22 Kasım 2022

Barış Adlı Çocuk - Sevgi Soysal

 

Sevgi Soysal'ın 1968-1976 yılları arasında yazdığı öyküleri arasından kendi seçtiği on üç tanesini topladığı kitaptır Barış Adlı Çocuk. İnce gözlemleri ve sağlam duyarlılığıyla, bir öykü gibi kısa fakat anlamlı yaşamından bize bıraktığı son eserdir...

 Bu kitaptaki on dört öyküden en az yedisi, tekrar tekrar okunup, tekrar tekrar tadına varılacak, üzerlerinde düşünülecek kalıcılıkta. Her biriyle Tante Rosa’nın acıklı güldürüsü arasında köprüler kurabileceğimiz öyküler bunlar. Burada kendi seçme sıramla, sözünü ettiğim yedi öykünün adlarını anmak isterim: ‘Nasıl Öğreteceğim Köpeğe Aport’u?’, ‘Deli Tank ve Çocuk’, ‘Cellat Fuchs, Kent Halkına Nasıl Karıştı?’, ‘Eskici’, ‘Hanife’, ‘Yapı’ ve ‘Ay’ı Boyamak’. Yabancılaştırmayı, yabancılaştırılmayı, insancadan kopmanın etkin ve edilgin biçimlerini, insancaya dönme özleminin ve savaşımının çıkar ve çıkmaz yollarını; hem tek tek öykülerin içerisinde, hem de bunların bütünselliğinde kavranan bir diyalektikle sergiler Soysal bu öykülerde. Anlatılanda bulduğumuz gibi, anlatımda da buluruz bu diyalektik bakışın izlerini. Serinkanlı bir gözlemcinin nesnel, aktarıcı anlatımı, duygulu, sıcak ve coşkulu bir anlatımla iç içedir. Seçilen anlatım biçimlerinin birinden öbürüne geçişi ve öykülerin dokusuna organik olarak katılmasını sağlayan öğe ise, keskin bir ironi. Kitabın hemen bütün öykülerinde rastlanan, hınçsız bir ironi bu. Kaynaştırıcı işlevinde. Tutkulu Perçem’den, Tante Rosa’dan tanıdığımız, alıştığımız, Sevgi Soysal’la özdeşlediğimiz ironi.

 Özümlenmiş bir dünya görüşünden, bu görüşün kazandırdığı sağlam bir yöntemden ve öncelikle de gerçek bir edebiyatçının kaleminden çıkmıştır bu öyküler. Kalıcı olmalarına karşın güncel, hatta güncelliğin büyüsüne kapılmaksızın, güncelliklerinden aldıkları güçten ötürü kalıcı olduklarını söyleyebilirim. Sevgi Soysal’ın bütün yazdıklarında yansıyan öykücü yanını vurgularken, hep öykücü damarıyla yazdığını söylemek isterken, haklıydım. Yaşadığı çarpıcı, etkileyici, önemli olayları,dönemleri, yerleri yazmadan edememesinden de belli. Yani yaşarken de öykücü damarıyla yaşıyor. Az önce güncelliğin büyüsüne kapılmaksazın güncel kaldıklarından söz ettiğim öykülerin yanısıra, kitapta 12 Mart’ı, sıkıyönetimi, hapishaneyi, hastaneyi anlatan öyküler de var. Aslında yazılmayacak gibi değil bunlarda anlatılanlar, dürtmeyecek gibi değil yazarı. Ama adlarını andığım yedi öyküde yakalanan diyalektik denge, bu diğer öykülerde yer yer hafif sarsıntılar atlatıyor. Yoğun yaşanmış bir güncelliğin büyüsü; yaşayan, duyan, eleştiren Sevgi Soysal’ı edebiyatçı kişiliğinin bütünlüğünden çekip koparmaya çabalıyor. Önceleri de çabalamıştı. Gerçi ne o zaman başarmıştı, ne bu sefer, bu kitabın son beş öyküsünde başarıyor; ama kendini hissettiyor yine de. Röportaj gibi öykü yazmaya, öykü gibi röportaj ya da anı yazmak yeğ tutulur elbet ve bu öykülerde bile, röportajı çok aşan yerler, bir teli tınlatan edebiyatça yanlar var; ama adlarını andığım yedi öykünün Türk öykücülüğündeki yerleri apayrı. 

Delikli nazarlık 

 Şaban ayında efendicağzıma eşraf-ı Selâniki’den İzzet Efendi’nin nur gibi, nurcuklar gibi uldu bir uğulcağızı. Uğlan pek güzel idi, idi körpecik. Kuyasın uncağıza necip bir ad, dedi ebe, İzzet Efendi’ye. Kuydular uğlancağıza Necip adını. Neneceğizleri, sütneneceğizleri, hammineceğizleri, tuh, tuh, diyerek gönülceğizlerinden kopardıkları altunları Necip’in yastıcağızına iliştiri, iliştiriverdiler. Olmasın mı idi yavrucağızın bir nazarlıkçığı? Olsun idi, olsun idi ya, babacağızı Rıhtım Caddesi’ndeki İstavro’nun kuyumcusundan en halis altun nazarlığı alıverdiydi de haminneler, sütnineler, neneler maşallahlar çekerkene takılıverdiydi nazarlık Necipcağızın yastıcağına. 

Ah ah, çiftlikler kimin olsun? Necip’in olsun. İnekler, tavuklar, yumurtalar, civcivler, piliçler, buharı tüten sütler, kaymaklar, ballar, hayın Bulgarlar’ın en halis yoğurtları, kaz ciğerleri, kuzu ciğerleri, tavukgöğüsleri ve Pişona Çiftliği’nin bütün kadınlarının memeleri ve bu memelerin bol akası sütleri kimin olsun? Necip’in, Necip’in elbet. 

Bunlar hep Necip’in değil miydi? Bunlar hep Necip’in doğumunu beklemiyor muydu? Nazarlığın büyüsü bunları daha on kez Necip’in kılsın, bin kez Necip’in kılsın, nasıl kılmasın ah, bütün bunlar Necip’in doğumunu beklemiyor muydu? Nazarlık da kem gözleri beklesin. Büyüsü olsun, şeftaliler, karpuzlar, armutlar daha ballı, daha sulu olsun. 

Necip işedi, aman aman işedi. Necip kaka yaptı, aman aman kaka yaptı; bezler, bezler, bezler, halayıklar, beslemeler, urum dadılar, elleri dilleri kopasıcalar, gözleri körolasıcalar, yıkadılar, yıkadılar, yıkadılar. Ha halayıklara ha, ha beslemelere ha, vurun Necip’i sırtınıza, indirin Necip’i merdivenlerden, çıkarın Necip’i merdivenlerden, deh halayıklar deh, deh beslemeler deh, deh aman deh, kafalarına çat küt, kıçlarına çat küt, Necip’in eli yetene kadar, anası, nenesi, dedesi, haminnesi, sütninesi, halayıklara, beslemelere çat küt. Necip’in eli yetince çat küte de pat küte de kendi yetişir oldu, kendi vurur oldu elceğiziyle. 

Önce anasının, sonra sütninesinin, sonra haminnesinin, sonra nenesinin, sonra dedesinin, sonra beslemelerin saçını çekti. Nazarlığı kafalarına attı, nazarlığın iğnesini kıçlarına batırdı çıkardı, batırdı çıkardı ah, ah nazarlığın omzunda olmadığı anlar Allah korudu da kem gözler hep başkalarının çocuklarına çarptı. Önce anasına, sonra babasına, sonra sütannesine, sonra haminnesine, sonra dedesine, sonra kel beslemeye eşşek dedi, aman ağzını seviseviversinler; eşşoğlueşşek dedi, aman dilini sevsinler, gonca gül ağzını, lokum dilini; bok dedi, aman yesinler ağzını, anana, babana, dedene, haminnene, nenene deme olur mu! Beslemeye de, halayıklara de, Rum dadıya de, de olur mu oğulcağızım de, oh de.

Bu ne yorucu on yıldır ki hep meme emerek geçti. Hep işeyerek, yiyerek, eşşek, bok diyerek, halayıkları, herkesleri döverek, herkesin sırtına binip merdivenden aşşağı, merdivenden yukarı at koşturarak geçen on yıl nasıl yorucu, ama nasıl geliştiricidir ki, Necip on yaşında bırakıp anasının pörsümüş memesini, beslemelerin, genç halayıkların, aileye sığıntı dulların körpe memelerini emmeye başlayıverdi. Nazar değmesin ve değemez asla, çünkü nazarlık ne güne duruyor hah ha. 

Bir emdi, bir dövdü, bir emdi, bir sövdü. Sövdükçe, emdikçe, dövdükçe büyüdü, erkekleşti, erkekleşti, erkekleşti; bütün halayık, besleme, sığıntı takımının oraları, buraları ona kurban olsun! 

İzzet Efendi’nin, efendi, efendilerin efendisi, efelerin efesi, paşaların paşası, yoluna kurban olunası oğlu Necip, ah bütün yürekler onun için çarpsın, bütün bikirler onun için izale olsun; önce köpeklere, sonra eşşeklere, sonra atlara bindi. Atıyla varsın önüne geleni kovalasın! Kırbacıyla varsın önüne geleni korkutsun! Daha nasıl adam olsun? Daha bir eksiği kaldı mı ki? Kaldı, kaldı, babası ona Bulgar komitacılarından bir tüfenk aldı, aldı da ne iyi etti. Necip tam adam oldu, aslanlar aslanı oldu. O olmasın da kimler olsun? Necip önce boşalmış yağ tenekelerine, sonra bostandaki karpuzlara, ağaçlardaki şeftalilere, armutlara, asmalardaki üzümlere, bahçıvanın şapkasına, sonra canı nereye isterse nişan aldı vurdu, nişan aldı vurdu. Aslana hele aslana! Pişona Çiftliği’nin bütün tavukları, köpekleri, kedileri, buzağıları, beslemeleri tabana kuvvet savulun! Aslana hele aslana! Elbet korkun! Elbet kaçışın! Çil yavrusu gibi dağılın! Aslanın maşallahı var! Hem de kem gözlerden koruyan nazarlığı var. 

Hava sıcaktı. Bütün hayvanlar uyukluyordu ve bir eşekarısı uyumak için Necip’in omzuna kondu. Hangi aslanın omzuna konduğunu ne bilsin? Necip, tüfengiyle belki de başka bir eşekarısına nişan alırken korkup omzunu sokuverdi. Necip acındı, sonra kaşındı, eli omzuna dikili nazarlığa takıldı. O nazarlık ki, analarının, nenelerinin, haminnelerinin, sütninelerinin, urum dadılarının hayatlarının bir anlamı da onu kirli gömlekten söküp temiz gömleğe dikmekti, söküp dikmekti, söküp dikmekti. Necip bulduğu bu küçük nişangâha pek sevindi, onu dilediği ıraklıktaki bir yere dikip çekti tetiği, çekti tetiği, çekti tetiği; o aslanların aslanı, gürbüzlerin gürbüzü, erkek delikanlı kevgire dönmüş nazarlığa bastı da, aman aman bastı da paşaların, efendilerin dünyasına yürüdü gitti.

Pişona Çiftliği’nde tavuklar sık sık kesilir, inekler sık sık doğurur. Beslemeler sık sık kovulur. Bir gün kovulan hamile bir besleme, hamile olduğu için kovulan bir besleme ya da besleme olduğu için hamile kalan bir besleme, kovulduğu için besleme olan bir hamile, kovuldu.

Beslemeler bir bohçayla kovulurlar, beslemelerin kovulurken bir bohçaları vardır, bu bohçalar ya anneannenin, ya nenenin, ya annenin dikizinden geçer de yine o ufarak bohçaya, beslemenin ardından, evde yittiği sanılan neler neler sığıştırılır, sonradan. O kadar çok şeyler sığdırılır ki sandıklara sığmaz. Şu nerede? Çingene bohçasına atıverdi de gitti. Onu da, bunu da, şunu da; ama şurası doğru ki besleme
evden giderken bahçede bulduğu kevgire dönmüş altın nazarlığı bohçasına kodu da gitti. Bir ırak bildiğine, akrabasına sığındı. Ah, ona kimler kucak açsın? Ah, niçin kucak açsınlar ona, niçin bağırlarına bassınlar? O konaklarda, o hanım insanların, bey insanların orda tek durmayan, rahatı batana kucak açsınlar, niçin? Çamaşıra, tahta silmeye gide gele, beş on kuruş getire götüre, eh peki, otursun oldu. Oturmakla kaldı mı körolası, bir de doğurdu. O taş yerine, köpek yerine doğan oğlanı doğurdu. O, seni doğuracağıma taş doğursaydım, köpek doğursaydımı doğurdu. Aman, bu oğlanı kim belesin? Kimler ninni söylesin? Kakasını, çişini kimler netsin? Kimler alsın onu kucağına? Geldi de dünyaya ne oldu? Ne vardı da geldi dünyaya? Onu bekleyen ne vardı? Getire getire ne getirdi? Nesi var ki ne getirsin, ola ola bir nazarlığı var; vay geberesice, vay canı çıkasıca, vay it dölü, kahpe dölü, vay gözü körolasıca, Allah canını alasıca vay! dediler ırak akrabalar. Ağladı, yedi tokadı; anasının sütü kesildi, yedi tokadı; kustu, yedi tokadı; bağırsakları bozuldu, yedi tokadı; karnı ağrıdı, yedi tokadı; nasıl yemesin? Bütün bu tokatlar onu beklemiyor muydu?

Ve günlerden bir gün ırak akraba evinde çamaşır yıkandı. Canı çıkasıca, ayakları kopasıca hep ayaklar altında dolanıyordu; ah o uğursuz, uğursuz ah, tekneyi devirmesin mi? Kaynar sularla haşlanmasın mı? Kavrulup da canı gerçekten çıkmasın mı?

Sonra hep anlatmışlar, ırak akrabalar, hep konular komşular anlatmışlar, anlatmışlar. Oğlan göze gelmiş. Kem gözler, kem kem gözler, nazarlığın deliklerinden kevgirden süzülür gibisine süzülmüşler de, uğlancağıza değivermişler, yaa, değivermişler.

1968