09 Temmuz 2016

Güneşi Uyandıralım - José Mauro de Vasconcelos

Şeker Portakalı'nın sevimli, küçük kahramanı Zeze işte yine karşınızda. Gözlerinin içi yine ışıl ışıl, yüreği yine sevgi dolu. Ama hüzünleri, biraz daha büyümüş bir çocuğun hüzünleri. Küçüklüğündeki küçük Şeker Portakalı yok, ama bu kez de yüreğinde sevgili kurbağası var. Zengin ve aşırı alıngan bir aile tarafından evlat edinilmiş. Ama Zeze yeni babasının iyi niyetine karşılık vermiyor. Evdeki biricik dostu, aşçı Dadada. Bir de düşlerindeki, yeri doldurulamayan, yüreğine kadar sokulup yerleşen kurbağa ve bir filmde görerek gerçek babasının yerine koyduğu ünlü Fransız şarkıcısı Maurice Chevalier. Çok parlak bir öğrenci olan Zeze sırılsıklam âşık oluyor. O güne kadar herkesi kızdıran, kimi de tehlikeli şeytanlıklar yapan bir çocuk. Çocukluğunun sonu, yeniyetmeliğin ilk adımları, verilmesi gereken yalnızlık sınavı...Zeze'nin, dostlarını hayâl kırıklığına uğratması olanaksız. Onun her yaştan pek çok dostu olduğunu da iyi biliyoruz. Şeker Portakalı'nın devamı olan Güneşi Uyandıralım'ı da çok seveceğinize inanıyoruz. Dizinin üçüncü kitabı olan Delifişek'te bu kez, Zeze'yi delikanlılık yaşında bulacaksınız.
 

Maksim Gorki - Arkadaş

Uzayıp giden hayat yolunda, yolumuzun kesiştiği insanlar bizim için önemlidir. Yollarımızın kesiştiği insanlardan bir bölümü arkadaş olarak hem hayatımızda hem de yüreğimizde yer eder. Yıllar sonra kimisi tebessümle hatırlanır, kimisi de acı bir yüz ifadesi ile... 


Eckhart Tolle - Hayatla Bütünleşmek


Ruhsal öğretiler eğitmeni ve yazar Eckhart Tolle'ün derinlikli ama uygulaması bir o kadar kolay öğretileri tümdünyada sayısız insana içsel huzurlarını ve hayatlarının daha büyük mutluluklarını bulmada yardımcı olmuştur. Eckhart'ın öğretilerinin özünde, insan evriminde sonraki aşama olarak gördüğü, bilincin dönüşümü yatar. Bu uyanışın olmazsa olmazı, ego temelli bilinç durumunuz aşmak, onun ötesine geçmektir. Sadece kişisel mutluluğun değil, ayrıca gezegenimize yayılan şiddetli çatışmayı sonlandırmanın ön koşulu budur.

DÜNÜ VE YARINI UNUTUP BUGÜNDE YAŞAYACAKSINIZ

İçsel amacınız uyanmak. İşte bu kadar basit. Bu amacı gezegendeki bütün insanlarla paylaşıyorsunuz. İçsel amacınız, evrenin ve bütünün önemli bir parçası. Sizi siz yapan ve insanlığı birleştiren tek güç. Dışsal amacınız ise zamanla değişebilir. İnsandan insana farklılık gösterebilir. Dışsal amacınıza ulaşmanın temelinde içsel amacınızı bulmak ve onunla uyum içinde yaşamak yatar. Gerçek başarının sırrı budur. 

 

John Steinbeck - Sardalye Sokağı


Konserveciliğin zirveye ulaştığı 1930'lar Amerikası'nda fabrika işçilerinin yanı sıra sanatçılar, bilim insanları, fahişeler ve serserilerin bir arada yaşadığı bir dünyadır Sardalye Sokağı. Memleketi California'daki bu küçük sokağın tüm renkliliğini, canlılığını, yaşanılan çelişkileri ve kavgaları okurla buluşturan John Steinbeck, gerçek hayattan esinlenerek unutulmaz karakterler yaratır.

Renkli tiplemelerin ve olayların süslediği hikayede, çalışmayı, düzenli bir hayat sürmeyi, sıradanlaşmayı inatla reddeden Mack'in başını çektiği aylak takımı sistemin dışında yaşamanın, sömürü çarklarına başkaldırmanın, dayanışmanın, ihtiyaç duyulan kadarıyla yetinmenin ete kemiğe bürünmüş halidir.

Her insan gibi hata yapan, kimi zaman coşan, kimi zaman hayata küsen, planlarını her zaman istediği gibi hayata geçiremeyen tüm tanıdık karakterlerin sıradan yaşamlarından sarsıcı kesitlerle gerçek dünyayı usta yazar Steinbeck’in gözlerinden görmek isteyenler için...


Jiddu Krishnamurti - Sen Dünyasın

13 yaşındayken dünya öğretmeni seçilen Krishnamurti, hayatını dünyayı dolaşarak, insanlarla  yaşama ve dünyaya dair konuşarak geçirdi. Kendisine mesihlik yakıştırılmış olmasına rağmen bunu hiçbir zaman kabul etmedi. Onun için, karşılaştığı herkes başlı başına bir “birey”di. Bu nedenle öğretmekten çok paylaşmayı ilke edindi. Yine de dünya üzerindeki milyonlarca kişi ondan çok şey öğrendi.
 
Bizler bir toplum yarattık ve bu toplum bizi şartlandırdı. Zihinlerimiz aslında ahlaki olmayan bir ahlakla şartlandırıldı ve bozuldu; toplumun ahlakı ahlaksızlıktır, çünkü toplum aslında ahlaksızca olan şiddeti, kibri, rekabeti, açgözlülüğü ve benzeri şeyleri kabullenip teşvik etmektedir. Binlerce yıldır kabullenmesi, itaat etmesi ve uyum sağlaması için eğitilmiş bir zihin son derece duyarlı ve dolayısıyla son derece erdemli olamaz. Bizler bu tuzağa kısılıp kaldık. O halde erdem nedir? Bu soruyu soruyoruz, çünkü erdem zaruridir.
 
İnsanın içinde bütün dünya vardır ve eğer nasıl bakman ve öğrenmen gerektiğini bilirsen, kapı orada ve anahtar elindedir. Yeryüzünde senden başka hiç kimse ne sana o anahtarı verebilir ne de o kapıyı açabilir. 


Orhan Seyfi Orhon "Aşk, o bir masal, yalanmış meğer"


Annemle Hasbihal

Anne, zannetme ki günler geçti de değişti evvelki huyum gitgide
Bir hırçın çocuğum, değişmez huyum
Seneler geçse de ben yine buyum
Senden umuyorum teselli yine
Bugün şefkatine, muhabbetine zanneder misin ki yok ihtiyacım?
Belki eskisinden daha muhtacım
Dünyanın tükenmez kederlerinden kalbim kırılsa da böyle derinden
Hayatım büsbütün ye'se kapılmaz
Teselli bulurum içimde biraz, o derin sevgini hatırlarım da
Her gece hıçkıran dudaklarımda hasretle anılan senin adın var
Anne, hayatımda bir tek kadın var.
Beni aldatmadı, sevdi daima
Gittikçe ruhumu saran bu humma başka sevgilerden yadigar anne!
Sevmeyen sevenden bahtiyar anne!
Sorma ki başımdan çok şey geçti mi?
Ah...eğer anlatsam sergüzeştimi, nasıl terkedildim
Nasıl atıldım
Anne aldatıldım, aldatıldım
Belki her zamankinden fazla severken, bir lahza bahtiyar olayım derken
Bilmezsin kaç gece böyle ağladım
Şimdi tecrübem var artık anladım
Aşk, o bir masal, yalanmış meğer
Seven bir kalp için sığınılacak yer
Yalnız o kucakmış, yalnız o dizmiş
İnsanlar ne kadar merhametsizmiş

 

Arif Damar - Sunu

 İlle de görmek için mi beklenir 
güzel günler?
Beklemek de güzel
 
 

Arif Damar - Büyük Hüner

İnsanları sevmek kolay değil, 
bir hürriyet bu 
çetindir memleketimde.
Ben ille varım dersen 
bir gün pusuya düşersen, 
insanları sevmek 
büyük hüner.
Bu dünyada yaşadığın şu kadar yıl, 
gerçekten, güzellikten, yiğitlikten 
payına düşeni alabilmişsen, 
vermişsen payına düşeni 
gerçek için, güzellik için,
 gücüne karşı konmaz
korkusuz direnirsin.
Bilirsin, 
bir kere korku düşerse adamın içine, 
bir kere koparsa sevdiklerinden, 
mümkünü yok 
gitti gider.
Söner gözlerinde güzelim ışık 
kararır, çirkinleşir yüzü 
önceleri utanır belki 
sonra vızgelir 
umurumda olmaz dünya.
İnsanları sevmek büyük hüner 
insanlarla beraber.


Arthur Rimbaud - Yola Çıkış

 
Yeterince görüldü. Bütün kılıklara girdi gizli görüntü.
Yeterince oldu. Kentin uğultuları, akşamleyin ve güneşte, ve her zaman.
Yeterince yaşandı. Yaşamın durakları.

- Ey uğultular ve Gizli Görüntüler!
Yola çıkış, yeni sevgi ve yeni görüntüler içinde.

Pablo Neruda - Unutmak Yok & Halk

Nerelerdeydin diye sorarsan

"Hep eskisi gibi", diyeceğim.
Toprağı örten taşlardan söz edeceğim,
sürdükçe kendini harcayan ırmaktan;
ben yalnız kuşların yitirdiklerini bilirim,
gerilerde kalan denizi bilirim, bir de ağlayan
     ablamı.
Neden ayrı adlarla anılıyor ülkeler, neden
     günler
yeni günleri izliyor? Neden koyu bir gece
birikiyor ağızda? Neden ölüler?
Nereden geliyorsun diye sorarsan bölük pörçük
    kelimelerle konuşmak zorundayım,
ağzı zehir gibi yakan araçlarla,
çoğu çürümeye yüz tutmuş hayvanlarla
ve avutamadığım yüreğimle.

Andaç değil yanımızda götürdüklerimiz
unutuşta uyuklayan sarımsı kumru değil,
yaşlarla kaplı yüzler,
boğazımıza yapışan eller
ve yapraklardan sıyrılan şey:
aşınmış bir günün karanlığı
acıyı kanımızda tatmış bir günün.

İşte menekşeler, işte kırlangıçlar
bize sevinç veren ne varsa,
geçici ve küçük duyarlıkların
yan yana göründüğü süslü kartpostallarda.

Ama bu sınırın ötesine geçmeliyim,
dişlemeliyim sessizliğin çevresindeki kabuğu,
ne karşılık vereceğimi bilemem:

öyle çok ki ölüler,
ve öyle çok ki al güneşle yarılmış hendekler,
ve öyle çok ki gemilere vuran miğferler,
ve öyle çok ki öpüşlerle kilitli eller,
ve öyle çok ki unutmak istediklerim.

 HALK
Halkım ben,
hani şu sayılamayan,
hani şu çok halk.
Soluğumun öyle bir gücü var ki
sessizliği deler geçerim, dinlemem,
filiz verir, boy atarım,
zifiri karanlık demem.

Zulüm, acı, ölüm, şu  bu
bir anda gizlerse de tohumu,
ölmüş gibi görünürse de halk,
döner gelir elbet bir gün nisan ayı,
kavuşur baharına toprak,

kızgın eller dağıtır atar ağır havayı.
Ölümün içinden yeşerir yaşamak.


Ali Poyrazoğlu - Dört Kişi

Şunları bir araya toplayayım, bir güzel muhabbet edelim" diye düşündüm. Mutfak işinden de Hürriyetanlarım. Donattım sofrayı. Bayağı uğraştım. Hepsinin, ayrı ayrı ne yemekten, ne içmekten hoşlandığını iyi bilirim. Bayağı da para gitti. Birinin yediğini öbürü yemez. Ötekinin içtiğini beriki içmez. Dört kişilik sofra kurdum. Mumları da yaktım. Bak hepsi, Erick Satie severdi. Hatırladım. Müziği de ayarladım. Geldiler. 20 yaşımda ben, 35 yaşımda ben, 40 yaşımda ben ve bugünkü ben dördümüz. 20 yaşımı, 35 yaşımın karşısına oturttum. 40 yaşımın karşısına da, ben geçtim. 20 yaşım, 35 yaşımı tutucu buldu. 40 yaşım, ikisinin de salak olduğunu söyledi. Yatıştırayım dedim. “Sen karışma moruk” dediler. Büyük hır çıktı. Komşular alttan üstten duvarlara vurdular. 20 yaşım 40 yaşıma bardak attı. Evin de içine ettiler. Bende kabahat. Ne çağırıyorsun tanımadığın adamları evine.” 
 

* * *
 

Dedim ya, çok sevdim ve Abdellatif Laabi’nin yine çok sevdiğim bir kısa öyküsü geldi aklıma. Konusu farklı ama ortam benzer... Tercüme etmeye çalışacağım:

Hürriyet  “Sofrayı kurdum, misafirlerim geç kaldılar. Daveti mi unuttular, yolda adresi mi kaybettiler acaba? Başlarına bir kötülük mü geldi? Saatlerdir bekliyorum, ‘kulağım kapıya dayalı’. Davetliler kaç kişi olacak, bilmiyorum; kışlık mı, yazlık mı giyecekler; kapıda hangi dilde selam verecekler? Sofram hazır. Gerektiği ve gerekmediği kadar bekleyeceğim artık. Ve bunun bir sanrı olduğunu anlarsam, inat edeceğim. Nadir dostluklar, çocuk kitapları gibi kolay okunan açık yüzler, yumuşacık aksanı olan diller ve kuskus tanelerine kadar her şeyi paylaşan ağızlar yaratacağım hayalimde. Sofram hazır. Aşkla, bütün kültürümü döktüm üstüne. Müzik, beklerken sıkıntımı hafifletiyor, yahnimi yumuşatıyor, zeytinlerimi parlatıyor, baharatımın kokusunu salıveriyor. Nihayet, kapıda sesler duyuyorum. Kalkıp, açmak için kapıya yöneliyorum. Ama kapı havaya uçuyor birden. Misafirlerim bunlar olabilir mi? Yüzü olmayan adamlar giriyor içeriye, ellerinde silah. Bana dönüp bakmıyorlar bile. Masaya ateş ediyorlar, parça parça edene kadar ve tek kelime etmeden çıkıp gidiyorlar. Müzik susuyor. Olsun, yapacak tek şey var, ortalığı toplayıp, masayı yeniden donatmak.”

Abdellatif Laabi