1 GÖRÜNÜŞ VE GERÇEK Dünyada mantıklı düşünen hiç kimsenin şüphe
duymayacağı kadar kesin doğrulukta bir bilgi var mıdır? ilk bakışta pek
de zor görünmeyen bu soru, gerçekte, sorulabilecek en zor sorulardan
biridir. Kaçamaksız ve inanılır bir yanıtın yoluna çıkan engelleri
saptadığımız anda felsefe çalışmalarına iyice girmiş oluruz çünkü
felsefe böyle en uç sorulan yanıtlama girişiminden başka bir şey
değildir ve bunu bizim günlük yaşamda, hatta bilimde yaptığımız gibi
gelişi güzel ve dogmatik biçimde değil, eleştirici bir görüşle, bu tür
soruları çözülmez yapan her şeyi açıkladıktan ve bizim sıradan
düşüncelerimizin altında yatan belirsizlik ve kanşıklığı saptadıktan
sonra yapar. Günlük yaşamda doğru diye kabul ettiğimiz birçok şeyler,
daha yakından bakıldığında öylesine göze çarpar çelişkilerle doludur ki,
gerçekte inanmamız gereken şeyin ne olduğunu ancak bir yığın düşünceler
sonunda öğrenebiliriz. Kesin bilgiyi ararken elimizdeki deneylerle işe
başlamamız doğaldır, ve kuşkusuz, bir anlamda bilginin onlardan türemesi
gerekir. Fakat dolaysız deneylerimizin bize verdiği bilginin ne
olduğunu belirten her yargının yanlış olması çok olasıdır. Bana şu anda
bir iskemle üzerinde, üstünde kâğıt yapraklan bulunan bir masa başında
oturuyormuşum gibi gelir.
2 ÖZDEĞIN VAROLUŞU Bu bölümde kendimize, ne anlamda olursa olsun özdek
diye bir şeyin varolup olmadığı sorusunu soracağız. Özünü (intrinsic)
bir doğası bulunan, ve ben kendisine bakmadığım zaman da varlığını
sürdüren bir masa var mıdır? Yoksa masa yalnızca benim imgelemimin bir
ürünü, uzun süren bir düşteki bir düş-masası mıdır? Bu soru çok büyük
önem taşır. Çünkü, nesnelerin bağımsız varoluşlanna inanmazsak, başka
kimselerin bedenlerinin bağımsız varoluşlanna da inanamayız, böyle
olunca başkalannın zihinlerine büsbütün inanamayız, çünkü başkalannın
zihinlerine inanabilmek için onlann bedenlerinin gözlemlenmesinden
türettiklerimizin dışında hiçbir dayanağımız yoktur. Böylece nesnelerin
bağımsız varoluşlan na inanamazsak bir çöl ortasında yalnız kalırız olabilir ki dış dünya
bir düşten başka bir şey değildir, ve varolan yalnızca biziz. Bu sıkıntı
veren bir olasılıkur; fakat yanlışlığı kesinlikle kanıtlanamasa bile,
doğru olduğunu kabul etmek için de en küçük bir sebep yoktur. Bu bölümde
bunun neden böyle olduğunu göreceğiz. Kuşkulu konulara dalmadan önce,
başlangıç olabilecek az çok belirli bir nokta bulmaya çalışalım. Masanın
fiziksel varlığından şüpheli olmamıza karşın, bir masanın bulunduğunu
bize düşündüren duyu-verilerinin varlığından şüpheli değiliz; baktığımız
zaman bize belli bir renk ve kılığın göründüğünden şüphe etmiyoruz,
bastırdığımız zaman da belli bir katılık duyumunun deneyini ediniyoruz.
Bütün bu ruhbilimsel şeyleri sorgulamıyoruz. Gerçekten, başka şeyler ne
denli şüpheli olursa olsun, dolaysız deneylerimizden hiç olmazsa
kimileri kesinlikle inanılır olmalı. Çağdaş felsefenin kurucusu
Descartes ( ), şimdi de yararlanılabilecek bir yöntem buldu dizgesel
(systematic) şüphe yöntemi. Doğruluğunu açık ve seçik olarak görmediği
hiçbir şeye inanmamaya karar vermişti. Şüphe duyabildiği şeylerin
hepsinden, şüpheye bir sebep kalmadığını görünceye dek şüphelenecekti.
Bu yöntemi uygulayarak, adım adım, katıksız, inanabileceği tek varoluşun
kendi varoluşu olduğu inancına vardr^duyulanna, sürekli hayal oyunları
arasında gerçek-dışı şeyler sunan bir aldatıcı peri tasarlıyordu; böyle
bir kötü perinin varlığı çok şüphe götürürdü fakat yine de bu olanak
vardı, bu yüzden de duyularla algılanan şeylerden şüphe duyulabilirdi.
Fakat kendi varlığına ilişkin bir şüphe olanaksızdı, çünkü varolmasa
kötü peri de onu aldatamazdı. Şüphe ediyorsa varolması gerekti; ne
türden olursa olsun bir deneyi varsa kendisi de var demektir. Böylece
kendi varlığı onun için bir salt inançtı. "Düşünüyorum, öyleyse vanm"
diyordu (Cogito, ergosum); ve bu inanç üstüne, şüphesinin yıkmış olduğu bilgi temelini
yeniden kurmaya girişti. Şüphe yöntemini bulmak ve en kesin şeylerin
öznel şeyler olduğunu göstermekle Descartes felsefeye büyük katkıda
bulundu, bugün de onu konunun bütün araştırıcılan için yararlı kılan, bu
katkıdır. Fakat Descartes'ın kanıtlamasını kullanırken dikkatli olmak
gerek. "Düşünüyorum, öyleyse vanm", kesin bilineni aşan bir şey de
söyler. Dün ne idiysek bugün de aynı kişi olduğumuza kesinlikle inanmamız
gerekirmiş gibi görünür, bir anlamda bunun doğru olduğuna da şüphe
yoktur.
3 ÖZDEĞIN DOĞASI Bundan önceki bölümde, tanıtlayıcı sebepler bulamamış da
olsak, duyu-verilerimizin örneğin masamla birlik içinde gördüğüm
şeylerin, bizden ve bizim algılanmızdan bağımsız şeylerin gerçekten
varolduğunun belirtileri olduğuna inanmanın usa uygunluğu üzerinde
anlaşmıştık. Bunun anlamı, masanın bana görünmesini sağlayan renk,
sertlik, gürültü v.b. duyumları dışında bu şeylerin, görüntüsünü
oluşturdukları başka bir şeyin de varolduğunu kabul ettiğimdir. Renk, ben gözlerimi
kapadığımda varlığını yitirir, kolumu masadan ayınrsam sertlik duyumu
yok olur, parmaklarımla masayı tıklatmayı durdurduğum anda ses de
kalmaz. Fakat bütün bunlar kalmayınca masanın da kalmayacağına
inanmıyorum. Tersine, gözümü açtığımda, kolumu yeniden masaya
koyduğumda, parmaklanmla yeniden tıklatmaya başladığımda bütün o
duyu-verilerinin yeniden ortaya çıkışının masanın varlığını sürdürmesi
yüzünden olduğuna inanıyorum. Bu bölümde ele alacağımız soru şu: benim
kendisini algılamama bağlı olmadan varlığını sürdüren bu masanın doğası
nedir? Bu soruya fizik bilimi bir yanıt verir, bu yanıt, doğrusu ya
biraz eksik ve çok var-sayımsal kalmakla birlikte yine de saygıya değer
bir yanıttır. Fizik bilimi, az çok bilinçsiz olarak, bütün olaylann
devime indirgenmesi gerektiği görüşüne doğru kaymıştır. Işık, ısı ve
ses, üçü de bunları yayan nesnelerden çıkıp, ışığı gören, ısıyı duyan ve
sesi işiten kişiye doğru giden dalga devimlerinden doğar. Dalga-devimi
yapan şey ya esir (ether) ya da "kaba özdek"tir, fakat bunların ikisi de
filozofun özdek diyebileceği şeylerdir. Bilimin buna yüklediği
özellikler, yalnız uzam içindeki konum ve devim yasalanna göre devinme
gücüdür. Bilim, başka özelliklerinde bulunabileceği düşüncesine karşı
değildir, fakat öyle de olsa o öteki özellikler bilim adamına bir yarar
sağlamaz ve onun olaylan açıklamasına bir katkıda bulunmaz. Kimi kez,
"ışık, dalga-deviminin bir biçimidir" denmiştir, fakat bu yanıltıcıdır,
çünkü bizim dolaysız olarak gördüğümüz ve duyulanınız aracılığıyla
doğrudan doğruya bildiğimiz ışık, dalga-deviminin bir biçimi değil,
büsbütün başka bir şeydir bilgimizi kör bir adama aktarmayışımıza karşın
kör olmayan hepimizin bildiği bir şeydir.
4 İDEALİZM "idealizm" sözcüğü başka başka filozoflarca az çok ayn
anlamlarda kullanılmışür. Biz onu, varolan ya da hiç olmazsa varolduğu
bilinen her şeyin bir anlamda zihinsel olduğu öğretisi olarak alacağız.
Filozoflar arasında çok tutulan bu öğretinin birçok biçimleri vardır ve
birbirinden ayrı, türlü dayanaklarla savunulmuştur. Öğreti öyle yaygın
ve kendi içinde öylesine ilginçtir ki, felsefe üzerine en kısa incelemelerin bile ona önem
vermesi gerekir. Felsefi kurgulara (speculation) alışmamış olanlar böyle
bir ögretiyij açıkça saçma diye bir yana atmak eğilimi duyabilirler.
Kuşkusuz sağduyu, masa ve iskemleleri, güneşi ve ayı ve genellikle
özdeksel nesneleri zihinlerden ve zihinlerin içeriğinden ayn ve zihinler
yok olsa bile süriip gidecek bir varoluşları olan şeyler olarak görür.
Biz örneğin herhangi bir zihnin varoluşundan çok daha öncelerden beri
varolduğunu düşünürüz, bu yüzden de onu, zihinsel etkinliğin bir ürünü
olarak düşünmek zor gelir. Fakat doğru da yanlış da olsa idealizmin
açıkça saçma diyerek bir yana atılmaması gerekir. Gördük ki, fiziksel
nesnelerin bağımsız bir varlığı olsa bile, bunlar duyu-verilerinden çok
başka şeylerdir ve duyu-verileriyle yalnızca, bir sıralacın, sıraya
konan şeylerle bir karşılıklılığı olması türünden bir karşılıklılık
içindedirler. Bu yüzden sağduyu bizi, fiziksel nesnelerin doğru özünlü
doğası bakımından tümüyle karanlıkta bırakır ve eğer bu şeyleri zihinsel
olarak görmek için haklı sebepler varsa, bu düşünceyi, yalnızca bize
tuhaf görünüyor diye bir yana atmaya hakkımız yoktur. Fiziksel nesneler
konusundaki doğrunun tuhaf olması gerekir. Bu erişilmez olabilir, fakat
herhangi bir filozof ona eriştiğine inanıyorsa, doğru diye ortaya
koyduğun şeyin tuhaflığı olgusu, bu düşünceye karşı çıkmak için bir
dayanak olarak kullanılmamalıdır. İdealizmin savunulmasında kullanılan
dayanaklar, genellikle, bilgi kuramından yani nesnelerin, onları
bilebilmemiz için gerçekleştirmeleri gereken koşullar üzerine bir
tartışmadan türetilmiştir. İdealizmi böyle bir temele oturtmak için ilk
önemli girişim Piskopos Berkeley'den geldi. Önce, geniş çapta sağlam
kanıtlarla, bizim duyu-verilerimizin bizden bağımsız bir varoluşlan
olduğunun kabul edilemeyeceğini bunlann en azından bir bölümüyle,
tadılmadıkça, koklanmadıkça, dokunulmadıkça, işitilmedikçe ya da görülmedikçe varoluşlarını
sürdüremeyecekleri anlamında, zihnin içinde bulunmaları gerektiğini
kanıtladı. Buraya dek kanıtlarının bir bölümü için öyle olmasa bile,
savlan hemen hemen kesinlikle doğruydu. Fakat buradan öteye, bizim
algılanmızın bizi varlıklanna inandırabilecekleri şeylerin yalnızca
duyu-verilerimiz olduğunu, bilinmenin, bir zihin "içinde" bulunmak yani
zihinsel olmak anlamına geldiğini kanıtlamaya gitti. Buradan da, bir
zihin içinde bulunmayan hiçbir şeyin bilinemeyeceği ve benim zihnimde
bulunmadan bilinen her şeyin başka bir zihinde bulunduğu sonucuna vardı.
Onun usavurmalannı anlamak için "ide" sözcüğünü kullanış biçimini
anlamak gerekir. O "ide" adını, örneğin duyu-verilerinin bilinişi gibi,
dolaysız bilinen şeylere verir. Böylece, gördüğümüz özel bir renk bir
idedir; işittiğimiz bir ses de öyle v.b. Fakat terim tümüyle
duyu-verilerine aynlmış değil. Anımsanan ya da tasarlanan şeyler de
böyle, çünkü böyle şeyleri de anımsadığımız ya da tasarladığımız anda
tanımış oluruz ve bütün bu dolaysız bilgilere o "ide" der. Bundan sonra
genel nesneleri, örneğin bir ağacı ele alır. Bir ağacı algıladığımızda
dolaysız olarak bildiğimiz her şeyin, sözcüğe onun verdiği anlamda,
idelerden oluştuğunu gösterir ve ağaçta, algılamanın dışında gerçek bir
şey bulunduğunu var saymak için en cılız bir dayanak bile bulunmadığını
öne sürer. Varlığı algılanışından gelir, der; Skolastiğin Latincesinde,
"esse"si, "percipi"dir. Biz gözümüzü kapadığımızda ya da ağacın
yakınında hiç bir insansal varlık bulunmadığında da ağaan, varlığını
sürdürdüğünü tümüyle kabul eder.
5 TANIMA YOLUYLA BİLGİ VE BETİMLEME YOLUYLA BlLGÎ
Bundan önceki bölümde
iki türlü bilgi olduğunu gördük: şeylerin bilgisi ve doğrunun bilgisi.
Bu bölümde yalnızca şeylerin bilgisiyle uğraşacağız ve onu da iki türe
ayıracağız. Şeylerin bilgisi, tanıma yoluyla dediğimiz türdense, özünde,
doğrunun bilinmesinden daha önemsizdir ve insan varlıklannın, şeyler
üzerinde hiçbir şey bilmeden onlan tanıdığını kabul etmek, gerçekte
ivecenlik sayılabilmesine karşın, doğrunun bilgisinden mantıksal olarak
bağımsızdır. Buna karşın, şeylerin betimleme yoluyla bilinmesi, bu
bölümde saptayacağımız gibi,
kaynak ya da temel olarak her zaman bir doğru bilgisini gerektirir.
Fakat her şeyden önce, tânıma ile ne demek istiyoruz, betimleme ile ne
demek istiyoruz, onu açıklığa kavuşturalım. Bir şeyin varlığından,
herhangi.bir çıkanm sürecinin ya da doğru bilgisinin' aracılığı olmadan
dolaysız olarak haberimiz varsa onu tanıdığımızı söyleyeceğiz. Bu
durumda, masanın yanındayken masanın görünüşünü oluşturan
duyu-verilerini rengini, kılığını, sertliğini, pürüzsüzlüğünü v.b.
tanıyorum; bütün bunlar masamı görüp oha dokunduğum anda dolaysız olarak
bilgi edindiğim şeylerdir. Gördüğüm özel renk tonu üzerinde ise,
söylenecek birçok şeyler var kahverengi olduğunu, oldukça koyu olduğunu
v.b. söyleyebilirim. Fakat bu tür yargılar, renk üzerine bana birçok
doğrular bildirmesine karşın, rengin kendisini bana eskisinden daha iyi
tanıtmış olmazlar: renk üzerine doğru bilgisinin karşıtı olmak üzere
rengin kendisinin bilinmesi sözkonusu olduğunda, rengi gördüğüm anda
bunu en tam ve en iyi biçimde bilmiş olurum ve kuramsal bakımdan bile
bunu aşan bir'bilgi olanaksızdır. Böylece, masanın görünüşünü yapan
duyu-verileri, benim tanımış olduğum, dolaysız olarak ve olduklan gibi
bildiğim şeylerdir. Buna karşı, masayı bir fiziksel nesne olarak bilişim
dolaysız bilgi değildir. Bu durumuyla, masanın görünüşünü yapan
duyu-verilerini tanıma yoluyla elde edilmiştir. Duyu-verilerinden
şüphelenme olanağı bulunmamasına karşın, saçmalığa düşmeden, masa diye
bir şey olup olmadığından şüphelenebileceğimizi daha önce görmüştük.
Masa üzerine olan bilgimin tümüne "betimleme yoluyla bilgi" diyeceğiz.
Masa, "şu ve şu duyu-verilerini doğuran fiziksel nesnedir". Bu, masayı
duyu-verileri yoluyla betimliyor. Masa üzerine herhangi bir şey bilmek
için, onun, kendi tanıdığımız şeylerle bağlantısını kuran doğrulan
bilmek zorundayız: "Şu ve şu duyu-verilerinin bir fiziksel
nesnenin etkisinin soncu olduğunu" bilmemiz gerek. Bizim, içinde
dolaysız yoldan masanın bilgisine vardığımız hiçbir zihin durumu yoktur;
masa üzerine bütün bilgimiz, gerçekte, bir doğru bilgisidir ve tam
deyimiyle masanın gerçekte ne olduğu bizce bilinmekte değildir. Biz bir
betimleme biliyoruz, bir de bu betimlemenin uygulanabileceği tek bir şey
olduğunu, bu şeyin ne olduğunu doğrudan doğruya bilmemekle birlikte,
biliyoruz. Böyle bir durumda da bu nesne üzerine bilgimizin betimleıhe
bilgisi olduğunu söylüyoruz. Gerek şeylerin bilgisi, gerekse doğrulann
bilgisi olarak bütün bilgimiz, temelde, tanımaya dayanıyor. Bu yüzden,
tanıdığımız ne türden şeyler bulunduğu üzerinde düşünmek önemlidir. Daha
önce gördüğümüz gibi, duyu-verileri, tanıdığımız şeyler arasındadır;
gerçekte bunlar tanıma yoluyla edinilen bilgilerin en açık ve çarpıcı
örneklerini sağlarlar. Fakat bunlar tek ömek olsaydı bilgimiz, şimdi
gerçekte olduğundan çok daha sınırlı olurdu.
6 TÜMEVARIM ÜZERİNE Bundan
önceki hemen bütün tartışmalarımızda, varoluş
bilgisi yolundaki bilgilerimiz üzerinde açıklık kazanmaya çalıştık.
Evrende, bizim tanımamız yoluyla varoluşları bilinmiş olan ne gibi
şeyler var? Şimdiye dek buna yanıtımız, kendi duyu-verilerimizi ve belki
de kendimizi tanıdığımızdır. Bunlann varolduğunu biliyoruz. Ve
anımsanan geçmiş duyu-verilerinin de geçmişte varolduğunu biliyoruz. Bu
bilgi verilerimizi sağlar. Fakat bu verilerden çıkaranlar yapacaksak,
yani eğer özdeğin, öteki kişilerin, kendi bireysel anımızın
başlamasından önceki geçmişin ya da geleceğin varoluşlannı bileceksek,
onların aracılığıyla o çıkarımların yapılabileceği bir tür genel ilkeler
de bilmemiz gerekir. Önce A gibi bir tür şeyin varoluşunun, B gibi
başka bir tür şeyin varoluşunun belirtisi olduğunu bilmemiz gerekir, bu A
ile aynı zamanda, A'dan biraz önce ya da A'dan biraz sonra olabilir,
örneğin gök gürültüsü, daha önceki şimşeğin belirtisidir. Eğer bunu
bilmeseydik, bilgimizi kendi özel deney alanımızın dışına hiçbir zaman
taşıramazdık, bu alan ise, gördüğümüz gibi, çok dardır. Şimdi ele
alacağımız soru, böyle bir genişletmeye olanak bulünup bulunmadığı,
olanak varsa bunun nasıl yapıldığıdır. Örnek olarak, üzerinde
hiçbirimizin, gerçekten ufak bir şüphe duymadığımız bir konuyu alalım.
Hepimiz güneşin yarın doğacağını kesinlikle biliriz. Niçin? Bu inanç
yalnızca geçmiş
deneyin gelişi güzel bir sonucu mudur, yoksa bunun usa uygun bir inanç
olduğu doğrulanabilir mi? Bu tür bir inancın usa uygun olup olmadığını
saptayacak bir ölçü bulmak kolay değildir, fakat hiç olmazsa, eğer
doğruysalar, güneşin yarın doğacağı yargısını, ya da eylemlerimizi
dayadığımız birçok buna benzer yargıları doğrulamak için ne türden genel
inançların yeterli olacağını araştırabiliriz. Açıktır ki bize, güneşin
yann doğacağına niçin inandığımızı sorsalar, doğal olarak şöyle yanıt
veririz: "Çünkü her zaman her gün doğmuştur". Geçmişte doğmuş olduğu
için, gelecekte de doğacağına sağlam bir inancımız vardır. Şimdiye dek
olduğu gibi yann da doğuşunu sürdüreceğine niçin inandığımız sorusu daha
da vurgulanırsa, devim yasalanna başvurabiliriz: dünya, deriz, özgürce
dönen bir cisimdir, böyle cisimler dışardan bir karışma olmadıkça
dönüşlerini kesmezler, bugünle yann arasında dünyaya dışardan karışacak
herhangi bir şey de yoktur. Doğal olarak, dışardan kanşacak, hiçbir
şeyin olmadığını kesinlikle bilip bilmediğimiz sorulabilir, fakat ilginç
olan soru bu değildir, ilginç şüphe, devim yasalarının yanna dek
geçerli kalıp kalmayacağıdır. Eğer böyle bir şüphe varsa kendimizi,
güneşin doğuşu üzerine şüphemizin ilk ortaya çıktığı yerde buluruz.
7 GENEL İLKELER ÜZERİNE BÎLGİMÎZ KONUSU Bundan önceki bölümde tümevanm
ilkesinin, deneye dayanan bütün çıkanmlann sağlamlığı bakımından zorunlu
olmasına karşın, kendisinin deneyle kanıtlanamayacağını, fakat yine de,
hiç olmazsa somut uygulamalannda ona herkesin duraksamadan inandığını
görmüştük. Bu nitelikler yalnızca tümevanm ilkesine özgü değildir. Başka
birçok ilkeler de vardır ki deneyle ne kanıtlanabilip ne de
çürütülebilirler, fakat denenmiş olandan yola çıkan çıkanmlarda
kullanılırlar. Bu ilkelerin kimileri tümevarım ilkesinden bile daha
açıktır ve bunlann bilgisi duyu-verilerinin bilgisiyle aynı derecede
kesindir. Bunlar duyumla verilmiş olanlardan sonuç çıkarma araçlannı
oluştururlar; ve eğer yaptığımız çıkarımın doğru olması gerekiyorsa,
verilerimizin doğru olduğu kadar çıkanm ilkelerimizin de doğru olması
zorunludur. Çıkarım ilkeleri, tam da açık oluşlan yüzünden gözden
kaçabilir gerekli kabul, biz onun bir kabul olduğunu bilmeden yapılmış
olur. Fakat eğer doğru bir bilgi kuramı elde edilmek isteniyorsa çıkarım
ilkelerinin kullanıldığının bilincine varılması önemlidir; çünkü onlar
üzerine bilgimiz ilginç ve zor sorunlar ortaya çıkanr. Genel ilkeler
için bütün bilgilerimizde uygulama şöyle olur.- her şeyden önce ilkenin
özel bir uygulamasını gerçekleştiririz, sonra özelliğin konuyla ilgisi
olmadığını ve eşit doğrulukla savunulabilecek bir genellik bulunduğunu
anlanz. Bu, doğal olarak aritmetik öğretiminde alışılmış olan bir
şeydir: "iki iki daha dört eder" ilk olarak özel bir çift ikili için,
sonra başka bir özel durum için öğrenilir, böyle böyle, bunun herhangi bir
ikili çifti için doğru olduğu anlaşılabilinceye dek gidilir. Mantık
ilkelerinde de aynı durum vardır, iki kişinin, ayın hangi gününde
olduklannı taıtıştıklannı kabul edelim.
8 A PRIORI BlLGl NASIL OLABİLİYOR?
Imanuel Kant genellikle çağdaş
fılozoflann en büyüğü olarak görülür. Kendisi Yedi Yıl Savaşlan ve
Fransız Devrimi dönemlerinde yaşamasına karşın Doğu Prusya'da
Königsberg'deki felsefe öğretimine hiç ara vermedi. En göze çarpan
başansını, kendisinin "eleştirel" dediği felsefeyi buluşudur ki,
bilginin değişik türleri olduğunu bir veri olarak kabul edip, böyle
bilginin nasıl olabildiğini soruyor ve bu sorunun yanıtından dünyanın
doğası üzerine birçok metafizik sonuç çıkanyordu. Bu sonuçların
sağlamlığı kuşkulu olabilir. Fakat Kant şüphesiz, iki şeyin onurunu
taşır: birincisi, salt "çözümsel" (yani karşıü iççelişkili) olmayan a
priori bilgilerimiz olduğunu kavraması; ikincisi de bilgi kuramının
felsefe bakımından önemini belirtmesi. Kant'ın zamanından önce, bilgi a
priori olunca çözümsel olduğu kabul edilirdi. Bu sözcüğün anlamı
örneklerde daha iyi belirir. "Dazlak bir adam adamdır", "bir düzlem
şekil şekildir", "kötü bir şair şairdir" dersem salt çözümsel bir yargı
vermiş olurum: kendinden sözedilen özne en az iki özelliğiyle
gösterilmiş ve bu özelliklerden biri aynlarak vurgulanmıştır. Yukardaki
gibi örnekler saçmadır ve gerçek yaşamda safsataya sapmaya hazırlanan
bir söylevci dışında kimse bunlan söylemez. Bunlara "çözümsel" denir
çünkü yüklem, yalnızca öznenin çözümlenmesiyle elde edilmiştir. Kant
zamanından önce. a priori
olarak inanabildiğimiz her yargının böyle olduğu sanılırdı. Yani
hepsinde öznenin bir parçası olan bir yüklem bulunup vurgulanır. Eğer
böyle olsaydı, a priori olarak bilinen bir şeyi kabul etmediğimizde
belirgin bir çelişki içine düşmüş olurduk.
9 TÜMELLER DÜNYASI Bundan önceki bölümün sonlannda, bağınü türünden
varlıklann, hem fiziksel nesnelerin hem de zihin ve duyu-verilerinin
varlıklanndan, bir bakıma başka bir varlıklan olduğunu görmüştük. Bu
bölümde bu tür varlığın doğasının ne olduğu ve aynca bu tür varlığı olan
ne gibi nesneler bulunduğu üzerinde duracağız. Önce ikinci sorudan
başlayacağız. Şimdi ele aldığımız sorun çok eski bir sorundur, felsefeye
Platon ile girmiştir. Platon'un "idealar kuramı" tam da bu sorunun
çözümüne bir girişimdir, ve kanımca şimdiye dek yapılmış girişimlerin en
başarılısıdır. Aşağıda savunulacak kuram, yalmzca zamanın zorunlu
kıldığı değişmeler dışında geniş bölümüyle Platon'undur.
Platon için bu sorunun ortaya çıkışı az çok şöyledir: Diyelim, adalet
gibi bir düşünceyi ele almışız. Eğer adaletin ne olduğunu kendi
kendimize sorarsak, şu, şu ya da şu adaletli eylemleri, ortak olarak
nelerinin bulunduğunu saptayacak biçimde ele alarak işe başlarız.
Bunların hepsi, bîr anlamda, adaletli olan her şeyde bulunup başka
hiçbir şeyde bulunmayan bir ortak doğadan pay almış olmalıdırlar.
Hepsinin de adaletli olmasını sağlayan bu ortak doğa, adaletin kendisi,
günlük yaşamın olgulanyla birleşerek adaletli eylemlerin çeşitliliğini
üretecek an özdür. Ortak olgulara uygulanabilen herhangi başka bir
sözcük örneğin "aklık" için de durum böyledir. Sözcük çok sayıda tikel
şeylere uygulanabilir, çünkü hepsi de ortak bir doğa ya da özden pay
alırlar. Platon'un "idea" ya da "biçim" dediği şey bu an özdür. (Onun
düşündüğü anlamda ideaların, zihnin bunlan anlayabilmesine karşın,
zihinde bulunduğu sanılmamalıdır). "Adalet" ideası adaletli olan hiçbir
şeyle özdeş değildir; o tikel kendisinden pay aldıkları bir şeydir.
Tikel olmadığına göre kendisi duyu dünyasında bulunamaz. Üstelik duyu
nesneleri gibi ömürsüz ve değişken değildir: hep kendi kendisidir,
değişmez ve yok edilemez. Böylece Platon bir duyu-üstü dünyaya gitti,
duyulann alışılmış dünyasından daha gerçek olan idealann gerçek
dünyasına ki, gèrçegin, duyu-dünyasına düşen soluk bir yansıma veren de
odur. Platon için doğru gerçek dünya idealar dünyasıdır; çünkü duyu
dünyasındaki şeyler üzerine ne söylemek istersek isteyelim, yalnızca
onların, kendi niteliklerini oluşturan şu ve şu idealardan pay
aldıklannı söyleyebiliriz. Bundan sonra bir gizemciliğe geçmek kolaydır
artık. Bir gizemsel aydınlanma içinde, duyu nesnelerini gördüğümüz gibi
idealan da göreceğimizi umarız ve ideaların göklerde bulunduğunu
düşleyebiliriz. Bu gizemsel gelişmeler çok doğaldır, fakat kuramın
temeli mantıktadır ve biz de onu mantığa dayalı olarak ele alacağız.
10 TÜMELLER BİLGİMİZ ÜZERİNE Bir kişinin belli bir zamandaki bilgisi
bakımından, tümeller, ükeller gibi tümellerin ile bilinenler, betimleme
ile bilinenler ve tanımayla da betiriılemeyle de bilinemeyenler olarak
ayrılabilirler. ilk olarak tümellerin tanıma yoluyla bilinmesi üzerinde
duralım. Başlangıçta, açıktır ki biz, ak, kızıl, kara, tatlı, ekşi,
ağır, sert v.b. biçimindeki yani duyu-verilerinden örneklenen
nitelikteki tümelleri tanırız. Bir parça ak şey gördüğümüzde ilk adımda,
bu tikel ak şeyi tanımış oluruz, fakat birçok ak şeyler gördüğümüzde
bunların hepsinde ortak olan aklığı kolayca soyutlamayı öğreniriz ve
bunu öğrenmekle de ak'ı tanımayı öğrenmiş oluruz. Benzeri bir süreç bize
aynı türden başka bir tümeli öğretecektir. Bu tür tümellere "duyulur" nitelikler denilebilir.
Bunlar ötekilere göre daha az bir soyutlama çabasıyla kavranabilir ve
öteki tümellere göre tikellere daha yakın görünürler. Şimdi bağıntılara
geliyoruz. Anlaşılması en kolay bağıntı, bir tek karmaşık duyu-verisinin
ayrı bölümleri arasındaki bağınüdır. Örneğin, üzerine yazı yazdığım
bütün bir sayfayı bir bakışta görebilirim, böylece de bütün sayfa bir
duyu-verisi içine girmiş olur. Fakat sayfanın kimi bölümlerinin
ötekilerin solunda, kimilerinin de ötekilerin üstünde olduğunu algılanm.
Bu örnekte soyutlama süreci şu yolu izler gibi görünüyor: Birbiri
ardından birçok duyu-verileri görüyorum ye bunlardan biri ötekinin
sonunda bulunuyor; başka başka ak şeylerde olduğu gibi bütün bu
duyu-verilerinin de ortak bir yanlan olduğunu görüyorum ve soyutlamayla
anlıyorum ki bunlann aralanndaki ortak yan, bölümleri arasındaki belli
bir bağınü yani benim "solunda olmak" dediğim bağıntıdır. Bu yoldan
tümel bağıntıyı tanımış olurum. Buna benzer yoldan, zaman içindeki
öncelik sonralık bağıntısını da öğrenebilirim. Bir çan sesi duyduğumu
kabul edelim: son çan sesi vurduğunda, daha önceki bütün sesler
kulağımdadır ve daha önceki seslerin sonrakilerden önce vurduğunu
algılayabilirim. Bellek konusunda da ansıdığım bir şeyin şimdiden daha
önce geçmiş olduğunu algılayabilirim. Bu kaynaklann hepsinden, tümel
öncelik ve sonralık bağıntısını, tıpkı "solunda olmak" bağıntısını
soyutladığını gibi soyutlayabilirim. Yani uzam bağınüsı gibi,
zaman-bağıntısı da tanıdığım şeylerdir. Bunlara çok benzeyen yoldan
tanıdığımız başka bir bağıntı da benzerliktir. Aynı anda iki boz tonu
görsem, bunlann birbirine benzediğini görebilirim; aynı zamanda bir de
kızıl tonu görsem, iki boz arasındaki benzerliğin her bozun kızılla olan
benzerliğinden daha büyük olduğunu görürüm.
11 SEZGİSEL BlLGl ÜZERİNE inandığımız her şeyin kanıtlanabilir ya da hiç
olmazsa olasılığının yüksek olduğu gösterilebilir türden olması
gerektiğine ilişkin bir genel izlenim vardır. Çoğu kimse, kanıt
gösterilemeyen bir inancın usa uymaz bir inanç olduğu duygusundadır. Ana
çizgisiyle bu görüş doğrudur. Ortak inançlarımızın hemen hepsi, onlann
sebeplerini gösterir diye bilinen başka inançlardan ya çıkanlmıştır ya
da çıkanlabilecek gibidir. Kural olarak, sebep ya unutulmuş ya da
zihnimizde hiç belirmemiştir. Örneğin, biraz sonra yiyeceğimiz yemeğin
zehire dönüşmeyeceğini kabul etmemiz için ne gibi bir sebep bulunduğunu,
içimizden pek azı kendi kendine sormuştur. Yine de bir açıklamaya
çağnlsak, o anda hazır durumda olmasak bile, yeterli bir sebep
bulunabileceği duygusundayızdır. Ve buna inanmakta genellikle haklıyız.
Fakat karşımızda, gösterdiğimiz her sebep için yeni bir sebep soran
direnici bir Sokrates bulunduğunu düşünelim. Er ya da geç, belki de çok
geçmeden öyle bir noktaya sıkışınz ki, artık yeni bir sebep
bulamadığımız gibi, kuramsal olarak bile ortaya konacak bir sebep
kalmadığına hemen hemen kesinlikle inanınz. Günlük yaşamın ortak
inançlanndan başlayıp adım adım geri çekilerek, bir genel ilkeye ya da
bir genel ilkenin apaçık belli görünen bir örneğine vannz ki, bunun
artık daha açık bir şeyden çıkanlması olanağı yoktur. Günlük yaşam
sorunlannın çoğunda, yemeğimizin besleyici mi yoksa zehirli mi olduğu
gibilerinde, Bölüm VTda tartışmasını yaptığımız genel ilkeye döneriz.
Fakat bundan sonra daha da geri gidiş olamaz gibi görünüyor, ilkenin
kendisini, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, usavurmalarımızda sürekli
kullânınz; fakat hiçbir üsavurma bizi, daha yalın bir apaçık ilkeden
başlayıp sonuç olacak bir tümevanm ilkesine götürmez.
12 DOĞRULUK VE YANLIŞLIK Doğrular
üzerine olan bilgimizin, şeyler üzerine
olan bilgimizden ayrımlı olarak, bir karşıtı yani yanlışı vardır. Şeyler
söz konusu olduğunda, onlan ya biliriz ya bilmeyiz, fakat şeylerin
bilgisinde, hele kendimizi tanıma yolundan bilgiyle sınırlamışsak,
yanlış diye betimlenebilecek somut bir zihin durumu yoktur. Neyi
tanımışsak, bunun bir şey olması gerekir; tanımamızdan yanlış çıkanmlar
yapabiliriz fakat tanımanın kendisi yanlış olamaz. Yani tanıma konusunda
bir ikilik yoktur. Fakat doğrulann bilgisi konusunda ikilik vardır.
Doğru olana inandığımız gibi yanlış olana da inanabiliriz. Biliyoruz ki
birçok
konular üzerinde, başka başka kimselerin başka b13aşka ve bağdaşmaz
düşünceleri vardır: demek inançlann kimisi yanlıştır. Yanlış inançlar da
çokluk doğru inançlar kadar güçlü savunulduğundan, bunlann doğru
inançlardan nasıl ayırt edilebileceği zor bir sorudur. Belli bir
durumda, inandığımız şeylerin yanlış olmadığını nasıl bilebiliriz? Bu,
sorulann en zorudur ve inandırıcı biçimde yanıüanması olanaksızdır.
Bununla birlikte, daha az güç olan bir başlangıç sorusu vardır: doğru ya
da yanlıştan ne anlıyoruz? Bu bölümde bu başlangıç sorusu üzerinde
düşünülecek. Bu bölümde, bir inanan doğru ya da yanlış olduğunu nasıl
anlayabileceğimizi sormuyoruz: bir inanan doğru ya da yanlış olmasının
ne anlama geldiğini soruyoruz. Bu soruya verilecek yanıtın, hangi
inançlann doğru olduğu sorusuna yanıt bulmakta yardımcı olacağı
umulabilir, fakat şimdilik "hangi inançlar doğrudur?", "hangi
inançlar,yanlıştır?" diye değil "doğruluk nedir?", "yanlışlık nedir?"
diye soruyoruz. Bu başka başka sorulan birbirinden ayn tutmak çok
önemlidir, çünkü onlan birbirine kanştırmakla ortaya, bunlardan
hiçbirine gerçekten uygulanamayan bir yanıt çıkacağı bellidir.
Doğruluğun doğasını bulma girişiminde gözönünde tutulacak üç nokta,
herhangi bir kuramın gerçekleştirmesi gereken üç gerekseme vardır.
(1)
Doğruluk kuramımız onun karşıtını yani yanlışlığı da kabul edecek
biçimde olmalıdır. Birçok filozof bu koşulu uygun biçimde yerine
getirmedi: bütün düşündüklerimizin doğru olduğunu kabul eden kuramlar
yaptılar, o zaman da yanlışa yer bulmakta en büyük güçlüğe düştüler. Bu
açıdan, inanma kuramımızın tanıma kuramımızdan başka olması gerekir,
çünkü tanımada herhangi bir karşıtı gözönünde tutma gereği yoktur.
(2) Oldukça açık biçimde görülür ki inançlar olmasaydı yanlışlar da
olmazdı ve doğruluğun yanlışlıkla bağlılaşık olduğu anlamda doğruluk da
olmazdı. Yalnzca özdekten oluşan bir dünya düşünsek, böyle bir dünyada
yanlışlığa yer olmazdı ve orada "olgular" denen şeyler olsa bile,
doğrulann yanlışlarla aynı türden oluşları bakımından, doğrular da
bulunmazdı. Gerçekte doğru ve yanlış, inançların ve yargılann
özellikleridir: yani yalnızca özdekten oluşan bir dünyada, inanç ve
yargılar bulunmayacağına göre doğru ve yanlış da bulunmazdı.
(3)
Fakat bu söylemiş olduğumuz şeye karşın, bir inancın doğruluğunun ya
da yanlışlığının, her zaman,, inancın kendisinin dışında bulunan bir
şeye bağlı olduğu da gözönünde tutulmalıdır. Eğer Charles I'in
darağacında öldüğüne inanmışsam bunun doğruluğu, benim inancımın
yalnızca kendisinin incelenmesiyle bulunabilecek bir özünlü niteliği
yüzünden değil, iki buçuk yüzyıl önce geçmiş bir tarihsel olay
yüzündendir. Eğer Charles I'in yatağında öldüğüne inansam yanlış bir
şeye inanmış olurum: inancımın canlılık derecesi ya da o inanca varmak
için gösterdiğim özen onun yanlışlığının önüne geçemez, bu da yine benim
inancımın özünlü bir özelliğinden değil, çok zaman önce olanlar
yüzündendir. Yani doğruluk ve yanlışlığın, inançların özellikleri
olmalanna karşın, bunlar inançlann herhangi bir içsel niteliğine değil,
inançlarla öteki şeyler arasındaki bağıntıya bağlı özelliklerdir.
Yukarıdaki gereklerden üçüncüsü bizi doğrunun, inançla olgu arasında bir
karşılıklılık biçiminden oluştuğu görüşüne ki tümüyle filozoflar
arasındaki en yaygın görüştür götürür. Nedir ki, çürütülmez biçimde
karşı çıkılamayacak bir karşılıklılık biçimi bulmak hiç de kolafj
değildir. Bir yanıyla bu yüzden bir yanıyla dâ, eğer doğru, düşünceyle
onun dışındaki bir şeyin karşılıklığından oluşsaydı, düşüncenin, doğruya
ne zaman ulaşıldığını bilmesinin olanaksız olacağı duygusuna
kapılmaları yüzünden birçok filozoflar doğruyu, tümüyle inanç dışında
bir şeyle bağıntıya dayandırmayan bir tanımlama denemesine
yönelmişlerdir.
13 BİLGİ, YANLIŞ, OLASILIKLI SANI Bundan önceki Bölümde incelediğimiz,
doğruluk ve yanlışlıktan ne anlıyoruz, sorusu, neyin doğru neyin yanlış
olduğunu nasıl bilebiliriz sorusuna göre daha az ilginçtir. Bu soruyla bu
bölümde uğraşacağız. İnançlarımızın kimilerinin yanlış olduğundan şüphe
edilemez; bu durumda şu ya da şu inancın yanlış olmadığına nasıl
güvenebileceğimizi araştırmamız gerekiyor. Başka deyimle, herhangi bir
şey bilebilir miyiz, yoksa yalnızca ara sıra iyi raslantılarla mı doğru
olana inanıyoruz? Bununla birlikte, bu soruya girmeden önce, "bilme n
den ne anladığımıza karar vermemiz gerek ve bu soru sanıldığı kadar
kolay değildir. İlk bakışta bilginin "doğru inanç" diye
tanımlanabileceğini sanınz. İnandığımız doğruysa, inandığımız şeyin
bilgisine eriştiğimiz sanılabilir. Fakat, bu sözcüğün yaygın kullanılış
biçimine uygun değildir. Çok dümdüz bir örnek alalım: Bir insan son
Başbakanın son adının B ile başladığına inansa, son Başbakan Sir H. C.
Bannerman olduğuna göre, inandığı şey doğrudur. Fakat son Başbakanın Mr.
Balfour olduğuna inanıyorsa, yine son Başbakanın son adının B ile
başladığına inanır, fakat bu inanç doğru olmakla birlikte, bunun bir
bilgi olduğu söylenemez. Bir gazete, henüz sonuç üzerinde hiçbir telgraf
gelmeden, zeki bir önceden görüşle, bir savaşmanın sonucunu bildirse,
iyi bir raslantıyla, sonradan doğru çıkabilecek bir sonucu bildirmiş
olur ve az deneyli okurlannda da bir inanç doğurur. Fakat inançlannın
doğru olmasına karşın bunlann bilgili olduğu söylenemez. Böylece açıkça
görülüyor ki, doğru bir inanç eğer yanlış bir inançtan çıkanlmışsa bilgi
değildir. Bunun gibi, doğru bir inanca, çıkanldığı öncüler doğru bile
olsa, yanlış bir usavurma sonucunda çıkanlmışsa, yine bilgi denemez.
Bütün Yunanlılann insan olduklannı, Sokrates'in de bir insan olduğunu
bilsem ve bundan Sokrates'in Yunanlı olduğunu çıkarsam Sokrates'in
Yunanlı olduğunu bildiğim söylenemez, çünkü öncüllerimizin ve çıkardığım
sonucun doğru olmasına karşın, bu sonuç bu öncüllerden çıkmaz.
14 FELSEFİ BlLGlNÎN SINIRLARI Felsefeyle ilgili olarak şimdiye dek bütün
söylediklerimizde, filozoflann çoğunun yazılannda büyük bir yer tutan
birçok konulara pek az dokunduk. Filozofların çoğunluğu ya da en azından
bir çoğu, dinin temel dogmalan, evrenin temelde usa uygunluğu
(rationality), özdeğin kuruntusallığı (illusoriness), kötülüğün
gerçek-dışılığı v.b. gibi şeyleri a priori metafizik usavurmayla
kanıtlayabileceğini öne sürerler. Birçok yaşam-boyu felsefe
öğrencilerinin başlıca esin kaynağının, bu tür savlara inanmak için sebep bulma umudu olduğuna şüphe yoktur. Bu
umut, kanımca boştur. Bir bütün olarak evrenle ilgili bilginin
metafizikle elde edilemeyeceği ve mantık yasalarına dayanarak şöyle ve
şöyle şeylerin varolmalan gerektiği, şöyle ve şöylelerinin ise
olamayacaklan biçiminde önerilen kanıtlann eleştirel bir irdelemeye
dayanamayacakları görülebiliyor. Bu bölümde içinde bu tür usavurmalann
yapıldığı yolu, onun sağlamlığına umut bağlanıp bağlanamayacağını
bulmaya çalışan bir bakışla, kısaca ele alacağız. Bizim incelemek
istediğimiz görüş türünün yakın çağdaki büyük temsilcisi Hegel'dir
(1700-1831). Hegel'in felsefesi çok zordur ve yorumcular onun doğru
yorumunda birbirinden aynlırlar. Benim kabul edeceğim yoruma göre ki
yorumculann çoğunun değilse bile bir çoğunun kabul ettiğidir ve ilginç
ve önemli bir felsefe türü vermek gibi bir değeri vardır, Hegel'in
başlıca savı, Bütün'ün dışmda her şeyin açıkça eksik olduğu ve dünyanın
geri kalanının ona sağlayacağı tamamlık olmadan varolma olanağı
bulunmadığıdır. Tıpkı bir anatomi bilgininin bir tek kemikten, bütünün
ne tür bir hayvan olduğunu bilmesi gibi metafizikçi de Hegel'e göre,
gerçekliğin herhangi bir parçasından, gerçeğin bütününün ne olması
gerektiğini hiç olmazsa kalın çizgileriyle görür. Gerçeğin görünüşte ayn
her bölümünde, sanki onu yanındaki bölüme bağlayan kancalar vardır;
yandaki bölümün kendinin de kancalarıyla; bu böyle bütün evrenin yeniden
kurulmasına dek gider. Özdeki bu eksiklik, Hegel'e göre, düşünce
dünyasında da nesneler dünyasında da görülür. Düşünce dünyasında, soyut
ya da eksik bir ideyi alsak, incelemede eğer onun eksikliğini unutursak
çelişkilere düştüğümüzü görürüz; bu çelişkiler sözkonusu ideyi kendi
karşıtına ya da karşı savına dönüştürür ve bundan kurtulmak için, bizim
baştaki idemizle karşı-savının bireşimi olan, daha az eksik bir ide
bulmamız gerekir.
15 FELSEFENİN DEĞERİ Felsefe sorunlan üzerindeki kısa ve çok eksik
incelememizin sonuna geldiğimize göre, felsefenin değerinin nereden
geldiği ve onun niçin öğrenilmesi gerektiği üzerinde düşünmekte yarar
var. Birçok insanlann, bilimin ya da yaşam uğraşlannın etkisi altında
kalarak, felsefenin, ne yaran ne de zaran olan önemsiz, kılı kırk yaran
ayırmalardan ve bilinmesi olanaksız konular üzerindeki çalışmalardan
başka bir şey olmadığını düşünme eğiliminde olduklan olgusu gözönünde
tutulduğunda, bu soru üzerinde düşünmek daha da gerekli oluyor. Felsefe
üzerindeki bu görüş, bir yanıyla yaşamın amacı üzerindeki anlayıştan,
bir yamyla da felsefenin gerçekleştirmeye çalıştığı yararlann türünü
yanlış anlamaktan ileri gelir gibi görünüyor. Fizik bilimi, buluşlan
aracılığıyla, kendisinden tümüyle habersiz olan sayısız insanlara
yararlı olur; yani fizik biliminin öğrenilmesi yalnızca ya da önce,
öğrenen üzerindeki etkisinden değil, fakat genellikle insanlık
üzerindeki etkisi yüzünden salık verilmelidir. Bu durumda felsefeye
yararlılık düşmüyor. Eğer felsefe öğrenmenin, onu öğrenenlerin
dışındakier için bir yaran varsa, bu ancak dolaylı yoldan, onu öğrenenlerin
yaşamları üzerindeki etkisi aracılığıyla olmalı.
Çeviren: Vehbi Hacıkadiroğlu