Dedim ya, çok sevdim ve Abdellatif Laabi’nin yine çok sevdiğim bir kısa öyküsü geldi aklıma. Konusu farklı ama ortam benzer... Tercüme etmeye çalışacağım:
“Sofrayı kurdum, misafirlerim geç kaldılar. Daveti mi unuttular, yolda adresi mi kaybettiler acaba? Başlarına bir kötülük mü geldi? Saatlerdir bekliyorum, ‘kulağım kapıya dayalı’. Davetliler kaç kişi olacak, bilmiyorum; kışlık mı, yazlık mı giyecekler; kapıda hangi dilde selam verecekler? Sofram hazır. Gerektiği ve gerekmediği kadar bekleyeceğim artık. Ve bunun bir sanrı olduğunu anlarsam, inat edeceğim. Nadir dostluklar, çocuk kitapları gibi kolay okunan açık yüzler, yumuşacık aksanı olan diller ve kuskus tanelerine kadar her şeyi paylaşan ağızlar yaratacağım hayalimde. Sofram hazır. Aşkla, bütün kültürümü döktüm üstüne. Müzik, beklerken sıkıntımı hafifletiyor, yahnimi yumuşatıyor, zeytinlerimi parlatıyor, baharatımın kokusunu salıveriyor. Nihayet, kapıda sesler duyuyorum. Kalkıp, açmak için kapıya yöneliyorum. Ama kapı havaya uçuyor birden. Misafirlerim bunlar olabilir mi? Yüzü olmayan adamlar giriyor içeriye, ellerinde silah. Bana dönüp bakmıyorlar bile. Masaya ateş ediyorlar, parça parça edene kadar ve tek kelime etmeden çıkıp gidiyorlar. Müzik susuyor. Olsun, yapacak tek şey var, ortalığı toplayıp, masayı yeniden donatmak.”
Abdellatif Laabi