15 Mart 2019

Tomris Uyar - Gündökümü

İlk olarak 1975 gündökümleri, Gündökümü 75 adıyla Koza Yayınları tarafından 1976 yılında yayımlanmıştır. Daha sonra Sesler, Yüzler, Sokaklar adıyla 1981 yılında Hür Yayınları tarafından bütünü yayımlanmış, l^tö yılında da Can Yayınları tekrar Gündökümü adıyla yayımlamıştır. 15 Mart “Her girişte, vücudumuzun bir parçası madende kalır,” dedi radyoJa konuşan maden işçisi. Edebiyatta bedenden verilen fireler bu kadar elle tutulur olmasa da, kesinlikle var. Taze duygular, taze sözlerle aktarmak isteyen yazar, bu yüzden büyük sızılar çekiyor. Doğum sancısı gibi birşey “nasıl iletmek” sorunu… Kişiyi dolmuşa atlarken, dolaşırken, hatta uyurken bile tetikte tutan bu bilenme günlerinde bezginliğimizi, sabrımızı, her şeye karşın yitirmediğimiz umudumuzu nasıl anlatmak. Çevremizi kuşatan çirkef içinde temiz kalma savaşımızı. Bir yol kavşağı çeşmesinden göğse akıtarak içilen su gibi doğal, doyurucu anlatmak. Kolay anlaşılır olma özrüyle kolaya kaçmadan, kaytarmadan, yazdıklarını çoğaltmadan. Bir yazar, işinin başına otururken, kalemi eline ilk alıyormuş gibi bir acemiliğe kapılmıyorsa neden yazmak istesin? Bir daha hiç yazamayacağı korkusunu her keresinde duymuyorsa, yazma coşkusunu hiç tatmamış dernektir. Kendi adını basılı görmeyi, yaşadığının kanıtı sayıyordur yalnızca. Bu konuda sorulacak en önemli sorulardan biri şu galiba: “Bunu yazmam neyi değiştirdi?” Yani okur bunu okuduktan sonra bir kıpırtı duydu mu içinde, bir titreşim, bir serinlik, bir açılım? İkinci soru da şu: Ya ben şunu yazmadan edebilir miydim? Gerçekten? 17 Mart Arkadaşım, Devlet Opera Orkestrası’nda keman çalıyor. Her gece aynı boğucu çukurun içinde güdük Ankara bürokratları için. Sanatında usta olması hiçbir şeyi değiştirmiyor. Çukurla sahne, çukurla salon arasındaki kopukluk, usta olmakla kapatılacak türden değil çünkü.

Bu kopukluk genişleyip kendi yaşamasına da yayıldı galiba: bir tren düdüğü duysa, kalkıp hazırlanmak geliyormuş içinden. Çocukları bile bağlayamıyor kişiyi yaşama, kopukluk gelip çattı mı. “Sevgi sözcüğünün anlamını artık bilmiyorum,” diye yazmış mektubunda, “yalnız Uğur sitesi C/4 deyince iş değişiyor.” Adresimin bir işe yaraması, katışıksız sevginin böyle içtenlikte ele alınması nasıl duygulandırmasın? Bu yalınlığa varmak için ne kadar hırpalanmak gerektiğini biliyorum. Kuğu Gölü’nü falan çaldıktan sonra evinde minibüs plakları dinliyor arkadaşım, uzun yol türküleri dinliyor. Karşı çıkması beklenen, öğretilen değerleri bir daha, bir daha gözden geçiriyor. Kimilerinden bir daha tiksinerek, kimini sonuna kadar bağrına basarak. Yalnız korkmadan. Yozlaşmalarla yüzleşmekten, bu günün “çirkin folklor”uyla hesaplaşmaktan güç kazanarak. Mektup; ressam Faruk (soyadım bilmiyorum, çok küçüktüm onu tanıdığımda) ile karısını anımsattı bana. Faruk alkolikti, güzel bir Rus kadınıydı karısı; boğuk sesiyle, sıla özlemi dolu Rus şarkıları söylerdi. Kimse dili anlamazdı, ama odayı büyülü bir hava sarardı: herkes paylaşırdı. Faruk da dil bilmediği için anlamazdı elbet; karısı yine de anlatılmaz incelikte birşey-ler aktarırdı ona bakışlarıyla. Ayaspaşa’da, kartpostal bir İstanbul’a bakan küçük bir çatı katında yaşarlardı. Eşya, yok denecek kadar azdı.  

Bir gün, Faruk’un intihar ettiğini duydum. Karısını çok sevdiğini, hiç bırakamayacak kadar çok sevdiğini sezmiştim oysa. Arkadaşımın mektubu bunları anımsattı işte, günü kurtardı. 18 Mart Genç karikatürcüler, Sinematek’te sergi açmışlar. Orada olmasaydı, başka bir gün de gider, rahat rahat gezerdim ama biliyorum, bir kere açılışa gitmezsem, hiç gidemeyeceğim. Sinekulüpler, Mezun Birlikleri, Dernekler, oldum olası itmiştir beni. Geniş kalabalığa açık olmayan aileiçi toplulukların tümü. Gelgelelim karikatürleri görme isteği baskın çıktı, “beleş içki bulmaya gelmiş” sanılmanın utancına bile. Ne kesin, sert çizgilerle anlatıyorlar! Hiç yumuşaklığa kaymadan. Oysa yazarken, yanlışları çarçabuk düzelten ilkel silgiler, işlek tükenmezlerle karşı karşıyayız. Anlattığımız dünyaya yabancı kalıyor kullandığımız araç-gereçler. Yazı makinesi ters düşüyor, dolmakalem coşkumuza ayak uyduramıyor bu çağda; flomasterin kapağı açık unutuldu mu, tamam. Tükenmezler soysuz. Bana öyle geliyor ki karikatür sanatında kullanılan araçlar, yapılan işin doğal bir parçası. Çizgiyi çizgi etmeye yarıyorlar çünkü. 
 
 Onlarsız, çizgiyle iletilmek istenen, o boyutlarla verilemez. Oysa ben yazı makinesinin başına oturmadan, sözgelimi bulaşık yıkarken, sözle kurabilirim bir hikâyeyi, bir yazıyı. Bir ölçüde, araçsız da gerçekleştirebilirim yani. Sinematek, Kervan sinemasında ilk açıldığında, Yeni Dalga filmleri oynuyordu. Perşembe akşamlarının o değişmez, meraklı, kültürlü kalabalığı, iki saat sonra yine o gece başlayan bir oyunun- galasında hazır bulunmuştuk. Saçlar biraz dağılmış, makyaj biraz eskimiş olarak. Bir yandan -Paris Bizimdir miydi neydi?- filmin yabancılığı, bir yandan içine kıstırıldığım küçük çevreye duyduğum öfke, anlatılmaz bir çaresizlik uyandırmıştı da bütün gece bulanmış durmuştum. Her yerde aynı yüzlerle karşılaşmak zorundaydım sanki. Üstelik başkalarının seçtiği örnek filmleri hep aynı gün, aynı saatte izlemek. Bu arada kötü film izlemeye ya da bir sinemaya ansızın girme serüvenine ayıracak zaman bulamamak. Bir daha adım atmadım Sinematek’e. Sonraları, saydığım sakıncalar kalktı ortadan. Çevre de daha bir açılmış, genişlemiş galiba. 19 Mart Cağaloğlu, sabahın erkenci ayazında ne güzel! Sanki o pis, bulaşık yokuş değil! Kaldırımlar serin, arınmış. Yayınevleri, basımevleri daha yeni yeni giriyorlardı güne. 
 
 Ünlüler, sivrilmişler, o dedikoducu, kadınsı erkek kalabalığı yoktu ortalıkta. Başka yüzler göze çarpıyordu: olağan, sessiz, çalışkan insanlar. Bankaların hademeleri, kebapçı çırakları, simitçiler, memurlar, öğrenciler. Adliye’de koridorlar tıklım tıklımdı. Sıra sayısı çok az. İnsanlar sanki özellikle ayakta tutuluyor. Yerler taş, herkesin ayakları donuyor. Sanki oraya adım atanların tümü suçlu; öyle davranılıyor. Görkemli cüppeleri, sallangaçlı küpeleri, sabah karanlığı sürdükleri mavi göz farlarıyla ortalıkta dolanan avukat hanımlar çay içmiyorlar, alçalmıyorlar o kadar(!) Duruşma salonlarını.n dışına asılan listelere, bilen-bilme-yen gözatıyor. Sınav sırasını bekleyen öğrenci tezcanlılığıyla. Kalmanız kaçınılmaz olan bir sınava bari bir an önce girmek istiyorsunuz. Ne kadar bekleyece^niz belli değil. Sonra acaba kimlik kartı isterler mi, söyleyeceklerinize inanacaklar mı, yalan söylemediğiniz belli mi yüzünüzden? Dahası, ya bir tutarsızlığa düşerseniz gerçeğin kendisinde sık sık görüldüğü üzre? Tanık gösterdiğimiz bir avukat -daha önce yalnız bir kere karşılaşmıştık, yüzünü doğru dürüst çıkaramadım o kargaşada- meğer ne iyi bir okurmuş! Candan bir edebiyat izleyicisi. Delikanlılığından bu yana ilerici eylemlere katılmış. 
 
 Sessiz, açık, yalın bir adam. Son olayların yazınımıza yeterince yansımadığından yakındı. Ülkücü, abartılmış, tek boyutlu buluyormuş yazılanları. Yazmada, sanatsal gerçeği yakalamaya önem veriyor, “hak etme”ye öncelik tanımıyor. Konuşma sırasında tanıklara bir bakmamı söyledi. Gerçekten ilginç: sık sık biraraya toplanıp, girdikleri davaları birbirlerine anlatıyorlar. Kimi zaman, bütün bir gün boyunca, aynı tanıklar boy gösteriyormuş başka başka davalarda. Yargıçlar da ezberlemişler, kapıdan çeviriyorlarmış profesyonel tanıkları. Tanıklık diye bir meslek olabilir mi; düşündük. Herkes tanıklıktan kaçtığına göre, işiniz düştüğünde can dostunuzu bile tanıklığa çağırırken bunca tedirginlik çektiğinize göre, bu formaliteyi en kolay nasıl yola koyabiliriz? Belli bir ücret karşılığında tanıklık mesleğini üstlenenler çıkar mı? Yani aslında var böyle bir meslek de resmileştirilebilir mi? Salondan çıkınca, tartışmayı Sirkeci Gaı’ da sürdürdük. Hava tertemiz, bahar havasıydı. Kısa sürede, bürokrasinin tozunu attık üstümüzden. Onu dinlerken inançlarım pekişti: bir gün, üç zorbaya kapıyı açmamak, evine sığınanları korumak adına ölümü göze alabilenler vardı; bir gün halka kapılarını açmayı görev bilenler vardı. Çığırtkanlık etmeden iş görenler. Dahası, bir yazarın ne yapmak istediğini kendisinden daha iyi anlayabilen okurlar vardı. 
 
 (Okur, benden iyi tanıyordu beni.) O da 12 Mart döneminde kitaplarını yakamamış benim gibi. Yiğitlikten değil; sonradan kendini kitaplarını yakma edimi sırasında yakalamaya, hatırlamaya katlanamayacağı için. Bu aşağılanmanın yanında cezalar bile sevecen. 20 Mart Tenekeye hanımeli ektim, toprağı az geldi. Bakalım… Çiçekleri tanımıyorum pek, adlarını bile doğru dürüst bilmiyorum. Ama açsınlar istiyorum, gözümün önünde serpilsinler, balkonu sarsınlar. O zaman tanıyabilirim ancak, tanışırız. Katırtırnağı, ebegümeci, radika, krizantem, ıtırşâhî, süsen, nergis… Hepsi sevdiğim ama bir bakışta tanıyamadığım otlar, çiçekler. Bakara gülleri ve karanfil değil, menekşe ve papatya. Hayvanlardan, kanaryalarla muhabbet kuşları değil, kedilerle atlar
 

Bir Uyumsuzun Notlari 1