“Kayda Geçsin” çünkü; bu zamanlar, o zamanlar…
“Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil, ben inadı tercih ederim. Umudum yok olsa bile inadım var. İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var. Benim de, benim gibilerin de bu ülkeye dahil olduğunu söylemek, sonra yeniden söylemek için sağlam tutmaya çalıştığım bir inadım var. Biz varız. Yani biz de varız...”
Bütün Kadınların Kafası Karışıktır
Bütün çocuklar, bir kez olsun, anne ve babalarını cezalandırmak için ölmeyi düşünmüştür mutlaka. Ve nedense hep ağlamışlardır düşün sonunda. Belki bu öykü de bir cezalandırma… Ağlama. Bunları oku. denize karşı bir sigara yak. Tek şekerli, demli bir çay koy masaya, çok neşeli bir müzik çalsın mutlaka, kapat gözlerini, gülümse, çünkü… Bütün kadınların kafası karışıktır. Çünkü… bir gün bir anda, bazı kızgınlıklarını unuttuğunun farkına varacaksın, artık pek düşünmediğini, çünkü artık bildiğini anlayıp, ellerini bir klarnet taksimi gibi uzatacaksın, hâlâ kafan karışık olacak, ama artık bunu seveceksin, sevmelisin de. Kadınsın…
Bir çiçeğin yanından geçer gibi yaşamalıyız aslında…
İkinci Yarısı
“Ben artık ikinci yarıya girdim. Ve her fani gibi ben de birinci yarıdan ders aldığımı zannediyorum. Daha da fenası, bu derslerin işe yarayacağına dair bir ümidim var. Hayat denen şeyin her insanla yeniden sıfırdan başlaması ne büyük bir saçmalık!”
Ece Temelkuran bu kez ömrün “İkinci Yarısı”ndan bildiriyor. İlk yarıdan, kesip sakladığımız, belki kaybettiğimiz ‘an’ları bir araya topluyor bu kitapta. O bir ‘an’a varmak için belki de. Çocukken ki bir ‘an’a, bir türlü anlatamadığımız, ama hep özlediğimiz…
Muz Sesleri
“Hep bir iç savaştır aşk! Bir neden arar kendine…”
“Onu ağustosta muz tarlalarına götürecektim. Muz seslerini dinleyecekti. Nasıl sevineceğini, hayret edeceğini düşündükçe…”
Ece Temelkuran’ın ilk romanı Muz Sesleri; Oxford, Paris, Beyrut üçgeninde bir aşk ve savaş romanı. Temelkuran, kalplerin yağmalandığı yerden anlatıyor hikâyesini; Ortadoğu’dan. Bizden alıp döküntülerini iade ettikleri hikâyelerimizi geri almak için… Aşklarımızı, acılarımızı, haysiyetimizi… Yağmalandıkça kapattığın kalbini aç şimdi. Çünkü bu senin hikâyen. Sen de Ortadoğulusun!
Ağrı'nın Derinliği
Bu kitap ne sadece Ermenilere ne de sadece Türkleredir. Ağrının Derinliği evsiz kalmanın, evinden uzak düşmenin acısını bilen, tahmin edebilen herkese yazılmıştır. Aidiyetimizin bize ezberlettiklerinin ötesinde bir “biz” olabilir mi? İçine hapsolmadığımız, dışına atılmadığımız bir “ev”, bir “biz” kurulabilir mi? Ece Temelkuran, Ermeni ve Türk milliyetçiliklerine yakından bakarken, toplumların “biz”lerini kurma aşamasında neleri, nasıl dışarıda bırakmış olabileceklerini anlatıyor. Her kitabında “ötede duranları” yakına getirmeyi amaçlayan yazar, bu kez de Ermeni meselesi gibi “çekinceli” bir konuyu odağına alıyor…
Ne Anlatayım Ben Sana!
Kaç kişi sustuk biz? Bazen en uzak halk kendimizinkidir bize. Okyanus aşırı bir memlekettir bazen Türkiye. Bu toprağın yeniden bizim toprağımız olmasını istiyorsak eğer, yeniden birleştirmemiz gerekiyor tepelerimizin hikâyelerini. Söküldüğümüz yerlerden, “çilemizi” çözüp çözüp yeniden örmemiz gerekiyor kendimizi. Yoksulluğun vahşetiyle sertleşen hikâyeleri neresinde bıraktıysak o sahneye dönüp yeniden takip etmemiz gerekiyor film şeridini. Korkup gözümüzü kapattığımız sahnelere dönüp bu kez gözlerimizi dört açıp bakmamız gerekiyor.
Ece Temelkuran, F tipi cezaevlerini, açlık grevlerini, ölüm oruçlarını anlatıyor. Bu suskunluğu kıracak yeni bir dil bulmak için…
Oğlum Kızım Devletim-Evlerden Sokaklara Tutuklu Anneleri
Refahyol hükümetinin ilk ircaatlarından biri olan ünlü "6 Mayıs Genelgesi" ile "tabutluk" olarak bilinen kapatılmış Eskişehir E Tipi Cezaevi siyasilere yeniden açılınca, Mayıs-Temmuz 1996 arası, Türkiye tarihinin en çok kurban veren açlık grevine sahne oldu. Hükümetin körlüğe varan inadı ve basiretsizliği yüzünden uzayıp giden bu süreçte tutuklu ve hükümlülere en büyük destek, seslerini duyurmak için sokağa dökülmeyi, her türlü saldırıya uğramayı, hata bozuk sağlıklarına rağmen açlık grevine girmeyi göze alan ailelerden, özellikle de annelerden geldi. "Oğlum Kızım Devletim", tüm bu mücadele sürecindeki anneleri anlatıyor. Annelerin kendileriyle doğrudan ilgisi olmayan siyasi olaylara girişinin, evlerinin görece güvenliğinden çıkıp sokağa dökülüşünün, karşılarındaki saldırının niteliğini anladıkça cesaret ve güvenlerinin artışının öyküsünü... Kadınların, kadınca yaptığı ve herkesin gözü önünde direnerek iktidarı yıldıran isyanlarının öyküsünü...
Kıyı Kitabı
Avuç içine saklanacak kadar küçük olsa aşk... Keşke, saklayıp her yere götürebilsen. Gönülçelen hiçbir şey kalmasın üzerinde. Bırak onu, bırak kendi evinde. Kimse kimsede o kadar yol alamaz. Sakın bilmediğini söyleme, bilmezden gelme: Biri en fazla magmasını geçer diğerinin. Sıra çekirdeğe gelince... Her aşk, çamur gibi bir eriyiğe dönüşür; yol, insanın çekirdeğine varınca.
Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita!
"İnsanlar yeterince haksızlığa uğradığında, yeterince dövüldüğünde çocuklar, insanlığa saldırırlar. Acı, adaletsizlik ve vicdansızlıkla yeterince hırpalandığında, kendi kendini imha eden bir organizmadır insanlık."
Bu kitap Ece Temelkuran’ın Venezüella’da gördüklerini, yaşadıklarını, tanık olduklarını anlattığı bir kitap değil, turistik bir Venezüella güzellemesi hiç değil...
Bu kitap, yeterince haksızlığa uğradığında, yeterince dövüldüğünde dönüp insanlığa saldıranların, bu kez insanlığa uğramanın ve dövülmenin önüne geçmeyi denemesinin öyküsüdür. Bu kitap, Latin Amerika’da yaşanan bir devrim deneyiminin sorgulanışı, tüm dünyada güçlenmeye başlayan antikapitalist oluşumun izinin sürülmesidir. Yüzyılın ilk devriminin notları...
Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita yapılmakta olan bir devrime dair gözlemler... Mutlak doğruların yerini, sorulan soruların ve aranan yanıtların aldığı bir devrimin günlüğü... Bundan böyle dünyayı büyük sözlerin değil küçük insanların değiştireceğine dair bir işaret…
İçeriden Kıyıdan Konuşmalar
Aslında insan kalbini sarmamalı, hükmü bir gün süren gazete kağıtlarına. Dönen rotatife kaptırmamalı insan ince sözü, kırılgan cümleyi. Ama ben yaptım; içimin en kuytusundan geçenleri bazen, gazetelere yazdım. Belki de sırf bu yüzden hiçbir zaman gerçekten köşe yazarı olamayacaktım. Hep “başka bir şey” olarak kalacaktım. Ama bu yazılar yüzündendir, hiç hesapta yokken, bir gazete, bir sabah, birilerinin kalbine değdi. Yazanın içerisinden uçuşup gelen, atlayıp, konup bir gazete sayfasına, sizin de içinize sızdı. Bunlar işte, o yazılar. Bunlar, içeriden yazılanlar…
Buzdolabı kapaklarına, işyeri masalarının kenarına asılan, insanlardan insanlara postalanan, hatta “Kıyıdan” köşesinden çıkıp insanlar arasında dolaşırken kimi zaman sahibini kaybeden… Bazen sizi tam da beklenmedik bir yerde yakalayıp yaşartan, hatta bazen size işi astırmayı bile becerebilen… Kimi kez tutup kolunuzdan çocukluk fotoğraflarınıza götüren, orada bırakıveren… Bazen kararlar aldıran, hatta bazılarına ülkeler aşırtan… Bunlar, o yazılar.
Dışarıdan Kıyıdan Konuşmalar
Ben, yeryüzü kayıtları tutan biriyim. "Hakikat işçisi" deyin, "yazı gündelikçisi" deyin; hükmü bir gün süren gazete kağıtlarına yazılar yazıyorum. Benden önce gelmiş, benden sonra gelecek olan benzerlerim gibi, insanlığın daha adaletli ve vicdanlı olabileceğini hatırlatıyorum. Ben, dünyaya bakan biriyim. Dünyaya bakmak işini "meslek" olarak yapmaya başladığımda, dünya ve Türkiye, daha önce geçmediği bir yerden geçiyordu. Bu yüzden işte, ne olduysa dünyada, bende de oldu. Ne geçtiyse dünyadan benden de geçti. Gözlerimi dikmiş bakıyordum, baktıklarım bazen gözüme kaçtı.
"Dışarıdan", sizin ve benim gözüme kaçanlar üzerine, daha önce geçmediği yerlerden geçmekte olan yeryüzü ve Türkiye üzerine okurla bir konuşmadır... Bu yazılar yazıldıkları andan itibaren artık bana ait değiller. Okuduğunuz anda size ait oldular. Ama belki de yazı kimseye ait değildir. Belki de bu yazılar sadece yeryüzüne ait kayıtlardır. Ama yerin yüzünden geçenler, kim bilir, sizin yüzünüzden de geçmişlerdir...
İç Kitabı
Müjdeliyorum: Yeni çağın yeni kıtası, “iç”tir. Kıpırtısız seyahatlerin vakti gelmiştir. Pek yakında insan, kendi “iç”ine gidecektir. Ve: Kendimden bir melek kopartıp fırlattıysam bile “sözlü” âleme, yine de hiçbir şey onu bir karıncaya çeviremeyecektir. İşte bu yüzden, atıp çözdüğüm düğümleri, bu iç yolculuk hikâyesini -elbette hâlâ taşıyorsa meleksi kıpırdanışları- bu sözleri, sadece melekler sevecektir.