16 Nisan 2022

Varoluşçu Bir Aşk: Sartre ve Beauvoir

Soyadının önünde bulunan “de” ifadesinden de anlaşılabileceği üzere (1) Beauvoir aristokrat bir aileden gelmekte birlikte, katolik kurallarına göre yetiştirilmiştir. Erken gençlik yıllarına kadar kendisi de dindar bir çizgide bulunan Beauvoir, zamanla geliştirdiği entelektüel yönü ile bu çizgiden sıyrılıp, din ile toplum dayatmalarından bağımsız bir kadın olarak toplum yapısında birçok değişikliğe gidilmesini sağlayacaktır.

Felsefenin dayanılmaz çekiciliği ve “açık ilişki”

Jean Paul Sartre’ın ‘Sözcükler’ adlı otobiyografisinde de belirttiği gibi, ünlü filozof/yazar daha çocukluk yıllarındayken “çirkinliğinin” farkına varmıştır. Sartre’ın, sadece saçının kesilmesinin dahi kendisinde yarattığı psikolojik çöküntüye otobiyografisinde bu denli yer vermesi ilgi çekicidir. Ancak büyükbabası tarafından kuaföre götürülüp saçları kestirilen Sartre, “çirkin yüzünün ortaya çıkması” ile çevresindekilerin kendisine yönelik bakışındaki değişimi daha o yaşlarında gözlemlemiş ve bunu hiç unutmamıştır.

Düzgün fiziği ve alımlı yüzü ile ilgi çekici bir kadın olan Beauvoir ise, Sartre’ta kendisini çeken noktanın entelektüel birikimi olduğunu belirtir. Dolayısıyla felsefe, ikili arasında kurulan iletişimin ilk halkası olduğu gibi, yaşamları boyunca eklenecek diğer halkalarla, hiç kopmayan bir zincirin oluşmasını sağlayan etken de olacaktır. Tanıştıkları günden itibaren zaman zaman aralarına giren mesafelere karşın, hayatlarının sonlarına kadar birbirlerinden kopmayan bu ikili, yazın hayatında da böylece birbirini tamamlayıcı bir tavır sergileyecektir.

20. yüzyıla damgasını vurmuş olan bu büyük aşkın, günümüz koşullarında dahi kimi zaman anlamlandırılamayan bir noktası da vardır: Açık ilişki. İkili, her ne kadar hayatları boyunca birbirlerinden kopmamış olsalar da, hiçbir zaman hayatlarını birbirlerine de adamazlar. Zira, yazarlık dürtülerine hayat verebilmek adına başka kaçamaklar da yaşaması gerektiğine inanan Jean Paul Satre, tüm dürüstlükleriyle her şeyi anlatabilecekleri türde açık bir ilişki yaşamayı teklif eder Beauvoir’a. Anne babasının hala daha süren birlikteliğine karşın birbirlerinden uzaklaştıkları ilişkisine tanıklık eden Beauvoir ise, gördüğü bu ilişkinin bir benzerini daha kendi hayatında yaşamamak adına bu teklifi kabul eder.

İkilinin yaşadığı bu ilişki, kimi zaman kıskançlıklar halini alan olaylar bütününü oluştursa da, yazar kişilikleri ile edebi eserlerine de ilham verici bir unsur halini alır. Bunun en net örneği ise, Simone de Beauvoir’ın kaleme aldığı ‘Konuk Kız’ adlı eseridir. Dolayısıyla çift, hayatlarında ara sıra yer eden kimi diğer ilişkilerine rağmen, kurallarını kendi koydukları bir düzende kendilerine özgü bir yaşam alanı yaratırlar. Peki, klasik toplum düzenine karşı gelen ve felsefi ilkeler ile yoğrulan bu ilişkide, toplumu birincil ilgilendiren nokta olan politika, ikilinin hayatında ne denli yer tutar? Nitekim politika, karşı oldukları burjuva düzene rest çekebilmeleri için bir araç olmakla birlikte, aynı zamanda savundukları özgürlükçü yaşamı destekleyebilmek ve kadın haklarına da dikkat çekebilmek için bulunmaları gereken alandır. Ancak bir problem vardır: İkinci Dünya Savaşı’nın patladığı yıllarda Sartre ve Beauvoir, isimlerini yeni yeni duyurmaya çalışan iki yazar olarak, kendilerini “gözlemci” şeklinde konumlandırmıştır. Yine de savaş, Sartre’ın yaşadıklarıyla birlikte Beauvoir’ın üzerinde de etkili olacaktır…

Gözlemci bakış açısından politik angajmana

“Jean Paul Sartre ve Simone de Beauvoir için özgürlüklerin birincisi bireysel özgürlüktü. Yirmi beş yaşında, başkalarını anlama ve onlarla iletişim kurma arzuları onları henüz siyasete itmemişti. Oysa gözlerinin önünde terör rejimleri kurulacaktı: SSCB’de Stalin, Almanya’da Hitler, İtalya’da Mussolini.”(2)

Düşünsel dünyaya odaklanan ve toplumsal aktivitiler içerisinde aktif olarak yer almaktansa bunların sosyolojik boyutlarını gözlemlemeyi tercih eden ikilinin edinmeye çalıştıkları bu “dışarıdan bakış açısı”, yaşadıkları çağ dolayısıyla değişime uğrar. Zira Jean Paul Satre, Berlin’de yaşadığı süreçte Almanya’nın politik atmosferinde yaşanan değişimine tanıklık etse de, bunu çok fazla ciddiye almayacak; ancak yaşananların gerçekliğini, İkinci Dünya Savaşı’nda üzerine geçirmek zorunda olduğu üniforması ile kavrayacaktı. Essey-les-Nancy’deki 70. Tümen’e katılan Sartre, burada geçirdiği süreç boyunca, ileriki yıllarda detaylı olarak kaleme alacağı varoluşçuluk felsefesinin temellerini atacaktı. 1939 yılındaki Garip Savaş döneminde(3) kaleme aldığı ‘Yaşanmayan Zaman’ adlı eseri ise, yazarın en başarılı yapıtları arasında bulunacak, aynı zamanda kendisini politik olaylara daha “içeriden” müdahale eden bir aydın konumuna getirecekti. Böylelikle; politikayı hayatının baş köşesine koymayan Beauvoir için de, Sartre’ın düşünceleri ve yaşadıkları etkili olacak ve ikili ilerleyen yıllarda, Cezayir Bağımsızlık Savaşı ve 121 Manifestosu’nda (4) seslerini sonuna kadar yükseltecekti. Ardından ise Fransa’da başlayan ’68 Mayıs ayaklanmalarında öncü konumda yer alacaktı. Kaleme aldığı eserleriyle kadınların özgürleşmesi için savaşan Beauvoir ise, baş köşesine imzasını attığı 343 Manifestosu (5) ile kadınların kürtaj hakkını savunarak, sözcüsü olduğu kadınların özgürlüklerine giden yolda onlara eşlik edecek ve ataerkil düzen savunucularından sıyrılmayı sağlayacaktı.

Ölüm onları buluşturmamasına rağmen…

Simone de Beauvoir her ne kadar “Ölüm bizi buluşturmayacak” dese de, hayatlarının büyük çoğunluğunu birlikte geçiren ikili, Beauvoir da yaşama gözlerini yumduğundan beri aynı yerde uyuyor. 15 Nisan 1980 yılında hayata veda ederek Paris’teki Montparnasse Mezarlığı’na defnedilen Jean Paul Sartre’ın ölümünden altı yıl sonra, 14 Nisan’da yaşama gözlerini kapayan Simone de Beauvoir da, tıpkı yazın hayatında olduğu gibi mezarında da Sartre’ın yanı başında bulunuyor.

filmloverss.com