918
Tamilla - 1924
TOSUN PAŞA

YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI BELGESELLER
Zafer Yolları - 1923

ÖDÜLLERİ
Türk sineması ilk uluslararası ödülünü Muhsin Ertuğrul'un Leblebici Horhor adlı filmiyle kazandı. Film, 2. Venedik Film Festivali'nde Onur Madalyası ile ödüllendirildi.



MUHSİN ERTUĞRUL (1892, İSTANBUL - 1979, İZMİR)

Türk tiyatro adamı; oyuncu, yönetmen, yönetici, eğitmen, çevirmen, makale yazarı, sinema yönetmeni; çağdaş Türk tiyatrosunun kurucusu.

Devlet görevlisi bir babanın oğlu olan Ertuğrul, 1910'da Burhanettin Kumpanyası'nda oyuncu olarak tiyatro yaşamına başladı. 1911'de görgüsünü geliştirmek için Paris'e gitti. Türkiye'ye döndüğünde Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları topluluğunu kurdu (1912), Millet Tiyatrosu (Yeni Turan Temsil Heyeti) topluluğuyla etkinliklerini sürdürdü (1913); yeniden Paris'e gitti, J. Coeau ve Antoeine'ı izledi. Paris dönüşü Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları topluluğunu kurdu (1914), Darülbedayi'ye sınavla girdi, öğretmen yardımcısı oldu (1914), kadroya alındı (1915); Berlin'e gitti (1916), Darülbedayi'de oynadı ve oyunlar sahneledi, yeniden Berlin'e gitti (1917), döndüğünde Edebi Tiyatro Heyeti adlı topluluğu kurdu, oyunlar sahneye koydu (Hortlaklar, 1918, Ibsen); Darülbedayi'ye yeniden katıldı (1919)

İstanbul Film'i kurdu, Almanya'da Ustad Film’in ortağı ve yönetmeni oldu; Darülbedayi'ye yönetmen olarak gidiyse de çıkarıldı; film çalışmalarına devam etti; Strimdberg kutlamaları için İsveç'e gitti (1924)

Darülbedayi'den ayrılan sanatçılarla yine Ertuğrul Muhsin ve Arkadaşları topluluğunu kurdu, "Ferah Dönemi" diye adlandırılan yenilikçi evrede (1925), dünya dağarcığından ve yerli yazarlardan oyunlar sahneledi (İhtilal, Andreyev; Baba, Strindberg; Bir Halk Düşamı, Ibsen; Kreutzer Sonat, Tolstoy; Othello, Shakespeare; Azarya, Ahmet Vefik Paşa; Yorgaki Dandini, Ahmet Vefik Paşa), İşşizler, Vedat Nedim Tör; Canavar, Faruk Nafiz); Sovyetler Birliği'ne gitti; Stannislavski, Nemireviç-Dançenko, Tayrov, Meyerhold, Teretyakov ve Ayzanitayn gibi yönetmen ve sanatçılarla tanıştı, çalışmalarına katıldı (1920); Darülbedayi Sanat Yönetmenliği’ni üstlendi, ilk kez Sahne İçtüzüğü düzenlendi; Türk Güzel Sanatlar Birliği Tiyatro Bölümü Başkanı oldu; Darülbedayi'yle birlikte Kahire turnesi yaptı.

ABD'ye gitti (1928), Paramount stüdyolarını gezdi; Darülbedayi'de yönetmenlik çalışmalarına devam etti (1928-29, Deyyus, Crommelynok; Karanlığın Kudreti, Tolstoy; Yapma Adamlar (R.U.R.), Çapek; Onikinci Gece, Shakepeare; Matmazel Juli, Strindberg; 1929-30, Yahudi, Hırçın Kız, Shakespeare; Haydutlar, Schiller; Bebeğin Evi, Ibsen); Darülbedayi dergisini yayınlamaya başladı; Tiyatro kitaplığı kurdu; sahneleme çalışmalarını sürdürdü (1930-31, Mektup, S. Maugham;Aptal, Pirandello; Venedik Taciri, Shakespeare; 1931-32, Dr. Knock, Romains; Mukaddes Alev, Maugham; Kafatası, Nazım Hikmet; Akın, Faruk Nafiz; 1932-33, Rose Brend, Hauptmann; Güneş Batarken, Hauptmann; Bir Ölü Evi, Nazım Hikmet; Üç Saat, E. ve C. Reşit Rey; 1933-34, Peer Gynt, Ibsen; Volpone, Jonson; Turandot, Gozzi; Köksüzler, Vedat Nedim Tör); sanat yaşamının 25. yılı kutlandı, Sovyet Çocuk Tiyatrosu kurucusu N. Saz'la Moskova'da görüştü, İstanbul'da Çocuk Tiyatrosu'nu başlattı; oyun sahnelemeyi sürdürdü (Ölçüye Ölçü, Shakespeare; Karamazof Kardeşler, Dostoyevski/Copeau; Faust, Goethe; Saz-Caz, E. ve C. Reşit Rey; Tohum, Necip F. Kısakürek; 1936-37, Makbet, Shakespeare; Ayaktakımı Arasında, Gorki; Yaban Ördeği, Ibsen; Kral Lear, Shakespeare); Ankara Devlet Konservatuvarı'na tiyatro öğretmeni oldu; yine oyunlar sahneledi (Size Öyle Geliyorsa Öyledir, Pirandello; Prenses Turandot, Gozzi; Kral Lear, Shakespeare); Şehir Tiyatrosu'nu Anadolu turnesine çıkardı; oyunlar sahneledi (1938-39, Yanlışlıklar Komedyası, Shakespeare; Anne Karenina, Tolstoy; 1839-40, İkizler, Plautus; Romeo Jülyet, Shakespeare; Hayat Bir Rüyadır, Calderon; Leydi Windermere'nin Yelpazesi, O. Wilde; Aptal, Dostoyevski/Noziére; Şeytan, Molnar; 1940-41, Othello, Shakespeare; Emilia Galotti, Lessing; 1941-42, Hamlet, Shakespeare; Müthiş Aile, Cocteau; Yaşadığımız Devir, Çapek; 1942-43, Kış Masalı, Shakespeare; Don Carlos, Schiller; Krampton, Hauptmann; Büyük İhtilal, Roland; İflas, Bjornson; Vişne Bahçesi, Çehov; Yalancı, Goldoni; Büyük Şehir, Cevat Fehmi Başkut; 1943-44, Nasıl Hoşunuza Giderse, Shakespeare; İki Efendinin Uşağı, Goldoni; Marianne'nin Kalbi, Alfred de Musset; Kadınlar Mektebi, Moliére; 1944-45, Atinalı Timon, Shakespeare; Doktorun Hatası, Shaw; Vanya Dayı, Çehov; 1945-46, Coriolanus, Shakespeare; Maria Stuart, Schiller; Müfettiş, Gogol; 1946-47, Jül Sezar, Shakespeare; Köyde Bir Ay, Turgenyev; Dedikoducular, Goldoni; Kral Oidipus, Sophokles; Küçük Şehir, Cevat Fehmi Başkut)

Perde ve Sinema dergisini çıkarmaya başladı (eşi Neyyire Neyir'le, 1941); Tiyatro Tarihi Matineleri başlattı (1942), Londra'ya giderek Kraliyet Balesi yöneticisi Dame Ninette de Valois'yla işbirliği görüşmeleri yaptı. Devlet Tiyatrosu'nu yönetmek amacıyla Ankara Devlet Konservatuarı Tatbikat Sahnesi'nin başına getirildi, Küçük Tiyatro'yu (1947) ve Büyük Tiyatro'yu açtı (1948), Devlet Tiyatrosu ve Operası Genel Müdürlüğü'ne atandı; bu arada, oyunlar sahneledi (Hamlet, Shakespeare; Satıcının Ölümü, Miller; Büyük Tiyatro); görevinden ayrılarak İstanbul'da Yapı ve Kredi Bankası'nın çağrısı üzerine Küçük Sahne'yi kurdu ve oyunlar yönetti (Fareler ve İnsanlar, Steinbeck; Aşağıdan Yukarı, Vedat Nedim Tör; 1952-53, Ne İsterseniz, Shakespeare; 1953-54, Babayiğit, Synge; Hamlet, Shakespeare; Godot'yu Beklerken, Beckett); Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü'ne atandı (1954), Üçüncü Tiyatro'yu (1955) ve Oda Tiyatrosu'nu açtı; Bölge Tiyatroları tasarısı doğrultusunda İzmir ve Bursa Devlet Tiyatroları açıldı (1957), görevinden alındı (1958); İstanbul Şehir Tiyatrosu'na başyönetmen olarak atandı; genç kuşak tiyatrocularla yeni bir dönem başlattı; Üsküdar Tiyatrosu'nu ve Kadıköy Tiyatrosu'nu açtı (1960-61), Rumelihisar temsillerini başlattı, Zeytinburnu Tiyatrosu'nu açtı (1965), başyönetmenlik kadrosunun kaldırılmasıyla açıkta kaldı; ITI Yönetim Kurulu Başkanlığı'ndan ayrıldı; LCC Tiyatro Okulu'nda sahne dersleri, İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü'nde tiyatro eleştirisi dersleri verdi; 60. sanat yılı kutlandı; Şehir Tiyatroları Genel Sanat Yönetmeni oldu (1974), Gültepe Tiyatrosu'nu ve Bayrampaşa Tiyatrosu'nu açtı (1974-75), Deneme Sahnesi'ni kurdurdu; görevini bıraktı (1976); Ege Üniversitesi'nce Fahri Doktor payesi verildi (1979), ölümünden sonra İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları Harbiye Sahnesi, Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu adını aldı. 

Kendi deyişiyle, "daha düzenli, daha iyi ve daha güzel olana erişmeyi amaçlamış tiyatro anlayışını (meliorizmi)" benimseyen Ertuğrul, çağdaş Batı Tiyatrosunu Türkiye'de kurumsallaştıran, 60 yıllık sanat yaşamı boyunca çağdaş tiyatro kültürünü tüm kurumlarıyla getiren ve uygulayan kişi olarak anılır.

 www.sehirtiyatrolari.com