Ona ne olmuştu acaba ve neydi bütün yaşananlar; hem artık neredeyse
her şey sona erdiğine göre bir önemi var mıydı ki? Hepsi bir rüya, diye
düşündü, insan bir rüya içinde geçiriyor hayatı, hepsi fazlasıyla ZOR. Ölüm
tümevarımı yalanlıyor. Neydi bütün yaşananlar diyebileceğin bir "şey" yok.
Sadece rüya var, rüyanın yapısı, özü ve son yaptıklarımızla yalnızca başka
birinin rüyasında var oluyoruz; gittikçe, gittikçe gözden kaybolan bir
gölgenin içindeki gölge. Janie ve Gwen'in, annesinin ve tanıdığı kadarıyla
Maureen'in dünyada başka bir yerlerde olduklarından daha güçlü, daha gerçek
olarak şimdi burada, onun kafasında var olduklarını düşünmek tuhaftı. Benim
yaşam-rüyamın bir parçasılar, diye düşündü, formaline batırılmış örnekler gibi
bilincime batmışlar. Ben Tithonus gibi yaşlanırken hepsi de ebediyen genç
kalan kadınlar. Pek yakında gerçeklikleri de kalmayacak. Bu rüya meselesi,
onun böylesine yoğun olan rüyası bir an gelecek sona erip bitmiş olacaktı ve
hiç kimse gerçekte neler olup bittiğini asla bilemeyecekti. Kendini
yetiştirmek için göstermiş olduğu bütün çabalar, artık hiçbir amaç da
kalmadığına göre, şimdi beyhude görünüyordu. Almanca öğrenmek, İtalyanca
öğrenmek için nasıl da çalışmıştı. Asla yaşanmamış bir anın içinde duyulan
birilerini etkileme, başarma, hayran olunma arzusu; şimdi hepsi beyhude
görünüyordu. Janie öyle güzel İtalyanca konuşurdu ki.
---Artık gökyüzü nereseyse kararmıştı; pırıl pırıl bir akşam yıldızı ve
çevresinde diğer yıldızların minik noktacıkları vardı. Old Brompton Road'daki
trafiğin tekdüze uğultusu geliyordu. Hep son ışıklarla ötmeye başlayan bir
karatavuk yakındaki bir ağaçta yardım dileyen kuşların duasının içe işleyen,
ısrarlı melodisini seslendiriyordu. Nemli hava karanlıkta soğuğa dönüşüyordu.
Aşağıda soluk bir şey hareket ediyordu. Soluk elbiseli bir kadın yavaş yavaş
kaldırım taşlarının üzerinden karşıya geçip biçilmiş otların olduğu yoldan
kemere doğru yürüyordu. Hangisiydi acaba? Hareket eden figürü sessizce
izlerken belirsizlik gözlerini bozguna uğrattı.
Aniden odadaki ışık açıldı.
---"Ölümde de olduğu gibi, dünya değişmez, son bulur."
"Ölüm yaşamımızdaki bir olay değildir. Ölüm görüp geçirilmez."
"Eğer ebediyetten anlaşılan, zamanın sonsuz sürekliliği değil de,
zamanın olmayışı ise, bugünde yaşayan ebedi yaşar."
"Mistik olan dünyanın nasıl olduğu değil, olmasıdır."
"Konuşamayacağımız konularda."
"Susmalıyız."
---"Sen komik bir çocuksun Nigel. İbadet de ediyorsun değil mi, O'na
inanıyorsun?"
"O'na mı? Evet."
"O'nun zamanla değişmesi ne tuhaf. Ben daha çok küçükken," dedi Bruno,
"Tanrı'yı büyük, boş bir şey olarak düşünürdüm, daha çok gökyüzü gibiydi,
aslında belki de O GÖKYÜZÜYDÜ, küçük çocuklara karşı tamamen bir
iyilikseverlik, koruma, şefkat demekti. Annemin yukarıyı gösterdiğini,
parmağıyla yukarıyı işaret ettiğini hatırlıyorum, muhteşem bir güvenlik ve
mutluluk hissi duyardım. Hiçbir zaman İsa hakkında fazla düşünmedim, sanırım
"onu" öylece kabul ettim. Benim sevdiğim, kendimi öylesine güvende ve mutlu
hissetmemi sağlayan şey gökyüzünün yumurta şeklindeki o büyük boşluğuydu. Bir
tür kıvrılma duygusu da veriyordu. Belki de yumurtanın içinde olduğumu
hissediyordum. Daha sonraları, örümceklere bakmaya yeni başladığımda
değişmişti. Biliyor musun Nigel, "Amaurobius" isminde bir örümcek vardır, bir
oyukta yaşar ve yaz sonunda yavruları olur, derken donlar başlayınca ölür ve
yavrular soğuklar geçene kadar annelerinin ölü vücudunu yiyerek yaşarlar.
İnsan bunun rastlantı olduğuna inanamıyor. Bütün bunları Tanrı'nın düşündüğünü
hayal ettim mi bilmiyorum, ama her nasılsa bu modelle bir ilgisi vardı, O,
modelin kendisiydi, yaz geceleri el fenerimin ışığında izlediğim ÖRÜMCEKLERDİ
O. bir fevkaladelik, bir ayrılık vardı; bu örümceklerin olağanüstü hayatlarını
yaşayışlarını görmek ilahi bir şeydi. Daha sonra büyüme çağında her şey
duygularla karmakarışık oldu. Tanrı'nın Sevgi olduğunu düşünüyordum, dünyayı
kocaman ıslak öpücüklerle sırılsıklam edip her şeyi yoluna koyan fazla hissi
kocaman bir sevgi. Kendimi dönüşmüş, arınmış, yücelmiş hissediyordum. Daha
önce masumiyet hakkında hiç düşünmemiştim ama o zaman bunu yaşadım. Parlak bir
gençtim. Kendimden çok fazla etkileniyordum. Tanrı'yı çok seviyordum, Tanrı'ya
aşıktım ve dünya da sevginin gücüyle doluydu. O zamanlar Tanrı çoktu. Sonra
azaldı, kurulaştı, önemsizleşti ve daha çok kurallar yapan bir memura dönüştü.
O'na bakarak ayağımı denk almam gerekiyordu. Konrtoller yapan, sonra bir daha
kontrol eden bir bürokrat gibiydi. O zamanlar ne parlaklık ne de masumiyet
vardı. O'nu sevmeyi bıraktım ve O'nu iç karartıcı bulmaya başladım. Derken O
büsbütün geri çekildi, kadınların yaptığı bir şey, bir tür kadın işi haline
geldi, yine de nadir de olsa karşılaşıyordum O'nunla, çoğunlukla taşra
kiliselerinde tek başımayken oluyordu, birdenbire ortaya çıkıyordu. Bu
karşılaşmalarda yine farklıydı. Artık bir memur değildi, epeyce kafası
karışmış, dokunaklı bir şeydi, belki de bir parça çıldırmıştı ve küçüktü.
O'nun için üzüldüm. Eğer O'nun elini tutabilseydim, küçük bir çocuğa yol
göstermek gibi bir şey olacaktı. Ama O'nu kendi yerleri vardı, kendi delikleri
ve yuvaları ve O'nu oralarda bulmak hala bir tür şaşkınlık veriyordu. Daha
sonrasına gelince, yok oluvermişti; entelektüel bir kurgudan, eski bir
hipotezden, bir edebiyat eserinden başka bir şey değildi."
---Lisa güldü, kolunu ablasının kolundan geçirip bir anlığına sıktı. Kısa
bir süre sonra, Brompton Mezarlığı'nın içinden geçen kestirme yola girerlerken
Lisa, "Bruno'yu böyle görmek bana babamı hatırlattı," dedi.
"Ah Tanrım. Lisa, bazen bunu ben de düşünüyorum ama sana sormak
istemedim hiç. Öldüğünde gerçekten yanında mıydın?"
"Evet."
"Böyle şeyleri düşünmek insanın hiç hoşuna gitmiyor. Öyle korkağım ki,
ben uzaktayken olduğu için çok rahatlamıştım. Çok mu berbattı?"
"Evet."
"Nasıldı?"
"Sanırım insan böyle sahnelerin ÖZELLİĞİNİ neredeyse tamamen
unutuyor."
"Acaba-korkuyor muydu?"
"Evet."
"Senin için çok kötüydü herhalde."
"Başka hiçbir korkuya benzemiyor. Öylesine DERİN. Kişisel bir şey
olmaktan çıkıyor neredeyse. Filozoflar biz kendi ölümlerimizin sahibiyiz
diyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Ölüm sahiplenmeyi ve benliği yalanlıyor.
Keşke insan bunu en başından beri bilebilse."
"Sanırım insan o zamanlar bir hayvandan ibaret oluyor."
"İnsan o zamanlar bir hayvanla birlikte oluyor. İkisi tam da aynı şey
değil."
"Hastalığının başlarında ne kadar iyiydi."
"Daha başlarda inanmamıştı; şimdi biz nasıl inanmıyorsak öyle."
"Onu kandırmaya çalışmıştık."
"Kendimizi kandırmaya çalışıyorduk. Onun fark edişini görmek
korkunçtu-gerçeği fark edişini."
"Aman Tanrım. Sen ne yaptın?"
"Elini tuttum, onu sevdiğimi söyledim-"
"Sanırım insanın bilmek isteyeceği tek şey bu."
"Berbat olan şu ki bilmek istemiyordu. Sevginin teselli ettiği
düşüncesine çok alışıyoruz. Ama işte orada insan hissediyor ki sevgi bile -
bir hiçmiş."
"Bu doğru olamaz."
"Ne demek istediğini anlıyorum. Bu doğru olamaz. Belki de insan aniden
sevginin ne olması gerektiğinin boyutlarını görüyor işte - başının üzerinde
açılmaya başlayan koca bir kemer gibi-"
"Gidişi - zor oldu mu?"
"Evet. Fiziksel bir mücadele gibiydi. Yani fiziksel bir mücadeleydi,
bir şeyler yapmaya çalışması."
"Bence ölüm bir tür eylem. Ama sonunda gerçekten farkında değildir
bana kalırsa."
"Bilmiyorum. Sonunda ne olduğunu kim bilebilir ki?"
"Ne kasvetli bir konuşma. Lisa, n'oldu, ağlıyorsun sen! Aa bırak
ağlamayı, canım, ağlamayı bırak, tanrı aşkına!"
---"Kyrie eleison, Kyrie eleison, Kyrie eleison. Christe eleison.
Christe eleison, Christe eleison." Kendimi bu muammadan kurtaramaz mıyım, diye
düşündü Miles. Aşık olmak, "l'amour fou" tıpkı tinsel bir durum gibi. Platon
herhangi bir sevginin bizi tinler dünyasına götürmeye gücü yettiğini
düşünüyordu: Belki aşık olmak sıkıcı hayatın, bu hayata yabancı olan aşkın
kendi gerçekliğini ve gücünü ortaya koyuyor. Fakat aşık olmak aynı zamanda
açgözlü tutkulu benliğin canlanması ve büyümesini de içeriyor. Böyle bir aşk
acı çekmeyi, yokluğu, ayrılığı öngörüyor, hatta bunlarla coşuyor: Fakat
öngöremediği şey ölümdür, en büyük kayıp. Aşık olmanın hiçbir şekilde
katlanamayacağı imgelem budur, her ne pahasına olursa olsun yolunu bulup
çıkacak, dönüştürecek, gizleyecektir. Miles düşünceleriyle boğuşuyordu:
Anahtar buralarda bir yerde, dedi kendi kendine, ama nerede? Bu parçalar
gerçekten birbirini tutuyor mu? Pek anlamlı konuşmuyorum, saçmalıyorum,
çıldırıyorum.
---Sırtı Danby'ye yarı dönük olan Miles başını kitaptan kaldırıyordu.
Önce, başı önünde olan Diana'ya, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı.
Diana başını kaldırırken Miles tekrar kitabına döndü. Diana önce başı önünde
olan Miles'a, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı. Lisa başını kaldırırken
Diana tekrar kitabına döndü. Lisa önce başı önünde olan Diana'ya, sonra da
başı önünde olan Miles'a baktı. Miles başını kaldırırken Lisa tekrar kitabına
döndü. Derin bir sessizlik hüküm sürüyordu.
---Lisa'nın gittiğini biliyordu. Kempsford Gardens'a uğramış, Diana da
ona boş odayı göstermişti. diana onun temelli yurtdışına gittiğini söylemişti.
Danby detay sormadı. Yurtdışına yalnız gitmiş olacağını sanmıyordu. Boş odada
Diana'yla suskun durdu. Danby ancak ayrıldıktan sonra Diana'nın, kendisiyle
Lisa hakkındakileri biliyor göründüğünü anladı. Miles söylemiş olmalıydı.
Ertesi gün ve daha ertesi gün büroya gitti. Bruno'ya her zamanki gibi
bakıyordu, öğle vakti yemek yedirmek için eve gidiyordu. Üç günlük aradan
sonra Nigel dönüp görevine başladı. Ne var ki Nigel artık hasım olarak vardı,
zayıf, hor gören, yargılayan bir melek. Danby onunla rahatsız, özür diler gibi
konuşuyordu, gülümseyişinden kaçıyordu. Adelaide eşyalarını çeşitli valizlere
yerleştirmiş, sonra da ihtiyacı olan şeyleri bulmak için her gün yeniden
açmıştı. Gideceğini bildirmiş ama henüz gitmemişti. Her gün zamanın büyük bir
bölümünü evden uzakta geçiriyordu. Mutfak kirli kap kacak ve bozulmuş
yemeklerle doluydu. Danby ne zaman Bruno'ya yemek yedirecek olsa kullanılmış
bir tabağı sıcak suyun altına tutuyordu. Kendisi birahanelerde yiyordu.
---Miles şiir yazmaya başladı. Kolay yazıyordu. Koca parçalar, büyük
karmaşık parçacıklar bütünleşip geliyordu. Etrafında imgeler yüzüyordu,
çoklukları onu neredeyse kör ediyordu. Aşık olmakta bir kesinlik zarafeti
vardı. Sanatta bir kesinlik zarafeti vardı ama çok nadirdi. Miles bunu ilk
defa şiirde kendi sesini duyduğu zaman hissetmişti. Artık kendine
alçakgönüllülükle şair demenin zamanının geldiğini düşündü. Yeterince uzun
süre beklemiş ve inançla beklemeye çalışmıştı. Ama şimdi nasıl beklemesi
gerekirdi, bunu bilmediğini ve girmesi gereken büyük hizmet için yaptığı bütün
girişimlerin yanlış olduğunu düşünüyordu. Büyük öteki seyredip gülerken o,
hayatın yüzeyini germiş, çekmiş, çizmişti. Şimdi onun işine yaramış olanı,
gerçek dünya bariyerinin içine onu geçirmiş olanı Miles biliyordu, ama
hayatının işi başladığı için bakışını çevirmişti. Daha derinde ve daha sakin
olarak biliyordu ki çılgınlık onu terk ettiğinde -uzun süremezdi- işinin bütün
aletleriyle baş başa kalacaktı.
---Adelaide evlilik hayatındaki acıları ve güçlükleri tahmin etmişti,
tahminleri doğru çıktı. Yılların geçmesiyle Will'in siniri düzelmedi, düzensiz
tiyatro hayatının sebep olduğu kronik bir hazımsızlık sıkça girdiği nöbetlere
yardımcı olmadı. Adelaide önceleri uysalca boyun eğiyordu. Daha sonraları o da
bağırıp karşılık vermesini öğrendi. Ama kavgalarından sonra utanç duyuyor ve
yorgun düşüyordu. Will kavga ettiklerini bile hatırlamıyor gibiydi. Ne var ki
Adelaide kötü şeyleri önceden görmede başarılı olduysa da, iyi şeyleri önceden
görmekte başarılı olamamıştı. Will'le kaderiymiş gibi, köşeye sıkışmış bir ruh
haliyle evlenmişti. Evliliğiyle ilgili olarak mululuk fikrini hiç aklına
getirmemişti. Ama mutluluk da vardı. Adelaide Will'le yatakta olmaktan ne
kadar çok zevk alacağını ve bu zevkin her ikisinin de yolunu aydınlatacağını
anlayamamıştı. Ağlayıp yeni adı Adelaide Boase'u ilk defa imzalarken, daha
sonra ve güzel günlerde Will'in huysuzluklarına rağmen uzun boylu ikizlerinin
(çift yumurta, Benedick ve Mercutio) Oxford'da okuyacaklarını, Will'in
İngiltere'nin en ünlü ve popüler aktörlerinden biri olacağını, büyük bir
değişim geçiren Adelaide'ın Lady Boase olacağını hayal bile edemezdi.
Daha yakın zamanda teyze ölünce karşılaştıkları sürpriz beklenmedik
bir servet getirdi, mücevherleri on bin sterlin değerinde çıktı. Teyzenin
anıları da İngilizce'ye çevrilince çok satar kitap oldu, aynı zamanda Çar
rejiminin son günleriyle ilgilenen tarihçiler açısından da bir bilgi
hazinesiydi. Adelaide'la Will Rusça öğrenip teyzenin anılarını orijinalinden
okuyacaklarını söyleyip durdular hep, ama öğrenemediler. Fakat Benedick bir
Rusça uzmanı oldu. Mercutio matematikçiydi.
---Tekrar yatağına oturup tuvalet masaındaki aynada kendine baktı. Bir
sürü ak saçı, oldukça iyi dişleri olan şişman bir adam. İç çekti. Keşke
Lisa'yı görmemiş olsaydı, keşke o başka bir şeyin, gerçekten yaşamanın ya da
her ne ise onun tadını almamış olsaydı. Adelaide'la sevişmekten oldukça
memnundu, Diana'yla cilveleşmekten çok mutluydu. Bu varlıklar onun sıradan
tatsız tuzsuz dünyasına ve sıradan yarı karanlık bilncine aitti. Lisa'yla
karşılaşma alacakaranlıktan gün ışığına, griden renkliliğe, gölgeden madde ve
cisme ani bir geçişti. Bunların ne olduğunu unutmuştu. Belki yine farklı bir
şekilde ışıdığı büyük bir durgun göle çıkacaktı. Belki bir tür huzuru
yakalayacaktı, yaşlı bir insanın huzurunu, meleksiz sıcak bir geri çekilişin
huzurunu. Kadınsız da, diye düşündü. Şimdi başka bir kız bulabilir miydi?
Lisa'yı gördükten sonra bunu hiç istemiyordu.
---Ne hissediyorlar, diye düşündü Bruno. Sinek kanatları güçlü iplikle
vücuduna ezilerek yapıştığında acı duymuş mudur? Örümcek çay fincanındayken
korkmuş mudur? Hayat bu uç noktalarda ne kadar gizemliydi? Ama uç noktalardan
ortalara gelindiğinde gizem azalıyor muydu? Belki Tanrı olsaydı yarattıklarına
aynı merakla bakıp ne hissediyorlar diye sorardı.
Ama Tanrı yoktu. Hayatımın büyük bir küresinin ortasındayım, diye
düşündü Bruno, ta ki kör bir el ipliği kapıncaya kadar. Yaklaşık doksan yıldır
yaşıyorum ve hiçbir şey bilmiyorum. Doğanın korkunç ritüellerini seyrettim ve
kendi varlığımın basit içgüdüleri içinde yaşadım, şimdi sona geldiğimde
bilgelikten eser yok. Benimle bu küçük zavallı yaratıklar arasında ne fark
var? Örümcek ağını öreer, o kadar. Ben bilincimi örüyorum, bu konuşma
tiryakisini, çok yakında sesi kesilecek bu aylak gevezeyi. Ama hepsi bir rüya.
Gerçeklik çok zor. Hayatımı bir rüya içinde yaşadım, şimdiyse uyanmak için çok
geç.