Yaşamı bir düşe benzetenlerin sandıklarından çok daha fazla hakları var galiba. Düşte ruhumuzun sürdüğü yaşam, gördüğü iş, kullandığı güç uyanık durumumuzdakinden hiç de aşağı kalmıyor. Kuşkusuz düşteki yaşam daha gevşek, daha bulanık, ama aradaki fark hiç de gecenin karanlığıyla gün ışığı arasındaki fark gibi değil; hayır, daha çok karanlıkla gölge arasındaki fark gibi: Ruh birinde uyur, ötekinde uyuklar. Her ikisinde de aslında karanlıklar içindeyiz, ama birinde daha az, ötekinde daha çok. Bir uyanıkken uykuda, bir uyurken uyanığız.
Uykuda gördüklerimiz pek o kadar aydınlık değildir, ama ayıkken de her şeyi pek o kadar pırıl pırıl, apaçık görmeyiz. Evet, derin uykular bazen düşleri siler süpürür, ama uyanıkken de hiçbir zaman iyice uyanık değiliz, o zaman da nice hayallerimiz, ki uyanık düşler ve düşlerden beterdir, kaybolur gider. Madem aklımız ve ruhumuz uykuda düşündüklerimize meydan veriyor, düşte gördüğümüz işleri uyanıkken gördüğümüz işler gibi kabul ediyor, ne diye düşüncemizin, hayatımızın bir çeşit düş olmasını, uyanık halimizin bir çeşit uyku olmasını yadırgıyoruz bu kadar?
Gerçeği ilkin duyularımıza sorarsak, yalnız kendi duyularımıza başvurmakla iş bitmez. Duyu konusunda hayvanların da bizim kadar belki de daha fazla söz hakkı vardır. Kimi hayvanların kulağı, kiminin gözü, kiminin burnu, kiminin dili insanınkinden daha keskindir.
Demokritos tanrılarda ve hayvanlarda duyma gücünün insandan çok daha yetkin olduğunu söyler. Hayvanların duyularıyla bizimkilerin etkileri arasındaki ayrım da büyüktür: Bizim tükrüğümüz kendi yaralarımızı temizler ve kurutur, ama yılanı öldürür.
Tantaque in his rebus distantia differentasque est
Ut quot alüs cibus est, alüs fuat acre revenum.
Saepe etenim serpens, hominis contacta saliva,
Disperit, ac sese mandendo conficit ipsa (Lucretius)
Her şey öyle ayrı, öyle değişik ki
Kimine besin olan kimine zehir
İnsanın tükrüğü bir değdi mi yılana
Ölür çok kez yılan, yer bitirir kendi kendini.
Şimdi tükrüğün ne olduğunu bize göre mi söyleyeceğiz, yılana göre mi? Gerçek özünü ararsak bizim duyularımıza mı başvuracağız, yılanın duyularına mı? Plinius, Hindistan'da tavşana benzer bir çeşit balıktan bahseder bu balık bize zehirmiş, biz de ona. İnsan şöyle bir dokundu mu ölüverirmiş. Zehirli olan insan mı balık mı? Kime inanacağız? Balığın insan için dediğine mi? İnsanın balık için dediğine mi? Kimi hava insana dokunur, öküze zarar vermez, kimi hava da tersine. Hangi havaya kötü hava, muzır hava diyeceğiz? Sarılığa tutulanlar her şeyi bizden daha sarı, daha soluk görürler.
Lurida preaterea fiunt quaecunque tuentur Arquati (Lucretius)
Sarılık hastasına göre sarıdır her şey.
Hekimlerin hyposphagma dedikleri hastalığa, kanın deri altına yayılması hastalığına tutulanlar da her şeyi kırmızı, kan rengi görürler. Gözümüzün gördüğü işi değiştiren bu hallerin hayvanlarda sürekli, temelli durumlar olmadığını nereden biliyoruz? Bazı hayvanların gözleri aslında bizim sarılık olanlarımızın gözleri gibi sarı, bazılarınınki de kıpkırmızıdır. Bu hayvanlar herhalde renkleri bizden başka türlü görüyorlar: Doğru olan acaba hangimizin gördüğüdür? Çünkü eşyanın özü yalnız insana göredir diye bir kanun yok. Katılık, beyazlık, derinlik, ekşilik bizim kadar hayvanların da işlerine ve bilgilerine karışık. Gözümüze şöyle bir bastırdık mı baktığımız her şeyi daha uzun, daha büyük görürüz.
Bina lucernarum florentia lumina flammis
Et dupfices hominus facies, et corpora bina.. (Lucretius)
O zaman lambalardan iki ışık çıkar,
İnsan çift yüzlü, nesneler çift olur.
Oysa birçok hayvanın gözleri kendiliğinden basıktır.
Kulaklarımızı bir şey tıkamış ya da ses borusu sıkışmışsa sesleri her zamankinden başka türlü duyarız. Kulakları tüylü ya da kulak yerine ufacık bir delikleri olan hayvanlar bizim duyduklarımızı duymaz, sesi bir başka türlü alırlar. Şenliklerde, tiyatrolarda meşalelerin ışığı önüne renkli bir cam kondu mu bulunduğumuz yerdeki her şey bize yeşil, sarı ya da mor görünür. Gözleri değişik renkte olan hayvanların, nesneleri gözlerinin renginde görmeleri hiç de olmayacak bir şey değil.
Demek bizim varlık düzenimiz nesneleri kendine uydurur, her şeyi kendine göre değiştirir, aslında dünyanın ne olduğunu bilemez oluruz; çünkü her şey bize duygularımızla bozulmuş, aslında ayrılmış olarak gelir. Pergel, gönye, cetvel bozuk oldu mu onlara dayanan bütün orantılar, onlara göre yapılan bütün yapılar da ister istemez kusurlu, sakat olur. Duyularımız kesin olmadığı için, onların ortaya koyduğu hiçbir şey de kesin değildir.
Peki ama, bu ayrılıklar karşısında doğruluk hükmünü kim verecek? Din kavgalarımızda hüküm verecek adamın hiçbir mezhepten olmamasını, hiçbir tarafa bağlılığı, eğilimi bulunmamasını isteriz, öyle adam da Hıristiyanlar arasında bulunamaz. Burada da aynı şey, çünkü hüküm verecek olan ihtiyarsa, gençlerin nasıl düşündüğü üstüne hüküm veremez, çünkü bu konuda bir taraftadır; gençse yine öyle, sağsa, hastaysa, uyanıksa, uykudaysa yine öyle. Demek öyle biri gerekli ki bütün bu hallerin dışında olsun, insanların sordukları şeylerin hiçbiri kendisiyle ilgili olmasın. Yani olmayan bir yargıcın olması gerekli.
Dünyada gördüklerimizin doğruluğunu, yanlışlığını anlamak için doğruyu gösteren bir araç olması gerek; bu aracın doğruluğunu anlamak için bir deneme gerek; denemenin doğruluğunu anlamak için de bir araç: Gel de çık bu işin içinden!.. Madem duyularımız, kendileri kesin, olmadıkları için, sorunumuzu kesin olarak çözemezler, öyleyse akla başvurmalı diyeceksiniz; ama hiçbir akıl da başka bir akıl olmadan ortaya çıkamaz: Döndük mü yine gerisin geri?