02 Haziran 2021

Frederic Gros - Yürümenin Felsefesi

 
Yürümek sadece a noktasından b noktasına varmaktan ibaret değildir, yürümek hedefe yönelmektir. Monoton hayatın ortasında dimdik durmaktadır. insanlar bazen yalnızlıktan bazen isyandan yürür ama bilinçli yada bilinçsizce gerçekleştirdiği bu eylem aslında dünyada var olduğunun bende buradayım demenin sesiz bir ritmidir.  Dünya şarkısına çalınan en iyi müzik aletidir.

Yürümenin Felsefesi Hakkında
Nietzsche’nin Kara Orman’da yürürken göz çukurlarına dolan mutluluk gözyaşları, Rimbaud’nun tahta ayağıyla açılacağı çöllere dair kurduğu düş, yasaklı Rousseau’nun Alpler’deki adımları, Thoreau’nun Walden’daki gezintisi, Nerval’in dar sokaklardaki aylaklığı ve daha niceleri… Aylaklar, göçebeler, sürgünler, hacılar, kaçaklar, seyyahlar, münzeviler ve mülteciler yürüyorlar. Peki yürümek sadece evle iş arasında gidip gelmek, bir yerlere yetişmek ve koşuşturmak değil de evrenle özel bir ritim, akort ya da hafifleme içinde buluşmak olabilir mi? Yeryüzüyle hemhal olup kendimizi başkalaşmaya açarak yürüyebilir miyiz?
Yürümek iki mesafe arasında gidip gelmek değil yaratıcı bir eylemdir. Hem kendi yalnızlığımıza çekildiğimiz hem de toplum olarak bizi dönüştürecek bir ayağa kalkıştır. İki büklüm vücudun karşısında dikilmeye çalışan, attığı her adımda yeryüzünün gerçek bir parçası olduğunu fark eden Homo Viator’un eylemidir. Çünkü Yürüyen İnsan kendi üzerine çöken kaygı, haset ve korku yumaklarını çözer, varlığını yeryüzünün ebediyen yeni olan kalbine düğümler. Yürüyoruz, işte bu düğümü atmak için.
Yürümenin Felsefesi Yorumlar
 
“Yaşamak için ayağa kalkmamışken, yazmak için oturmak nasıl da beyhudedir.”-Henry David Thoreau
 
YÜRÜMEK SPOR DEĞİLDİR. 
Spor teknik, kurallar, puanlama ve rekabet meselesidir, durmadan öğrenmeyi ve çalışmayı gerektirir; duruşları tanımak, doğru hareketleri bir araya getirmektir. Doğaçlama ve yetenek çok sonra gelir. Spor skor tutmaktır: Hangi sıralamadasın? Zamanlaman ne? Sonuç ne? Tıpkı savaşta olduğu gibi, kazanan ve kaybeden ayrımı burada da mevcuttur. Sporla savaş arasında, savaşta onura, sporda utanca dönüşen bir benzerlik bulunur: rakibe duyulan saygı, düşmana duyulan nefret. Spor aynı zamanda dayanıklılık kazanmanın, yılmadan denemenin ve disiplinden haz almanın öğrenilmesidir. Ahlaki bir sistem, bir iştir spor. Elbette maddi bir yönü de vardır; yorumlamalara, gösterilere dayalı bir pazardır. Performanslardan oluşur. Spor marka ve imaj tüketicilerinin üşüştüğü şaşaalı büyük törenlere zemin hazırlar. Para ruhları boşaltmak, tıp ise yapay bedenler inşa etmek için istila eder sporu. Yürümek spor değildir. Bir ayağı diğerinin önüne atmak çocuk işidir. Yürüyenler karşılaştığında ne bir sıralama vardır ne de puanlama. Yürüyen hangi yoldan geldiğini, en güzel manzaranın hangi patikadan görüldüğünü, görüşün hangi noktada daha iyi olduğundan bahseder. Buna rağmen bir aksesuar piyasası yaratmaktan geri kalınmamıştır: devrim niteliğinde ayakkabılar, inanılmaz çoraplar, müthiş sağlam pantolonlar... Alttan alta sporcu ruhu da işe dahil edilir: Yürümüyoruz artık, “trekking yapıyoruz”. Yürüyenleri kayakçı özentisi gibi gösteren ince değnekler bile satılmaktadır. Ama bu iş çok yürümez. Yürümemelidir de. Ağırdan almak adına şimdiye dek yürümekten daha iyi bir şey bulunamamıştır. Yürümek için iki bacağınızın olması yeter-lidir. Gerisi fasa fisodur. Hızlanmak mı istiyorsunuz? O hâlde yürümeyin, başka bir şey yapın; tekerleklileri kullanın, kayın, uçun! Yürümeyin. Ve unutmayın, yürürken takdire şayan tek şey gökyüzünün parlaklığı, manzaranın görkemidir. Yürümek spor değildir. Bir kez ayakları üstünde dikildi mi, olduğu yerde kalamaz insan. 
 
YÜRÜMEK DIŞARIDA, “açık hava” dediğimiz yerde olmaktır. Yürümek şehirli insanın mantığını, hatta en yaygın şartlanmışlık-larımızı bile tersyüz eder. Dışarı çıktığınızda bir “içeriden” diğerine geçersiniz hep: daireden büroya, evden en yakındaki mağazaya... Başka yerlerde, başka şeyler yapmak için dışarı çıkarsınız. Dışarısı, bir geçiştir: Ayıran şeydir; burayla ora arasındaki bir engeldir adeta. Ancak kendine ait bir değeri yoktur; evle metro durağı arasındaki mesafedir. Telaşlı bir beden ve özel hayata dair ayrıntılarla yarı meşgul bir zihinle birlikte -ki bu zihin bir yandan da işin zorunluluklarıyla meşguldür- eller, koşturan bacaklardaki cepleri karıştırıp hiçbir şey unutulmadığından emin olmaya çalışırken katedilen mesafedir hep. Dışarısı güçlükle var olur; ayırıcı bir koridor, bir tünel, devasa bir hava kilidi gibidir. Bazen de sadece “hava almak” için dışarı çıkarsınız; kendinizi nesnelerin ve duvarların hareketsizliğinin ağırlığından kurtarmak için. Çünkü içeride fazlasıyla bunalırsınız, güneş yukarıda parlarken “soluklanmak” istersiniz; bu ışıktan mahrum kalmak haksızlık gibi gelir size. Elbette bir yerlere gitmek için değil, sadece dışarıda olmak, bahar esintisinin ferah serinliğini ya da kış güneşinin narin ılıklığını hissetmek için dolaşmaya çıkarsınız. Bir fasıla, idareli bir mola... Çocuklar da sırf dışarı çıkmış olmak için dışarı çıkarlar. O yaşlarda “dışarı çıkmak” oynamak, koşmak, gülmek demektir; sonralarıysa arkadaşlarla buluşmak, ebeveynlerden uzakta olmak, başka bir şeyler yapmak. Ama çoğunlukla dışarısı yine iki kapalı alan arasında kalır: bir ara istasyon, bir geçiş; zamanla sınırlı bir mekan. Dışarısı... Günlere yayılan yürüyüşlerde, büyük gezintilerde her şey tersine döner. “Dışarısı” artık bir geçiş değil, süreklilik unsurudur. Tersine dönen şudur: Bir pansiyondan diğerine, bir sığınaktan ötekine gidersiniz; habire değişen ve çeşitlenen şey “içerisi”dir artık. Aynı yatakta iki kere uyumazsınız, her akşam başka bir ev sahibi misafir eder sizi. Her dekor, her ortam yeni bir sürprizdir; çeşit çeşit duvarlar, taşlar. Durursunuz: Gece çökmüş, beden yorulmuştur, dinlenmemiz gerekir. Bu içeriler her defasında kilometre taşlarıdır, dışarıda daha uzun süre kalmayı sağlayan araçlardır, geçişlerdir. Bahsedilmeye değer bir başka konu da sabah atılan o ilk adımların yarattığı tuhaf etkidir. Haritaya bakmış, yola karar vermiş, vedalaşmış, çantalarınızı toplamış, izleyeceğiniz patikayı işaretlemiş, gideceğiniz yönü gözden geçirmişsinizdir. Sanki tereddütle, yola çıkmayı ertelemek için bu işlere verirsiniz kendinizi: Durur, yönü kontrol eder, bulunduğunuz noktada dönersiniz. Sonra yol önünüzde açılıverir. Yola atılır, ritmi tutturursunuz. Başınızı kaldırınca yolda olduğunuzu görürsünüz, sırf yürümek, dışarıda kalmak için düşmüşsünüzdür yola. Olan biten budur, her şey bundan ibarettir, oradasınızdır. Dışarısı, bizim bir diğer parçamızdır: Bir araya geldiğimizde hayatta olduğumuzun tam ayırdına varırız. Bir pansiyondan diğerine gitmek için ayrılırsınız, ama üzerinize yapışan süreklilik hissi, etrafınızı kuşatan manzaralar ve hep orada duran tepe sıralarından ileri gelir. Ve onların arasında sanki kendi evimdeymiş gibi dolaşan benim; yürüyerek meskenimi ölçüyorum. Katedip ardınızda bıraktığınız mecburi yollar sizin için tek gecelik yataklar, tek seferlik yemekhanelerdir ve buraların sakinleri de birer hayalettir; kalıcı meskeniniz sadece manzaradır. İşte “dışarısı” ile “içerisi” arasındaki o büyük ayrım yürüyüşle altüst olur. Dağları, ovaları aşıp pansiyonda konakladığımızı söylememeliyiz, zira bunun neredeyse tam tersi olmaktadır: Günler boyunca ikamet ettiğim yer bu tabiattır, onu yavaş yavaş ele geçirir, mekanım kılarım. Dünyanın tam ortasında, istirahat duvarlarını ardınızda bıraktığınız ve yüzünüzün rüzgarla buluştuğu anda, sabahların o tuhaf etkisi de ortaya çıkabilir artık: Sabahtan akşama kadar evim burası işte, yürüyerek ikamet edeceğim yer. 
 
NEŞE, HAZ, HUZUR, MUTLULUK Günümüzde hepsi aynı kefeye konuyor. Antik Yunan bilgeleri bu iyi olma hâllerini birbirinden ayırmaya büyük özen gösterirdi, çünkü felsefe okulları da birbirinden ona göre ayrılıyordu. Bir süreliğine, bütün felsefe okulları bilgeliğin herkese kendi varlığının ışığını bulma olanağı vermesi gerektiği yönünde hemfikir olsa da, hayatın anlamı olarak görülen ve üstüne çokça düşünülmüş bu hâlin tanımı üzerinde fikir ayrılıklarına düşmüşlerdir. Kireneliler, Epikürcü-ler, Şüpheciler, Platoncular, hepsi de bu iyi olma hâlini neşe, mutluluk ya da huzura dayalı olarak birbirinden tamamen farklı şekillerde tanımlamışlardır. Fakat yürüme deneyiminin bu farklılıklarla alakası yoktur. Yürümek iyi olma hâllerini farklı durumlara göre farklı derecelerde hissetme şansı vermek suretiyle bütün olasılıklara açıktır. Yürümek, bütün büyük kadim bilgeliklere iyi bir girizgahtır. Öncelikle hazzı ele alalım. Haz bir karşılaşma meselesidir. Bir bedenle, bir doğa gücüyle, bir maddeyle karşılaşınca ortaya çıkması muhtemel bir histir. Haz sadece hoşa giden, tatlı, eşsiz, olumlu anlamda ani, vahşi duygularla ilgilidir. Her zaman duyularla alakalıdır ve her zaman coşmak için tetikte bekleyen, bedenlerimize kayıtlı şeylerle açığa çıkar. Haz, bedenlerimizde tetikte bekleyen hisleri ateşleyecek şeye kavuşmaktır. Hazzın sıkça irdelenen kötü yanı, tekrarın onun yoğunluğunu azaltmasıdır. Beni tatmin eden o şeye ikinci seferde daha büyük coşkuyla atılırım çünkü kendimi gelecek hazza önceden hazırlamışımdır. Onun her boyutunu keşfetmeye, tek bir detayım kaçırmadan tadına varmaya çalışırım. Bunu üçüncü, dördüncü sefer izler, böylece o da bilindik, alışılmış şey olur. Aynı meyve, aynı şarap, aynı temastır belki ama izleri belli belirsiz bedenimdedir; artık bedenimde güçlü bir etki bırakmadan geçer gider. Hazda aranan bu yoğunluktur işte; hissetme melekelerinin şaşkına döndüğü, uyandığı, çalkalandığı, uyarıldığı o an. Tekrarla birlikte yavanlaşır, tazeliğini kaybeder, meşakkatli görünür, bayağılaşır. Bu noktada şu iki stratejiden birini seçersiniz: çeşitlilik ya da nicelik. Ya türleri değiştirip farklı çeşitlilikler bulur, ya başka tarzlara geçer ya da dozu artırırsınız. Bu stratejiler ilk uygulandığında biraz işe yarar. Azalmış yoğunluğun bir kısmı yeniden kazanılır. Fakat bu etkiler için fazla beklentiye girilir ki, bu beklenti hazzı öldürür. Yürürken de bu hazzı karşılaştığımız şeylerden alırız. Ka-radut ve yaban mersinlerinin kokusundan, yaz güneşinin tatlılığından, akarsuların ferahlığından. Daha önce karşılaşmadığımız her şeyden. Yürümek, bizi hissizleştiren hastalığı yol boyunca karşılaştığımız bu gibi şeylerle iyileştirir, tıpkı azar azar ilaç zerk eder gibi. • • • Neşe ayrı bir hâldir; pasifliği az ve talepkarlığı fazladır, yoğunluğu az ve bütünlüğü fazladır, kapsamı daha dar olsa da zenginliği fazladır. Yürürken, bir faaliyete duyulan bağla tecrübe edilir neşe. Aristoteles ve Spinoza’da da aynı temel düşünce vardır: Neşe bir olumlamaya eşlik eder. Üzüntüyse pasifliktir; ben yapamadığımda belirir. Kendimi zorlarım, elim kolum bağlıdır, her şey bana karşıdır. Sebat ederim, zorlarım. Yeniden başlarım ama üstümde yine aynı ölü toprağı vardır: yapamama hissiyatı. Daha boş bir sayfaya bakarken tükenirim, çok zordur. Kelimeler aklıma gelmez, tıpkı sarsak ve grotesk kalın derili hayvanlar gibi ayak sürüyüp bir-birleriyle çarpışarak, düzensiz bir sırayla bozuk cümleler oluştururlar. Spor müsabakalarında bir şeyi yapamamak da bunun bir örneğidir; insan kendini zorlar, bacaklar birer direk ve beden de örstür sanki. Ona söylenen hiçbir şeyi yapmayıp karaya oturur, biçimsiz bir kütleye dönüşür. Keza bir müzik aletiyle ce-belleşe cebelleşe hevesin kırılması da böyledir; parmaklar yanıt vermez, tokmak gibi ağırlaşmışlardır. Şarkıcının sesi kayar, de-tone olur. Ses çatlar. Ya da aşırı çalışmadan bıkmak da öyledir; çok fazla tekrar ister, çok katmanlıdır. Makineyi can sıkıntısına ve yorgunluğa karşı durmadan iteklemek gerekir. Hiçbir şey fayda etmediğinde, üzüntü peyda olur. Engellenmiş, kösteklenmiş, karşı çıkılmış, rayından çıkmış bir olumlamadır üzüntü. Zor bir eylemi gerçekleştirmek zorunda olduğumda yeniden başlarım, inat ederim ve nihayetinde eylem gerçekleşir. Bundan sonra aynı şey bana gitgide daha kolay gelir. Her şey daha çabuk ve rayında gider. İdman yaparken bedenin başlangıçtaki hamlığını atmaya benzer bu. Zamanla beden hafifler, bir yanıt verir. Neşe bir şeyi sonucuna erdirmenin verdiği haz, bir zafer duygusu veya başarıya ulaşmanın tatmini değildir. Ustalıkla harcanan bir enerjinin göstergesi, bağımsız bir olumlamadır: Bu hâlin içinde her şey mümkün görünür. Neşe bir faaliyettir; zor olan ve zaman alan şeyi kolaylıkla icra etmek, zihnin ve bedenin melekelerini olumlamaktır. Bulduğunda ve keşfettiğinde düşünceye dolan neşe, bir işi çaba sarf etmeden yaptığında bedene dolan neşe. İşte bu yüzden hazzın aksine neşe tekrarlarla artar ve zenginleşir. Yürürken, sürekli duyulan gümbürtüdür neşe. Elbette yer yer çaba sarf etmek zorunda kalabilir, güçlüklerle karşılaşabilirsiniz yine. Ayrıca gönül rahatlığıyla dolu anlarınız da olacaktır, inip ardınızda bıraktığınız dik yamaca gururla bakmak mesela. Fakat bu tatminler çoğunlukla yeniden nicelikler, puanlamalar, sayılar dünyasına girilmesine sebep olur (Hangi yol? Ne kadar uzun? Hangi yükseklikte?). İşte o zaman yürümek yarışa dönüşür. Dağlarda yapılan uzun yürüyüşler (her biri ayrı bir mücadele olan dorukları fethetmek) bu yüzden her zaman hafiften kirlidir, çünkü narsistik tatminlere yol açar. Caka satmayla alakası olmayan yürüyüşe, bedeni en eski doğal eylem içinde hissetmenin getirdiği basit neşe hâkimdir, ilk adımlarını atan bir çocuğun bir ayağını diğerinin önüne koyarken ışıldayan yüzüne bakın. Siz yürürken sürekli gümbürdeyen neşe, bedenin bu hareket için nasıl da biçilmiş kaftan olduğunu, her adımda bir sonrakinin enerjisini nasıl da yakalayıverdiğini hissetmekten ileri gelir. Hatta yürüme eyleminin ötesinde ama yine onunla uyumlu olan, doygunluk şeklinde tecrübe edilen yaşama neşesi vardır bir de. Bütün gün yürüdükten sonra bacakları uzatıp dinlenmek, sade bir yemekle karnı doyurmak, hafif bir şeyler içmek ve biten günü, tatlı tatlı çöken akşamı seyretmek...3 Karnı doymuş, susuzluğu dinmiş, ağrıları saymazsak huzura ermiş bir beden, yaşadığını hissediyor olmak, duru bir yoğunluğa ve sahici bir alçakgönüllülüğe sahip neşenin en büyük kaynağıdır: yaşamanın, burada olduğunu hissetmenin, kendi varlığıyla bu dünyanın varlığının uyumunu tatmanın verdiği neşe. Ne yazık ki, uzun zamandır pek çoğumuz, doygunluğa ulaşmanın nesnelere sahip olmaya ve toplumsal itibara dayandığı inancını aşılayan kötü imajların tuzağına düşmüş durumdayız. Aslında çok yakınımızda ve çok basit olan -ve belki de bu yüzden zor görünen- neşeyi aramaya çok uzaklardan başlarız. Halbuki biz çoktandır bunun ötesindeyiz, hep ötesindeydik. Yürüme deneyimi bu durumun yeniden fethedilmesini sağlar, çünkü bedeni, neşenin yanı sıra can sıkıntısı ve yorgunluk da veren uzun süreli bir faaliyete maruz bırakmak, sonrasında beden dinlenirken, doygunlukla ve bu defa daha derinden gelen ve daha gizli bir olumlamayla (beden sakince soluk alıp vermeye devam etmektedir, hayatta ve buradasınızdır) ilişkili ikincil bir neşenin daha belirmesine yol açar. Yürürken belki de adına “mutluluk” diyebileceğimiz bir şeyi yakalarız. Yazarlar ve şairler onu büyük düşünürlerden daha iyi anlatmışlardır, çünkü mutluluk bir karşılaşma meselesidir ve duruma bağlı olarak yoğunluğu değişir. Yaban meyvelerini tadını çıkara çıkara yemekten ya da bir esintinin yanakları okşamasından alman haz. Yürümenin, “bir başına” ilerlediğini hissetmenin verdiği neşe. Yaşamanın tattırdığı doygunluk. Günbatımında mora çalan vadinin manzarası, bütün gün keskin güneşin altında ezilmiş renklerin nihayet birkaç dakikalığına da olsa altın rengi ışıkla ortaya çıkıp nefes aldığı o mucizevi yaz akşamlarının yaşattığı mutluluk. Ardından, yürüyüşlerde karşılaşan ve bir çatı altına hep beraber sığınabildikleri için sevinen insanların akşamına eşlik eder mutluluk. Fakat bunların hepsinde almaya, kabul etmeye ilişkin bir şey vardır. Mutluluk kendini bir manzaranın, bir anın, bir ortamın alıcısı olarak bulmayı ve anın lütfünü almayı, kabul etmeyi, yakalamayı gerektirir. Bunun ne yolu yordamı vardır ne de hazırlığı; sadece an geldiğinde orada olmalıdır insan. Öbür türlü başka bir şeye, bir şeyi başarmış olmanın tatminine, zaten bildiğiniz şeyi yapmış olmanın neşesine dönüşür. Mutluluk tekrarlanamaz olduğu için hayli kırılgandır; mutluluk anları nadirdir, bu anlar dünyanın kumaşındaki altın iplere benzer, onları yakalamak gerekir. Son iyi olma hâli huzurdur. Bu da farklı bir mevzudur; kayıtsızlıkla merak, reddetmeyle olumlama arasındaki dengedir. Ruhun her yönüyle dengede bulunması hâlidir. Yürüyüş, birbirini izleyen dinlenme ve hareket anlarında gizliden gizliye, ağır ağır huzurun kapısına çıkar. Huzur belli ki yürüyüşün yavaşlığına, bütünüyle tekrarlardan müteşekkil olmasına bağlıdır; kendinizi ona teslim etmeniz gerekir. Korku ve umudun yarattığı tedirgin dalgalanmalardan kurtulmuş olmak ve hatta kendini bütün kesinliklerin ötesine ko-numlandırmaktır huzur (çünkü kesinlikler savunulur, tartışılır ve inşa edilir). Günübirlik bir yola çıktığınızda ve bir sonraki aşamaya varmanın kaç saat alacağını bildiğinizde yürümekten ve yolu takip etmekten başka bir şey yapmazsınız. Yapacak başka hiçbir şey yoktur. Her hâlükarda bu vakit alacaktır; her adım saniyelerin üzerinden atlayacak ama saatleri kısaltmaya-caktır. Her hâlükarda akşam gelecek ve bacaklar aşılması imkansız mesafeyi azar azar yiyip bitirmiş olacaktır. Kaçınılmaz etkileri olan bir kaçınılmazlıktır bu. Karar vermeye, düşünmeye, hesap etmeye gerek yoktur. Tek yapılacak şey yürümektir. Belki ileriyi düşünebilirsiniz, ama yürürken her şey yavaşlar; tahminler, beklentiler cesaretinizi kırar. O hâlde yolculuğun bu ayağım bitirmek için kendi temponuzda yola devam etmeniz gerekir sadece. Huzur yalnızca yolu takip etmekten gelir. Sıkıntı ve trajediler, yaşamlarınız ve bedenlerinizdeki boş tarlaları eşeleyen şeylerdir. Siz uzaklarda yürürken bütün bunlar, durumunuzla alakasız ve müphem oldukları için rafa kalkar, bu yüzden huzur sizi yürürken yakalar. Büyük tutkuların yarattığı yorgunluğun, stres altında ezilen harala gürele yaşamların tat-sızlığınmm yerini sadece ama sadece yürüyüşün amansız bitkinliği alır. Huzur artık hiçbir şey beklemiyor olmanın, yalnızca yürümenin, yalnızca ilerlemenin hissettirdiği tazeliktir. 
 
KEYFE KEDER GEZİNTİLERDE yürürüz elbette. Gezintideki yürüme, uzun gezilerinki gibi yoğun olmasa da başka özellikler barındırır; daha mütevazıdır, mistik tavırlara, metafizik aldatmacalara, gösterişçi ifadelere pek uygun değildir. Çocuksu bir ruh yakalamak; bedavaya yorgunluk atmak, zihni dinlendirmek ve yeniden keşfetmek için gezinmek. Çocukken çıkılan gezintiler âdettendir. İşlek yollarda, belli bir zaman diliminde icra edilirler. Öylesine gezinmek değildir bu, bir gezintiye çıkmak bile değildir, yalnızca bu gezintiye mi yoksa o gezintiye mi çıkacağınıza karar verebilirsiniz. Çocuklara göre biri diğerinden farklıdır elbette. Başka yolları takip eder bu gezintiler, o yollar boyunca uzanan çitler de; manzaralar da benzersizdir. Kesişmez o gezintiler. Büyümek sadece genellemelere, benzerliklere, var olma çeşitlerine karşı duyarlı olmak demektir. Ormanlar, dağlar, ovalar, etrafımızdaki her şey aynılaşır; biz yetişkinler için bütün yollar aynı büyük manzaranın içinde toplanır. Yetişkin kimse her şeye ardında bıraktığı yılların tepesinden bakar. Tecrübeyle gelen bakış açısıysa her şeyi aynı seviyeye çeker, bir araya yığar, yavanlaştırır. Her şey aynıya döner. Yetişkin, evinin bir ülke içinde olduğunu ve ona varacak pek çok farklı yol bulunduğunu bilir. Çocuk içinse yolun ürkütücü, tekinsiz bir yanı vardır. Her yol farklı bir dünyadır adeta. Birbirlerine benzemezler ve farklı evrenlere çıkarlar. Çocuk çoktan farkındadır iki ağacın aynı olmadığının; hatları, boğumlu dalları, eğri büğrü gövdeleri onları birbirinden ayrı kılar. İki dut ağacı ya da iki meşe değil, şövalyeyle büyücü ve canavarla çocuktur onlar. Peki, kendi eşsiz ağaç sıraları, eşsiz nitelikleri, eşsiz yol renkleri ve rastlanabilecek eşsiz insanları olan iki gezinti hakkında ne söylenebilir? Her birinin farklı bir hikayesi vardır, her biri farklı sakinleri ve hayaletleri olan farklı bir krallığın kapılarını aralar. Çocuk Proust, iki ayrı dünya yaratan iki gezintiye çıkar: Svvannlar’ın (ya da Meseglise) tarafında ve Guermantes tarafında. Mevsimleri, makamları, zaman dilimleri, renkleriyle iki eksiksiz dünya haritası... Svvannlar’ın tarafındaki gezinti hava kötü olsa bile göze alınabilir çünkü kısa sürer; nazikçe kucaklanacak leylaklar, sarhoş edici kokularıyla akdikenler, yasemin çitleri arasında beliriveren Svvannlar’ın parkı ve akıl ermez, içten pazarlıklı, alaycı genç kız Gilberte. Guermantes gezintisi için öncelikle bahçenin sonundaki arka kapıyı kullanmak ve havanın bozmayacağından emin olmak gerekir çünkü uzun sürer. Guermantes her şeyden önce asla ulaşılmayan masalsı bir varış noktasıdır ama yol, (bazen kenarındaki süsenlerin arasına oturulan) Vivonne Nehri’nin kıyısından ve üzgün, düşünceli bir kadının bazen pencerede beliriverdiği koruluklarla çevrili o kır evinin kenarından geçer. Ayrıca “koyu renk çiçek salkımlarının tırmandığı çitlerle çevrili küçük sulak alanlar” vardır. İki ayrı dünya... Çok sonraları Albertine, Guermantes’a Meseglise tarafından gitmeyi teklif ederek anlatıcıyı şaşkına çevirir. Rezalet, dalalet, dehşet! Coğrafyanın nesnel gerçeklikleri, çocukluğun billur algılarını paramparça eder. Çocuk için gezinti eksiksiz bir kimlik, bir çehredir; gezintinin kendi kişiliği vardır. Aynı göğün altında bir kavşakta kesişen yollar değildir. Elbette Saint-Hilaire çan kulesinden başlayarak iki gezinti yolunu da tek bir açıdan, tek bir manzaranın renginde, tek bir ışıkta yıkanırken görmek hiç şüphesiz mümkündür. Ama bu kuşbakışı yanıltıcıdır ve yolları sadece haritadaki çizgilere indirgeyen soyut bir bakışın ilgi alanına girer. Yer seviyesinde yaşayan çocuk taş şekillerinin, ağaç hatlarının, çiçek kokularının farklı olduğunu bilir. Bu noktada, çocukların hayalperest eğilimlerini yetişkinlerin gerçekçiliği ve nesnelliğiyle kıyaslamamak gerekir. Çünkü sahiden gerçekçi olanlar çocuklardır; onlar hiçbir zaman genellemelere göre hareket etmezler. Yetişkin, genel biçimi belirli bir durum olarak, yani türün temsilcisi olarak görür ve geriye kalan her şeyi savıp, “Bu leylak, bu dişbudak, bu elma ağacı,” der. Çocuksa bireysellikleri, kişilikleri algılar. Müşterek bir isim ya da işlevle maskelemeden, eşsizliği görür. Çocuklarla yürürken, ağaçların yeşil dallarında fevkalade hayvanları fark edebilir, çiçeklerin güzel kokusunu alabilirsiniz. Hayal gücünün zaferi değil, önyargısız, katıksız bir gerçekçiliktir bu. Ayrıca doğa, anında şiire dönüşür. Bu gezintiler, çocukluğun mutlak saltanatıdır. Büyürken bu saltanatın büyüsünü kaybederiz çünkü her şey hakkında fikirler ve yargılar edinir, şeyleri nesnel hâlleri (ne yazık ki bir de buna “hakikat” deriz) dışında tanımak istemeyiz. Şiirselliği nispeten az olsa da yine bir o kadar hülyalı bir gezinti tarzı daha vardır: hafiflemek, dinlenmek, “temiz hava almak” için çıkılan gezintiler. İnsan, meşakkatli bir işin ardından ya da can sıkıntısından bezince, “zihnini temizlemek” için dolaşmaya çıkar; bilhassa ilkbahar güneşiyle yıkanan dışarının ferah havasıyla ofislerin kasvetli ve boğucu havası arasındaki zıtlık artınca. Alman felsefeci Kari Gottlob Schelle yürüme sanatını oldukça güzel tarif eder. Die Promenade als Kunstıverk (Yürüme Sanatı) başlıklı eserinde yürümenin bedeni kesinlikle gevşettiğini (beden kelimenin tam anlamıyla gevşer, çünkü çalışırken-ki iki büklüm duruşundan sıyrılıp dimdik durabilir) fakat asıl bayram edenin zihin olduğunu belirtir. Çünkü yürümek insanın ruhunu dinlendirir. Çalışırken önünüzdeki meselenin esiri olur, görevinize odaklanır, bir seferde yalnızca tek bir şey düşünürsünüz. Oturur durumdaki beden fazla hareket edemez, şayet efor sarf edecekse de hareketleri çok belirli olmalı, kasları eşgüdümlü çalışmalıdır. Böylece çalışmanın sonunda, haddinden uzun odaklanmak zorunda kalındığı için sinirler yıpranır. Bununla birlikte yürümek, sanki bütün mesele durmaktan ibaretmiş gibi, hızlı bir mola ya da basit bir duraklama anlamına da gelmez. Yürümek ritmi değiştirir; uzuvları ve zihnin melekelerini çözer. Yürümek öncelikle kısıtlamalara başkaldırmaktır; güzergaha, ritme, göreceklerinize siz karar verirsiniz. Söylenene göre Schelle, Kant’ın arkadaşıdır; onu okumuş olduğu da anlaşılmaktadır zira görünen o ki Kantçı estetiği yürümeye uygulamıştır. Gezintiye çıkmak, bir fikre kilitlenmenin veya bir tefekkür akışı yakalamanın bir başka yöntemi olan öylesine, çabucak unlamakla aynı şey değildir. Neticede, aklınızı kurcalayan bir sorun varsa kalkıp yürüyebilirsiniz. Fakat o zaman fazla uzaklaşmadan, elleriniz arkanızda başınızı sallaya sallaya birkaç adım atar ve bedenin hareketi zihninizi bir parça canlandırınca -sıkıntıyı çözer, kusursuz düzenlemeyi bulur, doğru sunumu oluşturur, güzel fikri yakalarsınız- hemen çalışma masasına döner ve bir sonraki tıkanmaya kadar kaldığınız yerden devam edersiniz. Gezintiye çıkmak ayrıdır; işinize veda edersiniz. Kitapları, dosyaları kapayıp dışarı çıkarsınız. Bir kez dışarı çıkınca da beden kendi ritmine kavuşur ve zihin kendini özgür, yani müsait hisseder. Başınızı sağ tarafta size göz kırpan manzaraya çevirip onları sol taraftaki görüntülerle iç içe geçirir, renk zıtlıklarıyla oynar, görüntüleri sürekli tarayarak ayrıntıdan genel görünüme geçersiniz. Bir de üstüne herkesin ayrı telden çaldığı kalabalık bir parktan geçiyorsanız, zihni işin içine katmadan gözlem yaparsınız: Bakışlarınızı, hiçbir tarafa takılmalarına izin vermeden, bir biçimden, bir çizgiden, bir ifadeden fazlasını algılamadan bir çehreden diğerine, bir elbiseden bir şapkaya kaymaya bırakırsınız. Kant’ın estetik zevk olarak adlandırdığı şey işte bu serbest görüntüler tiyatrosudur: imgelem izlenimlerle oynar, onları insanın dizginsiz düşleminde kaynaştırır, yeniden düzenler. Üstelik bedavadır ve bu yolla zihin de en derinindeki uyumu açığa çıkarır: Tüm melekeler, dünyanın muazzam gösterisini layıkıyla sergileyebilmek için birlikte özgürce oynamaya mutabıktırlar. Schelle yürüme sanatının hakkıyla tatbik edilebilmesi için birkaç dış koşula ihtiyaç olduğunu belirtir. Eğer gezintinizi halka açık yerlerde yapıyorsanız, yollar büyük olmalıdır ki gelip geçenler birbirlerini engellemesinler. Ayrıca kalabalık ne çok yoğun ne de çok seyrek olmalıdır: Yürüyenler tek tükse, ister istemez tanıdık yüzler aramaya ve insanlara bakmaya başlar (O mu acaba?), böylece yeniden toplumsal rollerinize bürünürsünüz. Çok sayıda yürüyüşçü olursa, bu sefer görüntü sağanağı yüzünden sentez kapasiteniz dolup taşacağı için hevesiniz kırılır. Kırsalda gezintiye gelince, imgelemi renklerin ve biçimlerin çeşitliliğiyle eğlendirmek için tepelerin, vadilerin, derelerin, ovaların ve ormanların bir arada olduğu bir tabiatta ve tercihen, imgelemin oyunu kasvetli görüntülerle ağırlaşmasın diye, pırıl pırıl bir güneşin altında yürünmelidir. Ayrıca şehirde ve kırsalda dönüşümlü olarak gezintiye çıkmak ve birini diğerine yeğlememek gerekir. Zira ortak bir temelleri (izlenimleri yeniden düzenleyen imgelemin serbest oyunu) olsa da nitelikleri farklıdır. Kaldırımlarda ve park yollarında yürümek, gündelik bir yaklaşım barındırır, bu sayede, insanlığın ve benzerlerimizin davranışlarının çeşitliliği vasıtasıyla, zihne büyüleyici gelen ayrıntılı, ufak keşifler yaparız. Dereler ve ağaçlar eşliğinde bir başına yürümekse, sistematik iç gözlemlerin stresinden uzak ama aynı verimlilikte olan hülyalı bir hâl yaratır; çiçeklerin ve siluetlerin görüntüsüyle kendinden geçen ruh bir süreliğine kendini unutur ve genelde gizli kalan kendi özelliklerinin farkına varır sanki. Gezintiye çıkmanın sırrı, kendi dik kafalılığımızın esiri olmuş, meşgul ve kutuplaşmış yaşamlarımızda nadiren karşılaştığımız, zihnin bu “müsait olma” hâlinde saklıdır. Müsait olmak, vazgeçmenin ve eylemin az rastlanır bir sentezi olup, yürürken zihnin bütün melekelerini harekete geçirir. Ruh adeta görüntüler dünyasına müsait hâle gelir. Ne kimseye verecek hesabı vardır, ne de tutarlı olmak zorundadır. Neticesiz bu oyunda, dünya, aylak aylak gezen maymun iştahlı kimseye, ciddi ve sistematik gözlemciye nazaran kendinden daha fazla şey bırakıyor olabilir. Bütün bu keşif ve sevinçleri sadece açık bir zihinle yürüyenler tecrübe edebilirler. Gezintiye çıkmak bir yöntemmiş gibi, gezintiyi buna asla alet etmemek gerekir. İlkbahar güneşi tarafından çağrılıp, sırf kendine biraz zaman ayırmak için işiyle ilgilenmeyi bırakabilen kişinin karşısına kendiliğinden çıkar bu keşif ve sevinçler. Açık bir yürekle, işleri ve kaderi bir anlığına kenarda bırakma arzusuyla çıkılmalıdır gezintiye. Gezintiden hiçbir kâr beklemiyorsak, meşguliyetlerimizi ve kaygılarımızı ardımızda, çekmecelerde bırakabiliyorsak, işte o zaman gezintiye çıkmak, var olmanın hafifliğini, kendiyle ve dünyayla özgür bir uyum içinde olan ruhun yumuşaklığını yeniden keşfe, o karşılıksız estetik ana dönüşebilir. Gezinme sanatı elbette hoşça vakit geçirme yöntemi olarak da kullanılabilir, ama hoşça vakit geçirmek yeniden canlandırmak da olabilir aynı zamanda. Bu özellikle şehirdeyken geçer-lidir. İnsanlar genelde pratik amaçlarla -ekmek almaya, dükkanlara, otobüs ya da metroya gitmek, bir arkadaşa uğramak içinarşınlar sokakları. Yani sokaklar birer koridordur sadece. İnsanlar başları önde, sırf ihtiyaç duydukları şeylere odaklanarak yürür. Hiçbir şeye bakmaz, yolda sadece işlevsel şeyleri algılayacak şekilde seyrederler: Yeşil eczane işaretini görünce sağa döner, büyük kahverengi kapıyı görünce pastanenin bir sonraki köşede olduğunu bilirler. Böylece sokak cılız, ışıldayan işaretlerden dokunmuş bir kumaşa döner, ama gösterisinin ışıltısı büyük oranda yiter. İnsan kendi mahallesini duraksayarak, düzensiz bir tempoda, amaçsızca ama başını kaldırarak ve yavaşça dolaşma zevkini -duyulmamış şeydir belki ama kolaydır- bir kere olsun tatmalıdır. işte mucize o zaman gerçekleşir. Kendine belirli bir görev biçmeden telaşsızca yürümek, şehrin, onu ilk kez gören birine göründüğü gibi görünmesini sağlayabilir. Bilhassa dikkat edilen bir şey olmadığında her şey -renkler, ayrıntılar, biçimler- gani gani oradadır. Bir başına amaçsızca dolaşmak, mesela, şu görüntüleri tekrar yakalayabilmenizi sağlar: Şuradaki panjurların rengi ve o rengin duvarlarda bıraktığı iz; pencere parmaklıklarındaki siyah kıvrımların zarafeti; taştan zürafaları andıran yüksek ve dar, yahut tombul kaplumbağaları andıran alçak ve geniş evler; günbatımının parlak turuncu rengini ma-vi-gri ön cephelere yansıtan pencereler. İşte insan bu şekilde sokakları uzun uzadıya yağmalayabilir. 

YÜRÜRKEN, BAZEN AŞIRI YORGUNLUK yüzünden, bedenin kendini hissetmeden, adeta ölü bir yaprak gibi sürüklendiği o kısa esrime ve lütuf anlarım unutup duruyorum. Bilhassa uzun süredir yürüyorsanız ve yorgunluk tarifsiz boyutlara ulaşmışsa, hiçbir şey duyumsamadığınız bir an gelir. Yol da biraz düzgün ve çok dik değilse, önünüze bakmayı bırakır, bir şey düşünemez olursunuz ve engellerden kaçınma, doğru yerlere basma işini ayaklarınıza devredersiniz. Yürüyenin cephesinde bir tek zincirlerinden boşanmış bir vazgeçme hâli kalır. Yürüyüş bir nevi düşle sonlanır ve adımların sağlamlığıyla hızı işte o zaman, yani düşünmeyi bırakmaya razı olduğunuz anda artar. Konunun hafiflikle alakası kalmaz çünkü zaten hiçbir şey hissetmezsiniz: Yol bacaklarınızı içine çeker ve zihniniz başınızın üstünde süzülür. Yeterince uzun süre koştuğunuzdaysa bir an gelir müthiş bir hafiflik hissedersiniz, bir yarışta kendinizi geçmişsiniz gibi. “Temponuzu bulmakla” geçen bir sürenin, ki bazen uzundur bu süre, sonunda bedeniniz kendi soluk alıp verme hızını yakalar ve ayaklarınız, yolda sıçramanızı isteyen bu ritmik çağrıya cevap verir, yerden tekrar tekrar tüy gibi havalanırsınız. Koşarken tecrübe edilen hafifliğe yürüyüşte nadiren rastlanır ve bedeni kışkırtarak edinilen hafiflik hissinden tamamen farklıdır. Koşarken kaslarda oluşan gerginliği hissetmenin verdiği sarhoşluk değildir bu, daha ziyade anestezinin bedene yavaş yavaş yayılması gibi, yorgunluğun yarattığı zihinsel bir kayıtsızlıktır. Koşmanın verdiği hafiflik yerçekimine karşı yorulmadan kazanılmış bir zaferdir ve bedenin sahip olduğu güce bir kez daha tanıklık etmiş oluruz. Yürürken oluşan süzülme hissi, ayaklar nihayet yolla birleştiğinde ve o dermansızlıkta, zihin ayaklardaki yorgunluğu yankılamayı unuttuğunda ortaya çıkar. En kaba tabiriyle, yürüme deneyimi her zaman yerçekiminin algılanmasıdır. Sadece cüsseli bir bedenin ağırlığını olduğu gibi hissetmekten bahsetmiyorum. Gelgeldim bazen etabı tamamlamak için önümüzde hâlâ gidilecek birkaç saatlik yol varken, bir de üstüne yol dikleştiğinde, bedenin ağırlığı her adımda kendini iyice hissettirir, dizlerin üstünde bir örs vardır sanki. Söylemeye çalıştığım şey, dışarıda geçirilen günlerin yerçekimini nasıl hissettirdiğidir. Her adımda yere temas edilir, ayak her seferinde yerçekimine yenik düşer, ama bu yenilgi sayesinde tekrar destek bulup havalanır. Yeniden yola çıkmak için her seferinde kök salar insan. Ayak toprağa bata çıka kök salar. Her adım bir ilmek atar. Toprağa bağlanmanın yürümekten daha iyi bir yolu yoktur; toprağın sonsuz tekdüzeliği yürümenin astarıdır. Yaşamlarını ofiste klavye tıkırdatarak geçiren o dalgın, soyutlanmış insanları düşünüyorum. Dedikleri gibi “bağlılar”, peki ama neye? Saniyede bir değişen enformasyona, imaj, sayı, tablo, grafik seline bağlılar. İşten sonraysa doğru metroya veya otobüse giderler, yani hep hıza bağlıdırlar; bu sefer bakışlar telefon ekranına mıhlanır, parmaklar hafifçe de olsa hâlâ hareket hâlindedir, mesajlar, görüntüler akmaya devam eder. Ve daha günü görmeden akşam olur. Sıra televizyondadır, alın size bir ekran daha. Peki bu insanlar hiç toz kaldırmadan, birbirleriyle temas etmeden hangi boyutta, hepsi birbirinin aynı hangi mekanda, yağmurmuş güneşmiş hiçbir şeyin fark etmediği hangi zaman diliminde yaşıyorlar? Yollar ve patikalarla bağı kopmuş bu hayatlar, insanlık durumunu unutturuyor onlara, sanki zamanla değişen hava erozyon yaratmazmış gibi. Taocu Zhuangzi şöyle der: “Toprak üstündeki ayaklar azıcık yer tutar; biz işgal etmedikleri alan sayesinde yürüyebiliriz.” Bu söz öncelikle, insanların yerinde duramadığını ima eder. Ayakta bekleyen bir insana bakın: Yerinde sıçrar, tepinir, sinirlenmeye başlar. Kollarıyla ne yapacağını bilmez, onları hafif hafif sallar veya önünde kenetler. İstikrarsız bir dengededir. Fakat yürümeye başladığı anda her şeye kavuşur yeniden; doğa açılır, kendini gösterir, var olmanın önü açılır, ritim kaldığı yerden devam eder. Ayaklar doğru dengeyi bulur. Zhuangzi ayrıca, ayakların azıcık yer kapladığını ama yönelimlerinin (“yürümek”) dünyayı ölçmek olduğunu kastetmiştir. Ayakların boyutunun ya da bacaklar arasındaki açıklığın önemi yoktur, hesaba katılmazlar ama her şeyin ölçüsünü onlar alır. Ayaklarımız, mesafeyi ölçmekten başka bir şeye yaramayan bir pergelin iki ucunu oluşturur, bacaklarımız da bu iki ucun arasına çizgi çeker. Bu çizginin uzunluğu kullanılabilir bir ölçüdür. Geriye kalan yürünebilir alanda yolculuktayım demek, Ta-ocu boşluğun da açık bir ifadesidir. Bu boşluk, safi hiçlik değil sanal bir alandır; söze hayat veren harflerle sesler arasındaki oyunu andıran oyunlara ve ilhamlara gebedir. Yürümek de bu alanın derinliğini arşınlar ve manzarayı tutup bayata çeker. Son olarak, birçok spor faaliyetinde, yerçekimine meydan okumaktan; hız, yükseklik, cesaret, daha da iyisini yapma hırsıyla yerçekimine karşı zafer kazanmaktan sevinç duyulur. Yürümekse her adımda yerçekimini, dünyanın kaçınılmaz kütle çekim kuvvetini tecrübe etmektir. Koşudan dinlenme aşamasına geçmenin etkileri şiddetlidir. Yanlarınızı tutarsınız, kan ter içindesinizdir, yüzünüz kıpkırmızıdır. Bedeniniz tükendiği, nefesiniz kesildiği için durursunuz. Yürürken durmaksa doğal bir tamlamadır: Yeni bir görüntüyü bağrınıza basmak,manzarayı içinize çekmek için durursunuz. Sonra yeniden yürümeye başladığınızda sanki hiç durmamışsınızdır. Yürümekle soluklanmak arasında bir devamlılık vardır, çünkü mesele yerçekimine karşı gelmek değil, onu tamamlamaktır. Dolayısıyla yürümek durmadan faniliğimizi hatırlatır bize; kaba ihtiyaçlarla ağırlaşmış bedenlerimiz nihayetinde toprakla bir bütündür. Yürümek kendimizi topraktan yukarılara taşımak, yerçekimini yenmek veya hız ve yüksekliğin aldatmacasıyla faniliğimizi unutmak değildir; yerin kütlesiyle, bedenin kırılganlığıyla ve bu yavaş yavaş gömülmeyle uzlaşarak faniliğe alışmaktır. Yürümek ayakta, öne eğilmiş bir bedenden ibaret olmayı kabullenmektir. Ancak şaşırtıcı olan şudur ki, bu yavaş teslimiyet, bu müthiş dermansızlık bize var olmanın, o eğilmiş bedenden fazlası olmamanın ermiş sevincini yaşatır. Kurşundan bedenlerimiz, orada yeniden kök salacakmış gibi, her adımda düşer toprağa. Yürümek, dimdik ölmeye yapılan bir çağrıdır.
 
YÜRÜYÜŞ SIRADANDIR, tekrara dayanır, tekdüzedir. Ama asla bıkkınlık vermemesinin nedeni de budur. Öncesinde belirtildiği üzere, tekdüzelik ile can sıkıntısını birbirinden ayrı tutmak gerekir. Can sıkıntısı planların, beklentilerin olmamasından kaynaklanır. Boş boş kendi etrafınızda dolanırsınız. Belli bir şey beklemeden bekleriz; hiçbir şeyin beklentisi içinde olmadan, boş bir zamanda sonsuza dek askıya alınmaktır bu. Sıkılan beden yatar, kalkar, kollarıyla havayı döver, bir o yana bir bu yana gider, aniden durur, sonra yeniden başlar kıpırdanmaya. Her saniyeyi doldurmaya çalışır çılgınca. Can sıkıntısı, hareketsizliğe karşı beyhude bir isyandır; yapacak bir şeyiniz yoktur, hatta yapacak bir şeyler bulmaya bile yeltenmezsiniz. Canınız sıkılırken kendinizden ümidi kesersiniz. Her şeyden bıkarsınız hemen, çünkü kendi inisiyatifinizdedir bu. Kırılma dışarıdan gelmek zorundadır. Bu durum sizi çetin bir sınavla yüz yüze getirir ve arzularınızın ne kadar kısır olduğunu anlarsınız. Canınız sıkılırken her an yinelenen bir tatminsizlik, başlangıçlara karşı bir tiksinti duyarsınız: Her şey başlar başlamaz bıkkınlık verir çünkü başlangıcı yapan sizsinizdir. Yürümekse böyle bir bıkkınlık yaratmaz. Sadece tekdüzedir. Yürürken bir yerlere gidiyorsunuzdur, hareket hâlindesinizdir, adımlarınız düzenlidir. Yürüyüşte o kadar çok düzenli ve ritmik hareket vardır ki hareketsiz bir bedende dört dönen zihnin kışkırttığı can sıkıntısı yanınıza bile yaklaşamaz. Keşişler acedia’ya,5 ruhu kemiren o sinsi hastalığa karşı yürümeyi önerirler. O hâlde, bir gayeye ve hedefe sahip yürüyüşü, melankolik aylaklıktan ayırt etmek genel anlamda doğrudur. Montaigne kendi proumenoir'ından bahseder sıkça. Zihin fikirleri canlandırmak, düşünceyi ileri taşımak, yaratıcılığı artırmak için faal bir bedene gereksinim duyar. Kıpırdamadan oturduğumda düşüncelerim uykuya yatıyor; tahayyülüm bacaklarımla daha iyi ilerliyor.6 Dolayısıyla düşünce tıkanmışken masa başında oturmanın hiçbir faydası yoktur. Ayaklanıp birkaç adım atmak gerekir. Bedeni hareketlendirerek zihni yeniden etkinleştirmek için yürüyün. Buradaki işleyiş bir tetiklenmedir: etkinleştirmek için yürümek. Bunun ötesinde yürüyüş, düzenliliğiyle öyle bir salınım sağlar ki adeta şiir yazarsınız; ritme girer, vezninizi bulursunuz. Örneğin İngiliz romantik Wordsworth. Şairin nerede çalıştığını sorduklarında kız kardeşi eliyle bahçeyi gösterip, “İşte çalışma odası,” demiş. Meşhur şair uzun lirik şiirlerini yürürken yazarmış. Mırıldanarak bir aşağı bir yukarı dolaşır, doğru mısraları bulurken bedeninin ritminden faydalanırmış. Yürümenin tarihi incelenirken Wordsworth mutlaka karşınıza çıkar; bu tarihçeyle uğraşan pek çok kişi onu uzun gezintilerin fikir babası sayar. Yürümenin hâlâ sadece yoksulların, berduşların, haydutların ve seyyar satıcıların işi olduğu bir dönemde (on sekizinci yüzyılın sonu), yürümenin doğayla birlik kurmayı, bedeni tatmin etmeyi, manzara karşısında tefekküre dalmayı sağlayan şiirsel bir eylem olduğunu idrak eden ilk kişi Wordsworth’tür. Christopher Morley onun hakkında “bacaklarını felsefenin hizmetine sunan ilk kişilerdendir,” diye yazar. Fransa’yı baştan başa yaya katetmiş, Alpleri aşmış, İngiltere’deki Göller Yöresi’ni gezmiş ve şiirlerini yazarken gezilerinden beslenmiştir. Ömrünün büyük bölümünü adadığı ve ölümünden sonra yayımlanan otobiyografik şiiri Prelüd üç yürüyüşün birleşmesinden ortaya çıkmıştır sanki: çocukluğundan yetişkinliğe kadar çıktığı yürüyüş, Fransa ve İtalya yollarındaki yürüyüş, son olarak da o dengeli ve tınılı mısraların yürüyüşü: işte böyle süzüldüm o sessiz yoldan Bedenim yudumluyordu sükuneti Öyle bir iyileşme ki uyku gibi dingin Ama daha da tatlısı. Tepem, arkam, önüm, Her yanım huzur ve bir başınalıkla çevriliydi.7 O dönemde Wordsworth’ün anlaşılamaması ve hatta ona düşmanlık beslenmesi, ciddi ciddi yürümekle şöyle bir gezintiye çıkmak arasındaki farka işaret eder. Büyük bahçelerde çıkılan gezinti, sosyal ayrımları ortaya koyan bir tertipti. Çapraşık yolları, suç ortağı çalılıkları ve talihli kavşaklarıyla bu bahçelerde saklanır ve buluşurdu insanlar. Pek de yürüyüş sayılamayacak bu yürüyüşler, gidip gelmelerden, adım başı durmaktan, incelikli sohbetler, şakalaşmalar, flörtleşmeler ve sırların paylaşılmasından mürekkepti. Bu gezintilerde baştan çıkarma sanatı icra edilirdi. Gündelik işçinin emeğini satmak üzere tarlalara doğru çıktığı uzun ve yorucu yürüyüşlerin ya da dolambaçlı yollarda yoksulluğunu ve yazgısını peşi sıra sürükleyen yuvasız berduşun çıktığı yürüyüşlerin tam karşıtıydı bu gezintiler. İnsanlar bahçe yollarında yürümez, dans ederlerdi. Wordsworth bir yoksul gibi düşerdi yollara, ama zorunluluktan değil sırf zevkine. Herkesin şaşkın bakışları karşısında, bu tecrübenin kendisine “servet” kazandırdığını öne sürerdi. Şiirleri bu muazzam kültürel buluşların (uzun gezintiler, manzaraların güzelliği) dışında, yürüyüşün istikrarlı, tekdüze, cafcafsız ritmini de taşır. Wordsworth’ün şiirleri, kıyıya vuran dalgaların mırıltısı gibi yormadan sakinleştirir insanı. Yürümeye meraklı bir başka şair daha bu dikkate değer tekdüzeliği çok sonraları mısralarına yansıtabilmiştir. Charles Peguy, tifoya yakalanan oğlu Pierre’e şifa aramak için çıktığı ve 1912’de Nötre Dame de Chartres’ta tamamladığı hac yolculuğu sırasında ardı arkası kesilmeyen mısralar yazar: Ellerimiz ceplerimizde, dümdüz ilerliyoruz, Yok bir hazırlığımız, sırtımızda yükümüz ya da herhangi bir lafımız, Adımlarımız sakin, yok acelemiz ya da itirazımız, Yanı başımızdaki tarlalardan, en yakınımızdaki tarlaya, Yürürken göreceksiniz bizi, bu bitli piyadeleri, Tek seferde bir adımdan fazla ilerlemeyiz asla.8 Çok uzun yürüyüşler insana böyle lirik, tek telden bir ilahi söyletebilir. İlahiler özleri itibarıyla hacıların ve yürüyüşçülerin söylediği şarkılardır: Ya bir sürgünü, ezeli bir yabancıyı (“Şayet unutursam seni, ey Kudüs...”) ya da Vaat Edilmiş Topraklar’a duyulan hasreti (“Gözlerimi tepelere dikiyorum, yardım eli oradan uzanacak bana”) anlatırlar. ilahi, içeriğinin anlaşılmasından ziyade, telaffuz edilmek, tane tane okunmak, dile getirilmek, ete kemiğe büründürülmek zorundadır. Bedende hayata geçirilmelidir, öyle ki birçok kişi tarafından okunursa bir topluluğun bedeninde hayat bulur. Hindistan’da Pandharpur’a yürüyerek gidilirken, bugün dahi Tukaram ilahilerini okur insanlar. 1698’de en alttaki Sudra kastında doğmuş Marathalı cahil bir esnaf (“Ben Tuka denilen sefil kasta doğdum, kitap okumuşluğum yoktur”) bir tepede tanrısıyla karşılaşır ve çok geçmeden aklında mısralar yazıp onları ezberden okumaya başlar; etrafındaki okuma yazma bilen müritleri de onun söylediklerini kağıda aktarırlar. O zamandan beri, Hindu hacılar, okumayı bilmeyen bu şairin ilahilerini okurlar yol boyunca: Tanrım, ben Küçük çakıl, büyük taş ya da tozumdur belki Pandharpur yolunda, Alın yazımdır ezilmek azizlerin ayakları altında! Yürümek tekrarlardan müteşekkil bir şiir, yoldaki adımların sesi kadar sade sözler getirir insanın dudaklarına. İki koronun bir ilahiyi tek nota üzerinden sırayla mısra mısra okuduğu yöntemde de yürüyüşün yankısını buluruz. Bu yöntem, Aziz Ambrogio’nun deniz sesiyle kıyasladığı bir etki yaratır: Dalgalar kıyıya usulca vururken, çıkardıkları sesin düzenliliği sessizliği bölmez, onu şekillendirip duyulabilir kılar. Aziz Ambrogio’ya göre bu dalgalı ilahi okuma sanatı, ruha mutlu bir dinginlik verir. Yankılanan bu ilahiler, bir ileri bir geri giden dalgalar, yürüyen bacakların birbirini izleyen hareketini andırır; ama burada mevzubahis olan, dünyayı parçalamak değil, dünyanın mevcudiyetini hissedilir kılmak ve onunla aynı ritmi tutturmaktır. Paul Claudel’in söylediği gibi, nasıl ki ses sessizliği erişilir ve faydalı kılıyorsa, yürüyüş de mevcudiyeti erişilir ve faydalı kılar denilebilir. Yürüyüşte tekrarın, Aynı’nın tekrarının muazzam gücünü buluruz. Yürüyüş, bedenin deviniminde inancın vezinle okunarak kavrandığı ilahileri doğurur. Tekrarın gücü, bir dua okuma biçiminde de görülür: Ortodoksların Filokalya’da9 “kalbin duası” diye andığı çok temel bir duanın sürekli olarak tekrar edilmesidir (“İsa Mesih Efendimiz, Tanrı’nın oğlu, ben günahkarım, merhamet eyle bana”). Bu duayı dakikalar ve saatler boyunca tekrarlamak, günü daimi bir niyaza dönüştürür. Dua, nefesi kontrol ederek vurgulu okunur; ilk kısmı (“İsa Mesih Efendimiz, Tanrı’nın oğlu”) nefes alınırken, ikinci kısmıysa (“ben günahkarım, merhamet eyle bana”) nefes verilirken söylenir.10 Bu yöntemin amacı tek bir şeye yoğunlaşmaktır, fakat bu zihinsel bir yoğunlaşma değildir. Zihnin bir şeye kilitlenmesi değil, duayı okuyanın bütün varlığını duaya teslim etmesidir (beden nefes alıp verir ve mırıldanır, bütün duyular birleşir, ruhun tüm melekeleri duanın ilahiliğini yansıtır). Ortodoks papazlar buna “zihni kalbe taşımak” der. Papazlar dua ederken dikkatin dağılmasını, dalgınlaşmayı, yoğunluğu kaybetmeyi tehlike olarak görürler ve onların gözünde bunlar Tanrı’yı unutmaya eşdeğerdir. Bu ihmal, aşırı çalışırken, hayal gücünü uyaran oyunlarda veya meditasyonda da kendini gösterir. Kalbin sebatla tekrar edilen mütevazı duası, bütün yabancılaşmaları kesip bizi içimizdeki Krallığa götürür der papazlar. Kalp birleşme noktasıdır çünkü mevcudiyetin kaynağı ve dışa açılan yeridir, şehevi dürtüleri ve akıl kaymalarını önlemekten de mesuldür. Sadece tek bir anlam ihtiva eden bu tek cümlenin tekrarlanmasıyla ruh, düşüncelerin sözde zenginliğinden arınır ve tek bir muhteviyatın zihnen tekrarlanmasında soğurulur. Yoğunlaşma, “bir olma” hâli, sadelik... Bıkıp usanmadan tekrar edilen tek bir cümle: “İsa Mesih Efendimiz, Tanrı’nın oğlu, ben günahkarım, merhamet eyle bana.” Birkaç dakikadan, birkaç saatten sonra kişi sadece dua etmez, duaya dönüşür. O artık sadece İsa’ya yakarıştan ibarettir ve sonra yavaş yavaş, şiddetli huzursuzluğun, aynı şeyi tekrar etmekten boğulan zihnin doyumun, dudakların kıpırtısından sarkmış ağzın yerini kutsanmış bir anın içinde beliriveren katıksız bir huzur (hesuk-hia) alır. Tekrar doğallaşır, akıcılaşır, kolaylaşır ve kalp atımlarına uyumlu hâle gelir. Keşiş müphem, sonu gelmez bir mırıldanmanın ve duanın süregiden soluğu içinde tastamam güvene kavuşur. Yürürken de adımların tekdüze tekrarından dolayı mutlak bir dinginlik beliriverir. Artık bir şey düşünmezsiniz, endişeler umurunuzda olmaz ve içinizdeki devinimin düzenliliği haricinde hiçbir şeyin varlığını hissetmezsiniz, hatta varlığınız tamamen adımlarınızın sakin bir izdüşümüne dönüşür. Papazlar bu duayı, oturur hâlde çenelerini göğüslerine dayayarak saatlerce tekrar ederlerdi. Filokalya ve kalbin duası Batı’da, bu duayı yürürken okuyan, on dokuzuncu yüzyılda yaşamış ve ismi bilinmeyen bir Rus hacının yazdığı ünlü metinle tanınmıştır. Aziz Pavlus’un çağrısını (“Hiç durmadan dua et”) eksiksiz yerine getirmek isteyen alçakgönüllü bir ruhun hikayesidir bu. Azimli adam birkaç haftalığına bir bahçeye çekilerek, bir keşiş sayesinde keşfettiği kalbin duasını binlerce defa (önceleri günde altı bin, sonraları on iki bin defa) tekrarlar. Günlerce süren çaba ve yorgunluktan, bıkkınlık ve can sıkıntısından sonra, İsa’nın ara vermeksizin çağrılan adı gelip, bir neşe ve sonsuz avuntu kaynağı gibi tüm varlığında yaşamaya başlar. Duası ne zaman ki nefes almak kadar doğal bir hâl alır, işte o zaman yola koyulur ve bütün gün yorgunluk hissetmeden yürür. Duasını ezbere okuduğu gibi, kendi ritminde, bıkıp usanmadan yürür: Artık böyle yürüyorum, bana bu dünyadaki herkesten daha yakın ve tatlı gelen İsa’ya dua ederek durmadan. Bazen günde yetmiş beş kilometreden fazla yol yapıyor ama yorgunluk hissetmiyorum; tek hissettiğim okuduğum dua. Şiddetli bir yağmura yakalanırsam, duayı daha dikkatli okumaya başlayıp hemen ısınıveriyorum. Açlık bastırırsa, İsa’nın adını daha sık anıp unutuveriyorum açlığımı. Hastalanmışsam, sırtım, bacaklarım ağrıyorsa, duaya yoğunlaşıp acı hissetmez oluyorum bir anda... Biraz tuhaflaştım. Derdim tasam yok, hiçbir şeyi umursamıyor, hiçbir dış etkene kapılmıyor ve hep yalnız kalmak istiyorum. Alışkanlıktan olsa gerek, tek bir ihtiyacım var artık: hiç durmadan dua etmek.11 Tibet ruhaniliğinde de yorulmadan yürümenin temeli olarak aynı düzenli tekrar vurgusuna rastlarız: Lung-gom-pa. Lung-gotn, insana çeviklik kazandıran, yıllara yayılmış nefes ve jimnastik egzersizlerinden oluşur. Keşiş bir yandan nefesini kontrol etmek üzerine çalışırken, bir yandan da kalıplaşmış mistik cümlelerin tekrarını nefesiyle uyumlu hâle getirmeyi öğrenir. Sonra işin içine adımlarının ritmini de katacaktır. Kabul töreninin sonunda lung-gom-pa olur ve artık belirli koşullarda muazzam mesafeleri çok hızlı, hem de hiç yorgunluk hissetmeden yürümeye muktedirdir. Bu koşullar arasında engebesiz bir kara parçası, bir çöl, günbatımı ya da yıldızlı bir gece bulunur. İn cin top oynayan bu alanlarda dikkati dağıtan hiçbir şey yoktur ve insan bir şeye istediği kadar yoğunlaşabilir. Kendini toplar, düşünceleri def eder, sağa sola bakmadan gözlerini doğruca ileriye diker, yürümeye koyulur, ağzından kelimeler ritmik bir şekilde dökülür ve çok geçmeden, adımlarıyla cümlelerinin tekrarı ve nefesinin düzenli aralıklarında transa geçer. Sıçrarcasına, uzun mesafeler aşan büyük adımlar atar. Alexandra David-Neel Himalayalar’da yaptığı bir uzun yürüyüşte, ıssız bir ovadayken uzaklardan kendisine doğru hızla yaklaşan siyah bir nokta gördüğünü anlatır. Derken onun bir adam olduğunu anlamış. Yol arkadaşları bu adamın lung-gom-pa olduğunu, onunla konuşulmaması ve yürüyüşünün engellenmemesi gerektiğini, çünkü vecd hâlinde olduğu için uyan-dırılırsa ölebileceğini söylemişler. Geçip gitmesini izlemişler: yüzü ifadesiz, gözleri açık, koşmayan ama her adımda rüzgarın uçurduğu hafif kumaşlar gibi yükselen bir insan. 
 
 Kolektif'ten yeni kitap: Yürümenin Felsefesi – Yeşilist | Herkes için yeşil
Türkçesi: Albina Ulutaşlı 
 
Yürümek Spor Değildir Özgürlükler Niçin Bu Kadar İyi Bir Yürüyüşçüyüm Dışarısı Yavaşlık Kaçma Arzusu - Rimbaud Yalnızlıklar Sessizlikler Yürüyenin Gündüz Düşleri - Roussea Sonsuzluklar Yabanın Fethi - Thoreau Enerji Hac Yolculuğu Yenilenme ve Mevcudiyet Kinik Yaklaşım İyi Olma Hâlleri Melankolik Aylaklık - Nerval Gündelik Gezinti - Kant Gezintiler Parklar ve Bahçeler Kentli Düşgezgini Yerçekimi Özdekiler Mistik ve Siyasetçi - Gandi Yineleme