Peyami Safa’nın romanlarıyla ilgili düşüncelerini şöyle dile getirir: “Benim kitaplarım üç merhale geçirmiştir: Sözde Kızlar, Mahşer ve Canan çocukluk kitaplarımdır. Bunlar yirmi yaşımın etrafında doğmuşlardır. Hepsini, bilhassa Canan’ı ele alınmayacak kadar kusurlu bulurum. İkinci devre kitaplarım: Şimşek ve Bir Akşamdı’dır. Bunlarda teknikten ziyade insan ruhuna ait endişeler itibariyle bir fark görülür. Vak’a ile beraber saiklara nüfuz etme ihtiyacı da artıyor. Üçüncü devre kitaplarım: Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih-Harbiye ve Bir Tereddüdün Romanı’dır. Bunlarda çalışma hedefime daha çok yaklaştığımı sanıyorum.” (Her Ay dergisi 1937 sayı 1) Peyami Safa’nın son üç romanı Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Yalnızız ve Biz İnsanlar da bu son devreye dâhil edilebilir. İlk romanı olan Sözde Kızlar’ı yirmi üç yaşında yazmış, bunu Mahşer ve Canan romanları izlemiştir. 1938’e varıncaya kadar yazdığı Fatih-Harbiye ve Dokuzuncu Hariciye Koğuşu gibi romanlar onu Türk Edebiyatı’nda önemli bir yere koymuştur. On beş yaşında bir hevesli olarak girdiği basın âleminden Türk Fikir ve Edebiyat âlemine kendini tartışmasız olarak kabul ettirdiğinde henüz kırk yaşına varmamıştır.
Yazar ilk romanı için şöyle der: “Sözde Kızlar’ı, kendime ve başkalarına hiçbir şey ispat etmemek için, sırf geçinme kaygısıyla yazdım. Bence kıymetsiz olan bu kitabın halk arasında bugün üçüncü tabı’nı idrak edecek derecede muvaffakiyet kazanması herhalde farkında olmadan okuyucuya, sonradan yazacağım eserlerin iyiliğine ait vaatte bulunmuş olmama hamledilebilir.” Peyami Safa Türkiye’de en çok yazan yazarlardandır. On beş yaşından başlayıp altmış üç yaşına kadar her gün birkaç çeşit yazı yazmak zorundaydı.
Peyami Safa’nın daha yirmili yaşlarda bu eserleri yazmasının nedeni, kendisinin milli düşünceyi öne çıkarmak istemesinden ziyade çocukluğundan itibaren hastalıkla geçen gençlik yıllarının bunalımlarının etkisidir.
Peyami Safa dindar veya dini hayatı olan bir yazar mıdır? Bu soruya evet demek mümkün değildir. Çünkü romanlarına bakıldığında oluşturduğu karakterlerden hiç birinde yeterli diyebileceğimiz bir inanç mevcut değildir. Din ve inanç, onun için yalnızca kültürel bir unsurdur ve ahlakın bir parçasıdır. Toplumda yaşanmasından çok insanın kalbinde yaşatılmalıdır. Bu sonuca Mahşer romanının başkahramanı Nihat’ın hayatına bakılarak da varılabilir.
Ahmet Ağaoğlu’nun etkisinde kaldığı kısa bir dönemde liberalizme yönelse de bu etkilenmenin yok olduğu yıllarda tekrar Türk milliyetçiliğine yönelmiştir. Romanlarının yazıldığından itibaren çok okunmasının en önemli nedeni, Doğu – Batı çatışması içinde kendisinin doğuyu tutmuş olması olabilir. Bu özelliğiyle o, Anadolu insanıyla aynı düşünceyi paylaşmıştır. Daha açıkçası, Anadolu insanı Peyami Safa’nın romanlarında kendisini bulmuştur.
Burada üzerinde durulacak olan Mahşer romanı, Peyami Safa’nın 1924 yılında, Sözde Kızlar’dan sonra, çocukluk dönemim dediği yirmili yaşlarda yazıp yayınladığı romanlarından biridir. Bu romanda Peyami Safa, başkahramanı Nihat’ın gözüyle İstanbul’un siyasî, sosyal, ekonomik ve ahlakî yapısı hakkında bilgiler verirken özellikle Doğu - Batı karşılaştırmasında bulunur.
Sanat kaygısından ziyade gençlere yön göstermek düşüncesinde olan yazarın bu konuyu ele alırken yer yer abartılara yer verdiği görülür ama bu durumu yazarın üslup özelliği olarak görmek gerekir. Doğu ve batıyı temsil eden iki zümrenin karşıtlığından beslenen Safa’nın ilk dönem romanları hemen hemen aynı şema ile karşımıza çıkar. Doğu ve batı yaşam tarzlarının aynı mekânı paylaşmasından ötürü ortaya çıkan toplumsal sorun üç erkek ve bir kızdan oluşan dört karakterin rol aldığı bir aşk öyküsü üzerine bina edilir.
Buna en güzel örnek, en çok okunan romanı olan “Fatih Harbiye”dir. Söylemlerinde sıkça dini değerlere atıfta bulunan bu kişilere yazarın yüklediği özellikler ve verdiği görevler onun millî değerleri, toplumsal düzenin sağlıklı işleyebilmesinde en önemli etkenlerinden biri olarak gördüğünü gösterir.
Mahşer romanında sözcü yine bir entelektüel ve doğulu olan gazeteci Kerim’dir. Bu romanda alafranga hayat tarzının sürdüğü bir muhitte doğulu yaşam biçimini temsil eden Muazzez ve onu seven yine başka bir doğulu olan Nihat ana karakterler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Muazzez, değerlerinden kopmuş bir batılı tip olarak tasvir edilen dayısı Mahir Bey ve yengesi Seniha Hanım ile aynı apartmanda kalır. Ancak o, içinde bulunduğu muhiti beğenmemekte ve buradan kurtulmak istemektedir. Nihat ise Çanakkale Savaşı’na katılmış ve gazi olarak İstanbul’a dönmüştür. Muazzez ile tanışması onun iş ararken Muazzez’in yengesi tarafından işe alınması vesilesi ile gerçekleşmiştir. Birbirini seven bu iki genç zor bir durum ile karşı karşıyadırlar. Evden kaçarak evlenirler ancak bir süre sonra maddi imkânsızlıklarla boğuşmak zorunda kalarak ümitsizliğe düşerler. İşte tam bu noktada yazarın sözcüsü Kerim Bey devreye girer. Telkinleriyle Nihat’ı içinde bulunduğu bunalımdan kurtarır ve yine birbirilerine kavuşurlar.
Yazarın bakış açısına göre bu roman değerlendirilecek olursa; yazar, fakir ve çaresiz insanların durumlarını tasvir ederken, onlara teselli olacak bir manevi dayanak göstermez. Yani biçare insanları İslami değerlere göre sabır ve tevekkül içinde değil, batılı felsefecilerin eserlerinden öğrendiği felsefi değerlere göre tasvir eder. Bu durum Peyami Safa gibi bir yazar için ciddi bir eksiklik gibi görünse de yazıldığı yılların genel havası içinde değerlendirildiğinde anlayışla karşılanabilir. Son kısımda Nihat’ın çaresizliğinden dolayı ayağına taş bağlayıp intihar etmek için kendini denize bırakması ise o devrin aydınlarının iç dünyalarını göstermesi bakımından önemlidir.
Yazar, romanda birkaç mekânı öne çıkarır ki bunların hepsi olumsuzluklarıyla okuyucuya verilir. Bunlar: Maarif nezareti, tapu dairesi, emniyet binası ve tiyatro sahnesidir. Bizler buraları aşırı abartılı bir şekilde kötü taraflarıyla görür ve tanırız. Yazar, adeta Nihat’ı buralarda gezdirerek bizlere ayna tutar. Bu kurumların aşırı olumsuz yanlarıyla verilmesi, okuyucuya “kurumları böyle olan bir devlet yıkılmayı hak etmiştir” dedireceği gibi, yeni devletin olması gerektiği ölçüleri hatırlatmak olduğu düşünülebilir.
Burada Nihat’ın gözüyle işlenen konu, harpte yaralanıp memleketine dönen bütün askerlerin psikolojisini yansıtması açısından da önemlidir. Bugün yurdumuzun terörle silahlı mücadele edilen bölgelerinde askerlik yaparken yaralanıp memleketine dönen askerlerde de bu psikolojiyi görmek mümkündür. Savaş sendromu da denilen bu hastalığın psikolojik bir rahatsızlık olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bundan birkaç yıl önce gösterime giren Uğur Yücel’in yönettiği “Yazı Tura” isimli film de bizde bu konuyu işleyen tek film olması bakımından önemlidir. İsyan, Peyami Safa’nın romanlarının birçoğunda vazgeçemediği bir yaklaşım tarzıdır. Onun: “Yüz elli seneden beri roman, dizginini liberal nizamın kopardığı bu beşeri hayvanın (yalnızlığa terk edilen ferdiyetin), seyisi olan cemiyete karşı isyanın mücadelelerini aksettirmektedir.” Biçiminde söylediği sözleri romanlarının genel yapısı hakkında bir fikir vermektedir. Bu noktadan bakılınca Mahşer romanı için yazarın cemiyete olan isyanının romanıdır demek herhalde abartı sayılmaz.
Mahşer romanı, Çanakkale Savaşı’nda gazi olan Nihat’ın, vatanı uğruna verdiği mücadeleden sonra, İstanbul’a dönüşünde yaşadığı dramı anlatır. Nihat, umutla geldiği İstanbul’dan beklediğini bulamaz, bunun ardından yaşayacağı hayal kırıklığı, hayatta kalma çabası büyük bir isyana dönüşür ve Mahşer çizgisinde anlamlanır. Zaten yazarın amacı da okuyucuya sıcak gelen bir kahramana toplumun en olumsuz yanlarını gösterip, okuyucuyu isyan ettirmektir.
Yrd. Doç. Dr. Muzaffer Çandır