17 Nisan 2020

Halikarnas Balıkçısı Ege Kıyılarından " Knidos Afroditi "


"İnsanlar arasındaki ayrılık, gelinle senin arana giren duvaktır. İnsan birliğini ayıran ince, bir başka­lık duvağı, duvağın ardında sezilen yüzün bir güzelli­ği, bir gülümsemesi vardır. Ben işte, o hayal meyal gördüğün güzelliğin ta kendisiyim! Gelinler sanıldık­ları gibi olmasalar bile, gelinde hayal ettiğin, aradı­ğın güzellik ve gerçek benim! Sen beni Bizans'ın Losus Sarayında yandı kül oldu, bitti sanma. Kadın er­kek, çoluk çocuk milyonlarca insanda yaşayan, yü­rüyen, bakan, seven ve sevilen yine benim. Gözleri ışıktan kamaşan kara baykuşlar gibi, öteye beriye çöken felaketler, ancak burada masmavi bir gedik, bir aralık bıraktıkları için ben buraya her gece ay ve yıldız ışığıyla gelir, eski yerimde gezerim.

Ben doğulu bir Tanrıçayım. Asurlular bana 'İş- tar’ dediler. Fenikeliler bana 'Astoret! Astoret!' diye yalvarırlardı. Suriye'de adım Atargatis'ti. Babilliler bana 'Belit' (Melitta!) diye taparlardı. İnsan olalı ve daha önceleri hep vardım. Ben Astarte'yim. En derin hücrenizde, her atomda kaynayan hayat kaynağı­yım. Heptim, hepim ve hep olacağım. Bunun için ölümsüzüm. Benim geçmediğim yer yoktur. Tapınak olsun, duvar olsun; insan, hayvan, zindan, kule, sa­ray, ordu; kısacası bana yol vermeyen her şeyi mut­laka ölüm çiğner ve bana yol açar.

Seni ben doğurdum. Elverir ki seni doğurayım, yeryüzüne yeni bir kafa getireyim; doğururken ölme­ ye razıyım. Hem de güle güle. Praksiteles bana ka­nat takmadı. Çünkü ben, düş dünyasından melek ya da gılman değil, ama bu dünyanın taşından, topra­ğından, maddesinden yapılma bir kadınım. Ve yer­ yüzüne, acı beyin doğuran anayım. Gökteki düşsel melekler gerçek olsalar bile, onlar hiç yeni bir şey doğuramazlar. Gözlerim doğum işkencesiyle çukurlaşırken kemiklerim açılır, etlerim parça parça olur. Eğer cennet varsa ve o cennette de kanatlı melekler varsa, onlar kanatlarından utansınlar. İşte sana ilk önce ana biçiminde göründüm. Bu dünyaya gözleri­ni açtığın zaman ilk önce ben sana gülümsedim. İş­te ben bu güzelliğimle seni bağrımda, kendimle, ka­nımla besledim. Sonra da sana koynumun sütünü emzirdim. Üzerine sevgiyle titreyen, sana sütünü ve­ren, üzerine eğilip sana gülümseyen ölümsüz güzel­lik benim. 

İnsanlar önce beni bir ay tanrıçası diye tanırlar­dı. Onun için burada sana eski ışığımla parlıyorum. Tarih başlamadan bile beni doğu; otlar, ağaçlara can verici, hayat ve hareket bağışlayıcı diye severdi. Ama o zaman bile denizle, enginlerle birliğim vardı. Deniz dünyanın en büyük yaratıcısıdır. Doğurgandır. Engin bağrında sever, sevdirir, çoğaltır ve var eder. Onun için aynı zamanda bir engin tanrıçasıydım. Doğuda çok öncelerden beri hayat hep su gibi akıcı, yürüyücü, ileri atılıcı bir şey olarak sezilirdi. Madem­ ki ışıktım, aydım, denizdim; elbette tanyerinin ufuk­tan ağarması gibi Helenler beni 'Afrodit' diye enginin köpüklerinden yarattılar. Helenler, kendi yıldızım olan Venüs’ün şafak ağarırken Ege Denizinin doğu­sundan doğduğunu görmemişler miydi? Onun için beni doğudan, ufkun köpüklerinden yarattılar. İlk önce bana, yeşil derinliklerin Tanrısı olan Poseydon taptı. 

Doğudan geldiğim için bana ilk önce Kitera'da tapınaklar kurdular. Sonra Fenikeliler, Ege'de uçu­şan yelkenleriyle beni Girit'e getirdiler. Yunanistan'a vardığım zaman hayatı hayat eden ne varsa, o ben­ dim. 

Onun için sevgi ve güzellik Tanrıçasıydım. Bir gün geldi, bütün güzelliğimle Praksiteles'in beyninde parlayan hayal oldum. Işıklı bir duman gibi döne döne buraya geldim durdum. Bembeyaz bir heykel olarak buraya dikildim. Yaradılışın birbirlerine karşı çekici yarattığı varlıklar gelip önümde birleşir­ lerdi. Bu iki ayrı cisim, benim ruhumda biribirlerine kavuşurlardı. 

Bana apak güvercinler getirirlerdi. Yaşamanın çılgın isteği, yaşamayı özleminin derin şarkısı, mavi göklerde yüz binlerce güvercinimin uğultusuna karı­şırdı. Bu yerler şimdi bir yıkımdır. Ama sen o türkü­ nün denizde sayısız renkle çakan ve fısıltıyla söyle­ nen uyumunu burada duyuyorsun a...

Bir an geldi ki; sevdiğin kadının gözlerinde par­ladım. Dudaklarından sana gülümsedim. Elbette ba­ kışımı, gülüşümü görünce beni aya, yıldıza, denizle­re benzettin. Çünkü bakışım ve gülüşüm, sana bakan yıldızlardı. Sana gülen, bakan varlıktı. Eğer o an bir avuç toz olsaydım, beni göklere savurur, Samanyolları yaratırdın. Çünkü ben senin gözünde bütün insanlığı temsil ediyordum. Bütün insanlığı bir göv­dede sana veriyordum. Bana doğru uzattığın kolları­na bütün güzellikleri, evreni seriyordum. Yüce dağla­rın kuvvetini bağışlıyordum. Gönlünün bana doğru atılışına bütün okyanusların sonsuz genişliğini veri­yordum. Bir an için sana cennet kapılarını açtım. Göklerin milyarlarca yıldızını kulaklarında çınlattım. Aylar, güneşler, beyninde fırıl fırıl dönerken sana göksel müzikler dinlettim. Esginler seni sonsuz yük­sekliklere çıkardı. Çünkü bir an içinde, sana sonsuz­luklar yaşattım. Gövdemle ölüme set çektim. İşte bu nedenle, Afrodit'im.. 

Yaşam öyledir ki; birlikte yaratılan, yaşayan ve büyüyenler birbirlerini seveceklerdir. Çünkü birbirle­rini sevmekten başka her ne yaparlarsa, birbirlerinin celladı olarak birbirlerini öldüreceklerdi. 

Sevgi ve sevincim öyledir ki; cefa ve üzüncü omuzlara bölerek onu hiç ederim; sevgimi yüreklere bölüştürmekle onu ’hep’ ederim. Ben Astarte'yim. İn­sanın işkenceyi hiç etmekteki inancı ve umuduyum. Ben o umudum ki; yıkıntı içindeki dünyayı çalışmay­la cennete çevirtmeye gücüm yeter. Mademki varım; hayat değil miyim, umut değil miyim ve öteyi göste­ren değil miyim? insan, güçlüklerini benimle çözüm­ler ve onları ortadan kaldırır. Sultanlar ve köleler, tanyeri ağarırken geceden artakalan gölgeler gibi önümden kaçarlar. Ben Afrodit'im. Enginin en yük­sek dalgasının üstündeki köpüğüm. Maddenin özü, sütün kaymağı ve yaradılışın son ürünüyüm. Çünkü, bilince varmış maddeyim. Dalgadan dalgaya yürüye­rek köpürür ve bütün güzelliğimle sonsuza dek çırıl­ çıplak parlarım. Bütün toplumları saran ölüm çem­berlerini çözen ve daha engin, daha öte, daha güzel dünyalara insanı doğurur ve vardırırım. 

Bazen bana 'Havva' dediler. Bazen de 'Mer­ yem' dediler. En eski Mısır'da bile insanoğlu Horus ve doğuran İsis değil miydim? Bin bir adla anıldım. Kitera dediler, beni Kıbrıs’ diye çağırdılar. Her za­ man genç ve güzel olan ve her zaman yeni yeni do­ğan Brahma, yine bendim. Öldürücü Azrail'e karşı­ lık, hep müjdeler getiren Cebrail ben değildim de kimdi? 

Ama Uzakdoğuda beni tulum göbekli ve ağzım­dan ateş püskürür yapıyorlardı. Ben asıl Knidos'ta, insanlığın ve kadının dosdoğru ve tertemiz enstektti (içgüdüsü) olduğumu gösterdim ve bu enstenkt bü­tün insanların bekası (kalımı) sırasında öylesine gü­zel bir dengede duruyordu ki... Bir ticaret malıymı­şım gibi, alım satım piyasasında, bana da paraca değer biçtiler. Durduğum yerden devrilmeseydim, varlığın en güzel ve en temiz şeyi olarak kalırdım. 

Baloda ve salonda henüz çocukluktan çıkmış dekolteli kıza, seksenlik milyonerin elleri, kolları, si­ nek kapmağa hazırlanan örümceğin .yaşlı bacakları gibi titremeseydi, sulanan ağzından, sarkan altdudağının yoluyla, salyası frakının beyaz plastronuna, öküz salyası gibi sünüp de akmasaydı, kendimden ve gövdemden utanacak neyim vardı?

Doğan çocuklar bile, benimle ilgili bilgiyi mutla­ ka gizli olarak mezbelelerden öğrenmek ve aşh pan- domimasını, lağımlarına denk akan sokaklarda, aç­lık haçına çakılmış olan kendi öz kardeşleriyle meşketmek zorundadırlar. Gemi azıya alan o görünüm­leri büyük kentlerin eğlence yerlerinde gören gençli­ğin başından, hangi eğitim, hangi öğretim o yakıcı izlenimi silebilir? 

Şimdi çöplükte öğrenilen gizi, ben insanlara gü­zellikle, ışıkla ve sevgiyle anlattım. İnsanlara güzel­lik ve temizlik duygusunu verdim. Bu sıralarda bana bir de 'seksapel' niteliği taktılar. Yaratılış boşluğu sevmez. İnsanlar yalnız parayla uğraşan boş kafaları elbette seksapel ile doldurdular. Bu yolda propa­ ganda ile epeyce para da topladılar, insanların bur­nunun biçimini, dudağının rengini, kirpiklerinin duru­munu; üst baş ve yüz gözlerin nasıl olması gerektiği­ni, şimdi ancak, gözü kaparozda (yolsuz gelirde) olan ticaret kurumlan saptıyorlar. Oysa benim güzel­liğimi, gözü hiç de parada değil, ama güzellikte olan bir sanatçı yarattı. 'Güzel insan böyle olacaktır. Ma­dem ben böylesine güzel insanı düşünebildim; bu güzel insana ulaşıldı...’ dedi. Ben, güzelliğin Afroditiyim... Parayla satılan seksapelin Afroditi değil... 

Ben, hangi şeyin üzerinde parlarsam onu güzel kılan Astarte'yim. Gençliğin şafağında, titreyen  du­daklarla insan, öpüşler sayıklarken, ona düşlerinde gülümseyen benim. Peri adalarında, fışıltılı kıyılar­ da, büyülü dağ ve yamaçlarda ona gülümseyen Me­litta benim. Denizde, ırmak kıyılarında ona seslenen ¡sis benim. Açık dudaklarından kokular soluyan çi­çeklerde, yağmurlarda, renkte, türküde, insanı çağı­ran benim. Varolanı parça parça edip geçmişin üze­rine yıkan fırtınanın sesinde çığlık salan Astarte be­nim. Hatta dünyada varolmak zorunluğunu bile, yo­lunda can verilir, sevinçli bir çile durumuna getiren, insana kendisini sevdiren yine benim. Her yabancı­nın yüzüne bir kardeş tatlılığı veren benim. İnsan her yüzde, her bakışta beni arar. Çünkü herkesin başkalığı, ancak yüzüme geçen bir maskedir. Ben Astarte'yim. Her gözden ben bakarım. Bütün beyin­lerde bilincim. Bütün bilinçlerde bir umudum. Çünkü ben hayatım..."

Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek(Öyküler)
Derleyen:Şadan Gökovalı