08 Mart 2021

Ayn Rand - İhtiyacımız Olan Felsefe


Neden gurursuz yaşadığınızı, ateşsiz sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her baktığnızı yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı, hayatınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden 'ya beden ya ruh' gibi, 'ya kar ya kamu yararı' gibi yapay seçimlerden kaçınmak için tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi istiyorsunuz?

Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama aletinizi, aklınızı reddetmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme kilitlendi diye ağlıyorsunuz. Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil diyorsunuz.

Aklınızı takip etmedikçe hayatınızı bu sorulardan kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça başkalarının tercih ettiği bir hayata mahkum olacaksınız. Bu yüzden felsefe bir ihtiyaçtır. Felsefe; hayatı analiz etme, aklı ve mantığı kendi mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Entellerin kafanızı karıştırmak için bir araya geldiklerinde yaptığı laf kalabalığı değildir.

 Çevirmen: Nejdet Kandemir

 

6 Mart 1974’te ABD West Point Askeri Akademisi mezunlarına hitaben yapılan bir konuşma.
Kendim de bir hikâye yazarı olduğumdan, çok, çok kısa bir hikâye ile başlayalım. Kendinizi uzay gemisi kontrolden çıkmış ve bilinmeyen bir gezegene düşmüş bir astronot olarak düşünün. Kendinize geldiğinizde ve kötü şekilde yaralanmadığınızı anladığınızda aklınızdaki üç soru şu olacaktır:
Neredeyim?
Burayı nasıl keşfedebi­lirim?
Ne yapmalıyım?
Etrafta tanımadığınız türden bitkiler görüyorsunuz ve soluyacağınız hava var; güneş ışığı sizin hatırladığı­nızdan daha solgun gibi ve hava da daha soğuk. Gök­yüzüne bakmak istiyorsunuz, fakat duruyorsunuz. Ani bir duygu içinizi kaplıyor: Bakmazsanız belki de dünya­ya çok uzak olduğunuzu ve geri dönüşün hiçbir şekil­de mümkün olmadığını bilmek zorunda kalmayacaksı­nız; bunu bilmediğiniz müddetçe de istediğinize inan­makta özgürsünüz -ve bulanık, hoş ve bir ölçüde suçlu bir ümit yaşıyorsunuz.
Uzay geminize dönüyorsunuz: Cihazlarınız zarar görmüş olabilir; fakat zararın ne kadar ciddî olduğunu bilmiyorsunuz. Fakat ani bir korkuyla irkilip duruyor­sunuz:
Bu cihazlara nasıl güvenebilirsiniz?
Bunların sizi yanlış bir yere götürmeyeceğinden nasıl emin olabilirsi­niz?
Bu cihazların başka bir dünyada çalışacaklarını nasıl bilebilirsiniz?
Cihazlardan uzaklaşıyorsunuz.
Şimdi neden hiçbir şey yapmaya istekli olmadığını­zı merak etmeye başlıyorsunuz. Bir şekilde ortaya çıka­cak olan bir şeyi beklemek çok daha güvenli görünmek­tedir; kendinize uzay gemisini sarsmamanın daha iyi ola­cağını söylüyorsunuz. Uzaklarda size yaklaşan bazı can­lılar olduğunu görüyorsunuz; onların insan olup olma­dığını bilmiyorsunuz, fakat onlar iki ayak üzerinde yürü­yorlar. Onların size ne yapacağınızı söyleyecekleri hük­müne varıyorsunuz.
Bir daha sizden haber alınmıyor.
Bunun fantezi olduğunu söylüyorsunuz, değil mi?

Siz olsaydınız böyle yapmazdınız ve hiçbir astronot da asla böyle yapmazdı. Belki de öyle. Fakat bu, çoğu insa­nın burada, dünyada hayatını yaşama şeklidir.
Çoğu insan hayatını, cevaplan (bilinçli olarak farkın­da olsun ya da olmasın) insanın her düşüncesinde, duy­gusunda ve hareketinde yatan üç sorudan kaçmaya çalı­şarak harcar: Neredeyim?
 Nerede olduğumu nasıl anla­rım?
 Ne yapmalıyım?
Bu soruları anlayacak yaşta olduklarında, insanlar cevapları bildiklerini düşünürler.
Neredeyim?
Diyelim New York’ta. Bunu nerden biliyorum?
Bu su götürmez bir gerçektir. Ne yapmalıyım?
İşte bu konuda pek emin değiller, fakat alışılmış cevap şudur: Herkes ne yapıyorsa onu. Tek problem, onların çok aktif, çok emin, çok mut­lu görünmemeleri ve zaman zaman açıklayamadıkları veya kurtulamadıkları sebepsiz bir korku ve tanımlanma­mış bir suç duygusu yaşamaları olarak görünmektedir.
Problemin cevaplanmamış üç sorudan kaynaklandı­ğını ve bunları sadece bir bilimin, yani felsefenin cevap­layabileceğini asla keşfedememişlerdir.
Felsefe varoluşun, insanın ve insan-varoluş ilişkisinin ana niteliklerini inceler. Sadece belli şeylerle uğraşan di­ğer bilimlerin aksine felsefe, evrenin var olan her şeyle ilgili olan yönleriyle uğraşır. Bilgi alanı içinde, özel bilim­ler ağaçlardır, felsefe ise ormanı var eden topraktır.
Felsefe size keşfetmek için araçlar verse de, size New York’ta mı yoksa Zanzibar’da mı olduğunuzu söylemez. Fakat onun size söyleyeceği şey şudur: Doğal kanunlar­la yönetilen ve bu nedenle istikrarlı, sabit, mutlak ve an­laşılması mümkün olan bir evrende mi yaşıyorsunuz?
 Yoksa anlaşılmaz bir kaos içinde, açıklanamayan muci­zeler girdabında veya aklınızın kavrayamadığı, bilinmesi mümkün olmayan, kestirilemeyen bir ortamda mısınız?
 Etrafınızda gördüğünüz şeyler gerçek mi, yoksa onlar sadece bir illüzyon mu?
 Onlar herhangi bir gözetenden bağımsız olarak mı vardır, yoksa bir gözeten tarafından mı yaratıldılar?
 Onlar insan bilincinin nesnesi mi, yoksa öznesi midirler?
 Onlar görünüşte oldukları şey midirler, yoksa bir dilek gibi, bilincinizin tek bir hareketi ile değiş­tirilebilirler mi?
Davranışlarınızın -ve tutkunuzun-karakteri hangi tip cevabı seçtiğimize bağlı olarak farklı olacaktır. Bu cevap­lar felsefenin ana kolu olan ve varoluşu inceleyen bilim olan (Aristo’nun “kendiliğinden oluş” şeklinde ifade et­tiği) metafiziğin ilgi alanıdır.
Hangi hükümlere varırsanız varın, bunu izleyen baş­ka bir soruyu cevaplama zorunluluğu içinde olacaksınız. Bunu nerden biliyorum?
 İnsan her şeyi bilen veya yanıl­maz olmadığından, neyi bilgi olarak iddia edebileceğini­zi ve hükümlerinizin geçerliliğini nasıl ispatlayacağınızı bulmak zorundasınız. İnsan bilgiyi bir akıl işlemiyle mi elde eder, yoksa doğaüstü bir güçten gelen anlık bir il­ham yoluyla mı?
 Akıl, insan duyularıyla sağlanan mater­yali tanıyan ve onu işleyen bir meleke midir, yoksa insa­nın beynine kendisi doğmadan önce yerleştirilmiş do­ğuştan gelen fikirlerle mi beslenir?
 Akıl gerçeği kavra­maya muktedir midir, yoksa insan aklından daha üstün bir diğer idrak melekesine mi sahiptir?
 İnsanoğlu kesin­liği elde edebilir mi, yoksa sürekli şüphe içinde boğulma­ya mahkûm mudur?
Kendine güveninizin (ve başarınızın) derecesi hangi cevaplar takımını seçtiğinize bağlı olarak farklı olacaktır. Bu cevaplar insanın kavrama yollarını inceleyen episte­molojinin (bilgi teorisinin) ilgi alanıdır.
Bu iki dal, felsefenin teorik temelini oluşturur. Üçün­cü dal olan ahlâk, felsefenin teknolojisi olarak kabul edi­lebilir. Ahlâk, tüm varlıklar için değil, sadece insan için geçerlidir, fakat insan hayatının her alanında geçerlidir; karakterlerinde, davranışlarında, değerlerinde, varoluşun bütünüyle olan ilişkilerinde. Etik (ya da ahlâk), insanın tercihlerine ve davranışlarına -yaşamın gidişatını belirle­yen tercih ve davranışlara-yol gösteren bir değerler sis­temini tanımlamaktadır.
Tıpkı hikâyemdeki astronotun (nerede olduğunu ve bulunduğu yeri nasıl keşfedeceğini bilmek istemediğin­den) ne yapması gerektiğini bilmemesi gibi, siz de karşı karşıya olduğunuz evrenin niteliğini, kendi kavrama yol­larınızı ve kendi tabiatınızı bilene kadar ne yapmanız ge­rektiğini bilemezsiniz. Ahlâka gelmeden önce, metafizik ve epistemolojinin ortaya koyduğu sorulan cevaplamak­sınız: İnsan realiteyi kavrayabilecek akıllı bir varlık mıdır, yoksa umutsuz, kör bir uyumsuz, evrenin akışıyla sersemlemiş önemsiz bir şey midir?
 İnsan için dünyada ba­şarı ve mutluluk mümkün müdür, yoksa insan başarısız­lıklara ve felakete mahkûm mudur?
 Cevaplara bağlı ola­rak etiğin ortaya koyduğu şu sorulan düşünmeye geçe­bilirsiniz: İnsan için iyi ve kötü olan nedir ve niçin?
 İn­sanın asıl olarak ilgilendiği şey zevk peşinde koşmak mı, yoksa sıkıntıdan kaçmak mı olmalıdır?
 İnsan hayatının amacı olarak kendini geliştirmeyi mi, yoksa kendini yok etmeyi mi seçmelidir?
 İnsan kendi değerleri peşinde mi koşmalıdır, yoksa diğer kişilerin çıkarlarını kendisininkilerin önüne mi koymalıdır?
 İnsan mutluluğu mu, yoksa kendini feda etmeyi mi şiâr edinmelidir?
Bu iki grup cevabın değişik sonuçlarını vermeme ge­rek yok. Onları kendi içinizde, etrafınızda, her yerde gö­rebilirsiniz.
Etiğin verdiği cevaplar insanların diğer insanlara na­sıl muamele etmeleri gerektiğini belirler ve bu da felse­fenin dördüncü kolunu, yani gerçek bir sosyal sistemin prensiplerini tanımlayan politikayı oluşturur. Felsefenin işlevine bir örnek verirsek, siyaset felsefesi size karne ile dağıtılan benzinden haftanın hangi günü ve ne kadar ve­rilmesini söylemez, hükümetin herhangi bir şeyi karneye bağlamayı dayatmaya hakkı olup olmadığını söyler.
Felsefenin beşinci ve son dalı, metafiziğe, epistemolo­jiye ve etiğe dayalı sanatı inceleyen estetiktir. Sanat, insan bilincinin ihtiyaçları ile -ona yakıt sağlanması ile-uğraşır.
Bazılarınız şimdi pek çok insanın yaptığı gibi şunu söyleyebilir: Böyle soyut şekilde asla düşünmem -ben belli, somut, gerçek hayat problemleriyle uğraşmak iste­rim-, felsefeye neden ihtiyacım olsun?
 Benim cevabım şudur: Somut, belli, gerçek yaşam problemleriyle uğra­şabilmek için -yani dünyada yaşayabilmek için-felsefe­ye ihtiyacınız vardır.
Çoğu insan gibi, felsefeden etkilenmediğinizi söyleye­bilirsiniz. Sizden bu iddianızı gözden geçirmenizi isteye­ceğim. Hiç şunu söylediğiniz ya da düşündüğünüz oldu mu?
 “Bu kadar emin olma, hiç kimse hiçbir şeyden emin olamaz.” Bu fikri, adını hiç duymamış bile olsanız David Hume’den (ve diğer kişilerden) aldınız. Veya: “Bu, teoride iyi olabilir, ama pratikte işe yaramaz.” Bunu Platon’dan aldınız. Veya: “Bu, yapılacak çok kötü bir şeydi, fakat o da nihayetinde bir insan ve dünyada hiç kimse mükemmel değildir.” Bunu Augustine’den aldınız. Veya: “Bu senin için doğru olabilir, ama benim için değil.” Bunu William James’den aldınız. Veya: “Elimden bir şey gelmez. Onun yapağı hiçbir şeye hiç kimse yardım ede­mez.” Bunu Hegel’den aldınız. Veya: “İspatlayamam, ama doğru olduğunu hissediyorum.” Bunu Kant’tan al­dınız. Veya: “Bu mantıklıdır, fakat mantığın gerçekle il­gisi yoktur.” Bunu da Kant’tan aldınız. Veya: “Bu kötü bir şeydir, çünkü bencilcedir.” Bunu da Kant’tan aldınız. Çağdaş aktivistlerin “Önce yap, sonra düşün” dediklerini duydunuz mu?
 Onlar da bunu John Dewey’den aldılar.
Bazı insanlar şöyle bir cevap verebilir: “Bunları kesin­likle zaman zaman söylemekteyim, fakat bunlara her za­man inanmıyorum. Bunlar dün doğru olabilirdi, ama bu­gün doğru değil.” Onlar bunu Hegel’den aldılar. İnsan­lar şunu söyleyebilir: “Tutarlılık küçük akılların korku­lu rüyasıdır.” Bunlar onu çok küçük bir akıldan, Emerson’dan aldılar. İnsanlar şunu söyleyebilir: “Fakat kişi, o anki durumun gereklerine göre farklı felsefelerden fikir­ler ödünç alamaz mı, veya onlarla bir orta yol bulamaz mı?” Onlar bunu Richard Nixon’dan aldılar, o da William James’den aldı.
Şimdi kendinize sorun: Soyut fikirlere ilgi duymu­yorsanız, neden siz (ve tüm insanlar) bunları kullanmak zorunda kalıyorsunuz?
 Gerçek şudur: Soyut fikirler sa­yısız somut konuyu içeren kavramsal bütünleştirmeler­dir ve soyut fikirler olmaksızın gerçek hayatın spesifik ve somut problemleriyle başa çıkamazsınız. Her nesne­nin kendisi için eşsiz, benzeri olmayan bir doğa harika­sı olduğu yeni doğmuş bir bebek konumunda olursunuz. Bebeğin akli durumu ve sizinki arasındaki fark sizin bey­ninizin gerçekleştirmekte olduğu kavramsal bütünleştir­melerin sayısındadır.
Gözlemlerinizi, deneyimlerinizi, bilgilerinizi soyut fi­kirler, yani ilkeler hâlinde bütünleştirme gerekliliği ko­nusunda tercih şansınız yoktur. Tek tercihiniz, bu pren­siplerin doğru mu yoksa yanlış mı olacakları, sizin bilinç li akılcı inanışlarınızı mı yoksa rastgele bir araya gelmiş kaynaklarını, geçerliliklerini veya içeriklerini bilmediğiniz (bildiğinizde çoğu kez bir çürük patates gibi kaldırıp atacağınız) bir fikirler sürüsünü mü temsil edecekleridir
Fakat (bilinçli olarak veya bilinçsiz olarak) kabul ettiğiniz prensipler bir diğeriyle çelişebilir veya ters düşebilir bunların da entegre edilmesi gereklidir. Bunları bütünleş tiren şey nedir?
 Felsefe. Felsefî bir sistem entegre bir varoluş fikridir. Bir insan olarak felsefeye ihtiyacınız olduğu gerçeği hakkında tercih yapma şansınız yoktur. Sizin de tercihiniz kendi felsefenizi bilinçli, akılcı, disiplinli bir düşünce süreci ve titiz derecede mantıklı bir akıl yürütmeyi mi yapacağınız, yoksa bilinçaltınızın topladığı, şans eseı bir araya gelen, fakat bilinçaltınızca bir tür soysuz felsefe hâlinde bütünleştirilmiş ve tek bir kütle hâline -yani aklı­nızı kullanmanızı engelleyen bir zincir ve gülle gibi duran kendinden şüphe etme hâline getirilmiş olan bir geçer­siz hükümler, yanlış genellemeler, tanımlanmamış çeliş­kiler, hazmedilmemiş sloganlar, belirsiz dilekler, şüpheler ve korkular çöplüğü olarak mı tanımlayacağınızdır.
Pek çok insanın yaptığı gibi, daima soyut prensiple­re dayanarak davranmanın kolay olmadığını söyleyebi­lirsiniz. Hayır, kolay değildir. Fakat onların ne olduğunu bilmeden onlara dayanarak davranmak zorunda olmak daha mı kolaydır?
Bilinçaltınız bir bilgisayar gibidir (aslında insanoğlu­nun yapabileceği en karmaşık bilgisayardan daha karma­şıktır) ve onun asıl fonksiyonu sizin fikirlerinizi entegre etmektir. Bilinçaltını kim programlamaktadır?
 Sizin bi­linçli aklınız. Eğer siz hata yaparsanız, hiçbir kesin kana­atiniz olmazsa, bilinçaltınız tesadüfen programlanır ve kendinizi kabul ettiğinizi bilmediğiniz fikirlerin etkisine bırakırsınız. Fakat öyle ya da böyle, bilgisayarınız size, sahip olduğunuz değerlere göre etrafınızdaki şeylerin yıldırım hızıyla hesaplanmış değerlendirmelerinin gün­lük ve saatlik çıktılarını duygular formunda verir. Eğer bilgisayarınızı bilinçli bir düşünmeyle programlarsanız, değerlerinizin ve duygularınızın niteliğini bilirsiniz. Böy­le yapmazsanız bilmezsiniz.
Bilhassa bugün, pek çok kişi insanın sadece mantık­la yaşayamayacağını, insan tabiatında göz önüne alınma­sı gereken duygusal unsurların bulunduğunu ve insanla­rın duyguların yol göstericiliğine dayandıklarını iddia et­mektedirler. İşte benim hikâyemdeki astronot da böy­le yapmıştı. Yanılan, astronot ve insanlar oldular: İnsa­nın sahip olduğu değerler ve duygular onun temel dün­ya görüşü tarafından belirlenir. İnsanın bilinçaltının ni­haî programlayıcısı, duygusalcılara göre, insanların his­lerinin puslu sırlarını etkileme veya onlara nüfuz etme gücü olmayan bir bilim olan felsefedir.
Bilgisayar çıktısının kalitesi ona girilen verinin kali­tesiyle belirlenir. Eğer bilinçaltınız tesadüfen program­lanırsa, onun çıkası da buna uygun bir karaktere sahip olacaktır. Belki de bilgisayar işlemcilerinin kullandığı ve “bilgisayara çöp gir, çöp çıksın” anlamına gelen zarif tâ­biri duymuşsunuzdur. Aynı durum bir insanın düşüncesi ve duyguları arasındaki ilişkiler için de geçerlidir.
Duygularıyla çalışan bir kişi, çıktılarını okuyamadığı bir bilgisayarla çalışan kişi gibidir. Kişi bilgisayar prog­ramının doğru veya yanlış olduğunu, kişinin başarısı için mi, yoksa mahvolması için mi olduğunu, onun amaçlarına mı yoksa bilinmeyen bir gücün kötü emellerine mi hiz­met ettiğini bilmez. Bu kişi iki şeye de kördür: Etrafındaki dünyaya ve kendi iç dünyasına. Gerçeği veya kendini mo­tive eden şeyleri kavrayamaz ve her ikisine karşı da kro­nik dehşet içindedir. Duygular kavrama araçları değiller­dir. Felsefeyle ilgisi olmayan insanlar ona çok fazla ihti­yaç duyarlar; en çaresiz şekilde onun gücüne tabidirler.
Felsefeyle ilgisi olmayan insanlar felsefe prensiplerini etraflarındaki kültürel atmosferden (okullardan, üniver­sitelerden, dergilerden, gazetelerden, filmlerden, TV’den vs.) alırlar. Bir kültürün rengini ne belirler?
 Bir avuç in­san: filozoflar. Diğerleri ikna olarak veya aldırmayarak bunları izlerler. Yaklaşık 200 yıldır, Immanuel Kant et­kisiyle, felsefedeki baskın eğilim tek bir amaca odaklanmıştır: İnsan aklının tahribi ve insanın kendi aklının gü­cüne olan güveninin yıkılması. Bugün bu eğilimin en üst seviyesini görmekteyiz.
İnsanlar aklı terk ettiklerinde, sadece duygularının kendilerine rehberlik edemediğini ve aynı zamanda deh­şet hariç, hiçbir duyguyu yaşayamayacaklarını anlarlar. Bugünün entelektüel modalarına göre yetiştirilen genç insanlar arasında uyuşturucu bağımlılığının yayılması, id­rak araçlarından yoksun kalan ve gerçekten kaçmak is­teyen insanların (varoluşla ilişkilerinden doğan yetersiz­liğin dehşetinden kaçmak isteyenlerin) çekilmez iç du­rumlarını gösterir. Bu genç insanların bağımsızlık kor­kusuna ve bazı grup, hizip veya çeteye girme veya “ait olma” çılgınlıklarına dikkat edin. Bunların çoğu felsefeyi hiç duymamıştır; fakat cesaret edemedikleri sorular için esaslı cevaplara ihtiyaçları olduklarını hissederler ve ka­bilelerinin onlara nasıl yaşamaları gerektiğini söyleyece­ğini ummaktadırlar. Herhangi bir büyücünün, “guru” nun veya diktatörün hegemonyası altına girmeye razı­dırlar. Bir insanın yapabileceği en tehlikeli şeylerden biri kendi ahlâkî özerkliğini başkalarına teslim etmektir: Be­nim hikâyemdeki astronot gibi, iki ayaküstünde yürüseler bile onların insan olup olmadığını bilmemektedir.
Şimdi şunu sorabilirsiniz: Eğer felsefe böylesine kötü olabiliyorsa, niçin insanlar onun eğitimini alsınlar?
 Bil­hassa bariz şekilde yanlış, anlamsız ve gerçek hayat ile hiç ilgisi olmayan felsefe teorileri eğitimi neden alınsın?
Benim cevabım: Kendini korumak için ve gerçeğin, adaletin, özgürlüğün ve sahip olduğunuz veya olabilece­ğimiz herhangi bir değerin korunması için.
Bilhassa modern zamanlardaki pek çok felsefe kötü ise de tüm felsefeler kötü değildir. Öte yandan, bilim, teknoloji, ilerleme, özgürlük gibi medeniyetin her başa­rısının alanda, aralarında bu ülkenin doğuşunun da bu­lunduğu, bugün tadını çıkardığımız her değerin altında, 2000 yıl önce yaşamış bir insanın, Aristo’nun başarısını bulacaksınız.
Bazı filozofların kelimenin tam anlamıyla anlaşılmaz teorilerini okurken, sadece sıkılma duygusu yaşıyorsanız size karşı çok büyük bir sempati duyuyorum. Ama “an­lamsız olduğunu bildiğim bir şeyi neden inceleyeyim” diyerek onları bir kenara atarsanız, yanlış yaparsınız. Bu­nun anlamsız olduğu doğrudur; fakat siz bunu bilmi­yorsunuz, tabiî onların tüm hükümlerini, bu filozofların ürettiği tüm sloganları kabul etmedikçe. Ve tabiî bunla­rı çürütemedikçe.
Bu anlamsızlık insanın varoluşuna dair en kritik ölüm kalım konuları ile ilgilidir. Her önemli felsefe teo­risinin temelinde, insan bilincinin gerçek bir ihtiyacının varolduğu şeklinde haklı bir mesele vardır. Bazı teoriler bu konuyu netleştirmeye çalışırken, bazıları insanoğlunu onu keşfetmekten şaşırtmaya, soysuzlaştırmaya, alıkoy­maya çalışır. Filozofların mücadelesi insan aklının mücadelesidir. Eğer anlayamıyorsanız, bu teorilerin en kötülerine karşı savunmasızsınız demektir.
Felsefe çalışmanın en iyi yolu felsefeye bir dedektif hikayesine yaklaşır gibi yaklaşmaktır: Kimin katil, kimin kahraman olduğunu anlamak için her yolu, her ipucunu ve emareyi izleyin. Belirleme kriteri iki sorudur: Niçin ve Nasıl?
 Eğer belli bir fikir doğru görülüyorsa -neden Eğer bir başkası yanlış görünüyorsa neden, ve bu nasıl açıklanıyor?
 Cevapları hemen bulamayacaksınız; faks paha biçilmez bir özellik kazanacaksınız: Esaslara göre düşünme yeteneği.
Hiçbir şey insana otomatikman verilmez: Ne bil­gi, ne kendine güven, ne iç huzuru, ne de aklını doğru şekilde kullanma. İnsanın ihtiyaç duyduğu veya istedi­ği her değer (vücudunun kendine has duruşu bile) keş­fedilmek ve öğrenilmek zorundadır. Bu bağlamda, West Point mezunlarının duruşuna -gururlu, disiplinli vücut kontrolü olan insanları gösteren bu duruşa her zaman hayran olduğumu söylemek istiyorum. İşte, felsefe eğiti­mi de insana özel bir entelektüel duruş (aklının onurlu, disiplinli kontrolü) verir.
Sizin kendi mesleğiniz olan askerlik biliminde, düş­man silahlarını, stratejisini ve taktiğini izlemenin ve on­larla karşılaşmaya hazır olmanın önemini biliyorsunuz. Aynısı felsefede de geçerlidir: Düşmanın fikirlerini anla­malı ve onları çürütmeye hazır olmalısınız. Onun temel argümanlarını bilmek ve onları yok etmek zorundasınız.
Fizikî savaşta, askerinizi bir bubi tuzağına gönder­mezsiniz; bubi tuzağının yerini öğrenmek için elinizden gelen her şeyi yaparsınız. Kant’ın sistemi felsefe tarihin­deki en büyük ve en anlaşılmaz bubi tuzağıdır; fakat için­de o kadar fazla boşluk vardır ki, onun numarasını bir kez anladığınızda, hiçbir sıkıntı yaşamadan onu etkisiz hâle getirebilir ve tam bir güvenlik içinde onun üzerinde yürüyebilirsiniz. Ve bir kez etkisiz hâle geldiğinde, daha küçük Kantçılar (onun ordusundaki daha düşük rütbeli­ler, felsefe teğmenleri, erleri ve bugünün paralı askerleri) kendi ağırlıkları olmadığından peş peşe devrileceklerdir.
Siz, ABD ordusunun gelecekteki liderlerinin, bu­gün felsefî açıdan silahlanmanız gereğinin özel bir sebe­bi vardır. Siz şu anda kültürel kurulularımızda egemen olan Kantçı-Hegelci kollektivist *oluşumun özel saldırı­sının hedefisiniz. Siz dünyada kalan son yarı özgür ül­kenin ordususunuz, ancak emperyalizmin aleti olmakla suçlanıyorsunuz. “Emperyalizm” hiçbir zaman askerî fe­tihle uğraşmamış ve başlatmadığı, fakat girdiği ve kazan­dığı iki dünya savaşından asla faydalanmayan bu ülke­nin dış politikasına verilen addır. (Bu arada, bu politika ülkenin hem müttefiklerine hem de eski düşmanlarına yardım etmek için servetini harcamasına yol açan aptal­ca ve aşırı cömert bir politikaydı.) “Askerî sanayi komp­leksi” olarak adlandırılan ve bir safsata -veya daha kötü-olan bir şey, bu ülkenin tüm sıkıntılarından sorumlu tu­tulmaktadır. Âdi üniversite serserileri, üniversite kampüslerinde ROTC birimlerinin (Üniversitelerdeki subay kursları.) yasaklanması için yay­gara yapmaktadırlar. Savunma bütçemiz, mâlî önceliğin ekolojik gül bahçelerine ve gecekondu bölgesi sakinleri­nin estetik olarak kendini ifade etme derslerine verilme­sini söyleyen insanlar tarafından eleştirilmekte, suçlan­makta ve kesintiye uğratılmaktadır.
* Kollektivizm (Collectivism): “Toplumsal örgütlenmede bireylerin değil, birlikte yaşayan grubun ortak çıkarlarının esas alınması gerektiğini savunan görüş ve ideolojilerin ortak adı. Bireye karşı cemaat, toplum veya devlet gibi toplu kategorileri öne çıkaran, toplum menfaati için bireyin kurban edilmesi ne cevaz veren ve İktisadî ve siyasî kararlan bireyler ya da piyasa yerine devlete veya kamu otoritesinin belirlediği üst komitelere bırakan ideoloji.” Çev.
Bu kampanya bazılarınızı çileden çıkarmış olabilir ve siz iyi niyetle, bunu hak etmek için hangi hataları yaptığı­nızı merak edersiniz. Eğer durum böyleyse, düşmanınızın tabiatını bir an önce anlamak sizin için çok önemlidir Siz hatalarınız veya kusurlarınız yüzünden değil, faziletleriniz yüzünden saldırıya uğruyorsunuz. Bir zayıflığınım yüzünden değil, gücünüz ve yeterliliğinizden dolayı suçla­nıyorsunuz. Birleşik Devletlerin koruyucusu olmanızdan dolayı cezalandırılıyorsunuz. Aynı konunun daha alt bir seviyesinde, benzer bir kampanya polis kuvvetine karşı da yürütülmektedir. Bu ülkeyi yok etme peşinde olanlar, onu hem fiziksel hem de entelektüel olarak silahsızlan­dırmak istiyorlar. Fakat bu sadece siyasî bir konu değildir: Politika sebep değil, felsefi fikirlerin en nihaî sonucudur. Bazı komünistler, başlatmaya hiçbir şekilde güçlerinin yetmediği bu sıkıntılı durumda fayda elde etmeye çalışan sinekler gibi ilgili olsalar da, bu bir komünist komplosu değildir. Yıkıcıların motivasyonu komünizme olan aşkla­rı değil, Amerika’ya olan nefretleridir.
Niçin nefret?
 Çün­kü Amerika Kantçı bir evrenin yaşayan bir inkârıdır.
Bugünün zayıflara, kusurlulara, ıstırap çekenlere, suçlu­lara olan iğrenç ilgisi ve tutkusu masumlara, güçlülere, be­ceriklilere, başarılılara, erdemlilere, emin olanlara ve mut­lulara karşı olan derin Kantçı nefreti gizleyen bir örtüdür.
İnsan aklını yok etmeyi hedefleyen bir felsefe her za­man insana karşı ve her türlü İnsanî değere karşı bir nefret felsefesidir. İyi olmak için iyiden nefret etmek 20. yüzyılın simgesidir. İşte, karşı karşıya olduğumuz düşman budur.
Bu tip bir mücadele özel silahlar gerektirir. Bu savaşı amacınızın tam olarak bilinmesi, kendinize tamamen gü­venme ve bu ikisinin ahlâkî doğruluğu hakkında kesin­likle emin olma silahlan ile yapmak zorundasınız. Size bu tip silahlan sadece felsefe verebilir.
Bu akşam kendime verdiğim görev size kendi felse­femi pazarlamak değildir, sadece felsefeyi pazarlamaktır. Ancak hiçbirimiz ve hiçbir ifade felsefî fikirlerden kaça­mayacağından, her cümlede açıkça kendi felsefemden bah­setmekteyim. Bu konuda benim bencil çıkarım nedir?
 Fel­sefenin önemini ve onu kritik olarak incelemenin önemini kabul ederseniz, sizin benimseyeceğiniz felsefenin benim­ki olduğuna hayli eminim. Ben onu, resmî olarak objek­tivizm, fakat gayri resmî olarak dünyada yaşama felsefe­si olarak adlandırıyorum. Bilhassa Atlas Shrugged da olmak üzere, benim kitaplarımda onun açık ifadesini bulacaksınız.
Sonuç olarak, kişisel bazı şeyler söylememe izin ve­rin. Bu akşam bana çok şey ifade ediyor. Size hitap etme fırsatı yakalamak, bana büyük bir onur verdi. Bir vatan­severlik gevelemesi değil, fakat zarurî metafizik, epistemolojik, ahlâkî, politik ve estetik temellerden hareket­le size şunları söyleyebilirim; Amerika Birleşik Devletleri en büyük, en soylu ve orijinal kuruluş prensipleriyle dünya tarihindeki tek ahlâklı ülkedir. Benim kafamda; West Point adı ile ilişkili bir tür sessiz aydınlık vardır, siz bu orijinal kuruluş prensiplerini korumaktasınız ve onların sembolüsünüz. Bu prensiplerde çelişkiler ve eksiklikler söz konusu oldu ve sizinkilerde de olabilir, fakat ben esaslardan bahsediyorum. Hiçbir kurum ve hiçbir sosyal sistem tüm üyelerine otomatikman mükemmellik garanti edemeyeceği için, her kurumda olduğu gibi sizin tarihinizde de yüksek standartlarınıza uygun olarak yaşamayan bireyler olabilir. Bu durum bireyin özgür iradesin bağlıdır. Ben sizin standartlarınızdan bahsediyorum. Siz Amerika’nın doğuşuna has olan, fakat bugün hiç bulunmayan üç karakteri korumaktasınız: Samimiyet, kendini verme, onur duygusu. Onur, davranışta kendisini gösteren kendine değer verme duygusudur.
Bu ülkenin savunması için hayatınızı riske atmayı seçtiniz. Kendinizi hiçe sayarak hizmet etmeye kendinizi adadığınızı söyleyerek, size hakaret etmeyeceğim; bu benim ahlâk değerlerime göre bir erdem değildir. Benim ahlâk anlayışıma göre, kişinin kendi ülkesini savunması, yerli veya yabancı bir düşmanın esiri olmuş bir köle ola­rak yaşamayı kişisel olarak istemediği anlamına gelmek­tedir. İşte bu müthiş bir erdemdir. Bazılarınız bunun farkında olmayabilir. Size bunu fark etmenizde yardımcı ol­mak istiyorum.
Özgür bir ülkenin ordusunun büyük bir sorumlulu­ğu vardır: Güç kullanma hakkı; fakat diğer ülkelerin or­dularının tarihte yaptığı gibi bir zorbalık ve vahşice fet­hetme aracı olarak değil, sadece özgür ülkenin kendisini savunmasının, yani bir insanın bireysel haklarının savun­masının aracı olarak. Sadece güç kullanmayı başlatanları caydırmak için güç kullanma prensibi, doğruluğu kuvvet­ten üstün tutma prensibidir. Böyle bir görev için en üst düzeyde dürüstlük ve şeref duygusu gerekir. Dünyadaki başka hiçbir ordu bunu başaramamıştır. Siz başardınız.
West Point ABD’ye bilinen ve bilinmeyen pek çok kahraman vermiştir. Siz bu yılın mezunları, şanlı bir ge­lenek taşımaktasınız ve ben buna bir gelenek olduğu için değil, şanlı olduğu için derinden hayranım.
Dünyadaki en kötü tiranlığın suçunu taşıyan bir ül­keden geldiğim için, sizin savunduğunuz şeyin anlamı­nı, yüceliğini ve üstün değerini bilhassa takdir edebili­yorum. Bu nedenle kendi adıma ve benim gibi düşünen pek çok insan adına West Point’in geçmişindeki, bugü­nündeki ve geleceğindeki herkese şunu söylemek istiyo­rum: Teşekkürler.
Sh:1-24
 
Devamı ,Tamamı
TIK

Philosophy: Who Needs It- Ayn Rand