Neden gurursuz yaşadığınızı, ateşsiz
sevdiğinizi, direnmeden öldüğünüzü merak mı ediyorsunuz? Neden her
baktığnızı yerde cevapsız kalmaya mahkum sorularla karşılaştığınızı,
hayatınızın neden imkansız çelişkilerle dolduğunu, neden 'ya beden ya
ruh' gibi, 'ya kar ya kamu yararı' gibi yapay seçimlerden kaçınmak için
tüm ömrünüzü mantıksız kararsızlıklarla geçirdiğinizi bilmek mi
istiyorsunuz?
Cevap yok diye çığlıklar mı atıyorsunuz? Algılama
aletinizi, aklınızı reddetmişsiniz, ondan sonra da evrenin bir
esrarengizlik yumağı olduğundan yakınıyorsunuz. Elinizdeki anahtarı
fırlatıp atıyor, sonra tüm kapılar yüzüme kilitlendi diye ağlıyorsunuz.
Mantıksızı izleyerek yola koyuluyor, sonra varoluş anlamlı değil
diyorsunuz.
Aklınızı takip etmedikçe hayatınızı bu sorulardan
kaçarak geçirmeye mahkumsunuz. Tercih yapmaktan kaçındıkça başkalarının
tercih ettiği bir hayata mahkum olacaksınız. Bu yüzden felsefe bir
ihtiyaçtır. Felsefe; hayatı analiz etme, aklı ve mantığı kendi
mutluluğunuz için kullanma aracıdır. Entellerin kafanızı karıştırmak
için bir araya geldiklerinde yaptığı laf kalabalığı değildir.
Çevirmen:
Nejdet Kandemir
6 Mart 1974’te ABD West Point Askeri Akademisi mezunlarına hitaben
yapılan bir konuşma.
Kendim de bir
hikâye yazarı olduğumdan, çok, çok kısa bir hikâye ile başlayalım. Kendinizi
uzay gemisi kontrolden çıkmış ve bilinmeyen bir gezegene düşmüş bir astronot
olarak düşünün. Kendinize geldiğinizde ve kötü şekilde yaralanmadığınızı
anladığınızda aklınızdaki üç soru şu olacaktır:
Neredeyim?
Burayı nasıl keşfedebilirim?
Ne yapmalıyım?
Etrafta
tanımadığınız türden bitkiler görüyorsunuz ve soluyacağınız hava var; güneş
ışığı sizin hatırladığınızdan daha solgun gibi ve hava da daha soğuk. Gökyüzüne
bakmak istiyorsunuz, fakat duruyorsunuz. Ani bir duygu içinizi kaplıyor:
Bakmazsanız belki de dünyaya çok uzak olduğunuzu ve geri dönüşün hiçbir şekilde
mümkün olmadığını bilmek zorunda kalmayacaksınız; bunu bilmediğiniz müddetçe
de istediğinize inanmakta özgürsünüz -ve bulanık, hoş ve bir ölçüde suçlu bir
ümit yaşıyorsunuz.
Uzay geminize
dönüyorsunuz: Cihazlarınız zarar görmüş olabilir; fakat zararın ne kadar ciddî
olduğunu bilmiyorsunuz. Fakat ani bir korkuyla irkilip duruyorsunuz:
Bu cihazlara nasıl
güvenebilirsiniz?
Bunların sizi yanlış bir yere
götürmeyeceğinden nasıl emin olabilirsiniz?
Bu cihazların başka bir dünyada
çalışacaklarını nasıl bilebilirsiniz?
Cihazlardan
uzaklaşıyorsunuz.
Şimdi neden
hiçbir şey yapmaya istekli olmadığınızı merak etmeye başlıyorsunuz. Bir
şekilde ortaya çıkacak olan bir şeyi beklemek çok daha güvenli görünmektedir;
kendinize uzay gemisini sarsmamanın daha iyi olacağını söylüyorsunuz.
Uzaklarda size yaklaşan bazı canlılar olduğunu görüyorsunuz; onların insan
olup olmadığını bilmiyorsunuz, fakat onlar iki ayak üzerinde yürüyorlar.
Onların size ne yapacağınızı söyleyecekleri hükmüne varıyorsunuz.
Bir daha sizden
haber alınmıyor.
Bunun fantezi
olduğunu söylüyorsunuz, değil mi?
Siz olsaydınız
böyle yapmazdınız ve hiçbir astronot da asla böyle yapmazdı. Belki de öyle.
Fakat bu, çoğu insanın burada, dünyada hayatını yaşama şeklidir.
Çoğu insan
hayatını, cevaplan (bilinçli olarak farkında olsun ya da olmasın) insanın her
düşüncesinde, duygusunda ve hareketinde yatan üç sorudan kaçmaya çalışarak
harcar: Neredeyim?
Nerede olduğumu nasıl anlarım?
Ne yapmalıyım?
Bu soruları
anlayacak yaşta olduklarında, insanlar cevapları bildiklerini düşünürler.
Neredeyim?
Diyelim New
York’ta. Bunu nerden biliyorum?
Bu su götürmez
bir gerçektir. Ne yapmalıyım?
İşte bu konuda
pek emin değiller, fakat alışılmış cevap şudur: Herkes ne yapıyorsa onu. Tek
problem, onların çok aktif, çok emin, çok mutlu görünmemeleri ve zaman zaman
açıklayamadıkları veya kurtulamadıkları sebepsiz bir korku ve tanımlanmamış
bir suç duygusu yaşamaları olarak görünmektedir.
Problemin
cevaplanmamış üç sorudan kaynaklandığını ve bunları sadece bir bilimin, yani
felsefenin cevaplayabileceğini asla keşfedememişlerdir.
Felsefe varoluşun,
insanın ve insan-varoluş ilişkisinin ana niteliklerini inceler. Sadece belli
şeylerle uğraşan diğer bilimlerin aksine felsefe, evrenin var olan her şeyle
ilgili olan yönleriyle uğraşır. Bilgi alanı içinde, özel bilimler ağaçlardır,
felsefe ise ormanı var eden topraktır.
Felsefe size
keşfetmek için araçlar verse de, size New York’ta mı yoksa Zanzibar’da mı
olduğunuzu söylemez. Fakat onun size söyleyeceği şey şudur: Doğal kanunlarla
yönetilen ve bu nedenle istikrarlı, sabit, mutlak ve anlaşılması mümkün olan
bir evrende mi yaşıyorsunuz?
Yoksa anlaşılmaz bir kaos içinde,
açıklanamayan mucizeler girdabında veya aklınızın kavrayamadığı, bilinmesi
mümkün olmayan, kestirilemeyen bir ortamda mısınız?
Etrafınızda gördüğünüz şeyler gerçek mi, yoksa
onlar sadece bir illüzyon mu?
Onlar herhangi bir gözetenden
bağımsız olarak mı vardır, yoksa bir gözeten tarafından mı yaratıldılar?
Onlar insan bilincinin nesnesi mi, yoksa
öznesi midirler?
Onlar görünüşte oldukları şey midirler, yoksa
bir dilek gibi, bilincinizin tek bir hareketi ile değiştirilebilirler mi?
Davranışlarınızın
-ve tutkunuzun-karakteri hangi tip cevabı seçtiğimize bağlı olarak farklı
olacaktır. Bu cevaplar felsefenin ana kolu olan ve varoluşu inceleyen bilim
olan (Aristo’nun “kendiliğinden oluş” şeklinde ifade ettiği) metafiziğin ilgi
alanıdır.
Hangi hükümlere
varırsanız varın, bunu izleyen başka bir soruyu cevaplama zorunluluğu içinde
olacaksınız. Bunu nerden biliyorum?
İnsan her şeyi bilen veya yanılmaz
olmadığından, neyi bilgi olarak iddia edebileceğinizi ve hükümlerinizin
geçerliliğini nasıl ispatlayacağınızı bulmak zorundasınız. İnsan bilgiyi bir
akıl işlemiyle mi elde eder, yoksa doğaüstü bir güçten gelen anlık bir ilham
yoluyla mı?
Akıl, insan duyularıyla sağlanan materyali
tanıyan ve onu işleyen bir meleke midir, yoksa insanın beynine kendisi
doğmadan önce yerleştirilmiş doğuştan gelen fikirlerle mi beslenir?
Akıl gerçeği kavramaya muktedir midir, yoksa
insan aklından daha üstün bir diğer idrak melekesine mi sahiptir?
İnsanoğlu kesinliği elde edebilir
mi, yoksa sürekli şüphe içinde boğulmaya mahkûm mudur?
Kendine
güveninizin (ve başarınızın) derecesi hangi cevaplar takımını seçtiğinize bağlı
olarak farklı olacaktır. Bu cevaplar insanın kavrama yollarını inceleyen epistemolojinin
(bilgi teorisinin) ilgi alanıdır.
Bu iki dal,
felsefenin teorik temelini oluşturur. Üçüncü dal olan ahlâk, felsefenin
teknolojisi olarak kabul edilebilir. Ahlâk, tüm varlıklar için değil, sadece
insan için geçerlidir, fakat insan hayatının her alanında geçerlidir;
karakterlerinde, davranışlarında, değerlerinde, varoluşun bütünüyle olan
ilişkilerinde. Etik (ya da ahlâk), insanın tercihlerine ve davranışlarına
-yaşamın gidişatını belirleyen tercih ve davranışlara-yol gösteren bir
değerler sistemini tanımlamaktadır.
Tıpkı
hikâyemdeki astronotun (nerede olduğunu ve bulunduğu yeri nasıl keşfedeceğini
bilmek istemediğinden) ne yapması gerektiğini bilmemesi gibi, siz de karşı
karşıya olduğunuz evrenin niteliğini, kendi kavrama yollarınızı ve kendi tabiatınızı
bilene kadar ne yapmanız gerektiğini bilemezsiniz. Ahlâka gelmeden önce,
metafizik ve epistemolojinin ortaya koyduğu sorulan cevaplamaksınız: İnsan
realiteyi kavrayabilecek akıllı bir varlık mıdır, yoksa umutsuz, kör bir
uyumsuz, evrenin akışıyla sersemlemiş önemsiz bir şey midir?
İnsan için dünyada başarı ve mutluluk mümkün
müdür, yoksa insan başarısızlıklara ve felakete mahkûm mudur?
Cevaplara bağlı olarak etiğin ortaya koyduğu
şu sorulan düşünmeye geçebilirsiniz: İnsan için iyi ve kötü olan nedir ve
niçin?
İnsanın asıl olarak ilgilendiği şey zevk
peşinde koşmak mı, yoksa sıkıntıdan kaçmak mı olmalıdır?
İnsan hayatının amacı olarak kendini
geliştirmeyi mi, yoksa kendini yok etmeyi mi seçmelidir?
İnsan kendi değerleri peşinde mi koşmalıdır,
yoksa diğer kişilerin çıkarlarını kendisininkilerin önüne mi koymalıdır?
İnsan mutluluğu mu, yoksa kendini feda etmeyi
mi şiâr edinmelidir?
Bu iki grup
cevabın değişik sonuçlarını vermeme gerek yok. Onları kendi içinizde,
etrafınızda, her yerde görebilirsiniz.
Etiğin verdiği
cevaplar insanların diğer insanlara nasıl muamele etmeleri gerektiğini
belirler ve bu da felsefenin dördüncü kolunu, yani gerçek bir sosyal sistemin
prensiplerini tanımlayan politikayı oluşturur. Felsefenin işlevine bir örnek
verirsek, siyaset felsefesi size karne ile dağıtılan benzinden haftanın hangi
günü ve ne kadar verilmesini söylemez, hükümetin herhangi bir şeyi karneye
bağlamayı dayatmaya hakkı olup olmadığını söyler.
Felsefenin
beşinci ve son dalı, metafiziğe, epistemolojiye ve etiğe dayalı sanatı
inceleyen estetiktir. Sanat, insan bilincinin ihtiyaçları ile -ona yakıt
sağlanması ile-uğraşır.
Bazılarınız
şimdi pek çok insanın yaptığı gibi şunu söyleyebilir: Böyle soyut şekilde asla
düşünmem -ben belli, somut, gerçek hayat problemleriyle uğraşmak isterim-,
felsefeye neden ihtiyacım olsun?
Benim cevabım şudur: Somut, belli,
gerçek yaşam problemleriyle uğraşabilmek için -yani dünyada yaşayabilmek
için-felsefeye ihtiyacınız vardır.
Çoğu insan gibi,
felsefeden etkilenmediğinizi söyleyebilirsiniz. Sizden bu iddianızı gözden
geçirmenizi isteyeceğim. Hiç şunu söylediğiniz ya da düşündüğünüz oldu mu?
“Bu kadar emin olma, hiç kimse hiçbir şeyden
emin olamaz.” Bu fikri, adını
hiç duymamış bile olsanız David Hume’den (ve diğer kişilerden) aldınız. Veya: “Bu, teoride
iyi olabilir, ama pratikte işe yaramaz.” Bunu Platon’dan aldınız. Veya: “Bu, yapılacak
çok kötü bir şeydi, fakat o da nihayetinde bir insan ve dünyada hiç kimse
mükemmel değildir.” Bunu
Augustine’den aldınız. Veya: “Bu senin için doğru olabilir, ama benim
için değil.” Bunu William
James’den aldınız. Veya: “Elimden bir şey gelmez. Onun yapağı
hiçbir şeye hiç kimse yardım edemez.” Bunu Hegel’den
aldınız. Veya: “İspatlayamam, ama doğru olduğunu
hissediyorum.” Bunu Kant’tan
aldınız. Veya: “Bu mantıklıdır, fakat mantığın gerçekle
ilgisi yoktur.” Bunu da
Kant’tan aldınız. Veya: “Bu kötü bir şeydir, çünkü bencilcedir.” Bunu da Kant’tan aldınız. Çağdaş
aktivistlerin “Önce yap, sonra düşün” dediklerini duydunuz mu?
Onlar da bunu John Dewey’den aldılar.
Bazı insanlar
şöyle bir cevap verebilir: “Bunları kesinlikle zaman zaman
söylemekteyim, fakat bunlara her zaman inanmıyorum. Bunlar dün doğru
olabilirdi, ama bugün doğru değil.” Onlar bunu Hegel’den aldılar. İnsanlar
şunu söyleyebilir: “Tutarlılık küçük akılların korkulu
rüyasıdır.” Bunlar onu çok
küçük bir akıldan, Emerson’dan aldılar. İnsanlar şunu söyleyebilir: “Fakat kişi, o anki durumun gereklerine
göre farklı felsefelerden fikirler ödünç alamaz mı, veya onlarla bir orta yol
bulamaz mı?” Onlar bunu Richard Nixon’dan aldılar, o da William James’den
aldı.
Şimdi kendinize
sorun: Soyut fikirlere ilgi duymuyorsanız, neden siz (ve tüm insanlar) bunları
kullanmak zorunda kalıyorsunuz?
Gerçek şudur: Soyut fikirler sayısız somut
konuyu içeren kavramsal bütünleştirmelerdir ve soyut fikirler olmaksızın
gerçek hayatın spesifik ve somut problemleriyle başa çıkamazsınız. Her nesnenin
kendisi için eşsiz, benzeri olmayan bir doğa harikası olduğu yeni doğmuş bir
bebek konumunda olursunuz. Bebeğin akli durumu ve sizinki arasındaki fark sizin
beyninizin gerçekleştirmekte olduğu kavramsal bütünleştirmelerin
sayısındadır.
Gözlemlerinizi,
deneyimlerinizi, bilgilerinizi soyut fikirler, yani ilkeler hâlinde
bütünleştirme gerekliliği konusunda tercih şansınız yoktur. Tek tercihiniz, bu
prensiplerin doğru mu yoksa yanlış mı olacakları, sizin bilinç li akılcı
inanışlarınızı mı yoksa rastgele bir araya gelmiş kaynaklarını,
geçerliliklerini veya içeriklerini bilmediğiniz (bildiğinizde çoğu kez bir
çürük patates gibi kaldırıp atacağınız) bir fikirler sürüsünü mü temsil
edecekleridir
Fakat (bilinçli
olarak veya bilinçsiz olarak) kabul ettiğiniz prensipler bir diğeriyle
çelişebilir veya ters düşebilir bunların da entegre edilmesi gereklidir.
Bunları bütünleş tiren şey nedir?
Felsefe. Felsefî bir sistem entegre bir
varoluş fikridir. Bir insan olarak felsefeye ihtiyacınız olduğu gerçeği
hakkında tercih yapma şansınız yoktur. Sizin de tercihiniz kendi felsefenizi
bilinçli, akılcı, disiplinli bir düşünce süreci ve titiz derecede mantıklı bir
akıl yürütmeyi mi yapacağınız, yoksa bilinçaltınızın topladığı, şans eseı bir
araya gelen, fakat bilinçaltınızca bir tür soysuz felsefe hâlinde
bütünleştirilmiş ve tek bir kütle hâline -yani aklınızı kullanmanızı
engelleyen bir zincir ve gülle gibi duran kendinden şüphe etme hâline
getirilmiş olan bir geçersiz hükümler, yanlış genellemeler, tanımlanmamış
çelişkiler, hazmedilmemiş sloganlar, belirsiz dilekler, şüpheler ve korkular
çöplüğü olarak mı tanımlayacağınızdır.
Pek çok insanın
yaptığı gibi, daima soyut prensiplere dayanarak davranmanın kolay olmadığını
söyleyebilirsiniz. Hayır, kolay değildir. Fakat onların ne olduğunu bilmeden
onlara dayanarak davranmak zorunda olmak daha mı kolaydır?
Bilinçaltınız
bir bilgisayar gibidir (aslında insanoğlunun yapabileceği en karmaşık
bilgisayardan daha karmaşıktır) ve onun asıl fonksiyonu sizin fikirlerinizi
entegre etmektir. Bilinçaltını kim programlamaktadır?
Sizin bilinçli aklınız. Eğer siz hata
yaparsanız, hiçbir kesin kanaatiniz olmazsa, bilinçaltınız tesadüfen
programlanır ve kendinizi kabul ettiğinizi bilmediğiniz fikirlerin etkisine
bırakırsınız. Fakat öyle ya da böyle, bilgisayarınız size, sahip olduğunuz
değerlere göre etrafınızdaki şeylerin yıldırım hızıyla hesaplanmış
değerlendirmelerinin günlük ve saatlik çıktılarını duygular formunda verir.
Eğer bilgisayarınızı bilinçli bir düşünmeyle programlarsanız, değerlerinizin ve
duygularınızın niteliğini bilirsiniz. Böyle yapmazsanız bilmezsiniz.
Bilhassa bugün,
pek çok kişi insanın sadece mantıkla yaşayamayacağını, insan tabiatında göz
önüne alınması gereken duygusal unsurların bulunduğunu ve insanların
duyguların yol göstericiliğine dayandıklarını iddia etmektedirler. İşte benim
hikâyemdeki astronot da böyle yapmıştı. Yanılan, astronot ve insanlar oldular:
İnsanın sahip olduğu değerler ve duygular onun temel dünya görüşü tarafından
belirlenir. İnsanın bilinçaltının nihaî programlayıcısı, duygusalcılara
göre, insanların hislerinin puslu sırlarını etkileme veya onlara nüfuz etme
gücü olmayan bir bilim olan felsefedir.
Bilgisayar
çıktısının kalitesi ona girilen verinin kalitesiyle belirlenir. Eğer
bilinçaltınız tesadüfen programlanırsa, onun çıkası da buna uygun bir
karaktere sahip olacaktır. Belki de bilgisayar işlemcilerinin kullandığı ve “bilgisayara çöp gir, çöp çıksın” anlamına gelen zarif tâbiri
duymuşsunuzdur. Aynı durum bir insanın düşüncesi ve duyguları arasındaki
ilişkiler için de geçerlidir.
Duygularıyla
çalışan bir kişi, çıktılarını okuyamadığı bir bilgisayarla çalışan kişi
gibidir. Kişi bilgisayar programının doğru veya yanlış olduğunu, kişinin
başarısı için mi, yoksa mahvolması için mi olduğunu, onun amaçlarına mı yoksa
bilinmeyen bir gücün kötü emellerine mi hizmet ettiğini bilmez. Bu kişi iki
şeye de kördür: Etrafındaki dünyaya ve kendi iç dünyasına. Gerçeği veya kendini
motive eden şeyleri kavrayamaz ve her ikisine karşı da kronik dehşet
içindedir. Duygular kavrama araçları değillerdir. Felsefeyle ilgisi olmayan
insanlar ona çok fazla ihtiyaç duyarlar; en çaresiz şekilde onun gücüne
tabidirler.
Felsefeyle
ilgisi olmayan insanlar felsefe prensiplerini etraflarındaki kültürel
atmosferden (okullardan, üniversitelerden, dergilerden, gazetelerden,
filmlerden, TV’den vs.) alırlar. Bir kültürün rengini ne belirler?
Bir avuç insan: filozoflar. Diğerleri ikna
olarak veya aldırmayarak bunları izlerler. Yaklaşık 200 yıldır, Immanuel Kant
etkisiyle, felsefedeki baskın eğilim tek bir amaca odaklanmıştır: İnsan
aklının tahribi ve insanın kendi aklının gücüne olan güveninin yıkılması.
Bugün bu eğilimin en üst seviyesini görmekteyiz.
İnsanlar aklı
terk ettiklerinde, sadece duygularının kendilerine rehberlik edemediğini ve
aynı zamanda dehşet hariç, hiçbir duyguyu yaşayamayacaklarını anlarlar.
Bugünün entelektüel modalarına göre yetiştirilen genç insanlar arasında
uyuşturucu bağımlılığının yayılması, idrak araçlarından yoksun kalan ve
gerçekten kaçmak isteyen insanların (varoluşla ilişkilerinden doğan yetersizliğin
dehşetinden kaçmak isteyenlerin) çekilmez iç durumlarını gösterir. Bu genç
insanların bağımsızlık korkusuna ve bazı grup, hizip veya çeteye girme veya
“ait olma” çılgınlıklarına dikkat edin. Bunların çoğu felsefeyi hiç
duymamıştır; fakat cesaret edemedikleri sorular için esaslı cevaplara
ihtiyaçları olduklarını hissederler ve kabilelerinin onlara nasıl yaşamaları
gerektiğini söyleyeceğini ummaktadırlar. Herhangi bir
büyücünün, “guru” nun veya diktatörün hegemonyası altına girmeye razıdırlar. Bir insanın yapabileceği en tehlikeli
şeylerden biri kendi ahlâkî özerkliğini başkalarına teslim etmektir: Benim
hikâyemdeki astronot gibi, iki ayaküstünde yürüseler bile onların insan olup
olmadığını bilmemektedir.
Şimdi şunu
sorabilirsiniz: Eğer felsefe böylesine kötü olabiliyorsa, niçin insanlar onun
eğitimini alsınlar?
Bilhassa bariz şekilde yanlış, anlamsız ve
gerçek hayat ile hiç ilgisi olmayan felsefe teorileri eğitimi neden alınsın?
Benim cevabım:
Kendini korumak için ve gerçeğin, adaletin, özgürlüğün ve sahip olduğunuz veya
olabileceğimiz herhangi bir değerin korunması için.
Bilhassa modern
zamanlardaki pek çok felsefe kötü ise de tüm felsefeler kötü değildir. Öte
yandan, bilim, teknoloji, ilerleme, özgürlük gibi medeniyetin her başarısının
alanda, aralarında bu ülkenin doğuşunun da bulunduğu, bugün tadını
çıkardığımız her değerin altında, 2000 yıl önce yaşamış bir insanın, Aristo’nun
başarısını bulacaksınız.
Bazı
filozofların kelimenin tam anlamıyla anlaşılmaz teorilerini okurken, sadece
sıkılma duygusu yaşıyorsanız size karşı çok büyük bir sempati duyuyorum. Ama
“anlamsız olduğunu bildiğim bir şeyi neden inceleyeyim” diyerek onları bir
kenara atarsanız, yanlış yaparsınız. Bunun anlamsız olduğu doğrudur; fakat siz
bunu bilmiyorsunuz, tabiî onların tüm hükümlerini, bu filozofların ürettiği
tüm sloganları kabul etmedikçe. Ve tabiî bunları çürütemedikçe.
Bu anlamsızlık
insanın varoluşuna dair en kritik ölüm kalım konuları ile ilgilidir. Her önemli
felsefe teorisinin temelinde, insan bilincinin gerçek bir ihtiyacının
varolduğu şeklinde haklı bir mesele vardır. Bazı teoriler bu konuyu
netleştirmeye çalışırken, bazıları insanoğlunu onu keşfetmekten şaşırtmaya,
soysuzlaştırmaya, alıkoymaya çalışır. Filozofların mücadelesi insan aklının
mücadelesidir. Eğer anlayamıyorsanız, bu teorilerin en kötülerine karşı
savunmasızsınız demektir.
Felsefe
çalışmanın en iyi yolu felsefeye bir dedektif hikayesine yaklaşır gibi
yaklaşmaktır: Kimin katil, kimin kahraman olduğunu anlamak için her yolu, her
ipucunu ve emareyi izleyin. Belirleme kriteri iki sorudur: Niçin ve Nasıl?
Eğer belli bir fikir doğru görülüyorsa -neden
Eğer bir başkası yanlış görünüyorsa neden, ve bu nasıl açıklanıyor?
Cevapları hemen bulamayacaksınız; faks paha
biçilmez bir özellik kazanacaksınız: Esaslara göre düşünme yeteneği.
Hiçbir şey
insana otomatikman verilmez: Ne bilgi, ne kendine güven, ne iç huzuru, ne de
aklını doğru şekilde kullanma. İnsanın ihtiyaç duyduğu veya istediği her değer
(vücudunun kendine has duruşu bile) keşfedilmek ve öğrenilmek zorundadır. Bu
bağlamda, West Point mezunlarının duruşuna -gururlu, disiplinli vücut kontrolü
olan insanları gösteren bu duruşa her zaman hayran olduğumu söylemek istiyorum.
İşte, felsefe eğitimi de insana özel bir entelektüel duruş (aklının onurlu,
disiplinli kontrolü) verir.
Sizin kendi
mesleğiniz olan askerlik biliminde, düşman silahlarını, stratejisini ve
taktiğini izlemenin ve onlarla karşılaşmaya hazır olmanın önemini
biliyorsunuz. Aynısı felsefede de geçerlidir: Düşmanın fikirlerini anlamalı ve
onları çürütmeye hazır olmalısınız. Onun temel argümanlarını bilmek ve onları
yok etmek zorundasınız.
Fizikî savaşta,
askerinizi bir bubi tuzağına göndermezsiniz; bubi tuzağının yerini öğrenmek
için elinizden gelen her şeyi yaparsınız. Kant’ın sistemi felsefe tarihindeki
en büyük ve en anlaşılmaz bubi tuzağıdır; fakat içinde o kadar fazla boşluk
vardır ki, onun numarasını bir kez anladığınızda, hiçbir sıkıntı yaşamadan onu
etkisiz hâle getirebilir ve tam bir güvenlik içinde onun üzerinde
yürüyebilirsiniz. Ve bir kez etkisiz hâle geldiğinde, daha küçük Kantçılar
(onun ordusundaki daha düşük rütbeliler, felsefe teğmenleri, erleri ve bugünün
paralı askerleri) kendi ağırlıkları olmadığından peş peşe devrileceklerdir.
Siz, ABD
ordusunun gelecekteki liderlerinin, bugün felsefî açıdan silahlanmanız
gereğinin özel bir sebebi vardır. Siz şu anda kültürel kurulularımızda egemen
olan Kantçı-Hegelci kollektivist *oluşumun özel saldırısının hedefisiniz. Siz
dünyada kalan son yarı özgür ülkenin ordususunuz, ancak emperyalizmin aleti
olmakla suçlanıyorsunuz. “Emperyalizm” hiçbir zaman askerî fetihle
uğraşmamış ve başlatmadığı, fakat girdiği ve kazandığı iki dünya savaşından
asla faydalanmayan bu ülkenin dış politikasına verilen addır. (Bu arada, bu
politika ülkenin hem müttefiklerine hem de eski düşmanlarına yardım etmek için
servetini harcamasına yol açan aptalca ve aşırı cömert bir politikaydı.)
“Askerî sanayi kompleksi” olarak adlandırılan ve bir safsata -veya daha
kötü-olan bir şey, bu ülkenin tüm sıkıntılarından sorumlu tutulmaktadır. Âdi
üniversite serserileri, üniversite kampüslerinde ROTC birimlerinin (Üniversitelerdeki
subay kursları.) yasaklanması için yaygara yapmaktadırlar. Savunma bütçemiz,
mâlî önceliğin ekolojik gül bahçelerine ve gecekondu bölgesi sakinlerinin
estetik olarak kendini ifade etme derslerine verilmesini söyleyen insanlar
tarafından eleştirilmekte, suçlanmakta ve kesintiye uğratılmaktadır.
* Kollektivizm (Collectivism):
“Toplumsal örgütlenmede bireylerin değil, birlikte yaşayan grubun ortak
çıkarlarının esas alınması gerektiğini savunan görüş ve ideolojilerin ortak
adı. Bireye karşı cemaat, toplum veya devlet gibi toplu kategorileri öne
çıkaran, toplum menfaati için bireyin kurban edilmesi ne cevaz veren ve
İktisadî ve siyasî kararlan bireyler ya da piyasa yerine devlete veya kamu
otoritesinin belirlediği üst komitelere bırakan ideoloji.” Çev.
Bu kampanya
bazılarınızı çileden çıkarmış olabilir ve siz iyi niyetle, bunu hak etmek için
hangi hataları yaptığınızı merak edersiniz. Eğer durum böyleyse, düşmanınızın
tabiatını bir an önce anlamak sizin için çok önemlidir Siz hatalarınız veya
kusurlarınız yüzünden değil, faziletleriniz yüzünden saldırıya uğruyorsunuz.
Bir zayıflığınım yüzünden değil, gücünüz ve yeterliliğinizden dolayı suçlanıyorsunuz.
Birleşik Devletlerin koruyucusu olmanızdan dolayı cezalandırılıyorsunuz. Aynı
konunun daha alt bir seviyesinde, benzer bir kampanya polis kuvvetine karşı da
yürütülmektedir. Bu ülkeyi yok etme peşinde olanlar,
onu hem fiziksel hem de entelektüel olarak silahsızlandırmak istiyorlar. Fakat
bu sadece siyasî bir konu değildir: Politika sebep değil, felsefi fikirlerin en
nihaî sonucudur. Bazı komünistler, başlatmaya hiçbir şekilde güçlerinin
yetmediği bu sıkıntılı durumda fayda elde etmeye çalışan sinekler gibi ilgili
olsalar da, bu bir komünist komplosu değildir. Yıkıcıların motivasyonu
komünizme olan aşkları değil, Amerika’ya olan nefretleridir.
Niçin nefret?
Çünkü Amerika Kantçı bir evrenin yaşayan bir
inkârıdır.
Bugünün
zayıflara, kusurlulara, ıstırap çekenlere, suçlulara olan iğrenç ilgisi ve
tutkusu masumlara, güçlülere, beceriklilere, başarılılara, erdemlilere, emin
olanlara ve mutlulara karşı olan derin Kantçı nefreti gizleyen bir örtüdür.
İnsan aklını yok
etmeyi hedefleyen bir felsefe her zaman insana karşı ve her türlü İnsanî
değere karşı bir nefret felsefesidir. İyi olmak için iyiden nefret etmek 20.
yüzyılın simgesidir. İşte, karşı karşıya olduğumuz düşman budur.
Bu tip bir
mücadele özel silahlar gerektirir. Bu savaşı amacınızın tam olarak bilinmesi,
kendinize tamamen güvenme ve bu ikisinin ahlâkî doğruluğu hakkında kesinlikle
emin olma silahlan ile yapmak zorundasınız. Size bu tip silahlan sadece felsefe
verebilir.
Bu akşam kendime
verdiğim görev size kendi felsefemi pazarlamak değildir, sadece felsefeyi
pazarlamaktır. Ancak hiçbirimiz ve hiçbir ifade felsefî fikirlerden kaçamayacağından,
her cümlede açıkça kendi felsefemden bahsetmekteyim. Bu konuda benim bencil
çıkarım nedir?
Felsefenin önemini ve onu kritik olarak
incelemenin önemini kabul ederseniz, sizin benimseyeceğiniz felsefenin benimki
olduğuna hayli eminim. Ben onu, resmî olarak objektivizm, fakat gayri resmî
olarak dünyada yaşama felsefesi olarak adlandırıyorum. Bilhassa Atlas Shrugged da olmak üzere, benim
kitaplarımda onun açık ifadesini bulacaksınız.
Sonuç olarak,
kişisel bazı şeyler söylememe izin verin. Bu akşam bana çok şey ifade ediyor.
Size hitap etme fırsatı yakalamak, bana büyük bir onur verdi. Bir vatanseverlik
gevelemesi değil, fakat zarurî metafizik, epistemolojik, ahlâkî, politik ve
estetik temellerden hareketle size şunları söyleyebilirim; Amerika Birleşik
Devletleri en büyük, en soylu ve orijinal kuruluş prensipleriyle dünya
tarihindeki tek ahlâklı ülkedir. Benim kafamda; West Point adı ile ilişkili bir
tür sessiz aydınlık vardır, siz bu orijinal kuruluş prensiplerini
korumaktasınız ve onların sembolüsünüz. Bu prensiplerde çelişkiler ve
eksiklikler söz konusu oldu ve sizinkilerde de olabilir, fakat ben esaslardan
bahsediyorum. Hiçbir kurum ve hiçbir sosyal sistem tüm üyelerine otomatikman
mükemmellik garanti edemeyeceği için, her kurumda olduğu gibi sizin tarihinizde
de yüksek standartlarınıza uygun olarak yaşamayan bireyler olabilir. Bu durum
bireyin özgür iradesin bağlıdır. Ben sizin standartlarınızdan bahsediyorum. Siz Amerika’nın doğuşuna has olan, fakat
bugün hiç bulunmayan üç karakteri korumaktasınız: Samimiyet, kendini verme,
onur duygusu. Onur, davranışta kendisini gösteren kendine değer verme
duygusudur.
Bu ülkenin
savunması için hayatınızı riske atmayı seçtiniz. Kendinizi hiçe sayarak hizmet
etmeye kendinizi adadığınızı söyleyerek, size hakaret etmeyeceğim; bu benim
ahlâk değerlerime göre bir erdem değildir. Benim ahlâk anlayışıma göre, kişinin
kendi ülkesini savunması, yerli veya yabancı bir düşmanın esiri olmuş bir köle
olarak yaşamayı kişisel olarak istemediği anlamına gelmektedir. İşte bu
müthiş bir erdemdir. Bazılarınız bunun farkında olmayabilir. Size bunu fark
etmenizde yardımcı olmak istiyorum.
Özgür bir
ülkenin ordusunun büyük bir sorumluluğu vardır: Güç kullanma hakkı; fakat
diğer ülkelerin ordularının tarihte yaptığı gibi bir zorbalık ve vahşice fethetme
aracı olarak değil, sadece özgür ülkenin kendisini savunmasının, yani bir
insanın bireysel haklarının savunmasının aracı olarak. Sadece güç kullanmayı
başlatanları caydırmak için güç kullanma prensibi, doğruluğu kuvvetten üstün
tutma prensibidir. Böyle bir görev için en üst düzeyde dürüstlük ve şeref
duygusu gerekir. Dünyadaki başka hiçbir ordu bunu başaramamıştır. Siz
başardınız.
West Point
ABD’ye bilinen ve bilinmeyen pek çok kahraman vermiştir. Siz bu yılın
mezunları, şanlı bir gelenek taşımaktasınız ve ben buna bir gelenek olduğu
için değil, şanlı olduğu için derinden hayranım.
Dünyadaki en
kötü tiranlığın suçunu taşıyan bir ülkeden geldiğim için, sizin savunduğunuz
şeyin anlamını, yüceliğini ve üstün değerini bilhassa takdir edebiliyorum. Bu
nedenle kendi adıma ve benim gibi düşünen pek çok insan adına West Point’in
geçmişindeki, bugünündeki ve geleceğindeki herkese şunu söylemek istiyorum:
Teşekkürler.