22 Temmuz 2018

Rüya Sakinleri - Iris Murdoch



Ona ne olmuştu acaba ve neydi bütün yaşananlar; hem artık neredeyse her şey sona erdiğine göre bir önemi var mıydı ki? Hepsi bir rüya, diye düşündü, insan bir rüya içinde geçiriyor hayatı, hepsi fazlasıyla ZOR. Ölüm tümevarımı yalanlıyor. Neydi bütün yaşananlar diyebileceğin bir "şey" yok. Sadece rüya var, rüyanın yapısı, özü ve son yaptıklarımızla yalnızca başka birinin rüyasında var oluyoruz; gittikçe, gittikçe gözden kaybolan bir gölgenin içindeki gölge. Janie ve Gwen'in, annesinin ve tanıdığı kadarıyla Maureen'in dünyada başka bir yerlerde olduklarından daha güçlü, daha gerçek olarak şimdi burada, onun kafasında var olduklarını düşünmek tuhaftı. Benim yaşam-rüyamın bir parçasılar, diye düşündü, formaline batırılmış örnekler gibi bilincime batmışlar. Ben Tithonus gibi yaşlanırken hepsi de ebediyen genç kalan kadınlar. Pek yakında gerçeklikleri de kalmayacak. Bu rüya meselesi, onun böylesine yoğun olan rüyası bir an gelecek sona erip bitmiş olacaktı ve hiç kimse gerçekte neler olup bittiğini asla bilemeyecekti. Kendini yetiştirmek için göstermiş olduğu bütün çabalar, artık hiçbir amaç da kalmadığına göre, şimdi beyhude görünüyordu. Almanca öğrenmek, İtalyanca öğrenmek için nasıl da çalışmıştı. Asla yaşanmamış bir anın içinde duyulan birilerini etkileme, başarma, hayran olunma arzusu; şimdi hepsi beyhude görünüyordu. Janie öyle güzel İtalyanca konuşurdu ki. 
---Artık gökyüzü nereseyse kararmıştı; pırıl pırıl bir akşam yıldızı ve çevresinde diğer yıldızların minik noktacıkları vardı. Old Brompton Road'daki trafiğin tekdüze uğultusu geliyordu. Hep son ışıklarla ötmeye başlayan bir karatavuk yakındaki bir ağaçta yardım dileyen kuşların duasının içe işleyen, ısrarlı melodisini seslendiriyordu. Nemli hava karanlıkta soğuğa dönüşüyordu. Aşağıda soluk bir şey hareket ediyordu. Soluk elbiseli bir kadın yavaş yavaş kaldırım taşlarının üzerinden karşıya geçip biçilmiş otların olduğu yoldan kemere doğru yürüyordu. Hangisiydi acaba? Hareket eden figürü sessizce izlerken belirsizlik gözlerini bozguna uğrattı. Aniden odadaki ışık açıldı. 

---"Ölümde de olduğu gibi, dünya değişmez, son bulur." "Ölüm yaşamımızdaki bir olay değildir. Ölüm görüp geçirilmez." "Eğer ebediyetten anlaşılan, zamanın sonsuz sürekliliği değil de, zamanın olmayışı ise, bugünde yaşayan ebedi yaşar." "Mistik olan dünyanın nasıl olduğu değil, olmasıdır." "Konuşamayacağımız konularda." "Susmalıyız." 

---"Sen komik bir çocuksun Nigel. İbadet de ediyorsun değil mi, O'na inanıyorsun?" "O'na mı? Evet." "O'nun zamanla değişmesi ne tuhaf. Ben daha çok küçükken," dedi Bruno, "Tanrı'yı büyük, boş bir şey olarak düşünürdüm, daha çok gökyüzü gibiydi, aslında belki de O GÖKYÜZÜYDÜ, küçük çocuklara karşı tamamen bir iyilikseverlik, koruma, şefkat demekti. Annemin yukarıyı gösterdiğini, parmağıyla yukarıyı işaret ettiğini hatırlıyorum, muhteşem bir güvenlik ve mutluluk hissi duyardım. Hiçbir zaman İsa hakkında fazla düşünmedim, sanırım "onu" öylece kabul ettim. Benim sevdiğim, kendimi öylesine güvende ve mutlu hissetmemi sağlayan şey gökyüzünün yumurta şeklindeki o büyük boşluğuydu. Bir tür kıvrılma duygusu da veriyordu. Belki de yumurtanın içinde olduğumu hissediyordum. Daha sonraları, örümceklere bakmaya yeni başladığımda değişmişti. Biliyor musun Nigel, "Amaurobius" isminde bir örümcek vardır, bir oyukta yaşar ve yaz sonunda yavruları olur, derken donlar başlayınca ölür ve yavrular soğuklar geçene kadar annelerinin ölü vücudunu yiyerek yaşarlar. İnsan bunun rastlantı olduğuna inanamıyor. Bütün bunları Tanrı'nın düşündüğünü hayal ettim mi bilmiyorum, ama her nasılsa bu modelle bir ilgisi vardı, O, modelin kendisiydi, yaz geceleri el fenerimin ışığında izlediğim ÖRÜMCEKLERDİ O. bir fevkaladelik, bir ayrılık vardı; bu örümceklerin olağanüstü hayatlarını yaşayışlarını görmek ilahi bir şeydi. Daha sonra büyüme çağında her şey duygularla karmakarışık oldu. Tanrı'nın Sevgi olduğunu düşünüyordum, dünyayı kocaman ıslak öpücüklerle sırılsıklam edip her şeyi yoluna koyan fazla hissi kocaman bir sevgi. Kendimi dönüşmüş, arınmış, yücelmiş hissediyordum. Daha önce masumiyet hakkında hiç düşünmemiştim ama o zaman bunu yaşadım. Parlak bir gençtim. Kendimden çok fazla etkileniyordum. Tanrı'yı çok seviyordum, Tanrı'ya aşıktım ve dünya da sevginin gücüyle doluydu. O zamanlar Tanrı çoktu. Sonra azaldı, kurulaştı, önemsizleşti ve daha çok kurallar yapan bir memura dönüştü. O'na bakarak ayağımı denk almam gerekiyordu. Konrtoller yapan, sonra bir daha kontrol eden bir bürokrat gibiydi. O zamanlar ne parlaklık ne de masumiyet vardı. O'nu sevmeyi bıraktım ve O'nu iç karartıcı bulmaya başladım. Derken O büsbütün geri çekildi, kadınların yaptığı bir şey, bir tür kadın işi haline geldi, yine de nadir de olsa karşılaşıyordum O'nunla, çoğunlukla taşra kiliselerinde tek başımayken oluyordu, birdenbire ortaya çıkıyordu. Bu karşılaşmalarda yine farklıydı. Artık bir memur değildi, epeyce kafası karışmış, dokunaklı bir şeydi, belki de bir parça çıldırmıştı ve küçüktü. O'nun için üzüldüm. Eğer O'nun elini tutabilseydim, küçük bir çocuğa yol göstermek gibi bir şey olacaktı. Ama O'nu kendi yerleri vardı, kendi delikleri ve yuvaları ve O'nu oralarda bulmak hala bir tür şaşkınlık veriyordu. Daha sonrasına gelince, yok oluvermişti; entelektüel bir kurgudan, eski bir hipotezden, bir edebiyat eserinden başka bir şey değildi." 

---Lisa güldü, kolunu ablasının kolundan geçirip bir anlığına sıktı. Kısa bir süre sonra, Brompton Mezarlığı'nın içinden geçen kestirme yola girerlerken Lisa, "Bruno'yu böyle görmek bana babamı hatırlattı," dedi. "Ah Tanrım. Lisa, bazen bunu ben de düşünüyorum ama sana sormak istemedim hiç. Öldüğünde gerçekten yanında mıydın?" "Evet." "Böyle şeyleri düşünmek insanın hiç hoşuna gitmiyor. Öyle korkağım ki, ben uzaktayken olduğu için çok rahatlamıştım. Çok mu berbattı?" "Evet." "Nasıldı?" "Sanırım insan böyle sahnelerin ÖZELLİĞİNİ neredeyse tamamen unutuyor." "Acaba-korkuyor muydu?" "Evet." "Senin için çok kötüydü herhalde." "Başka hiçbir korkuya benzemiyor. Öylesine DERİN. Kişisel bir şey olmaktan çıkıyor neredeyse. Filozoflar biz kendi ölümlerimizin sahibiyiz diyorlar. Ben böyle düşünmüyorum. Ölüm sahiplenmeyi ve benliği yalanlıyor. Keşke insan bunu en başından beri bilebilse." "Sanırım insan o zamanlar bir hayvandan ibaret oluyor." "İnsan o zamanlar bir hayvanla birlikte oluyor. İkisi tam da aynı şey değil." "Hastalığının başlarında ne kadar iyiydi." "Daha başlarda inanmamıştı; şimdi biz nasıl inanmıyorsak öyle." "Onu kandırmaya çalışmıştık." "Kendimizi kandırmaya çalışıyorduk. Onun fark edişini görmek korkunçtu-gerçeği fark edişini." "Aman Tanrım. Sen ne yaptın?" "Elini tuttum, onu sevdiğimi söyledim-" "Sanırım insanın bilmek isteyeceği tek şey bu." "Berbat olan şu ki bilmek istemiyordu. Sevginin teselli ettiği düşüncesine çok alışıyoruz. Ama işte orada insan hissediyor ki sevgi bile - bir hiçmiş." "Bu doğru olamaz." "Ne demek istediğini anlıyorum. Bu doğru olamaz. Belki de insan aniden sevginin ne olması gerektiğinin boyutlarını görüyor işte - başının üzerinde açılmaya başlayan koca bir kemer gibi-" "Gidişi - zor oldu mu?" "Evet. Fiziksel bir mücadele gibiydi. Yani fiziksel bir mücadeleydi, bir şeyler yapmaya çalışması." "Bence ölüm bir tür eylem. Ama sonunda gerçekten farkında değildir bana kalırsa." "Bilmiyorum. Sonunda ne olduğunu kim bilebilir ki?" "Ne kasvetli bir konuşma. Lisa, n'oldu, ağlıyorsun sen! Aa bırak ağlamayı, canım, ağlamayı bırak, tanrı aşkına!" 

---"Kyrie eleison, Kyrie eleison, Kyrie eleison. Christe eleison. Christe eleison, Christe eleison." Kendimi bu muammadan kurtaramaz mıyım, diye düşündü Miles. Aşık olmak, "l'amour fou" tıpkı tinsel bir durum gibi. Platon herhangi bir sevginin bizi tinler dünyasına götürmeye gücü yettiğini düşünüyordu: Belki aşık olmak sıkıcı hayatın, bu hayata yabancı olan aşkın kendi gerçekliğini ve gücünü ortaya koyuyor. Fakat aşık olmak aynı zamanda açgözlü tutkulu benliğin canlanması ve büyümesini de içeriyor. Böyle bir aşk acı çekmeyi, yokluğu, ayrılığı öngörüyor, hatta bunlarla coşuyor: Fakat öngöremediği şey ölümdür, en büyük kayıp. Aşık olmanın hiçbir şekilde katlanamayacağı imgelem budur, her ne pahasına olursa olsun yolunu bulup çıkacak, dönüştürecek, gizleyecektir. Miles düşünceleriyle boğuşuyordu: Anahtar buralarda bir yerde, dedi kendi kendine, ama nerede? Bu parçalar gerçekten birbirini tutuyor mu? Pek anlamlı konuşmuyorum, saçmalıyorum, çıldırıyorum. 

---Sırtı Danby'ye yarı dönük olan Miles başını kitaptan kaldırıyordu. Önce, başı önünde olan Diana'ya, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı. Diana başını kaldırırken Miles tekrar kitabına döndü. Diana önce başı önünde olan Miles'a, sonra da başı önünde olan Lisa'ya baktı. Lisa başını kaldırırken Diana tekrar kitabına döndü. Lisa önce başı önünde olan Diana'ya, sonra da başı önünde olan Miles'a baktı. Miles başını kaldırırken Lisa tekrar kitabına döndü. Derin bir sessizlik hüküm sürüyordu. 

---Lisa'nın gittiğini biliyordu. Kempsford Gardens'a uğramış, Diana da ona boş odayı göstermişti. diana onun temelli yurtdışına gittiğini söylemişti. Danby detay sormadı. Yurtdışına yalnız gitmiş olacağını sanmıyordu. Boş odada Diana'yla suskun durdu. Danby ancak ayrıldıktan sonra Diana'nın, kendisiyle Lisa hakkındakileri biliyor göründüğünü anladı. Miles söylemiş olmalıydı. Ertesi gün ve daha ertesi gün büroya gitti. Bruno'ya her zamanki gibi bakıyordu, öğle vakti yemek yedirmek için eve gidiyordu. Üç günlük aradan sonra Nigel dönüp görevine başladı. Ne var ki Nigel artık hasım olarak vardı, zayıf, hor gören, yargılayan bir melek. Danby onunla rahatsız, özür diler gibi konuşuyordu, gülümseyişinden kaçıyordu. Adelaide eşyalarını çeşitli valizlere yerleştirmiş, sonra da ihtiyacı olan şeyleri bulmak için her gün yeniden açmıştı. Gideceğini bildirmiş ama henüz gitmemişti. Her gün zamanın büyük bir bölümünü evden uzakta geçiriyordu. Mutfak kirli kap kacak ve bozulmuş yemeklerle doluydu. Danby ne zaman Bruno'ya yemek yedirecek olsa kullanılmış bir tabağı sıcak suyun altına tutuyordu. Kendisi birahanelerde yiyordu. 

---Miles şiir yazmaya başladı. Kolay yazıyordu. Koca parçalar, büyük karmaşık parçacıklar bütünleşip geliyordu. Etrafında imgeler yüzüyordu, çoklukları onu neredeyse kör ediyordu. Aşık olmakta bir kesinlik zarafeti vardı. Sanatta bir kesinlik zarafeti vardı ama çok nadirdi. Miles bunu ilk defa şiirde kendi sesini duyduğu zaman hissetmişti. Artık kendine alçakgönüllülükle şair demenin zamanının geldiğini düşündü. Yeterince uzun süre beklemiş ve inançla beklemeye çalışmıştı. Ama şimdi nasıl beklemesi gerekirdi, bunu bilmediğini ve girmesi gereken büyük hizmet için yaptığı bütün girişimlerin yanlış olduğunu düşünüyordu. Büyük öteki seyredip gülerken o, hayatın yüzeyini germiş, çekmiş, çizmişti. Şimdi onun işine yaramış olanı, gerçek dünya bariyerinin içine onu geçirmiş olanı Miles biliyordu, ama hayatının işi başladığı için bakışını çevirmişti. Daha derinde ve daha sakin olarak biliyordu ki çılgınlık onu terk ettiğinde -uzun süremezdi- işinin bütün aletleriyle baş başa kalacaktı. 

---Adelaide evlilik hayatındaki acıları ve güçlükleri tahmin etmişti, tahminleri doğru çıktı. Yılların geçmesiyle Will'in siniri düzelmedi, düzensiz tiyatro hayatının sebep olduğu kronik bir hazımsızlık sıkça girdiği nöbetlere yardımcı olmadı. Adelaide önceleri uysalca boyun eğiyordu. Daha sonraları o da bağırıp karşılık vermesini öğrendi. Ama kavgalarından sonra utanç duyuyor ve yorgun düşüyordu. Will kavga ettiklerini bile hatırlamıyor gibiydi. Ne var ki Adelaide kötü şeyleri önceden görmede başarılı olduysa da, iyi şeyleri önceden görmekte başarılı olamamıştı. Will'le kaderiymiş gibi, köşeye sıkışmış bir ruh haliyle evlenmişti. Evliliğiyle ilgili olarak mululuk fikrini hiç aklına getirmemişti. Ama mutluluk da vardı. Adelaide Will'le yatakta olmaktan ne kadar çok zevk alacağını ve bu zevkin her ikisinin de yolunu aydınlatacağını anlayamamıştı. Ağlayıp yeni adı Adelaide Boase'u ilk defa imzalarken, daha sonra ve güzel günlerde Will'in huysuzluklarına rağmen uzun boylu ikizlerinin (çift yumurta, Benedick ve Mercutio) Oxford'da okuyacaklarını, Will'in İngiltere'nin en ünlü ve popüler aktörlerinden biri olacağını, büyük bir değişim geçiren Adelaide'ın Lady Boase olacağını hayal bile edemezdi. Daha yakın zamanda teyze ölünce karşılaştıkları sürpriz beklenmedik bir servet getirdi, mücevherleri on bin sterlin değerinde çıktı. Teyzenin anıları da İngilizce'ye çevrilince çok satar kitap oldu, aynı zamanda Çar rejiminin son günleriyle ilgilenen tarihçiler açısından da bir bilgi hazinesiydi. Adelaide'la Will Rusça öğrenip teyzenin anılarını orijinalinden okuyacaklarını söyleyip durdular hep, ama öğrenemediler. Fakat Benedick bir Rusça uzmanı oldu. Mercutio matematikçiydi. 

---Tekrar yatağına oturup tuvalet masaındaki aynada kendine baktı. Bir sürü ak saçı, oldukça iyi dişleri olan şişman bir adam. İç çekti. Keşke Lisa'yı görmemiş olsaydı, keşke o başka bir şeyin, gerçekten yaşamanın ya da her ne ise onun tadını almamış olsaydı. Adelaide'la sevişmekten oldukça memnundu, Diana'yla cilveleşmekten çok mutluydu. Bu varlıklar onun sıradan tatsız tuzsuz dünyasına ve sıradan yarı karanlık bilncine aitti. Lisa'yla karşılaşma alacakaranlıktan gün ışığına, griden renkliliğe, gölgeden madde ve cisme ani bir geçişti. Bunların ne olduğunu unutmuştu. Belki yine farklı bir şekilde ışıdığı büyük bir durgun göle çıkacaktı. Belki bir tür huzuru yakalayacaktı, yaşlı bir insanın huzurunu, meleksiz sıcak bir geri çekilişin huzurunu. Kadınsız da, diye düşündü. Şimdi başka bir kız bulabilir miydi? Lisa'yı gördükten sonra bunu hiç istemiyordu. 

---Ne hissediyorlar, diye düşündü Bruno. Sinek kanatları güçlü iplikle vücuduna ezilerek yapıştığında acı duymuş mudur? Örümcek çay fincanındayken korkmuş mudur? Hayat bu uç noktalarda ne kadar gizemliydi? Ama uç noktalardan ortalara gelindiğinde gizem azalıyor muydu? Belki Tanrı olsaydı yarattıklarına aynı merakla bakıp ne hissediyorlar diye sorardı. Ama Tanrı yoktu. Hayatımın büyük bir küresinin ortasındayım, diye düşündü Bruno, ta ki kör bir el ipliği kapıncaya kadar. Yaklaşık doksan yıldır yaşıyorum ve hiçbir şey bilmiyorum. Doğanın korkunç ritüellerini seyrettim ve kendi varlığımın basit içgüdüleri içinde yaşadım, şimdi sona geldiğimde bilgelikten eser yok. Benimle bu küçük zavallı yaratıklar arasında ne fark var? Örümcek ağını öreer, o kadar. Ben bilincimi örüyorum, bu konuşma tiryakisini, çok yakında sesi kesilecek bu aylak gevezeyi. Ama hepsi bir rüya. Gerçeklik çok zor. Hayatımı bir rüya içinde yaşadım, şimdiyse uyanmak için çok geç.