“1947 yılıydı. On dokuz yaşındaydım. Hukuk fakültesinin birinci sınıfında öğrenciydim… İlk sayfadaki giriş cümlesini hatırlıyorum, şöyle diyordu: “Bir sabah sıkıntılı rüyalarından uyanan Gregor Samsa kendisini yatağın içinde devasa bir böceğe dönüşmüş bulur.” … Lanet Olsun! Okurken böyle mırıldandım kendi kendime, “Bu doğru olamaz! Kimse böyle bir şeyin yapılabileceğini bana söylemedi! Demek olabiliyormuş! Öyleyse ben de yapabilirim! Lanet olsun! Benim büyükannem de böyle anlatırdı hikâyelerini… En olmadık masalları sanki gerçekmiş gibi.”
Her şey, kökleri İspanya’nın Bask bölgesine uzanan aristokrat bir aileden gelme Don Juan Vicente Bolivar’ın, Dona Maria’ya evlenme teklif etmesiyle başlar.
1783 yılında Caracas’ta doğan Simon Bolivar küçük yaşta öksüz kalmasına rağmen hayata sımsıkı tutunur. Önce hayatla, ardından İspanya Kralıyla mücadele eder ve en nihayetinde Latin Amerika’yı bağımsızlığına kavuşturur.
Şimdi artık, Latin Amerika yerlileri, And dağlarının eteklerindeki İnka kökenli yerliler, İspanyollar ve Portekizlilerden oluşan bu renk cümbüşü yıllar içinde kendi müziğini, sanatını ve edebiyatını yaratabilecektir.
19. yüzyıl Rus klasik müziğini nasıl beş büyükler diye anılan Balakirev, Cui, Borodin, Mussorgsky ve Rimsky-Korsakov temsil etmişse, 20. Yüzyıl Latin edebiyatını dünyaya duyurma görevini de Arjantinli Cortazar, Perulu Vargas Llosa, Mersikalı Carlos Fuentes ve Kolombiyalı Gabriel Garcia Marquez üstlenir.
“Yazarların birer megolaman olduğu, kendilerini toplumun vicdanı, evrenin merkezi gibi hissettikleri sıkça söylenir. Doğrudur da. Ben en çok bir şeyin iyi yapılmış olmasına hayranlık duyarım. Havada uçarken pilotların mesleklerini kendi yazarlığımdan daha iyi icra etmeleri beni her zaman mutlu etmiştir.”
Gabriel Garcia Marquez, ya da yaygın bilinen lakabıyla Gabo, 1927 yılının 6 Mart günü, Kolombiya’nın küçük bir kasabasında, Aracataca’da doğar. Babası Gabriel Garcia, annesi Luisa Marquez’dir. Küçük yaşlardayken ebeveynleri bir başka kente taşınır, Gabo’yu anneannesi ve dedesi büyütür. Çevresinden saygı gören entelektüel bir asker olan dedesi ve özellikle kendisine çocukluk yıllarında unutulmaz hikâyeler anlatan ninesi, Gabo’nun hayatını şekillendirmesinde önemli rol oynarlar.
Gabo 19 yaşına geldiğinde Cartagena Üniversitesi’nde bir hukuk öğrencisidir. Bir yandan da yerel gazetelerde muhabirlik yaparken en çok Virgina Woolf ve William Faulkner’in etkisi altında kaldığı söylense de onu yere seren, ya da bulutların üzerine uçuran ilk sadmeyi Kafka’nın Dönüşüm adlı eserinden alır.
“Eleştirmenlerin benim hakkında ne söylediği umurumda değil; zaten yıllardır onları okumuyorum. Kendilerini yazarlarla okurların arasında konumlandırmaya çalışıyorlar. Bense hayatım boyunca okurlarıma bir eleştirmenin aracılığı olmadan doğrudan ulaşabilmek için son derece yalın ve kesin bir üslupla yazmaya çalıştım.”
Gabo’nun ilk başarısı, batan bir gemiden kurtulup tahta parçalarından devşirme küçük bir sal üzerinde tek başına okyanusta on gün geçiren bir gemicinin hatıralarını gazetesi için tefrika şeklinde yazmak olmuştur (1955). Olaylar gemicinin ağzından anlatıldığından, Bir Kayıp Denizci – Relato de un Naufrage adlı eser 1970 yılında Marquez adıyla yayınlanıncaya kadar hiç kimse bu satırların Gabo’ya ait olduğunu bilemeyecektir.
“En önemli şey ilk paragraftır. İlk paragraf için aylarımı harcamışımdır. Bir kez istediğimi elde ettim mi, gerisi arkadan gelir.”
İşte kendi çalışma tarzını bu şekilde özetleyen Nobelli yazarın ünlü novellası “Albaya Mektup Yok” (1961) bu çabayla damıtılmış sade, etkileyici bir anlatımla karşılar okurlarını:
“Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca bir küçük kaşık kahve kalmış olduğunu gördü. Kabı ateşten indirip suyun yarısını toprak zemine döktü ve çekilmiş kahvenin son zerreleri de pas kırıntılarına karışıp kaba dökülene kadar tenekenin içini bıçakla kazıdı.
Masum ve inançlı bir tavırla ocağın yanında oturup kahvenin kaynamasını beklerken, bağırsaklarında mantar ve zehirli zambakların kök saldığı duygusuna kapıldı. Aylardan ekimdi. Kendisi gibi buna benzer pek çok sabahı atlatabilmiş biri için bile geçirmesi zor bir sabahtı. Neredeyse altmış yıldır –son iç savaşın bittiğinden beri- beklemekten başka bir şey yapmamıştı albay. Gelen birkaç şeyden biri de ekimdi.
Kahveyle yatak odasına girdiğini gören karısı cibinliği kaldırdı. Bir gece önce bir astım nöbetine tutulmuştu ve şimdi uykulu bir hali vardı. Ama fincanı almak için doğruldu.
“Ya sen?”
“Ben içtim,” diye yalan söyledi albay.
“Koca bir kaşık daha vardı.”
Çağdaş Amerikan Edebiyatının önde gelen yazarlarından Kurt Vonnegut, karmaşık bir dil kullanmakla edebi metin yazmayı birbirine karıştıran eleştirmenlere “Bir çocuğun sesiyle yazıyorum. Bu da beni lisede okunabilir kılıyor” diyerek Marquez’in tarafında yer alırken Orwell de “Sade bir dilin en büyük düşmanı samimiyetsizliktir” dememiş miydi?
Marquez otuz bir yaşındayken gençlik aşkı Mercedes’le evlenir, kısa bir süre sonra da Mexico şehrine yerleşirler. Ardından İlk romanı Şer Saati – La Mala Hora 1962 yılında yayınlanır. Kolombiya’nın herhangi bir yerleşkesinde gelişen yasadışı olayları anlatan bu eserini en büyük başyapıtlarından Yüzyıllık Yalnızlık – Cien Anos de Soledat (1967) izleyecektir.
Yazar, kendi doğduğu kasabanın, yani Aracataca’nın bir benzerini, Macondo’yu yaratmıştır Yüzyıllık Yalnızlık’ta. Jose Buendia soyunun yedi kuşağını anlatan masalımsı hikâye orada geçecektir. Tıpkı Faulker’ın romanlarında olduğu gibi, Marquez de Maconda motifini kullanarak yaşadığı toplumun tüm öğelerini barındıran bir mikrokozmosu, hayali bir evreni yaratmıştır. Hikâyesini fantastik kurgular ve metaforlar eşliğinde sürdüren yazar, çocukluğunda kendisine sanki hepsi gerçekmiş gibi son derece ciddi bir yüzle olmadık hikâyeler anlatan ninesinden aldığı ilhamla bir büyülü gerçekçiliği okurlarına sunmaktadır.
“Tanrı’ya inanmıyorum. Ama O’ndan korkuyorum.”
Marquez uzunca bir süredir çektiği çıban hastalığının (fronküloz) ızdırabı içinde kıvranırken bir yandan da romanın kahramanlarından Jose’nin oğlu Albay Aureliana Buendia’yı öldürüp romanında üçüncü kuşağa geçmenin yollarını aramaktadır. Özetle Albay Buenda’nın artık ölmesi gerekmektir. Ama nasıl? Ve ne zaman? İşte o sırada, çok çektiği çıban hastalığına Albayı ortak etmeye karar verir yazar. Birkaç gün sonra, uzun bir çalışma gününün ardından Marquez sessizce yazı masasından kalkar ve yatak odasında uyumakta olan karısının yanına kıvrılıp mırıldanır. “Albay öldü…” Ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar.
Bir söyleşisi sırasında, inanmaz gözlerle kendisini dinleyen konuğunun kulağına eğilip şöyle fısıldayacaktır romanın yazarı. “Sonra ne oldu biliyor musun? Albay Buendia’ya hastalığımı bulaştırdım. O öldü ve bir daha bende hiç çıban çıkmadı!”
Bir eleştirmenin “Yüzyıllık Yalnızlık’ı ne kadar zamanda yazdınız” sorusunu da “tüm yaşamım boyunca” diye cevaplar Gabriel Garcia Marquez. Bu olağanüstü eser ona 1982 Nobel ödülünü kazandıracaktır.
“İnsanoğlu anasının karnından çıktığı an doğmaz yalnızca, yaşam kendilerini defalarca yeniden doğurmalarına mecbur kılacaktır onları.”
Yazarlık hayatını Hanım Ana’nın Cenaze Töreni – Los Funerales de la Mama Grande (1962) ve İyi Kalpli Erendira ile İnsafsız Büyükannesinin İnanılmaz ve Acıklı Öyküsü – La Increible y Triste Historia de la Candida Erendira y de su Abuela Desalmada (1962) adlı öykü kitaplarıyla sürdüren Marquez bir yandan da bir sonraki romanı için hazırlık yapmaktadır.
Şimdi artık sıra o romana gelmiştir. Marquez uzunca bir süredir Latin Amerika’nın tarihine damgasını vuran diktatörlerle ilgili bir kurgu tasarlamaktadır zihninde. Gözünün önünden diktatör örnekleri gelir geçer sırayla. Julius Sezar, Mussolini, Franco, Peron ve diğerleri. Hayalinde yaşattığı bu tiran, temel karakteristiklerini bu diktatörlerden alacaktır.
“Her roman karakteri şahsen tanıdığın, hakkında bir şeyler duyduğun, okuduğun kişilerden oluşan bir kolajdır.”
Marquez bu karakteri hayalinde yeterince oluşturduktan sonra onu fiziki bir varlığa dönüştürecek sembolü aramaya koyulur. “Bir gün Roma sokaklarında çaresizlik içinde dolaşıyordum. Girdiğim kitapçıda bulduğum fotoğraf albümünü karıştırırken birden o yüzü gördüm” der. Çok lüks bir malikânenin salonunda tek başına oturan bitik, zalim, yaşlı bir adamın çehresi canlanmıştır gözünde. Hemen oteline dönüp Karayip Adaları’nın birinde yaşamış bu diktatörün ölümünü yazmaya koyulur. Bu başyapıt 1975 yılında Başkan Babamızın Sonbaharı – El Otono del Patriarca adıyla yayınlanacaktır.
“Aşk üzerine yazılmış bir roman en az diğerleri kadar sahicidir. Kanımca bir yazarın görevi, hatta devrimsel görevi… iyi yazmaktan ibarettir.”
Marquez’in 1981 yılında yayınlanan novellası Kırmızı Pazartesi – Cronica de Una Muerte Anunciada ünlü İtalyan yönetmen Francesco Rosi tarafından beyaz perdeye uyarlanır. Şimdi sıra yazarın Holywood başarısına dönüşecek eserlerinden bir başkasına, Kolera Günlerinde Aşk – El Amor en Los Tiempos del Colera (1985) adlı romanına gelmiştir.
“Evet, de ona. Korkudan ölsen bile, sonradan üzülecek olsan bile, çünkü her ne yaparsan yap, hayır diyecek olursan eğer, tüm hayatın boyunca pişman olacaksın.”
Kolera Günlerinde Aşk, peşinde koşan uçarı Florentino’dan vazgeçip Doktor Juvenal’ın güçlü, güvenli kollarına evet diyerek bir ömür süren Fermina’nın öyküsünü anlatan sıradan bir aşk hikâyesi gibi görünebilir kimilerine. Yine de yazarın “kurduğum tuzağa düşmemek için dikkatli olmalısınız” sözlerine kulak vermekte yarar var. Deneyimli okurlar aşkın bir gökkuşağı gibi renkten renge giren tüm evrelerini fark edebilirler satır aralarında. Gençlik aşkı, romantizm, tutku, şehvet, kıskançlık, öfke ve öte yanda güvenli bir hayat arkadaşlığının vazgeçilmez huzuru…