02 Haziran 2021

Bertrand Russel - Felsefe Sorunları

1 GÖRÜNÜŞ VE GERÇEK Dünyada mantıklı düşünen hiç kimsenin şüphe duymayacağı kadar kesin doğrulukta bir bilgi var mıdır? ilk bakışta pek de zor görünmeyen bu soru, gerçekte, sorulabilecek en zor sorulardan biridir. Kaçamaksız ve inanılır bir yanıtın yoluna çıkan engelleri saptadığımız anda felsefe çalışmalarına iyice girmiş oluruz çünkü felsefe böyle en uç sorulan yanıtlama girişiminden başka bir şey değildir ve bunu bizim günlük yaşamda, hatta bilimde yaptığımız gibi gelişi güzel ve dogmatik biçimde değil, eleştirici bir görüşle, bu tür soruları çözülmez yapan her şeyi açıkladıktan ve bizim sıradan düşüncelerimizin altında yatan belirsizlik ve kanşıklığı saptadıktan sonra yapar. Günlük yaşamda doğru diye kabul ettiğimiz birçok şeyler, daha yakından bakıldığında öylesine göze çarpar çelişkilerle doludur ki, gerçekte inanmamız gereken şeyin ne olduğunu ancak bir yığın düşünceler sonunda öğrenebiliriz. Kesin bilgiyi ararken elimizdeki deneylerle işe başlamamız doğaldır, ve kuşkusuz, bir anlamda bilginin onlardan türemesi gerekir. Fakat dolaysız deneylerimizin bize verdiği bilginin ne olduğunu belirten her yargının yanlış olması çok olasıdır. Bana şu anda bir iskemle üzerinde, üstünde kâğıt yapraklan bulunan bir masa başında oturuyormuşum gibi gelir. 
 
 2 ÖZDEĞIN VAROLUŞU Bu bölümde kendimize, ne anlamda olursa olsun özdek diye bir şeyin varolup olmadığı sorusunu soracağız. Özünü (intrinsic) bir doğası bulunan, ve ben kendisine bakmadığım zaman da varlığını sürdüren bir masa var mıdır? Yoksa masa yalnızca benim imgelemimin bir ürünü, uzun süren bir düşteki bir düş-masası mıdır? Bu soru çok büyük önem taşır. Çünkü, nesnelerin bağımsız varoluşlanna inanmazsak, başka kimselerin bedenlerinin bağımsız varoluşlanna da inanamayız, böyle olunca başkalannın zihinlerine büsbütün inanamayız, çünkü başkalannın zihinlerine inanabilmek için onlann bedenlerinin gözlemlenmesinden türettiklerimizin dışında hiçbir dayanağımız yoktur. Böylece nesnelerin bağımsız varoluşlan na inanamazsak bir çöl ortasında yalnız kalırız olabilir ki dış dünya bir düşten başka bir şey değildir, ve varolan yalnızca biziz. Bu sıkıntı veren bir olasılıkur; fakat yanlışlığı kesinlikle kanıtlanamasa bile, doğru olduğunu kabul etmek için de en küçük bir sebep yoktur. Bu bölümde bunun neden böyle olduğunu göreceğiz. Kuşkulu konulara dalmadan önce, başlangıç olabilecek az çok belirli bir nokta bulmaya çalışalım. Masanın fiziksel varlığından şüpheli olmamıza karşın, bir masanın bulunduğunu bize düşündüren duyu-verilerinin varlığından şüpheli değiliz; baktığımız zaman bize belli bir renk ve kılığın göründüğünden şüphe etmiyoruz, bastırdığımız zaman da belli bir katılık duyumunun deneyini ediniyoruz. Bütün bu ruhbilimsel şeyleri sorgulamıyoruz. Gerçekten, başka şeyler ne denli şüpheli olursa olsun, dolaysız deneylerimizden hiç olmazsa kimileri kesinlikle inanılır olmalı. Çağdaş felsefenin kurucusu Descartes ( ), şimdi de yararlanılabilecek bir yöntem buldu dizgesel (systematic) şüphe yöntemi. Doğruluğunu açık ve seçik olarak görmediği hiçbir şeye inanmamaya karar vermişti. Şüphe duyabildiği şeylerin hepsinden, şüpheye bir sebep kalmadığını görünceye dek şüphelenecekti. Bu yöntemi uygulayarak, adım adım, katıksız, inanabileceği tek varoluşun kendi varoluşu olduğu inancına vardr^duyulanna, sürekli hayal oyunları arasında gerçek-dışı şeyler sunan bir aldatıcı peri tasarlıyordu; böyle bir kötü perinin varlığı çok şüphe götürürdü fakat yine de bu olanak vardı, bu yüzden de duyularla algılanan şeylerden şüphe duyulabilirdi. Fakat kendi varlığına ilişkin bir şüphe olanaksızdı, çünkü varolmasa kötü peri de onu aldatamazdı. Şüphe ediyorsa varolması gerekti; ne türden olursa olsun bir deneyi varsa kendisi de var demektir. Böylece kendi varlığı onun için bir salt inançtı. "Düşünüyorum, öyleyse vanm" diyordu (Cogito, ergosum); ve bu inanç üstüne, şüphesinin yıkmış olduğu bilgi temelini yeniden kurmaya girişti. Şüphe yöntemini bulmak ve en kesin şeylerin öznel şeyler olduğunu göstermekle Descartes felsefeye büyük katkıda bulundu, bugün de onu konunun bütün araştırıcılan için yararlı kılan, bu katkıdır. Fakat Descartes'ın kanıtlamasını kullanırken dikkatli olmak gerek. "Düşünüyorum, öyleyse vanm", kesin bilineni aşan bir şey de söyler. Dün ne idiysek bugün de aynı kişi olduğumuza kesinlikle inanmamız gerekirmiş gibi görünür, bir anlamda bunun doğru olduğuna da şüphe yoktur.
 
3 ÖZDEĞIN DOĞASI Bundan önceki bölümde, tanıtlayıcı sebepler bulamamış da olsak, duyu-verilerimizin örneğin masamla birlik içinde gördüğüm şeylerin, bizden ve bizim algılanmızdan bağımsız şeylerin gerçekten varolduğunun belirtileri olduğuna inanmanın usa uygunluğu üzerinde anlaşmıştık. Bunun anlamı, masanın bana görünmesini sağlayan renk, sertlik, gürültü v.b. duyumları dışında bu şeylerin, görüntüsünü oluşturdukları başka bir şeyin de varolduğunu kabul ettiğimdir. Renk, ben gözlerimi kapadığımda varlığını yitirir, kolumu masadan ayınrsam sertlik duyumu yok olur, parmaklarımla masayı tıklatmayı durdurduğum anda ses de kalmaz. Fakat bütün bunlar kalmayınca masanın da kalmayacağına inanmıyorum. Tersine, gözümü açtığımda, kolumu yeniden masaya koyduğumda, parmaklanmla yeniden tıklatmaya başladığımda bütün o duyu-verilerinin yeniden ortaya çıkışının masanın varlığını sürdürmesi yüzünden olduğuna inanıyorum. Bu bölümde ele alacağımız soru şu: benim kendisini algılamama bağlı olmadan varlığını sürdüren bu masanın doğası nedir? Bu soruya fizik bilimi bir yanıt verir, bu yanıt, doğrusu ya biraz eksik ve çok var-sayımsal kalmakla birlikte yine de saygıya değer bir yanıttır. Fizik bilimi, az çok bilinçsiz olarak, bütün olaylann devime indirgenmesi gerektiği görüşüne doğru kaymıştır. Işık, ısı ve ses, üçü de bunları yayan nesnelerden çıkıp, ışığı gören, ısıyı duyan ve sesi işiten kişiye doğru giden dalga devimlerinden doğar. Dalga-devimi yapan şey ya esir (ether) ya da "kaba özdek"tir, fakat bunların ikisi de filozofun özdek diyebileceği şeylerdir. Bilimin buna yüklediği özellikler, yalnız uzam içindeki konum ve devim yasalanna göre devinme gücüdür. Bilim, başka özelliklerinde bulunabileceği düşüncesine karşı değildir, fakat öyle de olsa o öteki özellikler bilim adamına bir yarar sağlamaz ve onun olaylan açıklamasına bir katkıda bulunmaz. Kimi kez, "ışık, dalga-deviminin bir biçimidir" denmiştir, fakat bu yanıltıcıdır, çünkü bizim dolaysız olarak gördüğümüz ve duyulanınız aracılığıyla doğrudan doğruya bildiğimiz ışık, dalga-deviminin bir biçimi değil, büsbütün başka bir şeydir bilgimizi kör bir adama aktarmayışımıza karşın kör olmayan hepimizin bildiği bir şeydir.
 
 4 İDEALİZM "idealizm" sözcüğü başka başka filozoflarca az çok ayn anlamlarda kullanılmışür. Biz onu, varolan ya da hiç olmazsa varolduğu bilinen her şeyin bir anlamda zihinsel olduğu öğretisi olarak alacağız. Filozoflar arasında çok tutulan bu öğretinin birçok biçimleri vardır ve birbirinden ayrı, türlü dayanaklarla savunulmuştur. Öğreti öyle yaygın ve kendi içinde öylesine ilginçtir ki, felsefe üzerine en kısa incelemelerin bile ona önem vermesi gerekir. Felsefi kurgulara (speculation) alışmamış olanlar böyle bir ögretiyij açıkça saçma diye bir yana atmak eğilimi duyabilirler. Kuşkusuz sağduyu, masa ve iskemleleri, güneşi ve ayı ve genellikle özdeksel nesneleri zihinlerden ve zihinlerin içeriğinden ayn ve zihinler yok olsa bile süriip gidecek bir varoluşları olan şeyler olarak görür. Biz örneğin herhangi bir zihnin varoluşundan çok daha öncelerden beri varolduğunu düşünürüz, bu yüzden de onu, zihinsel etkinliğin bir ürünü olarak düşünmek zor gelir. Fakat doğru da yanlış da olsa idealizmin açıkça saçma diyerek bir yana atılmaması gerekir. Gördük ki, fiziksel nesnelerin bağımsız bir varlığı olsa bile, bunlar duyu-verilerinden çok başka şeylerdir ve duyu-verileriyle yalnızca, bir sıralacın, sıraya konan şeylerle bir karşılıklılığı olması türünden bir karşılıklılık içindedirler. Bu yüzden sağduyu bizi, fiziksel nesnelerin doğru özünlü doğası bakımından tümüyle karanlıkta bırakır ve eğer bu şeyleri zihinsel olarak görmek için haklı sebepler varsa, bu düşünceyi, yalnızca bize tuhaf görünüyor diye bir yana atmaya hakkımız yoktur. Fiziksel nesneler konusundaki doğrunun tuhaf olması gerekir. Bu erişilmez olabilir, fakat herhangi bir filozof ona eriştiğine inanıyorsa, doğru diye ortaya koyduğun şeyin tuhaflığı olgusu, bu düşünceye karşı çıkmak için bir dayanak olarak kullanılmamalıdır. İdealizmin savunulmasında kullanılan dayanaklar, genellikle, bilgi kuramından yani nesnelerin, onları bilebilmemiz için gerçekleştirmeleri gereken koşullar üzerine bir tartışmadan türetilmiştir. İdealizmi böyle bir temele oturtmak için ilk önemli girişim Piskopos Berkeley'den geldi. Önce, geniş çapta sağlam kanıtlarla, bizim duyu-verilerimizin bizden bağımsız bir varoluşlan olduğunun kabul edilemeyeceğini bunlann en azından bir bölümüyle, tadılmadıkça, koklanmadıkça, dokunulmadıkça, işitilmedikçe ya da görülmedikçe varoluşlarını sürdüremeyecekleri anlamında, zihnin içinde bulunmaları gerektiğini kanıtladı. Buraya dek kanıtlarının bir bölümü için öyle olmasa bile, savlan hemen hemen kesinlikle doğruydu. Fakat buradan öteye, bizim algılanmızın bizi varlıklanna inandırabilecekleri şeylerin yalnızca duyu-verilerimiz olduğunu, bilinmenin, bir zihin "içinde" bulunmak yani zihinsel olmak anlamına geldiğini kanıtlamaya gitti. Buradan da, bir zihin içinde bulunmayan hiçbir şeyin bilinemeyeceği ve benim zihnimde bulunmadan bilinen her şeyin başka bir zihinde bulunduğu sonucuna vardı. Onun usavurmalannı anlamak için "ide" sözcüğünü kullanış biçimini anlamak gerekir. O "ide" adını, örneğin duyu-verilerinin bilinişi gibi, dolaysız bilinen şeylere verir. Böylece, gördüğümüz özel bir renk bir idedir; işittiğimiz bir ses de öyle v.b. Fakat terim tümüyle duyu-verilerine aynlmış değil. Anımsanan ya da tasarlanan şeyler de böyle, çünkü böyle şeyleri de anımsadığımız ya da tasarladığımız anda tanımış oluruz ve bütün bu dolaysız bilgilere o "ide" der. Bundan sonra genel nesneleri, örneğin bir ağacı ele alır. Bir ağacı algıladığımızda dolaysız olarak bildiğimiz her şeyin, sözcüğe onun verdiği anlamda, idelerden oluştuğunu gösterir ve ağaçta, algılamanın dışında gerçek bir şey bulunduğunu var saymak için en cılız bir dayanak bile bulunmadığını öne sürer. Varlığı algılanışından gelir, der; Skolastiğin Latincesinde, "esse"si, "percipi"dir. Biz gözümüzü kapadığımızda ya da ağacın yakınında hiç bir insansal varlık bulunmadığında da ağaan, varlığını sürdürdüğünü tümüyle kabul eder.
 
5 TANIMA YOLUYLA BİLGİ VE BETİMLEME YOLUYLA BlLGÎ Bundan önceki bölümde iki türlü bilgi olduğunu gördük: şeylerin bilgisi ve doğrunun bilgisi. Bu bölümde yalnızca şeylerin bilgisiyle uğraşacağız ve onu da iki türe ayıracağız. Şeylerin bilgisi, tanıma yoluyla dediğimiz türdense, özünde, doğrunun bilinmesinden daha önemsizdir ve insan varlıklannın, şeyler üzerinde hiçbir şey bilmeden onlan tanıdığını kabul etmek, gerçekte ivecenlik sayılabilmesine karşın, doğrunun bilgisinden mantıksal olarak bağımsızdır. Buna karşın, şeylerin betimleme yoluyla bilinmesi, bu bölümde saptayacağımız gibi, kaynak ya da temel olarak her zaman bir doğru bilgisini gerektirir. Fakat her şeyden önce, tânıma ile ne demek istiyoruz, betimleme ile ne demek istiyoruz, onu açıklığa kavuşturalım. Bir şeyin varlığından, herhangi.bir çıkanm sürecinin ya da doğru bilgisinin' aracılığı olmadan dolaysız olarak haberimiz varsa onu tanıdığımızı söyleyeceğiz. Bu durumda, masanın yanındayken masanın görünüşünü oluşturan duyu-verilerini rengini, kılığını, sertliğini, pürüzsüzlüğünü v.b. tanıyorum; bütün bunlar masamı görüp oha dokunduğum anda dolaysız olarak bilgi edindiğim şeylerdir. Gördüğüm özel renk tonu üzerinde ise, söylenecek birçok şeyler var kahverengi olduğunu, oldukça koyu olduğunu v.b. söyleyebilirim. Fakat bu tür yargılar, renk üzerine bana birçok doğrular bildirmesine karşın, rengin kendisini bana eskisinden daha iyi tanıtmış olmazlar: renk üzerine doğru bilgisinin karşıtı olmak üzere rengin kendisinin bilinmesi sözkonusu olduğunda, rengi gördüğüm anda bunu en tam ve en iyi biçimde bilmiş olurum ve kuramsal bakımdan bile bunu aşan bir'bilgi olanaksızdır. Böylece, masanın görünüşünü yapan duyu-verileri, benim tanımış olduğum, dolaysız olarak ve olduklan gibi bildiğim şeylerdir. Buna karşı, masayı bir fiziksel nesne olarak bilişim dolaysız bilgi değildir. Bu durumuyla, masanın görünüşünü yapan duyu-verilerini tanıma yoluyla elde edilmiştir. Duyu-verilerinden şüphelenme olanağı bulunmamasına karşın, saçmalığa düşmeden, masa diye bir şey olup olmadığından şüphelenebileceğimizi daha önce görmüştük. Masa üzerine olan bilgimin tümüne "betimleme yoluyla bilgi" diyeceğiz. Masa, "şu ve şu duyu-verilerini doğuran fiziksel nesnedir". Bu, masayı duyu-verileri yoluyla betimliyor. Masa üzerine herhangi bir şey bilmek için, onun, kendi tanıdığımız şeylerle bağlantısını kuran doğrulan bilmek zorundayız: "Şu ve şu duyu-verilerinin bir fiziksel nesnenin etkisinin soncu olduğunu" bilmemiz gerek. Bizim, içinde dolaysız yoldan masanın bilgisine vardığımız hiçbir zihin durumu yoktur; masa üzerine bütün bilgimiz, gerçekte, bir doğru bilgisidir ve tam deyimiyle masanın gerçekte ne olduğu bizce bilinmekte değildir. Biz bir betimleme biliyoruz, bir de bu betimlemenin uygulanabileceği tek bir şey olduğunu, bu şeyin ne olduğunu doğrudan doğruya bilmemekle birlikte, biliyoruz. Böyle bir durumda da bu nesne üzerine bilgimizin betimleıhe bilgisi olduğunu söylüyoruz. Gerek şeylerin bilgisi, gerekse doğrulann bilgisi olarak bütün bilgimiz, temelde, tanımaya dayanıyor. Bu yüzden, tanıdığımız ne türden şeyler bulunduğu üzerinde düşünmek önemlidir. Daha önce gördüğümüz gibi, duyu-verileri, tanıdığımız şeyler arasındadır; gerçekte bunlar tanıma yoluyla edinilen bilgilerin en açık ve çarpıcı örneklerini sağlarlar. Fakat bunlar tek ömek olsaydı bilgimiz, şimdi gerçekte olduğundan çok daha sınırlı olurdu.  

6 TÜMEVARIM ÜZERİNE Bundan önceki hemen bütün tartışmalarımızda, varoluş bilgisi yolundaki bilgilerimiz üzerinde açıklık kazanmaya çalıştık. Evrende, bizim tanımamız yoluyla varoluşları bilinmiş olan ne gibi şeyler var? Şimdiye dek buna yanıtımız, kendi duyu-verilerimizi ve belki de kendimizi tanıdığımızdır. Bunlann varolduğunu biliyoruz. Ve anımsanan geçmiş duyu-verilerinin de geçmişte varolduğunu biliyoruz. Bu bilgi verilerimizi sağlar. Fakat bu verilerden çıkaranlar yapacaksak, yani eğer özdeğin, öteki kişilerin, kendi bireysel anımızın başlamasından önceki geçmişin ya da geleceğin varoluşlannı bileceksek, onların aracılığıyla o çıkarımların yapılabileceği bir tür genel ilkeler de bilmemiz gerekir. Önce A gibi bir tür şeyin varoluşunun, B gibi başka bir tür şeyin varoluşunun belirtisi olduğunu bilmemiz gerekir, bu A ile aynı zamanda, A'dan biraz önce ya da A'dan biraz sonra olabilir, örneğin gök gürültüsü, daha önceki şimşeğin belirtisidir. Eğer bunu bilmeseydik, bilgimizi kendi özel deney alanımızın dışına hiçbir zaman taşıramazdık, bu alan ise, gördüğümüz gibi, çok dardır. Şimdi ele alacağımız soru, böyle bir genişletmeye olanak bulünup bulunmadığı, olanak varsa bunun nasıl yapıldığıdır. Örnek olarak, üzerinde hiçbirimizin, gerçekten ufak bir şüphe duymadığımız bir konuyu alalım. Hepimiz güneşin yarın doğacağını kesinlikle biliriz. Niçin? Bu inanç yalnızca geçmiş deneyin gelişi güzel bir sonucu mudur, yoksa bunun usa uygun bir inanç olduğu doğrulanabilir mi? Bu tür bir inancın usa uygun olup olmadığını saptayacak bir ölçü bulmak kolay değildir, fakat hiç olmazsa, eğer doğruysalar, güneşin yarın doğacağı yargısını, ya da eylemlerimizi dayadığımız birçok buna benzer yargıları doğrulamak için ne türden genel inançların yeterli olacağını araştırabiliriz. Açıktır ki bize, güneşin yann doğacağına niçin inandığımızı sorsalar, doğal olarak şöyle yanıt veririz: "Çünkü her zaman her gün doğmuştur". Geçmişte doğmuş olduğu için, gelecekte de doğacağına sağlam bir inancımız vardır. Şimdiye dek olduğu gibi yann da doğuşunu sürdüreceğine niçin inandığımız sorusu daha da vurgulanırsa, devim yasalanna başvurabiliriz: dünya, deriz, özgürce dönen bir cisimdir, böyle cisimler dışardan bir karışma olmadıkça dönüşlerini kesmezler, bugünle yann arasında dünyaya dışardan karışacak herhangi bir şey de yoktur. Doğal olarak, dışardan kanşacak, hiçbir şeyin olmadığını kesinlikle bilip bilmediğimiz sorulabilir, fakat ilginç olan soru bu değildir, ilginç şüphe, devim yasalarının yanna dek geçerli kalıp kalmayacağıdır. Eğer böyle bir şüphe varsa kendimizi, güneşin doğuşu üzerine şüphemizin ilk ortaya çıktığı yerde buluruz.
 
 7 GENEL İLKELER ÜZERİNE BÎLGİMÎZ KONUSU Bundan önceki bölümde tümevanm ilkesinin, deneye dayanan bütün çıkanmlann sağlamlığı bakımından zorunlu olmasına karşın, kendisinin deneyle kanıtlanamayacağını, fakat yine de, hiç olmazsa somut uygulamalannda ona herkesin duraksamadan inandığını görmüştük. Bu nitelikler yalnızca tümevanm ilkesine özgü değildir. Başka birçok ilkeler de vardır ki deneyle ne kanıtlanabilip ne de çürütülebilirler, fakat denenmiş olandan yola çıkan çıkanmlarda kullanılırlar. Bu ilkelerin kimileri tümevarım ilkesinden bile daha açıktır ve bunlann bilgisi duyu-verilerinin bilgisiyle aynı derecede kesindir. Bunlar duyumla verilmiş olanlardan sonuç çıkarma araçlannı oluştururlar; ve eğer yaptığımız çıkarımın doğru olması gerekiyorsa, verilerimizin doğru olduğu kadar çıkanm ilkelerimizin de doğru olması zorunludur. Çıkarım ilkeleri, tam da açık oluşlan yüzünden gözden kaçabilir gerekli kabul, biz onun bir kabul olduğunu bilmeden yapılmış olur. Fakat eğer doğru bir bilgi kuramı elde edilmek isteniyorsa çıkarım ilkelerinin kullanıldığının bilincine varılması önemlidir; çünkü onlar üzerine bilgimiz ilginç ve zor sorunlar ortaya çıkanr. Genel ilkeler için bütün bilgilerimizde uygulama şöyle olur.- her şeyden önce ilkenin özel bir uygulamasını gerçekleştiririz, sonra özelliğin konuyla ilgisi olmadığını ve eşit doğrulukla savunulabilecek bir genellik bulunduğunu anlanz. Bu, doğal olarak aritmetik öğretiminde alışılmış olan bir şeydir: "iki iki daha dört eder" ilk olarak özel bir çift ikili için, sonra başka bir özel durum için öğrenilir, böyle böyle, bunun herhangi bir ikili çifti için doğru olduğu anlaşılabilinceye dek gidilir. Mantık ilkelerinde de aynı durum vardır, iki kişinin, ayın hangi gününde olduklannı taıtıştıklannı kabul edelim. 
 
 8 A PRIORI BlLGl NASIL OLABİLİYOR? Imanuel Kant genellikle çağdaş fılozoflann en büyüğü olarak görülür. Kendisi Yedi Yıl Savaşlan ve Fransız Devrimi dönemlerinde yaşamasına karşın Doğu Prusya'da Königsberg'deki felsefe öğretimine hiç ara vermedi. En göze çarpan başansını, kendisinin "eleştirel" dediği felsefeyi buluşudur ki, bilginin değişik türleri olduğunu bir veri olarak kabul edip, böyle bilginin nasıl olabildiğini soruyor ve bu sorunun yanıtından dünyanın doğası üzerine birçok metafizik sonuç çıkanyordu. Bu sonuçların sağlamlığı kuşkulu olabilir. Fakat Kant şüphesiz, iki şeyin onurunu taşır: birincisi, salt "çözümsel" (yani karşıü iççelişkili) olmayan a priori bilgilerimiz olduğunu kavraması; ikincisi de bilgi kuramının felsefe bakımından önemini belirtmesi. Kant'ın zamanından önce, bilgi a priori olunca çözümsel olduğu kabul edilirdi. Bu sözcüğün anlamı örneklerde daha iyi belirir. "Dazlak bir adam adamdır", "bir düzlem şekil şekildir", "kötü bir şair şairdir" dersem salt çözümsel bir yargı vermiş olurum: kendinden sözedilen özne en az iki özelliğiyle gösterilmiş ve bu özelliklerden biri aynlarak vurgulanmıştır. Yukardaki gibi örnekler saçmadır ve gerçek yaşamda safsataya sapmaya hazırlanan bir söylevci dışında kimse bunlan söylemez. Bunlara "çözümsel" denir çünkü yüklem, yalnızca öznenin çözümlenmesiyle elde edilmiştir. Kant zamanından önce. a priori olarak inanabildiğimiz her yargının böyle olduğu sanılırdı. Yani hepsinde öznenin bir parçası olan bir yüklem bulunup vurgulanır. Eğer böyle olsaydı, a priori olarak bilinen bir şeyi kabul etmediğimizde belirgin bir çelişki içine düşmüş olurduk.
 
 9 TÜMELLER DÜNYASI Bundan önceki bölümün sonlannda, bağınü türünden varlıklann, hem fiziksel nesnelerin hem de zihin ve duyu-verilerinin varlıklanndan, bir bakıma başka bir varlıklan olduğunu görmüştük. Bu bölümde bu tür varlığın doğasının ne olduğu ve aynca bu tür varlığı olan ne gibi nesneler bulunduğu üzerinde duracağız. Önce ikinci sorudan başlayacağız. Şimdi ele aldığımız sorun çok eski bir sorundur, felsefeye Platon ile girmiştir. Platon'un "idealar kuramı" tam da bu sorunun çözümüne bir girişimdir, ve kanımca şimdiye dek yapılmış girişimlerin en başarılısıdır. Aşağıda savunulacak kuram, yalmzca zamanın zorunlu kıldığı değişmeler dışında geniş bölümüyle Platon'undur.
Platon için bu sorunun ortaya çıkışı az çok şöyledir: Diyelim, adalet gibi bir düşünceyi ele almışız. Eğer adaletin ne olduğunu kendi kendimize sorarsak, şu, şu ya da şu adaletli eylemleri, ortak olarak nelerinin bulunduğunu saptayacak biçimde ele alarak işe başlarız. Bunların hepsi, bîr anlamda, adaletli olan her şeyde bulunup başka hiçbir şeyde bulunmayan bir ortak doğadan pay almış olmalıdırlar. Hepsinin de adaletli olmasını sağlayan bu ortak doğa, adaletin kendisi, günlük yaşamın olgulanyla birleşerek adaletli eylemlerin çeşitliliğini üretecek an özdür. Ortak olgulara uygulanabilen herhangi başka bir sözcük örneğin "aklık" için de durum böyledir. Sözcük çok sayıda tikel şeylere uygulanabilir, çünkü hepsi de ortak bir doğa ya da özden pay alırlar. Platon'un "idea" ya da "biçim" dediği şey bu an özdür. (Onun düşündüğü anlamda ideaların, zihnin bunlan anlayabilmesine karşın, zihinde bulunduğu sanılmamalıdır). "Adalet" ideası adaletli olan hiçbir şeyle özdeş değildir; o tikel kendisinden pay aldıkları bir şeydir. Tikel olmadığına göre kendisi duyu dünyasında bulunamaz. Üstelik duyu nesneleri gibi ömürsüz ve değişken değildir: hep kendi kendisidir, değişmez ve yok edilemez. Böylece Platon bir duyu-üstü dünyaya gitti, duyulann alışılmış dünyasından daha gerçek olan idealann gerçek dünyasına ki, gèrçegin, duyu-dünyasına düşen soluk bir yansıma veren de odur. Platon için doğru gerçek dünya idealar dünyasıdır; çünkü duyu dünyasındaki şeyler üzerine ne söylemek istersek isteyelim, yalnızca onların, kendi niteliklerini oluşturan şu ve şu idealardan pay aldıklannı söyleyebiliriz. Bundan sonra bir gizemciliğe geçmek kolaydır artık. Bir gizemsel aydınlanma içinde, duyu nesnelerini gördüğümüz gibi idealan da göreceğimizi umarız ve ideaların göklerde bulunduğunu düşleyebiliriz. Bu gizemsel gelişmeler çok doğaldır, fakat kuramın temeli mantıktadır ve biz de onu mantığa dayalı olarak ele alacağız.
 
 10 TÜMELLER BİLGİMİZ ÜZERİNE Bir kişinin belli bir zamandaki bilgisi bakımından, tümeller, ükeller gibi tümellerin ile bilinenler, betimleme ile bilinenler ve tanımayla da betiriılemeyle de bilinemeyenler olarak ayrılabilirler. ilk olarak tümellerin tanıma yoluyla bilinmesi üzerinde duralım. Başlangıçta, açıktır ki biz, ak, kızıl, kara, tatlı, ekşi, ağır, sert v.b. biçimindeki yani duyu-verilerinden örneklenen nitelikteki tümelleri tanırız. Bir parça ak şey gördüğümüzde ilk adımda, bu tikel ak şeyi tanımış oluruz, fakat birçok ak şeyler gördüğümüzde bunların hepsinde ortak olan aklığı kolayca soyutlamayı öğreniriz ve bunu öğrenmekle de ak'ı tanımayı öğrenmiş oluruz. Benzeri bir süreç bize aynı türden başka bir tümeli öğretecektir. Bu tür tümellere "duyulur" nitelikler denilebilir. Bunlar ötekilere göre daha az bir soyutlama çabasıyla kavranabilir ve öteki tümellere göre tikellere daha yakın görünürler. Şimdi bağıntılara geliyoruz. Anlaşılması en kolay bağıntı, bir tek karmaşık duyu-verisinin ayrı bölümleri arasındaki bağınüdır. Örneğin, üzerine yazı yazdığım bütün bir sayfayı bir bakışta görebilirim, böylece de bütün sayfa bir duyu-verisi içine girmiş olur. Fakat sayfanın kimi bölümlerinin ötekilerin solunda, kimilerinin de ötekilerin üstünde olduğunu algılanm. Bu örnekte soyutlama süreci şu yolu izler gibi görünüyor: Birbiri ardından birçok duyu-verileri görüyorum ye bunlardan biri ötekinin sonunda bulunuyor; başka başka ak şeylerde olduğu gibi bütün bu duyu-verilerinin de ortak bir yanlan olduğunu görüyorum ve soyutlamayla anlıyorum ki bunlann aralanndaki ortak yan, bölümleri arasındaki belli bir bağınü yani benim "solunda olmak" dediğim bağıntıdır. Bu yoldan tümel bağıntıyı tanımış olurum. Buna benzer yoldan, zaman içindeki öncelik sonralık bağıntısını da öğrenebilirim. Bir çan sesi duyduğumu kabul edelim: son çan sesi vurduğunda, daha önceki bütün sesler kulağımdadır ve daha önceki seslerin sonrakilerden önce vurduğunu algılayabilirim. Bellek konusunda da ansıdığım bir şeyin şimdiden daha önce geçmiş olduğunu algılayabilirim. Bu kaynaklann hepsinden, tümel öncelik ve sonralık bağıntısını, tıpkı "solunda olmak" bağıntısını soyutladığını gibi soyutlayabilirim. Yani uzam bağınüsı gibi, zaman-bağıntısı da tanıdığım şeylerdir. Bunlara çok benzeyen yoldan tanıdığımız başka bir bağıntı da benzerliktir. Aynı anda iki boz tonu görsem, bunlann birbirine benzediğini görebilirim; aynı zamanda bir de kızıl tonu görsem, iki boz arasındaki benzerliğin her bozun kızılla olan benzerliğinden daha büyük olduğunu görürüm.
 
 11 SEZGİSEL BlLGl ÜZERİNE inandığımız her şeyin kanıtlanabilir ya da hiç olmazsa olasılığının yüksek olduğu gösterilebilir türden olması gerektiğine ilişkin bir genel izlenim vardır. Çoğu kimse, kanıt gösterilemeyen bir inancın usa uymaz bir inanç olduğu duygusundadır. Ana çizgisiyle bu görüş doğrudur. Ortak inançlarımızın hemen hepsi, onlann sebeplerini gösterir diye bilinen başka inançlardan ya çıkanlmıştır ya da çıkanlabilecek gibidir. Kural olarak, sebep ya unutulmuş ya da zihnimizde hiç belirmemiştir. Örneğin, biraz sonra yiyeceğimiz yemeğin zehire dönüşmeyeceğini kabul etmemiz için ne gibi bir sebep bulunduğunu, içimizden pek azı kendi kendine sormuştur. Yine de bir açıklamaya çağnlsak, o anda hazır durumda olmasak bile, yeterli bir sebep bulunabileceği duygusundayızdır. Ve buna inanmakta genellikle haklıyız. Fakat karşımızda, gösterdiğimiz her sebep için yeni bir sebep soran direnici bir Sokrates bulunduğunu düşünelim. Er ya da geç, belki de çok geçmeden öyle bir noktaya sıkışınz ki, artık yeni bir sebep bulamadığımız gibi, kuramsal olarak bile ortaya konacak bir sebep kalmadığına hemen hemen kesinlikle inanınz. Günlük yaşamın ortak inançlanndan başlayıp adım adım geri çekilerek, bir genel ilkeye ya da bir genel ilkenin apaçık belli görünen bir örneğine vannz ki, bunun artık daha açık bir şeyden çıkanlması olanağı yoktur. Günlük yaşam sorunlannın çoğunda, yemeğimizin besleyici mi yoksa zehirli mi olduğu gibilerinde, Bölüm VTda tartışmasını yaptığımız genel ilkeye döneriz. Fakat bundan sonra daha da geri gidiş olamaz gibi görünüyor, ilkenin kendisini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, usavurmalarımızda sürekli kullânınz; fakat hiçbir üsavurma bizi, daha yalın bir apaçık ilkeden başlayıp sonuç olacak bir tümevanm ilkesine götürmez.
 
 12 DOĞRULUK VE YANLIŞLIK Doğrular üzerine olan bilgimizin, şeyler üzerine olan bilgimizden ayrımlı olarak, bir karşıtı yani yanlışı vardır. Şeyler söz konusu olduğunda, onlan ya biliriz ya bilmeyiz, fakat şeylerin bilgisinde, hele kendimizi tanıma yolundan bilgiyle sınırlamışsak, yanlış diye betimlenebilecek somut bir zihin durumu yoktur. Neyi tanımışsak, bunun bir şey olması gerekir; tanımamızdan yanlış çıkanmlar yapabiliriz fakat tanımanın kendisi yanlış olamaz. Yani tanıma konusunda bir ikilik yoktur. Fakat doğrulann bilgisi konusunda ikilik vardır. Doğru olana inandığımız gibi yanlış olana da inanabiliriz. Biliyoruz ki birçok konular üzerinde, başka başka kimselerin başka b13aşka ve bağdaşmaz düşünceleri vardır: demek inançlann kimisi yanlıştır. Yanlış inançlar da çokluk doğru inançlar kadar güçlü savunulduğundan, bunlann doğru inançlardan nasıl ayırt edilebileceği zor bir sorudur. Belli bir durumda, inandığımız şeylerin yanlış olmadığını nasıl bilebiliriz? Bu, sorulann en zorudur ve inandırıcı biçimde yanıüanması olanaksızdır. Bununla birlikte, daha az güç olan bir başlangıç sorusu vardır: doğru ya da yanlıştan ne anlıyoruz? Bu bölümde bu başlangıç sorusu üzerinde düşünülecek. Bu bölümde, bir inanan doğru ya da yanlış olduğunu nasıl anlayabileceğimizi sormuyoruz: bir inanan doğru ya da yanlış olmasının ne anlama geldiğini soruyoruz. Bu soruya verilecek yanıtın, hangi inançlann doğru olduğu sorusuna yanıt bulmakta yardımcı olacağı umulabilir, fakat şimdilik "hangi inançlar doğrudur?", "hangi inançlar,yanlıştır?" diye değil "doğruluk nedir?", "yanlışlık nedir?" diye soruyoruz. Bu başka başka sorulan birbirinden ayn tutmak çok önemlidir, çünkü onlan birbirine kanştırmakla ortaya, bunlardan hiçbirine gerçekten uygulanamayan bir yanıt çıkacağı bellidir. Doğruluğun doğasını bulma girişiminde gözönünde tutulacak üç nokta, herhangi bir kuramın gerçekleştirmesi gereken üç gerekseme vardır. 
(1) Doğruluk kuramımız onun karşıtını yani yanlışlığı da kabul edecek biçimde olmalıdır. Birçok filozof bu koşulu uygun biçimde yerine getirmedi: bütün düşündüklerimizin doğru olduğunu kabul eden kuramlar yaptılar, o zaman da yanlışa yer bulmakta en büyük güçlüğe düştüler. Bu açıdan, inanma kuramımızın tanıma kuramımızdan başka olması gerekir, çünkü tanımada herhangi bir karşıtı gözönünde tutma gereği yoktur.  
(2) Oldukça açık biçimde görülür ki inançlar olmasaydı yanlışlar da olmazdı ve doğruluğun yanlışlıkla bağlılaşık olduğu anlamda doğruluk da olmazdı. Yalnzca özdekten oluşan bir dünya düşünsek, böyle bir dünyada yanlışlığa yer olmazdı ve orada "olgular" denen şeyler olsa bile, doğrulann yanlışlarla aynı türden oluşları bakımından, doğrular da bulunmazdı. Gerçekte doğru ve yanlış, inançların ve yargılann özellikleridir: yani yalnızca özdekten oluşan bir dünyada, inanç ve yargılar bulunmayacağına göre doğru ve yanlış da bulunmazdı. 
(3) Fakat bu söylemiş olduğumuz şeye karşın, bir inancın doğruluğunun ya da yanlışlığının, her zaman,, inancın kendisinin dışında bulunan bir şeye bağlı olduğu da gözönünde tutulmalıdır. Eğer Charles I'in darağacında öldüğüne inanmışsam bunun doğruluğu, benim inancımın yalnızca kendisinin incelenmesiyle bulunabilecek bir özünlü niteliği yüzünden değil, iki buçuk yüzyıl önce geçmiş bir tarihsel olay yüzündendir. Eğer Charles I'in yatağında öldüğüne inansam yanlış bir şeye inanmış olurum: inancımın canlılık derecesi ya da o inanca varmak için gösterdiğim özen onun yanlışlığının önüne geçemez, bu da yine benim inancımın özünlü bir özelliğinden değil, çok zaman önce olanlar yüzündendir. Yani doğruluk ve yanlışlığın, inançların özellikleri olmalanna karşın, bunlar inançlann herhangi bir içsel niteliğine değil, inançlarla öteki şeyler arasındaki bağıntıya bağlı özelliklerdir. Yukarıdaki gereklerden üçüncüsü bizi doğrunun, inançla olgu arasında bir karşılıklılık biçiminden oluştuğu görüşüne ki tümüyle filozoflar arasındaki en yaygın görüştür götürür. Nedir ki, çürütülmez biçimde karşı çıkılamayacak bir karşılıklılık biçimi bulmak hiç de kolafj değildir. Bir yanıyla bu yüzden bir yanıyla dâ, eğer doğru, düşünceyle onun dışındaki bir şeyin karşılıklığından oluşsaydı, düşüncenin, doğruya ne zaman ulaşıldığını bilmesinin olanaksız olacağı duygusuna kapılmaları yüzünden birçok filozoflar doğruyu, tümüyle inanç dışında bir şeyle bağıntıya dayandırmayan bir tanımlama denemesine yönelmişlerdir.
 
 13 BİLGİ, YANLIŞ, OLASILIKLI SANI Bundan önceki Bölümde incelediğimiz, doğruluk ve yanlışlıktan ne anlıyoruz, sorusu, neyin doğru neyin yanlış olduğunu nasıl bilebiliriz sorusuna göre daha az ilginçtir. Bu soruyla bu bölümde uğraşacağız. İnançlarımızın kimilerinin yanlış olduğundan şüphe edilemez; bu durumda şu ya da şu inancın yanlış olmadığına nasıl güvenebileceğimizi araştırmamız gerekiyor. Başka deyimle, herhangi bir şey bilebilir miyiz, yoksa yalnızca ara sıra iyi raslantılarla mı doğru olana inanıyoruz? Bununla birlikte, bu soruya girmeden önce, "bilme n den ne anladığımıza karar vermemiz gerek ve bu soru sanıldığı kadar kolay değildir. İlk bakışta bilginin "doğru inanç" diye tanımlanabileceğini sanınz. İnandığımız doğruysa, inandığımız şeyin bilgisine eriştiğimiz sanılabilir. Fakat, bu sözcüğün yaygın kullanılış biçimine uygun değildir. Çok dümdüz bir örnek alalım: Bir insan son Başbakanın son adının B ile başladığına inansa, son Başbakan Sir H. C. Bannerman olduğuna göre, inandığı şey doğrudur. Fakat son Başbakanın Mr. Balfour olduğuna inanıyorsa, yine son Başbakanın son adının B ile başladığına inanır, fakat bu inanç doğru olmakla birlikte, bunun bir bilgi olduğu söylenemez. Bir gazete, henüz sonuç üzerinde hiçbir telgraf gelmeden, zeki bir önceden görüşle, bir savaşmanın sonucunu bildirse, iyi bir raslantıyla, sonradan doğru çıkabilecek bir sonucu bildirmiş olur ve az deneyli okurlannda da bir inanç doğurur. Fakat inançlannın doğru olmasına karşın bunlann bilgili olduğu söylenemez. Böylece açıkça görülüyor ki, doğru bir inanç eğer yanlış bir inançtan çıkanlmışsa bilgi değildir. Bunun gibi, doğru bir inanca, çıkanldığı öncüler doğru bile olsa, yanlış bir usavurma sonucunda çıkanlmışsa, yine bilgi denemez. Bütün Yunanlılann insan olduklannı, Sokrates'in de bir insan olduğunu bilsem ve bundan Sokrates'in Yunanlı olduğunu çıkarsam Sokrates'in Yunanlı olduğunu bildiğim söylenemez, çünkü öncüllerimizin ve çıkardığım sonucun doğru olmasına karşın, bu sonuç bu öncüllerden çıkmaz.
 
 14 FELSEFİ BlLGlNÎN SINIRLARI Felsefeyle ilgili olarak şimdiye dek bütün söylediklerimizde, filozoflann çoğunun yazılannda büyük bir yer tutan birçok konulara pek az dokunduk. Filozofların çoğunluğu ya da en azından bir çoğu, dinin temel dogmalan, evrenin temelde usa uygunluğu (rationality), özdeğin kuruntusallığı (illusoriness), kötülüğün gerçek-dışılığı v.b. gibi şeyleri a priori metafizik usavurmayla kanıtlayabileceğini öne sürerler. Birçok yaşam-boyu felsefe öğrencilerinin başlıca esin kaynağının, bu tür savlara inanmak için sebep bulma umudu olduğuna şüphe yoktur. Bu umut, kanımca boştur. Bir bütün olarak evrenle ilgili bilginin metafizikle elde edilemeyeceği ve mantık yasalarına dayanarak şöyle ve şöyle şeylerin varolmalan gerektiği, şöyle ve şöylelerinin ise olamayacaklan biçiminde önerilen kanıtlann eleştirel bir irdelemeye dayanamayacakları görülebiliyor. Bu bölümde içinde bu tür usavurmalann yapıldığı yolu, onun sağlamlığına umut bağlanıp bağlanamayacağını bulmaya çalışan bir bakışla, kısaca ele alacağız. Bizim incelemek istediğimiz görüş türünün yakın çağdaki büyük temsilcisi Hegel'dir (1700-1831). Hegel'in felsefesi çok zordur ve yorumcular onun doğru yorumunda birbirinden aynlırlar. Benim kabul edeceğim yoruma göre ki yorumculann çoğunun değilse bile bir çoğunun kabul ettiğidir ve ilginç ve önemli bir felsefe türü vermek gibi bir değeri vardır, Hegel'in başlıca savı, Bütün'ün dışmda her şeyin açıkça eksik olduğu ve dünyanın geri kalanının ona sağlayacağı tamamlık olmadan varolma olanağı bulunmadığıdır. Tıpkı bir anatomi bilgininin bir tek kemikten, bütünün ne tür bir hayvan olduğunu bilmesi gibi metafizikçi de Hegel'e göre, gerçekliğin herhangi bir parçasından, gerçeğin bütününün ne olması gerektiğini hiç olmazsa kalın çizgileriyle görür. Gerçeğin görünüşte ayn her bölümünde, sanki onu yanındaki bölüme bağlayan kancalar vardır; yandaki bölümün kendinin de kancalarıyla; bu böyle bütün evrenin yeniden kurulmasına dek gider. Özdeki bu eksiklik, Hegel'e göre, düşünce dünyasında da nesneler dünyasında da görülür. Düşünce dünyasında, soyut ya da eksik bir ideyi alsak, incelemede eğer onun eksikliğini unutursak çelişkilere düştüğümüzü görürüz; bu çelişkiler sözkonusu ideyi kendi karşıtına ya da karşı savına dönüştürür ve bundan kurtulmak için, bizim baştaki idemizle karşı-savının bireşimi olan, daha az eksik bir ide bulmamız gerekir.
 
 15 FELSEFENİN DEĞERİ Felsefe sorunlan üzerindeki kısa ve çok eksik incelememizin sonuna geldiğimize göre, felsefenin değerinin nereden geldiği ve onun niçin öğrenilmesi gerektiği üzerinde düşünmekte yarar var. Birçok insanlann, bilimin ya da yaşam uğraşlannın etkisi altında kalarak, felsefenin, ne yaran ne de zaran olan önemsiz, kılı kırk yaran ayırmalardan ve bilinmesi olanaksız konular üzerindeki çalışmalardan başka bir şey olmadığını düşünme eğiliminde olduklan olgusu gözönünde tutulduğunda, bu soru üzerinde düşünmek daha da gerekli oluyor. Felsefe üzerindeki bu görüş, bir yanıyla yaşamın amacı üzerindeki anlayıştan, bir yamyla da felsefenin gerçekleştirmeye çalıştığı yararlann türünü yanlış anlamaktan ileri gelir gibi görünüyor. Fizik bilimi, buluşlan aracılığıyla, kendisinden tümüyle habersiz olan sayısız insanlara yararlı olur; yani fizik biliminin öğrenilmesi yalnızca ya da önce, öğrenen üzerindeki etkisinden değil, fakat genellikle insanlık üzerindeki etkisi yüzünden salık verilmelidir. Bu durumda felsefeye yararlılık düşmüyor. Eğer felsefe öğrenmenin, onu öğrenenlerin dışındakier için bir yaran varsa, bu ancak dolaylı yoldan, onu öğrenenlerin yaşamları üzerindeki etkisi aracılığıyla olmalı. 

Çeviren: Vehbi Hacıkadiroğlu